17 Nisan 2021
Ekümenopolis: 10 yıl sonra
Büşra ErkaraEKÜMENOPOLİS’İN KENDİ İÇİNDE TAŞIDIĞI MUTLAK KARANLIĞA RAĞMEN 2021’DEN DAHA ÜMİTKÂR BİR DÜNYADA GEÇTİĞİ RAHATLIKLA SÖYLENEBİLİR
“Her yer ne kadar gri. Açmıyor çiçekler. Penceremde kuşlar yok.” (Beton Mezar – Art Diktatör) İmre Azem’in 2011 yapımı, İstanbul’daki çığrından çıkmış tahribatın bir dönemini takip eden belgeseli Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir, Art Diktatör’ün bu şarkı sözleriyle sonlanıyordu. Belgeselin kendisinin aksine çocukça sade, ancak Zincirlikuyu’da metrobüsten indikten sonra karşıdan karşıya geçmeye çalışmış, 5. Levent diye anılan uydurma “mahalleyi” bir defa olsun görmüş, Sabiha Gökçen Havalimanı’na giderken pencereden dışarı bakmış, üçüncü Havalimanı’ndan “acaba uçağın motoruna bir kuş sürüsü girecek mi?” endişesiyle yolculuk yapmak zorunda kalmış herhangi birisi için son derece anlamlı, insanın kalbini delip geçen cinsten acı ve açıklayıcı dizeler.
10 yıl önce işlenmemiş her yeni suçu bulmak mümkün
Pek çok üniversitenin mimarlık bölümünde hâlâ gösterilen Ekümenopolis, bugün içinde yaşadığımız distopik İstanbul’un cumhuriyet öncesine kadar geri giden arkeolojik bir incelemesi. Ve kendi içinde taşıdığı mutlak karanlığa rağmen 2021’den daha ümitkâr bir dünyada geçtiği rahatlıkla söylenebilir: Zira Ekümenopolis’in yapımı tamamlandığında üçüncü köprünün güzergâhı açıklanmış ancak inşaatına henüz başlanmamıştı. İstanbul’da geri dönülemez bir ekolojik felaketi başlatacağı ÇED raporları ve bilim insanları tarafından defalarca tekrarlanan Kuzey Marmara Otoyolu ve Üçüncü Havalimanı şehrin gerçekleri değil, birilerinin masasında hukuksuzlukla somut bir form almayı bekleyen kâğıt yığınlarıydı. Zeytinburnu ve Ataköy sahilindeki Büyükyalı, Yedi Mavi, Sea Pearl, Kadıköy’de deprem sonrası sığınılacak bir alana inşa edilen Four Winds gibi her biri birer kent suçu olan “karma kullanım projeleri” henüz şehrin haritasına girmemişti. Diğer yandan bugün karşı karşıya olduğumuz ve o dönemde henüz işlenmemiş her yeni suçun ipucunu Azem’in belgeselinde bulmak mümkün: Ekümenopolis’te Sulukule’nin yok edilişini, mahalle halkının kuşaklar boyunca yaşadıkları yerden 30 kilometre uzağa, Taşoluk’a gönderilişini izlemiştik, bugün UNESCO Dünya Miras Alanı olan Süleymaniye Mahallesi, hurda ve çöp içinde parlak olmadığı aşikâr “geleceğini” bekliyor. Belgeselde, İstanbul Avrupa Kültür Başkenti döneminde TOKİ Ayazma Konutları ve Ağaoğlu My World Europe için evlerine el konulan Ayazma halkını izliyoruz, bugün Fikirtepe sakinleri hem hâlâ benzer bir mücadeleyi veriyor, hem de bunu yaparken asbest ve çimento tozu soluyor.
On yıl önce açıklanan tüm “mega projeler” arasında inşaatı başlamayan tek örnek Kanal İstanbul. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz ve Ekrem İmamoğlu yönetimindeki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin güçlü itirazına rağmen, Mart 2021’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın imar planlarını onayladığını açıklamasından beri, Kanal İstanbul inşaatının başlaması ihtimaliyle İstanbul halkı olarak yüreğimiz ağzımızda yaşıyoruz.
AZEM: KUZEY ORMANLARI EKOLOJİK BÜTÜNLÜĞÜ BOZULACAK ŞEKİLDE YOK EDİLDİ. SU HAVZALARI, 3. KÖPRÜ VE YENİ HAVALİMANI PROJELERİYLE YOĞUN BİR İMAR FAALİYETİNE KURBAN EDİLDİ. BİZİM BELGESELDE ÖNGÖRDÜĞÜMÜZ BÜTÜN KÖTÜLÜKLERDEN FAZLASI YAPILDI
Belgeselin yönetmeni Azem, “Ekümenopolis’in ilk gösterimlerinde birçok kişiden çok karamsar bir film yaptığımız eleştirisini duyuyorduk. “Hiç mi iyi bir şey yapılmıyor?” diye soruyorlardı. “Bence az bile söylemişiz,” diyor ve devam ediyor: “Bizim belgeseli yaptığımız sırada tahmin bile edemeyeceğimiz kadar kötüye gitti İstanbul. Kuzey Ormanları ekolojik bütünlüğü bozulacak şekilde yok edildi. Su havzaları, kenti besleyen kuzey ekosistemleri Üçüncü Köprü ve yeni havalimanı projeleriyle yoğun bir imar faaliyetine kurban edildi. Kısacası bizim belgeselde öngördüğümüz bütün kötülüklerden fazlası yapıldı. Hepimizi, hatta henüz doğmamış olanları onlarca sene büyük borçlar altına sokacak şekilde araç geçiş garantili köprüler, otoyollar, tüneller inşa edildi. Bir proje ile hem doğa talanı hem kamusal zarar, hem de kenti, geleceği garanti olan küresel ısınma kaynaklı felaketlere karşı daha da kırılgan yapmak: bu üçü hep bir arada. Böyle bir dönemde bu kadar aymazca bir doğa talanını tarif edecek kelimeleri bulamıyorum. Mücella Yapıcı’nın bu konuda çok başarılı bir sunumu var, ‘planlı ekolojik çöküş’ olarak nitelendiriyor, İstanbul’a yapılanları.”
Yüksek mimar, kent aktivisti ve eski TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube yöneticilerinden Mücella Yapıcı, Ekümenopolis’in çekildiği yılları “aslında bugün ‘mega proje’ dediğimiz her şeyin altyapısının hazırlandığı ancak ilan edilmediği, İstanbul’un 100.000 ölçekli planının hazırlandığı bir dönem” olarak hatırlıyor. “10 yıl önce zaten ekolojik anlamda ve nüfus anlamında bütün eşiklerini aşmış bir kentte yaşıyorduk. O noktadan sonra yapılacak her şey işi kaosa götürmeye gidiyordu ve gitti. Şu anda biz bir kriz yaşamıyoruz İstanbul’da, yaşadığımız ciddi bir kaostur.” Yapıcı, Ekümenopolis’i “kent tarihimizde belgeseller açısından bir dönüm noktasıdır,” diye tanımlıyor ve devam ediyor: “Ekümenopolis bugüne kadar kentler konusunda bizim yıllardır anlatamadıklarımızı anlattı, bir sürü makaleden, sempozyumdan çok daha fazla işlev gördü. O noktada gerçekten kült bir kent belgeseli. 10 yıl sonra da hâlâ hem okullarda, hem de Mimarlar Odası olarak eğitimlerde kullandığımız bir eğitim materyali haline geldi. Hem izlediğim, hem de içinde yer aldığım için onur duyuyorum. İmre’ye ve Gaye Günay’a teşekkür etmek lazım, galiba şimdi ikincisini çekmek gereken zamanlara geldik.”
“Şehrin, dünyanın en büyük şantiyesi görünümünü kazanmış olması tesadüf değil”
Birinci baskısı Ağustos 2013’te çıkan, Ayşe Çavdar ve Pelin Tan’ın derlediği İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali‘nde belgeseli izlerken ekranda gördüklerimizin detaylı yazılı yansımalarını bulmak mümkün. Dokuz incelemeden oluşan kitabın önsözü, Azem’in bugünden 2011’e bakarkenki gözlemlerini tasdiklercesine, “İstanbul’u gelecekte daha da hareketli günler bekliyor,” cümlesiyle başlıyor. “Çünkü İstanbul, adına ‘kentsel dönüşüm’ denilen bir hamleyle küresel finans piyasalarına bağımlılaştırılıyor. Onu var eden, şekillendiren, üzerine kurulu olduğu coğrafyadan beslenen otonomisi, yani en değerli varlığı, böylece ortadan kaldırılmış oluyor. Şehrin, dünyanın en büyük şantiyesi görünümünü kazanmış olması tesadüf değil.”
Hem belgesel hem de kitap, bana büyüdüğüm ve üniversite yıllarımı geçirdiğim İstanbul’a, Türkiye’de yaşamadığım 2011-2018 arasında her döndüğümde sonuçlarına inanamadığım, “steroid almış gibi” yapılaşmayı hatırlatıyor. Bu karşılaşmalardan en net hatırladıklarımdan biri, bir gün Osmanbey metro durağı girişinden gördüğüm Bomonti semti. Sonradan isimlerinin Anthill olduğunu öğrendiğim utanmazca yukarı uzanan iki binaya bakıp “Orası neresi? Yoktu böyle bir yer,” demiştim. (2015’te Babylon oraya taşındıktan sonra hepimiz o binaların dibine en az bir kere gidip bu suçun gönülsüz ortakları olduk.) Talimhane’de, ismi şehrin yeni icat edilen mahalleleri kadar sık değişen Havaş’ı ya da Havabüs’ü beklerken sağımda gördüğüm, aynı anda hem Gazze Şeridi’ni hem de ameliyatla alınmış hayati bir organın yokluğunu, açık bir yarayı hatırlatan Şan City şantiyesi ve Caddebostan’da babaannemin oturduğu evin kentsel dönüşümle yıkılıp iki yıl içinde bulunduğu sokaktaki en izansız bina hâline gelmesi de beynime kazınmış sahneler arasında.
Azem, 2021’deki İstanbul deneyimini tanımlarken “çok üzgünüm bu kente yapılanlardan dolayı,” diyor. “Boğaz o kadar özel bir coğrafya yaratmış ki İstanbul’da, bu kadar yağmaya rağmen hâlâ arada güzel gözükebiliyor. Pandemi süreçlerini kentlerini daha doğayla uyumlu, gelecek felaketlere daha korunaklı yapmak için bir fırsat olarak gören belediyeler var dünyanın farklı coğrafyalarında. Biz maalesef o türden bir yaklaşımı burada göremiyoruz.”
İçinde yaşadığımız distopyaya bakınca, sadece son on yıla değil, son yirmi yıla dair en olumlu gelişmenin İstanbul’un yönetiminin ilk defa muhalefet partisinden birine, Ekrem İmamoğlu’na geçmesi olduğu konusunda hemfikiriz; bu değişimin şehrin geleceğini yalnızca “daha az karamsar” kıldığında da. “En azından İstanbul kanalı gibi dünyada eşi benzeri görülmemiş bir aymazlığa itiraz eden bir yönetim var,” diyor Azem. “Ne var ki, İstanbul’un sorunları belediyelerin alabilecekleri kararlarla çözülebilecek türden değil. Pansuman olur en fazla. Ekümenopolis’te de anlatmaya çalıştığımız gibi mesele sistemseldir: Küresel kent diye bir gerçek var, dünyada yılda yaklaşık 6.5-7 trilyon dolar kentlere yatırım olarak akıyor. Kenti şekillendiren bu devasa sermaye akışının tek motivasyonu yatırımından kâr etmek. O yüzden kent, bu yatırımın kâr etme ihtiyacı üzerinden şekilleniyor. Ali Sami Yen stadı yıkıldığında orası park olamıyor, gökdelen oluyor. Metro güzergâhlarını hep ticari alanlar belirliyor. Bu sistemsel dinamiklere müdahale etmedikçe, kente pazarlanacak bir yatırım aracı olarak değil kentlilerin yaşam alanı olarak bakmadıkça genel gidişat değişemez. Şu an belediyede çok zor görevler üstlenmiş, hakikaten konularına son derece hâkim arkadaşlarımı tenzih ederek söylüyorum, İstanbul’un kurtuluşu bir parti meselesi olmaktan çoktan çıkmıştır.”
Yapıcı: Bu küresel yıkıma karşı ancak küresel bir mücadele platformuyla bazı şeyleri durdurabiliriz. Bir durdursak, geriye nasıl döndürürüz, nasıl iyileştiririz, nasıl rehabilite ederiz onu tartışmaya başlarız
Azem’den bir süre sonra konuşma şansı bulduğum Mücella Yapıcı da benzer bir düşünceyi, farklı bir taraftan dile getiriyor: “Umudum şudur benim: Bu artık evrensel, gezegene dair bir mesele olmaya başladı ve etrafındaki farkındalık çok arttı. Bu küresel yıkıma karşı ancak küresel bir mücadele platformuyla bazı şeyleri durdurabiliriz. Bir durdursak, geriye nasıl döndürürüz, nasıl iyileştiririz, nasıl rehabilite ederiz onu tartışmaya başlarız. Ama şimdi bunu tartışamıyoruz, habire daha kötüsünü engellemeye çalışıyoruz. Bu aynı zamanda ekonomik, sosyal ve politik bir mesele. Bu noktada siyasetçiler ve sermayedarlara bakıyorum; siyasetçileri ayırıyorum ama sermayenin ahlâkı olmaz. Sermayenin doğası budur: Gölgesini satamadığı ağacı keser. Bizim asıl kaybettiğimiz bunu dengeleyecek olan denetleme mekanizmalarındaki yozlaşmadır.”
“Yaşam alanlarımız üzerinde söz sahibi olmak en temel insan haklarımızdan biri”
İlk gösteriminden on yıl sonra Ekümenopolis’i izlememin ardından, elim rafta sırasını bekleyen bir kitaba daha gidiyor: Kutlukhan Kutlu ve Aslı Tohumcu’nun on altı yazardan sadece “2099 yılı İstanbul’unda geçen öyküler yazın,” yönlendirmesiyle derledikleri İstanbul 2099. Bu antolojide Kanal İstanbul’un inşa edildiği bir kurgu-dünyada yaşanan post-apokaliptik hayatlar da var, boğazın sularının kuruduğu bir öykü de. Sayfaları çevirirken okuduklarıma bir çeşit Cassandra Sendromu gibi bakıyorum, onlarsa adeta onlar bana içinde bulundukları zamanın gerçekliğinden geriye dönmüş bakıyorlar. 2017’de Uçurumun Kıyısında Türkiye’yi çeken ve bugünlerde Ekümenopolis’in yapımcısı Gaye Günay ile Yeniden İnşa Çağı adında, yine kent odaklı ama sadece İstanbul değil başka dünya kentlerine de bakan, kent ve finans sektörlerinin kesişimine odaklanan bir projeye geri dönmek üzere olan Azem ise daha ümitli: “Türkiye’de yaşayan bir vatandaşın kendi şehir ve çevre hakları için yapabileceği şeyler elbette hâlâ var,” diyor. “Öncelikle yaşam alanlarımız üzerinde söz sahibi olmak en temel insan haklarımızdan biri. Bunun bilincinde olarak, sokağımıza, mahallemize, yaşadığımız şehre yapılan her müdahalede söz sahibi olmak en doğal hakkımız. Bu hakkımızı etkin bir şekilde kullanmak içinse elimizdeki en önemli araç örgütlenmek. Mahallemizde, yaşadığımız semtte meclisler kurarak, tabandan demokrasiyi sözde değil bizzat eylemle hayata geçirerek bunu yapmak sadece mümkün değil, bir gereklilik.”