15 Kasım 2021

+65’in pandemi
günlüğü #1: Hem pandemi
hem yoksullukla baş etmek zor

Esra Açıkgöz

Pandemide 65 yaş üstü insanlar yasaklar ve yetkililerin açıklamaları nedeniyle, sadece virüsle değil, yalnızlık ve nefretle de mücadele etmek zorunda kaldılar. Mahinur Şahbaz bu kişilerden biri

“Antika arabaları nasıl garaja çekiyorsak, yaşlılarımızı da evlerinde tutuyoruz.” Böyle diyordu Bilim Kurulu üyesi Ateş Kara çıktığı bir televizyon programında. Aslında bu cümle bile tek başına, 65 yaş üstü insanlara yönelik algıyı anlatmaya yetiyor. Pandeminin nasıl da yaşlıları “ortadan kaldırmak” için bir bahane olarak kullanıldığını göstermeye de.

21 Mart 2020’de 7 milyon 953 bin 555 insan, sadece 65 yaş ve üstünde oldukları için, birkaç saatlik izinler dışında, 16 ay boyunca evlerine hapsedildi. Ne gıdaya erişimleri düşünüldü, ne sağlık sorunları. Üstelik geçinebilmek için çalışmak zorunda olanlar da vardı. Otobüsten indirilmeye çalışılırken, “Üç merdiven sildim ben. Çalışmazsam açım” diyen kadının feryadı işte bu yüzden kazındı kulaklara… Kimi zaman 11.00-15.00 arası dışarı çıkmaları “sağlıklı” bulundu, kimi zaman 10.00-13.00 arası. 13.01’den sonra neden tehlikede olacaklarını ise, sağlıkçılar dahil kimse anlayamadı.

Gidenlere veda edebilmenin kıymeti

İşin aslı pek fazla insanın da umurunda değildi yanıt, çünkü yasaklar ve yetkililerin açıklamaları, medyanın ayrımcı diliyle birleşip “tehlike altındaki” yaşlıları, birden “tehlikeye” dönüştürüverdi. Böylece hemen herkesin mutabık olduğu, hak edilmiş bir cezaya dönüştü yasaklar. Tehlikeliydi onlar, çok tehlikeli! O yüzden polisi arayıp ihbar edenler oldu. Peşlerinden “evinize girin” diye bağıranlar da, başlarına kolonya dökenler de… İzinli oldukları saatlerde bile insanların suçlayıcı bakışlarından kurtulamadılar.

“Yaşlı avı”, ancak 16 ay sonra, sınırsız sokağa çıkabilme özgürlüklerini geri kazandıkları 1 Haziran 2021’de bitti. Oysa yaşları itibariyle harekete en çok ihtiyaç duyan grup onlardı. Sevdikleriyle daha çok vakit geçirme özlemi çeken de. Onlar için “geride kalan” dostların da, yaşanacak günlerin de, “gidenlere” veda edebilmenin de kıymeti bir başkaydı. Hepsi ellerinden alındı. Pandemi ve yasaklar yüzünden sevdiklerini kaybedenlerin cenazedeki yalnızlığı, vedaya gidemeyenlerin çaresizliğine bulanıp koca bir yara açtı yüreklerinde.

Birilerinin eline düşen hayatlar

Bir yanda virüs, bir yanda yalnızlık, nefret derken bunlara bir de teknolojiyi öğrenme zorunluluğu eklendi. 50’sinden sonra bilgisayar ve internetle tanışabilmiş bir kuşaktan -o da tabii masabaşı iş yapan şanslı azınlıktansa-, internet üzerinden fatura ödemesi, maaşını yönetmesi, HES kodu alması, aşı randevusu oluşturması istendi. Oysa onlar, daha e-devlet şifresini nasıl alacaklarını çözmenin peşindeydi. Milyonlarca insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir ülkede, herkesin akıllı telefonu olduğunu varsaymanın absürtlüğü ise konuşulmadı bile.

Biz de sekiz günlük bu yazı dizisinde, koronavirüs ve yasakların bıraktığı fiziksel ve zihinsel izleri, pandemiyle artan yaş ayrımcılığının hissettirdiklerini, “günah keçisi” yapılmalarının yarattığı tehlikeyi, teknolojiyle sınavlarını +65’ten dinledik. “Virüs değil de, hayatımızın birtakım adamların eline düşmesi ürkütücüydü” diyen de oldu, “Biz daha ölmedik, varız” diye seslenen de… En can yakıcısı da, “Nefret söylemlerine, hakaretlere rağmen en azından görünür, konuşulur olduk” söylemleriydi.

Sözü, ilk günün tanığı Mahinur Şahbaz’a, bırakıyoruz…

Mahinur Şahbaz. Adana, 14 Kasım 2021

“Ne işim var benim karakolda? Bu; devletin yaşlıları eve kapatmasının, salgının sorumlusu bizmişiz gibi göstermesinin sonucu. En kötüsü de otobüste kimsenin bana destek çıkmamasıydı”

“Geçinemeyince kredi çektim”

Mahinur Şahbaz, ömrünün üçte birini çalışarak geçirdi. Hayatı boyunca ödediği vergileri söylemiyor bile. Bunların sonunda eline geçen, yoksulluk sınırının altında bir emekli maaşı. O yüzden de pandemide hem virüs hem yoksulluk hem de yaşlılığın getirdiği sorunlarla baş etmekte zorlandığını anlatıyor. Emekliler Dayanışma Sendikası Başkanı olarak, zorlanan tek emeklinin kendisi olmadığını da biliyor.

Kira ödemediği ve yalnız yaşadığı halde, İstanbul’da neyin, nerede ucuz ve kaliteli olduğunu araştırıp alışverişini yapmasa ayın sonunu getirmesi zor. Ancak pandemi ve yasaklar bunu da elinden alıyor. “Pandemi beni en çok ekonomi ve sağlık açısından zorladı. Dışarı çıkamayınca internet üzerinden alışveriş yaptık ama hem kalitesizdi hem de çok pahalıya mal oldu. Üstelik her şey kontrolsüz, denetimsiz zamlandı. Sonunda Ziraat Bankası’ndan faizsiz 5 bin TL kredi çektim” diyor. Çareyi makarna yemekte, kendi ekmeğini yapmakta buluyor. Ancak bu da sağlık sorunlarını tetikliyor.

“Doktora gidecektim otobüse almadılar”

Kronik hastalıkları var Şahbaz’ın. Şeker, kolesterol, kalp… “Birdenbire hazırlık fırsatı bulamadan 51 gün aralıksız kapalı kalınca çok zorlandım” diyor o günlerin stresini yeniden hatırlarken, “Ne olduğu, nasıl bulaştığı da tam bilinmediğinden çok kaygılıydım. Kontrollerim için doktora gidemedim. Maddi imkânsızlıktan sağlıklı da beslenemedim. Bir de evde hapis kalınca altı kilo aldım.” Bu kilolar ona yeni sağlık sorunları olarak dönüyor.

“Yasak bittiğinde insanlar yürüyemiyordu. Kalp hastalıkları, kronik şeker, stresten hayatını kaybeden arkadaşlarımız oldu. Onları öldüren, bilim kurulu ve sağlık bakanlığı kararlarıdır”

Yasaklar sürerken kalp spazmı geçirince doktordan randevu alıyor. 68 yıllık hayatının en dışlayıcı anlarından birini de bu yüzden yaşıyor: Otobüse binmeye çalışıyor ancak şoför, bu “tehlikeli” yolcuyu almamakta kararlı. Randevuyu göstermesi de işe yaramıyor, ille de karakoldan kâğıt istiyor. Şahbaz, “Kendimi çok kötü hissettim” derken üzüntüsü sesinden okunuyor, “Ne işim var benim karakolda? Bu; devletin yaşlıları eve kapatmasının, salgının sorumlusu bizmişiz gibi göstermesinin sonucu. En kötüsü de otobüste kimsenin bana destek çıkmamasıydı. Gerçekten çok üzüldüm. Yaşlılık yüzünden ayrımcılığa uğramak büyük haksızlık.”

“Arkadaşlarımızı öldüren yasaklardı”

“Yıllardır ilkokulda küçükleri sevmeyi, büyükleri saymayı öğrettik ancak pandemiyle daha iyi gördük ki bu, yalan” derken haksızlığa isyan edercesine gürleşiyor sesi, “Marketinin camına ‘65 yaş üstü giremez!’ yazanlar bile oldu. Ömür boyu unutmayacağımız dışlanmışlık, unutulmuşluk, ötekileştirilme hissini yaşattılar. İktidar nerenizden yaralarsa, kimliğiniz o oluyor.” Şahbaz, pandemi ve yasakların, yaşlılar üzerinde bir şiddet, korku aracı olarak kullanıldığını düşünüyor. Ona göre, OHAL ve KHK’lar, çalışanlar üzerinde nasıl bir etki bıraktıysa pandemi yasakları da yaşlıları işte öyle etkiledi.

Çoğu yaşlı, geçinemediği için çocuklarıyla yaşarken, sokağa çıkma yasağının mantığını ise hiç algılayamıyor. Zira 65 üstü, işe gidip gelen o çocuklarla aynı sofraya oturuyor, aynı havayı soluyor. Hareketsizlik yüzünden karşı karşıya kaldıkları tehlike de cabası: “Yasak bittiğinde insanlar yürüyemiyordu. Kalp hastalıkları, kronik şeker, stresten hayatını kaybeden arkadaşlarımız, üyelerimiz oldu. Onları öldüren, bilim kurulu ve sağlık bakanlığı kararlarıdır.”

Vakaların, ölümlerin çoğaldığını gördükçe tekrar yasak olup olmayacağıyla ilgili endişeleri artıyor. “Pandemi bize sağlığın ticarileştirilmesinin sonuçlarını çok açık ve acı şekilde gösterdi. Bütün yük sağlık çalışanlarının üzerinde. Belli ki salgınlar bitmeyecek. O yüzden onları bertaraf edecek bir sistem geliştirilmesi şart” diyor.

“Daha ölmedik, varız!”

Dünyada pandeminin yaş değil, bağışıklık sistemi üzerinden tanımlandığını hatırlatırken, Türkiye’de durumun farklı olmasını; resmî ideolojinin yaşlılığı, hastalık olarak görmesine bağlıyor. “Her şeye büyüme ekonomisi üzerinden bakıldığından artık üretmeyenler işe yaramaz, yük gibi ifade ediliyor” diyor. Oysa Türkiye’deki 9 milyon 187 bin emeklinin çoğu açlık sınırının altında maaş alıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün raporuna göre, Türkiye, Uganda’yı bile geride bırakarak, emeklilerin en fakir olduğu ülkeler arasına girdi.

Yaşlılarla ilgili sorunlar çok olsa da Şahbaz’a göre çözüm açık: Zihniyeti değiştirmek. En başta da yaşlıların ekonomiye yük olarak görülmesinden vazgeçilmeli: “OECD ülkelerinde dolaylı vergilerin oranı yüzde 35, Türkiye’de ise yüzde 65. En basitinden bunun karşılığını vermek zorundasınız. Devletin yapması gereken işleri yaşlılar yapıyor. Çocuk bakımı da hasta bakımı da yaşlıların üzerinde. Yüzde 90’ımız aylıklarımızı işsiz torunumuzla, çocuğumuzla paylaşıyoruz. Çalışırken bir akit imzaladık, ekonomik güvence ve sağlık hizmeti vereceğiz dendi. Karşılığını istiyoruz. Kimse unutmasın; Biz, daha ölmedik, varız!”

 


• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.