15 Mayıs 2021
Semt pazarında şifalı biraradalıklar
Semt pazarları geçim sağlama, gıdaya erişim, kültürel paylaşım, bilgi dolaşımı, sosyal ağlara katılım gibi alanlarda birçok kent sakininin hayatında önemli bir yer tutuyor
Evlerimize kapandığımız ve kendi içimize döndüğümüz pandemi sürecinde, gıdaya dair farkındalığımız arttı demek pek yanlış olmaz. Bir yandan sokağa çıkma yasakları, sosyal mesafe koruma kaygısı ile gıdaya erişim ön plana çıkarken, “peki hangi gıdaya ve ne pahada?” sorusu daha önemli hâle geldi. Güvenilir, zehirsiz, organik, doğal, temiz ve ekonomik gıdaya erişim ihtiyacı ve hakkı, her ne kadar yeni bir gündem değilse de, pandemi sürecinde daha da belirginleşti ve kitleselleşti. Gıda ihtiyacımızın temini hızlıca dijitalleşirken, dış dünyayla kalan en önemli fiziksel bağlantımız market ve pazar alışverişleri oldu. Karantinanın başlangıcında, 2020’nin Mart–Nisan aylarında kapalı olan semt pazarlarının gıda bölümleri bir süre sonra yeniden açıldı. Üç ay kapalı kalan tekstil-hırdavat bölümlerinin de açılmasıyla birlikte birçok pazar tam kapasite çalışmaya başladı. Market alışverişleri, temkinli, hızlı ve planlı bir şekilde yapılırken; tanışıklığa, sohbete ve iletişime dayalı pazarlar, insanların bir araya gelmeyi sürdürdüğü yegâne ortak kamusal alanımız.
Pandemi sürecinde yeniden gündeme gelen gıda güvenliği ve olası bir gıda krizi üzerine tartışmalar, üretici pazarlarının, kent bahçeciliğinin, Yedikule bostanları gibi kent-içi tarımsal alanların korunmasının, yeni dijital dayanışma mecralarının, gıda toplulukları ve tüketici kooperatiflerinin Türkiye’nin tarım politikası açısından önemi daha da belirgin hâle geliyor. Üretici ya da çiftçi pazarları doğrudan üreticiyi ve tüketiciyi bir araya getirerek gıda güvenliğini korumaya alırken, aracılık eden kişi ve kurumları sahneden çıkarıyor. Böylece hem üretici hem tüketiciyi destekleyecek sürdürülebilir bir model sunuyor. Şu an İstanbul’da beş adet faal üretici pazarı bulunuyor. Ayrıca, gıdaya dair kaygıların had safhaya çıktığı bir dönemde mevcut ve yerleşik semt pazarlarının oynayabileceği rol azımsanamaz. Her semtimizde bir, hatta çoğu zaman iki gün kurulan, Türkiye’nin yaygın bir mekânsal ve kültürel bir kent örüntüsü olan semt pazarları sürdürülebilir gıda dolaşımını sağlamak adına nasıl bir model oluşturuyor? Semt pazarları kültürel, çevresel ve toplumsal anlamda “üçboyutlu” bir sürdürülebilirlikte nasıl bir etkiye sahip olabilir?
Tanışıklığa, sohbete ve iletişime dayalı pazarlar, insanların bir araya gelmeyi sürdürdüğü yegâne ortak kamusal alanımız
İleriye dönük bu soruların izine düşmeden, öncelikle günümüz pazarlarına dair bazı soruları sormamız gerekiyor: Bizim gıdaya erişimimizde semt pazarları nasıl bir yer tutuyor? Semt pazarları, gıda güvenliği anlamında güçlü bir toplumsal alternatif olarak karşımıza çıkıyor mu? Artık karşı koyamayacağımız bir şekilde bir zorunluluk olan sürdürülebilirlik açısından ele alındığında semt pazarları nerede duruyor? Üreticilerin emeğinin karşılığını sağlıyor mu? Taze, mevsimsel ürünlere daha uygun fiyatlarda ulaşılabiliyor mu? Üretici ve tüketiciyi yakınlaştırıp, tedarik zincirinde aracıların bertaraf edilmesini sağlıyor mu ya da ne ölçüde yapabiliyor? Bu sorular aklımızda, tezgâhların arasında bir yolculuğa çıkalım.
İstanbul pazarlarında satılan gıda ürünleri nereden geliyor?
Beykent Çarşamba pazarında sebze tezgâhında buluştuğumuz Mustafa Karaca, yaklaşık 30 senedir Tarihi Surdibi Bostanları’nda çalışıyor. Yemyeşil ve taptaze bir sebze tezgâhı burası. Herkesin ona seslendiği üzere Mustafa abi haftada üç gün İstanbul semt pazarlarında satış yapıyor, geri kalan günlerde ise bostandaki üretime odaklanıyor. Üç kardeş ve eşleri, birlikte üretim yaptıkları bostan yerinde işçi çalıştırmıyorlar. Bostanda yetiştirdikleri pazı, soğan, kara lahana, maydanoz, dereotu başta olmak üzere belirli miktardaki ürünü pazarda satışa sunuyorlar. Fakat bostandan gelen ürünler tezgâhın yaklaşık yüzde 30’unu oluşturuyor. Kalan sebze ve meyveyi ise İstanbul Hali’nden getirtiyor.
Semt pazarlarında satılan gıdaların nereden ve nasıl temin edildiğine dair genel bir resim çizecek olursak, ürünlerin yüksek oranda halden temin edildiğini söyleyebiliriz. Fakat, Mustafa abi gibi bir kısmı dahi olsa bostanda yetiştiren çiftçilerin ürünlerinin yer aldığı tezgâhlar da mevcut. Aslında 1500 yıllık tarihi bir tarım alanı ve kültürel miras olan Yedikule Bostanları defaatle tahribat ve yok olma tehlikesiyle karşılaştı. 2013 senesinde ansızın molozlar döküldü, 2016 yılında Fatih Belediyesi şantiye inşaatı başlattı ve 2018’de otopark projesi gündeme geldi. Tarihi Yedikule Bostanları Koruma Girişimi’nin gösterdiği mücadele sayesinde uğradığı erozyon bir nebze yavaşlasa da bu kültürel-kentsel miras, henüz tam anlamıyla korunma altına alınmış değil. Üstelik her geçen gün yeni tehlikelerle karşılaşmaya devam ediyor: “Her şeyin bir zorluğu olduğu gibi bunun da var. Üretmek, çiftçilik zordur, kolay değil. Zorluktan geldiğimiz için sarılıyoruz işe. Hem bostan, hem pazar aynı anda, bazen destek işçi almamız gerekiyor, yetişemiyoruz. İşçi tutsak bile, bırakmıyoruz tezgâhımızı. Oğlum ve işçiyle çalışıyorum şu an mesela tezgâhta. Bahçede ise abilerim, yengelerim ve eşim var bugün mesela.”
Tüm bu zorlukların yanı sıra, bostanlardaki üretim belediye tarafından güvenceye alınmadığı gibi semt pazarlarının akıbeti de yetkililerin iki dudağının arasında. Bu yüzden Mustafa abi gibi üreticiler hep diken üstünde: “Kiracı sıfatında olsan yine hakkın olur ama işgalci sıfatında bir hakkın yoktur,” diye anlatıyor bu durumu.
Esenyurt Beygâh pazarının anonsları Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere dört dilde gerçekleşiyor: Hem ziyaretçiler hem satıcılar arasında bu diller yaygın bir şekilde kullanılıyor
O sırada geçen haftadan bostan ısırganı ısmarlayan bir çift tezgâha yaklaşıyor ve biraz serzenişte bulunuyorlar, çünkü meğer geçen hafta geldiklerinde tezgâhtaki ısırgan otlarının hepsi satılmış. “Evet geçen hafta biri geldi erkenden, hasta için aldı gitti hepsini. Bugün de biraz daha geç gelseydiniz verecektim, yine çok soran oldu,” diye yanıtlıyor Mustafa abi. Öğreniyorum ki ısırgan özellikle limon sıkılıp tüketildiğinde oldukça faydalı, şifalı bir bitki. Mustafa abi anlatıyor, “Bizim bahçenin kenarında Arnavutlar oturuyordu. 2000’lerden sonra o mahalle yıkıldı, yerine kentsel dönüşümle yurt yapıldı. Yani onlardan (Arnavut komşularımızdan) biliyoruz biz de, bahçenin kenarında biterdi, onlardan göre göre öğrendik ısırganı. Onlar tanırdı, o komşularımız yapardı Isırgan’ın böreğini, çok da lezzetli olurdu.” Boşnakların zelanik, Arnavutların kopriva dedikleri ve balkanlar boyunca ortak bir damak lezzeti olan ısırgan otlu börek ise, oldukça merak uyandırıyor bende. Isırgan otunun şifasına ve balkan kültürünün parçası ısırgan otu böreğine dair böylesi bir sohbete katılma şansı bulduğum için gerçekten çok mutlu oluyorum. Tıpkı pazardan alışveriş yapmayı tercih eden birçok kişi gibi. Pazar yalnızca insanlar arasında ürünlerin değil; kültürler, coğrafyalar, diller vb. birçok boyutlar arasında bilginin, deneyimin ve hafızanın aktarıldığı bir toplumsal mekân aslında.
Kültürel paylaşım, güven ilişkisi, bilginin dolaşımı
Pazarda hemen hemen birçok tezgâhta kültürel bir paylaşım yaşanıyor. Sağlıkla ilgili bilgilere, yerel ürünlere, yeni tariflere dair bir karşılaşma/öğrenme ortamının oluşmasından nice koyu sohbetler ve tanışıklıklar doğuyor. Bu tezgâhlardan biri de Yusuf ve kardeşinin aktariye tezgâhı. Herkeste büyük bir merak uyandıran bir tezgâh burası, belki nenemizden, çocukluğumuzdan hatırladığımız, belki bir kitapta denk geldiğimiz ama asla görmediğimiz, belki duyduğumuz ve merak ettiğimiz ve elbette severek kullandığımız birçok değişik bitki, baharat, ot, toz, sıvı yer alıyor. Aktariye tezgâhı, belki de geleneksel şifa bilgisinin yegâne taşıyıcısı günümüz kentinde. Yusuf ve kardeşinin tezgâhında ise, bitkisel şifa bilgisinin ve damak tadının çeşitli dillerde ve kültürler arası dolaşımını görebiliyoruz.
“Pazarda sürekli devir-daim oluyor, markette ise rafta bekliyor ürünler. Bu nedenle, beklemiş ürün yoktur pazarda, tazedir”
Kendilerini daha önce Yakuplu mahalle pazarında ziyaret etmiş olsam da, Esenyurt Beygâh Pazarı’nda gerçekleştiriyoruz sohbetimizi. Esenyurt kozmopolit bir bölge, pazar ise bunu en çok gözlemleyebildiğimiz kamusal alanlardan biri. Esenyurt Beygâh Pazarı’nın anonsları Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere dört dilde gerçekleşiyor: Hem ziyaretçiler hem satıcılar arasında bu diller yaygın bir şekilde kullanılıyor. Aslen Bitlisli olan Yusuf Abi ise zaten aşina olduğu Arapçaya ve bildiği Kürtçeye ek olarak, Farsçasını da oldukça geliştirmiş İranlı nüfusun çok temel bir bileşeni olduğu bu pazarlarda. Birçok müşterisiyle kendi dilinde sohbet edip, ürünler üzerine paylaşımda bulunabiliyor. Dükkândan seçilen yedi bitkinin karıştırılmasıyla elde edilen, evde dolandırılmasıyla türlü kötülüklere karşı koruma sağladığına inanılan bir geleneksel tütsü olan “yedi dükkân süprüntüsü”, bıttım sabunu, ev yapımı sirke, tokat asma yaprağı, özel kış çayı karışımı ve tezgâhındaki daha nice ürüne, İran, Suriye, Pakistan ve daha nice coğrafyadan göçerek İstanbul’a yerleşmiş müdavimlerinin etkileşimiyle birçok ürün eklenmiş: Çeşit çeşit safran, baharat, gur, Basra kara limonu…
“Pazarda sürekli devir-daim oluyor, markette ise rafta bekliyor ürünler. Bu nedenle, beklemiş ürün yoktur pazarda, tazedir,” diyor Yusuf. “Dükkân daha rahat olsa da, ekonomik olarak pazar daha uygun oluyor sermaye ihtiyacı az olduğu için. Örneğin, Yakuplu sokak pazarındaki tahta-tezgâh fiyatı buradan da ucuz. Böylelikle masraf ve risk olmuyor.”
Tarhana Geyve’den, nar ekşisi Mersin’den, pekmez Erzincan’dan
Pazarda bilginin dolaşımına ve kültürel paylaşıma örnek olan bir diğer tezgâh Reşit Mermi’nin ve yeğeni Oktay’ın birlikte açtıkları Hatay ürünleri tezgâhı. Burada bir yandan alışveriş yaparken bir yandan da ürünlerin içeriğine, menşeine, yapılışına, şifasına ve nasıl tüketileceğine, kültürel bağlamına dair bir sohbet gerçekleştirmek mümkün. Aslen Hataylı olan Reşit Mermi, İstanbul’da bir bankada özel güvenlik olarak çalışıyormuş: “Şartlar ve iş seni o tarafa itiyor. Annem beni hep pazara götürürdü, yarın öbür gün pazarcı olacağımı bilmiyorduk,” diye anlatıyor pazar esnafı olma sürecini. Ürünlerin yüzde 80’ni Hatay’dan getiriyor; boy boy kavanozlar ve kaplarda nar ekşisi, zeytinyağı, zahter, tereyağı, şırdan mayalı peynir, tuzlu yoğurt gibi çeşit çeşit ürün dizili tezgâhında. Tüm bu ürünleri Hatay’daki tanıdıklardan, akrabalardan, annelerinden, teyzelerinden temin ediyor. “İyi tereyağı, yoğurt mayalamada kullanılır. Yoğurdu mayalarsa o tereyağı iyi tereyağıdır.”
Tuzlu yoğurt ve şırdan mayalı Hatay peyniri ise benim bu tezgâhta tanıştığım ürünler. Süpermarketlerde hiç rastlamadığın tuzlu yoğurt meğer Hatay’da bir hayli yaygınmış: “Yoğurt oluyor, yoğurt olduktan sonra kaynatılıyor ve tuzlanıyor. Süzme yoğurdun pişmiş hali bir nevi. İki yıl sağlam kalıyor bu şekilde bu kavanozlanmış yoğurt. Kahvaltıda çok tüketiyoruz, nar ekşisi, zeytinyağı, kekik, pul biber serperek. Bir de mesela bununla çorba yapılıyor, hiç kesilmez bu yoğurtla yapılan çorba.”
Reşit Mermi ve yeğenleri, Beylikdüzü ve Esenyurt pazarlarındaki tezgâhlarının yanı sıra, Büyükçekmece tarafında bir dükkân da işletiyorlar. Dükkân ve pazar arasındaki farklılaşmaya dair şunları belirtiyorlar: “Pazar çok daha ekonomik bizim açımızdan, dükkânı döndürmek daha zor. Pazarda eğer tezgâh fiyatları çok uçmayan bir yerdeyseniz, maliyet daha az ve insanlar geliyor. Burada iki günde 30 kilo şırdan mayalı peyniri satıyoruz mesela, çok daha fazla insana ulaşabiliyoruz. Pazarda sirkülasyon var, gıda taze kalıyor.”
Kendileri üretim yapmasalar dahi, yerel ile kurdukları organik bağları üzerinden, lokal ürünleri İstanbul semt pazarına getiren bir başka tezgâh, Sebahat ve eşinin tezgâhı.
Pazarların günlük kuruluyor olması sürekli bir masraf yükü oluşturmadığı için birçok esnaf işini sürdürebiliyor, yurttaşlar ise gıda çeşitliliğine marketlere kıyasla daha ekonomik şekilde ulaşıyor
Dört sene önce çocuklarının eğitim masraflarını karşılamak için pazarda ürün satmaya başlayan Sebahat ve eşi, tarhanayı Adapazarı Geyve’de kadın kooperatiflerinde yaptırıyorlar. Nar ekşilerini Sebahat ablanın kız kardeşi Mersin’de yaptırıp göndermiş. Pekmezleri Erzincan’daki bir tanıdıkları hazırlayıp kargo ile gönderiyor. Kayısıları ise Malatya’da öğretmenlik yapan kardeşi aracılığıyla temin ediyorlar. Siyah üzümü Antepli öğretmen bir tanıdıklarının bahçesinden getirtiyorlar. Reçelleri ise kendisi hazırlıyor.
Ancak pandemi dönemi nedeniyle ürün çeşitliliği normalden azmış. Pandeminin tüm olumsuz koşulları daha da zorlaştırmasına rağmen Sebahat abla semt pazarında tezgâh açıyor olmanın, dükkân işletiyor olma ihtimallerine göre ekonomik açıdan daha kolaylaştırıcı olduğunu düşünüyor: “Yani pandemi dönemi oldukça zorlu geçti, geçiyor. Pazartesi günü [normalde Pazar pazarı] belediye kira almıyor, bu nedenle gelip açabiliyoruz. İşgaliye yarı yarıya düştü, Çarşamba pazarında normal kiramızı veriyoruz. Kazandığımız olduğu gibi maliyete gidiyor bazen bu süreçte.”
“Öğretmendim, işsiz kalınca köyden getirdiğim zeytinleri önce cami önünde ve metro çıkışlarında sattım. Daha sonra pazarlara çıkmaya başladım. Ya batan pazara düşmüştür ya da çıkamayan”
Pandemi bütün esnafı olduğu gibi, pazar esnafını da zor koşullarla mücadeleye itti. Fakat pazarların günlük kuruluyor olması sürekli bir masraf yükü oluşturmadığı için birçok esnaf işini sürdürebilirken, yurttaşlar ise yarı-açık bir alanda gıda çeşitliliğine marketlere kıyasla ekonomik ve az riskli bir şekilde ulaşabiliyor. Ekonomik sınırların iyice aşındığı pandemi sürecinde de gözlemlenebildiği üzere, pazar hem alıcılar hem satıcılar için görece ekonomik bir alternatif sunmaya devam etti.
Dersliklerden tezgâha: “Pazar, köprüden önce son çıkış”
Kent hayatında semt pazarları, ekonomik kalkınmanın ve sosyal ağlar kurmanın yolu olarak işlev görebiliyor. Araştırmam boyunca, tezgâh açanlar arasında İstanbul’da geçim sağlamak, ihtiyaçları karşılamak, durumlarını iyileştirmek amacıyla pazar işine girenlere tanık oluyorum.
Kendi kuralları, ekonomisi ve işleyişi olan pazara girebilmek elbette kolay bir iş değil. Yine de pazar, az sermayeyle “günün kurtarıldığı”, eldeki ürünü aynı gün insanlarla buluşturulduğu bir mekân; emeğin gitgide güvencesizleştiği zamanlarda halen karşılığını bulabildiği bir kamusal alan.
Esenyurt Beygâh Pazarı’nın en çeşitli zeytin tezgâhını işleten eski bir edebiyat öğretmeni. Halil öğretmen ürünlerinin yarısını ailesi ile birlikte işlettikleri Manisa Büyükbelen köyündeki zeytinliklerinden getiriyor. Geri kalanı ise tanıdığı, güvendiği ve nasıl üretim yaptığını bildiği zeytincilerden topluyor. Gerçekten, zeytinin neredeyse bütün renklerini, dokusunu ve kokusunu duyumsayabildiğimiz bir tezgâh burası. Onu dersliklerden tezgâhlara getiren süreci merak ediyorum:
“Sekiz yıl öğretmenlik yaptım. İş özellere düşünce ve işsiz kalınca, köye gittim. Zeytin getirdim, önce caminin önünde, metro çıkışlarında başladım, ondan sonra pazarlara çıkmaya başladım. 2016’dan beri pazara çıkıyorum. Pazarcılar hep der, ‘pazar, köprüden önce son çıkıştır.’ Yani ya batan pazara düşmüştür ya da çıkamayan. Gerçi tahta fiyatlarının alıp başını gitmesiyle beraber pazardan yüklü miktarda para kazananlar da var. Ama yine de, pazar benim geçimim için bir seçenek oldu.”
Önce işe tek bir tahtayla başlamış. Ardından ikincisini açmış. Şimdilerde ise bir ucundan diğer ucuna selesinden halhalısına kadar renk renk, boy boy zeytinleri dizdiği geniş tezgâhı var. “Evvelden tek çalışırdım, şimdi yanımda işçi çalıştırıyorum. Bütün zeytin çeşitlerini kendim üretmem mümkün değil, hepsini yapamam. Fakat, mesela Edremit, Gemlik Orhangazi, oralarda hangi zeytin daha iyiyse, alıyorum. Seleleri kendimiz yapıyoruz. Sezonda bol miktarda ham zeytin satıyoruz,” diyor.
Serde zeytincilik olduğundan, tüketiciye sunduğu ürünü de çok iyi tanıyor: “Dededen kalma on dönüm bir yer var köyümüzde. Bir de bizim ortak baktığımız zeytinlikler var. Babam annem çiftçi insanlar zaten. Eskiden beri, ilkokul ortaokul lise hep köydeydik, tütün de yaptık geçmişte, sonradan zeytinliğe geçtik.”
Peki, pazarcılıkla daha geç tanışan Halil öğretmen, kendi deneyiminden yola çıkarak semt pazarlarındaki diğer ürünler hakkında ne düşünüyor? Sera ve hal mallarının ürünlerin çoğunluğunu oluşturduğu semt pazarlarında güvenilir gıdaya erişimimiz mümkün mü? “Doğal yöntemler var, eğer ilgilenirseniz biliyorsunuz. Örneğin, yeşil zeytini ağartmak için zerdeçal kullanırız biz, sarartıcı kimyasal atmak yerine. Ben bunları yaptığım zaman, bidonda kuruyorum, üzerine toz zerdeçal atıyorum ağarması için. Kendi yapmadığım zeytinleri de tanıdığım insanlardan alıyorum sonuçta.” Ürünlerin tazeliği, pazar alışverişinin şiarı.
“Siyah zeytinleri aldığım Hüseyin abi var Gemlik Orhangazi’de Yukarı Sölöz köyünde, o kendisi üretici, biliyorum. Bizim köyde var tanıdığım kişiler, aile çevremiz ve köyümüz hep zeytincilik üzerine. Eğer pazarda güvenebileceğiniz esnafı bulabildiyseniz içiniz rahat edebilir. Kendi ürünümü getiriyorum, tezgâhımı tanıdığım üreticilerin ürünleriyle tamamlıyorum. Mesela burada da yazar: iade ve değişim yaparım. Pazarda sirkülasyon var, ürün tazedir. Sabah bu zeytinler tamamen doluydu. Haftada bir zeytinlerim değişir benim, bazen gününde değiştiği olur.”
“Balı benden değil, BİM’den alıyor. Yanda Konya tahini çekiyor arkadaş, bunu almıyor. Fıstıktan elde edilen sahte tahini alıyorlar. İranlılar, Libyalılar, Suriyeliler, Ürdünlüler besliyor şu an bu pazarı”
Bir başka tezgâhta Ali Karataş memleketi Trabzon’dan getirdiği onlarca ürünü satıyor. Pazarcılığı önce kendi ailesinin ürettiği fındık, yeşil çay ve balla başlamış. “Sürmeneliyim,” diye başlıyor söze. “Trabzon’da baba mesleğim, nalbur, hırdavat, yöresel kazma, bıçak gibi el işleri üzerine. Köyüm zanaatkâr. Buraya geldik, olduk tabldotçu.” Otuz yıl boyunca fabrikalara yemek dağıtmış ancak geçimini bir türlü sağlayamamış. “Hile yapmadığım için kazanamadım,” diyor. “Güven, azim ve sebat çok önemli. İslam’da kar oranı yüzde 12’dir. Altı yıldan beri pazara çıkıyorum. Mağazada satmak daha kârlı ama mağaza açmak sermaye gerektiriyor. O daha zor. Pazarda ise sermayen olmasına gerek yok.”
Pazar işi imece işi. Ali Karataş köyünü de seferber etmiş, bereketini İstanbul’a taşımış. Vitrin ürünü çay. “Ben yazın kendim gidip üretim yapıyorum. Yeşil çayı örneğin kendimiz yapıyoruz, topluyoruz, gölgede kurutuyoruz. Güneşte kurumaz, tarhana bile gölgede bekletilmeli. Siyah çay içinse çayımızı fabrikaya veriyoruz, çünkü fırında yüksek ateşe girmesi gerekiyor. Ondan sonra eleklere girer. Çay dört hasattır, ilk hasat mayıstır. 2, 3, 4 diye gider, kalite ve miktar düşer.” Bir tek çay da değil, köyde ve etrafında yetişen birçok ürünü tüketiciyle buluşturuyor. “Orada gidip hasat yapıyorum, fındık, çay. Yaylaya çıkıp kekik çayı, yaban mersini topluyorum. Şekeri düşürür yaban mersini, bizim yayladaki, rakımı yüksek yerdeki. Genelde pazarda satıyorum, onun dışında eşe dosta satıyorum tanıyan bilen.”
Müşterilerinin başında göçmenler, toptancı marketlere teslim olmayıp pazarda alışveriş alışkanlıklarından vazgeçmeyenler var. “Halkımızın alışveriş bilinci değişti. Toplu tüketime, marketlere yöneldi insanlar. Balı benden almıyor, gidiyor BİM’den alıyor. Yanda Konya tahini çekiyor arkadaş, bunu almıyor. Yer fıstığını çekip ucuzdan tahin diye, helva diye satanlar var. Fıstıktan elde edilen sahte tahini alıyorlar. İranlılar, Libyalılar, Suriyeliler, Ürdünlüler besliyor, destekliyor şu an bu pazarı.”
Kadınlar, göçmenlik ve pazar
Göçmenler yalnızca müşteri olarak desteklemiyorlar pazarı. Aynı zamanda pazarda kurucu rol de oynuyorlar. Nasıl ki kadınlar yalnızca müşteri değil (her ne kadar özellikle gıda bölümünde az sayıda kadına rastlasak da) pazarın asli unsurularsa. Sabrina’nın Esenyurt Semt pazarında açtığı kuru yemiş tezgâhı bunu açıkça görebildiğimiz yerlerden biri. 2016’da Özbekistan’dan Türkiye’ye göç eden Sabrina ile çay ve Siirt fıstığı eşliğinde bir sohbet gerçekleştiriyoruz.
“Pazarda kadınları gıda tezgâhlarının başında çok sık göremiyor olsak da, tezgâhların arkasında muhakkak yer alıyorlar. Buna rağmen, İstanbul’da geçimini sağlamaya çalışan göçmen bir kadın için açık bir toplumsal alan olabiliyor pazaryeri”
19 yaşında memleketi Özbekistan’dan ayrılan Sabrina, Moskova’da bir süre çalıştıktan sonra Türkiye’ye gelmiş. Beş aydır pazarda tezgâh açarak Siirt fıstığı satan Sabrina, öncesinde restoranlar başta olmak üzere hizmet sektöründe çalışıyormuş. Hizmet sektörünün oldukça zorlayıcı koşullarındansa kendi tezgâhının, işinin başında olmayı tercih etmiş. Sabrina, pandemi sürecinde hizmet sektörünün duraksamasıyla birlikte kendini fıstık tezgâhının başında bulduğunu söylüyor. Pazarın da kendine has oldukça zorluğu olduğunu da ekliyor sözlerine: “Yine de kendi işinin başında olmak insana çok iyi hissettiriyor, artık başkasının emrinin altında çalışmak istemiyorum.” İstanbul pazarlarına uzun süredir müşteri olarak gelip giden Sabrina, fıstık satarak geçimini sağlayabileceğini düşünmüş ve tanıştığı bir fıstık toptancısıyla anlaşarak, Tozkoparan, Avcılar, Zeytinburnu pazarlarında tezgâh açmaya başlamış.
Pandemi sürecinde pazardan geçim sağlamanın özgün koşullarına dair sorduğumda “Yani kimsede para yok, biz de malı alıyoruz, iki hafta sonra ödeyebiliyoruz. Aslında baya zorlayıcı ama insan mecbur olunca yapıyormuş demek ki,” diyor. Pandemi süreci geçince de pazarda tezgâh açmaya devam etmek konusunda oldukça kararlı Sabrina.
Pazarda kendi tezgâhının başında duran kadınları görmek imkânsız değilse de özellikle gıda bölümünde bir hayli zor oluyor. Fakat bu pazarın gıda bölümünde kadın emeği olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin, Beylikdüzü ve Esenyurt pazarlarında gıda tezgâhlarında satılan mantarların birçoğu Çatalca’da kadınlar tarafından yetiştiriliyor. Yine yumurtalar, Çatalca’da yumurtacılık yapan kadınlardan temin ediliyor. Ya da tarhana, reçel, salça gibi birçok yerel gıda ürünü kadınlar tarafından üretiliyor. Bunların yanı sıra, pazara bostanlardan gelen meyve sebzenin büyük bir bölümüne de pazarcıların eşlerinin elleri değiyor. Yani pazarda kadınları gıda tezgâhlarının başında çok sık göremiyor olsak da, araştırma boyunca gözlemliyorum ki kadınlar tezgâhların arkasında muhakkak yer alıyorlar. Özellikle gıda bölümünü düşündüğümüzde, kadınların tezgâhların arkasından, tezgâh başına geçmeleri çok da kolay olmuyor. Buna rağmen, Sabrina gibi, İstanbul’da geçimini sağlamaya çalışan göçmen bir kadın için açık bir toplumsal alan olabiliyor pazaryeri, bu nedenle gitgide daralan kent kamusal hayatı açısından önemli bir yer teşkil ediyor.
Gıda alışverişinden çok daha fazlası
Sürdürülebilir gıdaya erişim açısından birçok güzel örnek var: Organik pazarlar, organik ürün marketleri, tüketici ve üretici gıda kooperatifleri, üretici pazarları ve nicesi. Ancak bu alternatifler ne yazık ki fiyatlar, olanaklar ve lokallik nedeniyle alışverişe gelen kitleleri belirli bir kesimle sınırlı kalabiliyor. Tüm bu örneklerden edindiğimiz farkındalık, semt pazarının sunduğu olanaklar ve yelpaze ile birlikte düşünüldüğünde sürdürülebilir bir gıda modelinin altyapısının hazırda var olduğunu söyleyebilir miyiz? Hele hele pandemi gibi gıda güvenliğine ciddi bir gölge düştüğü, süpermarketlerin tedarik zincirinin gıdaya erişim açısından da ne denli bir risk olduğunun iyice ortaya çıktığı bir dönemde… Diğer taraftan, semt pazarları yerel üretime teşvik imkânı sağlayabilir. Örneğin, İstanbul’un her mahallesinde mevcut olan semt pazarlarının bir kısım tahtasının, üretici kooperatiflerince işletilmesi düşünülemez mi?
Bugün sürdürülebilirlikten bahsederken, aslında üç boyutlu bir olgu kast ediyoruz: Çevresel, kültürel ve ekonomik. Sürdürülebilir kalkınma modelleri ile semt pazarları, küresel anlamda da birlikte işleniyor, düşünülüyor. Kent planlama, çevre, kent sosyolojisi, tarım sosyolojisi gibi birçok alanda yapılan çalışmalar, farklı coğrafyalardaki sokak pazarlarının hem toplumsal bir ekonomik akış hem de gündelik hayatta anlamlı sosyal temaslar için önemli bir alan olduğunu, bir yandan da yerel üretimi ve yerel gıdanın tüketimini teşvik etmesi itibariyle sürdürülebilir bir kalkınma açısından da önem taşıdığını ortaya koyuyor. İstanbul’un Beygâh ve Beykent pazarlarında yaptığımız bu kısa gezintinin sunduğu resim, semt pazarlarının geçim sağlama, gıdaya erişim, sosyalleşme, kültürel paylaşım, bilgi dolaşımı, sosyal ağlara katılım gibi alanlarda birçok kent sakininin hayatında önemli bir yer tuttuğunu gösteriyor.
Örneğin, İstanbul’un her mahallesinde mevcut olan semt pazarlarının bir kısım tahtasının üretici kooperatiflerince işletilmesi düşünülemez mi?
Her yörenin sürdürülebilirlik adına kendine özgü alternatifleri var. Bu alternatifleri yine her yörenin kendi kültürel ve toplumsal dokusu ile birlikte düşünmek gerekiyor. Pazar, tüm bunların kesişiminde yer alan, toplumsal, ekonomik ve çevresel bir sürdürülebilirlik için zemin oluşturabilecek bir toplumsal alan. Bu nedenle yalnızca geçimini sağlamak kaygısıyla tezgâhını açan pazarcılar açısından değil, yaşadığımız toplum için de pazar köprüden önce son çıkışlarımızdan biri olarak mahallelerimizin orta yerinde, yolumuzun üzerinde duruyorlar.
***
Yazarın notu: Bu yazı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Departmanı bünyesinde gerçekleştirdiğim doktora tez araştırmasının bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Sevgili Büşra Kılıç’a değerli yorumları için, tez araştırmama özveriyle yol gösteren danışmanım Dr. Begüm Özden Fırat’a emekleri için teşekkür ederim.