Mezopotamya coğrafyasında Dicle Vadisi çevresine konuşlanmış, tarihi 12 bin yıla dayanan Hasankeyf, günümüze kadar toprağıyla, suyuyla, havasıyla canlılara yaşam alanı sundu. Çağlar boyunca Hasankeyf’te yaşlısından gencine herkes mağaralarda yaşam sürüyordu. Mağaraların bulunduğu kayalık tepelerin en üst kısmına kadar çıkan gizli oyulmuş yollar ve merdivenler vardı. Ama bunlar sadece bilinenler… Bu kadim yerleşimin kurulu olduğu alanda hâlâ toprak altında çok sayıda medeniyetin keşfedilmemiş izleri olduğu söylenir. Romalılar, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Artuklular, Eyyubiler, Osmanlılar… Hasankeyf’in bereketli toprakları tarihi boyunca medeniyetlerin hepsine kucak açtı.

Hasankeyf, Dicle nehrinin kıyısına kurulu olması ve Yukarı Mezopotamya’dan Anadolu’ya geçiş yolu üzerinde bulunması gibi coğrafi avantajları sebebiyle kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan stratejik bir öneme sahip oldu. İnsanlığın ilk yerleşkeleri bu bölgede mağara yerleşimleri ile ortaya çıktı. Yumuşak kayalara oyulan mağara yerleşimleri ve doğal peyzajı insanlık tarihinin başlangıcından bu yana birçok farklı medeniyete tanıklık ettiğinden Hasankeyf’in tarihi önemi büyük. Roma dönemine ait kalıntıları ve Ortaçağ anıtları ile 1978’de doğal koruma alanı ilan edilen bölge, arkeolojik sit alanı niteliği kazandı. Ardından da tüm bu özelliklerinden dolayı UNESCO Dünya Miras Alanı olarak korunmaya değer evrensel kriterlerin dokuzunu birden karşılayan dünyadaki tek yer olarak arşivlere geçti. Arkeolojik değeri bir yana, Hasankeyf biyolojik çeşitlilik açısından da çok zengin bir yerleşim. Zira bölgenin topoğrafya ile uyumlu gelişen özgün makro-formu dışında, Bismil Ovası ve Dicle Vadisi ile kurduğu ekolojik koridor capcanlı bir flora ve faunaya sahip olmasını sağlamış.

Aynı zamanda tarımın ilk kez burada geliştirildiği de biliniyor. Arpa, kolza, keten, ıspanak, nohut gibi bilinen pek çok mahsul ilk kez bu bölgede yetiştirilmeye başlandı.

Baraj inşaatı sırasında patlatılan dinamitlerden yükselen dumanlar, 2017 | Fotoğraf: Barış Gün

Ilısu Barajı’nın dayattığı yıkım

Sayısız medeniyeti kucaklayan Hasankeyf’in yıkımı ise çatışmadan, yağmadan dolayı değil, modernleşmenin eliyle gerçekleşti. Dünyadaki en yıkıcı baraj projelerinden biri olarak gösterilen Ilısu Barajı, Hasankeyf gibi Dicle Vadisi’nin en önemli antik yerleşimlerinden birini gözden çıkararak planlandı.

Dicle Nehri üzerine planlanan barajın inşaatıyla Hasankeyf tamamen değişti. 2013 yılından itibaren bölgeyi belirli aralıklarla gezen biri olarak hem arkeolojik alanda yapılanlara hem de bölge halkının yaşamlarındaki değişime çok yakından tanık oldum.

Hasankeyf’e özgü tarihi mağara yerleşimleri, yukarı ve aşağı şehir olarak ayrılıyordu. Ayrıca vadi boyunca mağaraların yer aldığı yolun sonu çarşı alanına kadar ilerliyordu. Yukarı bölgeye çıkan iki farklı yol bulunuyordu. Bunlardan doğuya giden bölgede dört anıtsal kapı, batı kısmında ise Dicle Nehri’ne bağlanan tek bir kapı açıklığı olduğu belirtiliyor. Hasankeyf’in resmî internet sitesinde (hasankeyf.gov.tr) verilen resmi bilgilere göre sadece bu alanda yaklaşık iki bin kadar mağara ev bulunuyor. Hepimizin bildiği üzere yakın bir döneme kadar buradaki yerleşim yerlerine ziyaretçiler girebiliyordu.

Zaman içinde devlet baskısı halkın söylemlerine de yansıdı. Her ne kadar gitmek istemeseler de zorla dayatılan yaşam koşulları yüzünden geçim derdinin ve mücadelede yalnız kaldıkları hissinin ağır basmaya başladığını fark ettim

Hasankeyf’te eski yerleşim alanlarının tahliyesi için 2013’ten günümüze kadar yaşanan baskı sadece mekân kullanımında değil, aynı zamanda yöre halkının söylediklerinde de gözlemlenebiliyordu. İlk  gittiğimde baraj inşaatını sorduğunuzda Hasankeyfliler “Buralar bizim evimiz, taşınmak istemiyoruz. Elimizde Osmanlı tapuları var” derdi. Ancak zaman içinde devlet baskısının söylemlerine yansıdığını, her ne kadar gitmek istemeseler de zorla dayatılan yaşam koşulları yüzünden geçim derdinin ve mücadelede yalnız kaldıkları hissinin ağır basmaya başladığını fark ettim. Giderek kentin sular altında kalmasını onlar da kabullendi. Son zamanlarda “müze yapacaklar”, “dalgıçlık yapmayı öğreneceğiz”, “tekne turları yapacağız” gibi sözler duymaya başladım. Evet, on beş yirmi yıldır direnen bir halk elinden geleni ardına koymadı fakat zorla yerinden oldu. Baraj projesi sırasında Hasankeyf ve çevresinde sadece yüzde 5 civarlarında bir alanın arkeolojik kazısının yapılabildiği söyleniyor. Oysa keşfedilmemiş kalıntıların gün yüzüne çıkarılabilmesi için 50-70 yıl gerektiği düşünülüyordu. Ömrü 50 yılla sınırlı olan barajlardan gelecek kazanç ve üstü kapalı “güvenlik” gerekçeleri ile 12 bin yıllık kültürün önüne geçti.

Fotoğraf: Barış Gün

Demirel ile başlayan yeni yerleşim düzeni

Ilısu Barajı ve Hidroelektrik santral tartışmaları ilk kez 1950’lerde gündeme gelmeye başladı. 1960’lara kadar Hasankeyf’te yöre halkı yaşamlarının büyük çoğunluğunun Yukarı Şehir’de mağaralarda devam sürdürürken, altmışların ortasında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in ziyareti sonrası Aşağı Şehir’e geçiş ile değişim süreci başladı. Bu tarihten itibaren yalnızlaştırılma, gelecek korkusu, kimliksizleştirme, yerinden edilme, doğal düzeninin bozulması, canlı yaşamının yok olma tehlikesi bir yana, yerleşim bölgesini insansızlaştırma ve göçertme politikaları gündelik hâle geldi. Miras İzleme Girişimi’nin 16 Ocak 2021’de düzenlediği “Hasankeyf Miras İzleme Deneyimi” toplantısı konuşmacılarından sosyolog ve belgeselci Ali Ergül, 1950’lerde baraj inşaatından söz edilmeye başlandığı dönemden itibaren güvenlik söyleminin güçlendiğini ve bunun bir iktidar kurma aracı olarak devlet politikasına dönüştüğünü söylüyor.

1966’da Demirel’in bölgeyi ziyaret ederken Hasankeyf’te durup karşılaştığı insanların “ev” dediği yerin neresi olduğunu anlayamadığından bahsediliyor. Hatta “hani evleriniz? Burada hiç ev yok!” demesi üzerine insanlar mağaraları gösterince Demirel’in “bu devirde mağarada yaşanır mı? Size konut yapsak iner misiniz?” diye sorduğu ve olumlu yanıt aldığı anlatılıyor. Böylece 1972’de kale civarında yaşayan yöre halkı, 49 metrekarelik evlerden oluşan kayalıkların altındaki yeni yerleşim alanına geçiyor. Baraj için ön hazırlıklar yapılırken, 1981 yılında Yukarı Şehir birinci derece, Aşağı Şehir ise ikinci derece arkeolojik sit alanı olarak belirleniyor. Bundan tam bir yıl sonra da Ilısu Barajı projesi 1982’de kabul ediliyor. 1993’te çıkan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği’nden yatırım programına daha önce alındığı gerekçesiyle muaf tutuluyor. Birkaç sene içinde konsorsiyum kuruluyor, uzun bir süre finansman desteği için arayışlar devam ederken, eşzamanlı olarak baraj protestoları ve hukuki girişimler başlıyor.

Fotoğraf: Barış Gün

Hukuki mücadele ve yitirilen kültürel miras

2004 sonrası, yöre halkının yaşam alanları ile Hasankeyf’in doğal ve kültürel mirasının korunmasına yönelik ilk hukuki girişimler başladı. Avukat Murat Cano, Zeynep Ahunbay, Metin Ahunbay, Oluş Arık ve Özcan Yüksek’in öncülüğünde baraj inşaatının durdurulması için yasal yollara başvuruldu. 2006’nın Ağustos ayında yapılan Ilısu Barajı’nın temel atma töreninin ardından, “ekonomik ömrü 50-60 yıl olan bir baraj için binlerce yıllık bir tarihin yok edilmemesi, sosyal yapıya ve ekolojik sisteme bu kadar yıkıcı darbeler indirilmemesi gerektiği” şeklinde bir açıklamayla Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi çatısı altında bir araya gelen sivil toplum da bu çabalara katıldı. Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi’nin yanı sıra Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin korunması için çalışmalar yapan Doğa Derneği, bölgede toplam 199 yerleşim yeri ve 289’a yakın arkeolojik sit alanının sular altında kalacağını belirledi. Seksenin üzerinde sivil toplum kuruluşunun desteği ile hukuksuzluğun ulusal ve uluslararası görünürlüğü arttırıldı.

1972’de halkın yerleşim yerini değiştirmesi ve Yukarı Şehir’in (İç Kale) terk edilmesi sonrası mağaralar ve çevresi turistik bir alana dönüştü. 2010 yılında kaleden düşen kaya sebebiyle üst kale ve vadi boyunca mağaralara girişler ve işletmeler kapatıldı. Bunun sonucunda geçimini turizm ile sağlayan yöre halkı zor durumda bırakan adımlar çoğaldı. Ancak her ne kadar Avrupa Parlementosu’nun bölgeyi UNESCO Dünya Mirası ilan etme önermiş ya da Europa Nostra tarafından 2016 yılında Avrupa’nın “En Çok Tehlikede Olan 7 Kültür Mirası” listesine almıi olsa da, bu çabalar baraj inşaatını durdurmak için bir sonuç vermedi. Baraj çalışmalarıyla eş zamanlı olarak sürdürülen kurtarma kazıları, taşınmazların taşınarak korunması gibi koruma yöntemleriyle, dahası yerleşim alanının taşınması ve kamu binalarının yeni kurulan yerleşim yerinde hizmet vermeye başlaması ile birlikte geri dönüşü olmayacak bir yola girildi. Sivil toplum örgütlerinin düzenlediği çok sayıda eyleme rağmen mahkemelerden lehte bir karar çıkmadı. Son olarak 2019’da konunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamına girmediği kanaati ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başvurusundan olumsuz yanıt gelince hukuki süreç çıkmaza girdi.

Kültürel miras bilincinin henüz yerleşmediği bir toplumda miras savunuculuğu yapmak, sonucu ne olursa olsun alanda bilinçlendirici gelişmelere imkân sağlıyor

2019’da her ne kadar baraj çalışmaları tamamlanmış olsa da, baraj gölünde su tutulmasını önleme amacıyla mücadele son âna kadar devam etti. Bu amaçla Hasankeyf Koordinasyonu kuruldu. Koordinasyon’dan Mehmet Kızmaz, barajın etkilerinin sadece tarihi sitin sular altında kalmasından ibaret olmayacağı konusunda uyarıyor. “Baraj gölü oluşursa büyük bir bölgede iklimin değişmesi ve daha dengesiz bir yağış rejimi olması bekleniyor. Bu değişimden dolayı sağlık sorunları da artacaktır,” diyor Kızmaz. Baraj, kuraklıkla boğuşan Dicle Nehri’nin güneyindeki kentler için de çok kötü bir haber. Kızmaz, bu kentlerin suya erişiminden de sorumlu olduğumuzun altını çiziyor: “Ilısu Barajı’nın akış aşağı bölge üzerinde çok olumsuz etkileri olacak. Özellikle Bağdat ve Musul gibi çok sayıda Irak şehrinin içme suyu temininde ciddi sorunlar çıkacak ve büyük oranda nehirlerden sulamaya dayalı Irak tarımı büyük risk altına girecektir.” Tıpkı Ali Ergül gibi. Ergül, Basra sazlıklarının Irak’ta koruma altında olduğunu ve bölgede suyun yüzde kırk oranında düşmesiyle sazlıkları kurutacağı ve yaşamın sona ereceğini söylüyor.

Bugün, henüz yalnızca yüzey araştırmalarının yapıldığı 299’a yakın höyüğün baraj nedeniyle yok olduğu, kurtarma kazıları bitmeden alanların sular altında kaldığı biliniyor. Binlerce kişi doğup büyüdügü evlerden, kültürel geçmişinden koparılarak yeni yaşam modeline uyum sağlamaya zorlanıyor. Onlarca yıldır süregelen bu dayatmacı tutum, Avrupa ParlaKültürel miras bilincinin henüz yerleşmediği bir toplumda miras savunuculuğu yapmak, sonucu ne olursa olsun alanda bilinçlendirici gelişmelere imkân sağlıyor. Hasankeyf’in UNESCO Dünya Miras Alanı listesine alınması için başvuru yapılmaması ve yıkımın başlatılması, doğa ve kültürün korunmasının Türkiye’nin bir önceliği olmadığını açıkça gösteriyor. Yine de çıkacak her yeni karar, Hasankeyf’i savunma çabalarının sürmesi için bir umut anlamına geliyor.

Bu yıkımının hikâyesi, kültürel miras ile toplumsal bellek kıyımının durması, kültürel mirasa erişimin bir insan hakkı meselesi olduğunu daha yüksek sesle dile getirilmesine vesile olmalı. Koruma sorumluluğumuzu yerine getirmek toplum, kültür ve doğanın birbirinden ayrılamaz ilişkisini kabul etmekten geçiyor.

İnsanlığın büyük bir hızla büyümesi ve güçlenmesi, dünyayı etkileri milyonlarca yıl sürecek bir değişime uğrattı. Antroposen olarak adlandırılan bu dönem, alüminyum, plastik, beton gibi malzemelerin üretiminden nükleer ve biyolojik silahların kullanımına, insanı ve hayvanı besleyen yeryüzünün bir parçası olan toprağın çeşitli müdahalelerle kontrol altında tutulmasından tabağımıza gelen besin değerlerinin kontrolüne kadar her şey nüfus artışı kaynaklı tüketim kriziyle ilişkilendiriliyor.

Leicester Üniversitesi’nden paleobiyolog Dr. Carys Bennett ve ekibinin 12 Aralık 2018’de Royal Society Open Science dergisinde yayınladığı araştırmada, Antroposen döneminin en belirgin kanıtının tavuklar olduğu savunuluyor. Çünkü tavukçuluk endüstrisi ile beraber, eti için yetiştirilen modern tavuğun (broiler) biyolojisi, atalarından (kırmızı orman tavuğu) belirgin olarak ayrılıyor: Kemik uzunluğu iki kat, genişliği ise üç kat daha fazla oluyor. Yaklaşık 70 yıl içinde bir tavuğun biyokütlesi tam beş katına çıkıyor. Ve Bennett ekliyor: “Tavuklar, bu çağın gerçekten önemli bir sembolü. Gelecekte bu dönemin ve insanın gezegen üzerindeki etkisini gösteren potansiyel fosil olacak.”

Bennett’in, insanların yok olduğunda, dünya üzerinde en kalıcı izlerinden birinin tavuk kemiklerinin olacağını söylemesi şu an sadece dikkat çekici ve merak uyandırıcı bir çalışma. Araştırmanın kabul edilme süreci bilim dünyasında devam ediyor. Ancak, tavukçuluk endüstrisine dair veriler, insanların tavukların neslini yok ettiği gerçeğini gizlemiyor.

2019 verilerine göre dünya genelinde yılda 50 milyar tavuk kesiliyor

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre dünyada yaşayan farklı hayvanların yüzde 20’si risk altında ve neredeyse her ay bir canlının nesli yok ediliyor. Yok olma tehlikesi bölgelere göre değişiklik gösterse de en yüksek risk yüzdesine sahip olanlar tavuklar (soylarının yüzde 33’ü), domuzlar (soylarının yüzde 18’i) ve sığırlar (soylarının yüzde 16’sı) gibi çiftlik hayvanları. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2019 verilerine göre ise dünya en çok tavuk eti yiyor. Tavuk etinin son 60 yılda büyük bir artış gösterdiği, kanatlı hayvan etinin 1961’de tüketilen tüm etler arasında yüzde 12’sini oluştururken, bugün yüzde 33’ünü oluşturduğu belirtiliyor. Dünya genelinde yılda 50 milyar tavuk, 500 binden fazla koyun, 400 binden fazla keçi ve oğlak ve yaklaşık 300 bin inek kesiliyor.

1 kg tavuk için yaklaşık 3700 litre su harcanıyor

Artan talep ve rekabet küresel su tüketiminin artmasına da yol açıyor. Örneğin tatlı su kaynaklarının yüzde 70’i küresel tarım tarafından tüketiliyor. Bu gidişatın su kıtlığına sebep olacağı, 2025 yılına kadar dünya nüfusunun yüzde 64’ünün su sıkıntısı yaşayacağı konuşuluyor. Bir dilim ekmek için 40 litre, bir paket patates cipsi için 185 litre, 50 gram çikolata için 860 litre, 150 gramlık bir hamburger için 2400 litre, 1 kg tavuk için yaklaşık 3700 litre (10 haftalık bir tavuk için), tek bir yumurta için ise 1800 litre suya ihtiyaç duyulan bir aşırı tüketim sistemi içindeyiz.

Metan emisyonlarının başlıca kaynağı çiftlik hayvanları

Çiftlik hayvanları, tüketilen yem birimi başına en fazla metanı geviş getirerek ürettikleri için metan emisyonlarının başlıca kaynağı olarak öne çıkıyor. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, çiftlik hayvanlarının, asit yağmurunun başlıca nedenlerinden amonyak salımının üçte ikisinden fazlasına yol açan 100 kadar kirletici gaz ürettikleri belirtiliyor. Hayvansal üretim sebepli, karbondioksit (CO2) emisyonu yüzde 9, metan gazı (CH4) emisyonu yüzde 35-40 ve mineral ve organik gübrelerin üretilmesinde kullanılan azot oksit (N2O) emisyonun ise yüzde 65. FAO’ya göre hayvancılık sera gazı emisyonlarının yüzde 14,5’ini oluşturuyor. Bu oran, sığır üretiminde yüzde 65, domuz üretiminde yüzde 9, manda sütü, tavuk eti ve yumurta üretiminde ise yüzde 8’e karşılık geliyor. Hayvancılığın, motorlu taşıtlardan 86 kat daha yüksek metan gazı, azot oksitin ise karbondioksitten 300 kat daha güçlü olduğunu düşünürsek rakamların korkunçluğu karşısında “elimizden ne gelir?” diye düşünmemiz gerekiyor.

Doğal hayatta bir tavuğun ömrü 10-15 sene arası değişirken, eti için üretilen tavuklar 38-42 gün yaşıyor

Tavuk endüstrisinde, tavuk eti üretimi ile yumurta üretimi için ise ayrı ayrı tavuklar yetiştiriliyor. Eti için üretilen tavuklar, kısa surede yüksek kâr elde etmek için normal surenin üçte bir oranında hızlı büyütülüyor. Et sektörü tavukları hızla kilo alacak şekilde büyütürken, yumurta sektöründe kilo almayacak şekilde yetiştiriliyorlar. Doğal hayatta bir tavuğun ömrü 10-15 sene arası değişirken, eti için üretilen tavuklar 38-42 gün yaşıyor ve sonra marketlere, sofralara giriyor. Hayvanlar, normalde 90 gün sürmesi gereken gelişim sürecine rağmen, yemlerdeki katkılar yüzünden 35-42 gün içinde kesim için istenen ağırlığa ulaştırılıyor. Özetle, yemlerin içeriği güçlendirilerek miktarı yarıya indiriliyor, yaşam ömürleri kısaltılıyor ve büyüme süreci üç katına kadar hızlandırılıyor. Yumurtaları için kullanılan tavukların yaşam ömrü ise 12-18 ay. Aynı şekilde, doğal hayatta sadece türlerinin hayatta kalmasını sağlamaya yetecek sayıda ortalama 10-20 kadar yumurta yumurtlarken, endüstri yılda 260-300 yumurta yumurtlamaları için zorluyor.

Bebekken yetişkin görünümüme getirilen tavuklar

Elbette, kısacık ömürlerinde yaşadıkları sorun sadece bu değil. Birçok tavuk, yapay olarak aydınlatılmış yaklaşık 20-30 bin kanatlı bir kümeste, A4 kâğıttan daha küçük, bir alanda yetiştiriliyor. Aydınlatma sisteminin nedeni ise tavuklarının günlerini daha hareketli kılmak. Ancak bu uygulama onları yorgun ve uykusuz yapıyor. Hayatlarında bir kez olsun kanatlarını kullanamayacakları kadar dar alanda ısıtma, havalandırma ve yem ile su dağıtım sistemi tarafından kontrol altında tutuluyorlar. Fabrikada yetiştirilen birçok tavuk gelişim sürecini tamamlamamış, neredeyse bebekken yetişkin görünümüne getiriliyor. Tel kafeslerde ayaklarıyla yere rahat basamadan, toprağa değmeden büyüyor.

Türkiye’de dört yumurta yetiştirme metodu uygulanıyor: Organik yetiştiricilik, free range (açık dolaşıma erişim) yetiştiricilik, kümeste yetiştiricilik ve kafesli yetiştiricilik. Türkiye’deki üretimin yaklaşık yüzde 80’inde uygulanan ve yetiştiriciler açısından “en avantajlı” görülen yöntem kafesler. Yumurta Üreticileri Birliği, sektör verilerine göre 2018’de Türkiye’de kümes hayvanları sayısı 359 bin 218, bunun 353 bin 561’i ise tavuk. Aynı rapora göre, 82 milyon 303 bin 879 adet civciv ve kişi başına yıllık 294 adet yumurta üretilmiş. TÜİK 2020 Ekim ayı verilere göre ise tavuk eti üretimi 172 bin 439 ton, tavuk yumurtası üretimi 1,7 milyar adet olarak gerçekleşmiş. Yumurta Üreticileri Birliği’ne göre Türkiye’nin yumurta ihracatının üretimdeki payı yüzde 27,36 iken, Covid-19 ile beraber 2020 mart ayının sonunda sınır kapılarının kapatılması sebebiyle bir ayda 6 milyon tavuk kesime gönderilmiş, altı tavuk çiftliği ise kapatılmış.


İkon / Laymik via the Noun Project

Tavuklarda birçok hastalığın ve ölümün sebebi kafesler

Türkiye’de yaygın uygulanan kafes sistemi tavuklarda birçok sağlık sorununu da beraberinde getiriyor. Araştırmalar, tavukların yüzde 90’ının, dar kafeslerde kemiklerinin, kaslarının ve ayaklarının vücutlarının ağırlığıyla baş edemez hâle geldiğini belirtiyor. Bu durum, bağışıklık sistemlerinin zayıf, hastalıklara elverişli, organlarının ve bacaklarının hasarlı, kimi zaman kırık olmasını neden oluyor. Ayrıca, kapalı kafes ortamlarında göğsüne yeterli oksijen sağlayamadığı için kalp krizi veya şişmiş kalpten ölümler tavuklarda sıkça görülen vakalar.

Erkek civcivler karbondioksit odalarında öldürülüyor, ucuz sosislere harç oluyor

Tavuk yumurtasının kombine kuluçka makinelerindeki 21 günlük sürenin ardından civcivler çıkıyor ve insanlar tarafından cinsiyetlerine göre ayrılıyor. Bu devasa kuluçka makineleri ya da mekanik “yalancı anneler”, annenin yumurtasını döndürme hareketinden, ışık ihtiyacına, ısıya ve eğime kadar her şeyi simüle ediyor. Erkek civcivler yumurta sektöründe bir yararı olmadığı için çeşitli yöntemlerle katlediliyor. Örneğin, bazıları karbondioksit odalarında toplu halde nefessiz bırakılarak öldürülüyor, bazıları ise canlı olarak kıyma makinelerinde çekilerek ucuz sosis harçlarının içine katılıyor.

Erkek civcivler öldürülürken, dişi civcivlerin ise sektörde can telaşı başlıyor. Onların da sırayla önce gaga, sonra ibik kesimi yapılıyor. Bu yöntemin nedeni ise, yumurta yeme/kırma, tüy yolma, birbirini gagalama/yeme gibi sektörü maddi zarara uğratacak eylemleri önlemek. Hepsinin temel sebebi verimi artırırken, maliyeti düşürmek. Ancak bunun açıklaması, özetle beden ve yaşam hakkının gasp edilmesi. Bu tavuklar, reklamlardaki özgür yeşil alanların aksine kapalı alanda bir kafes sistemi içine tıkılmış canlılar. Maalesef bu sömürü ilişkisi sadece endüstri içinde ilerlemiyor. Küçük üreticiler, bahçesi ve evinde kuluçka makinesi olanlar da aynı şiddeti farklı bir ortamda devam ettiriyor. Köyünde, bahçesinde, bizimle hiçbir bağı olmayan özgür bir canlının bedeni üzerinde mülkiyet hakkı görüyorsak, sömürü ilişkisi aynen devam ediyor demektir.