Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) göre Türkiye’deki buğday üretimi 2020 yılında 20.5 milyon ton olurken, 2021 yılında kuraklığın etkisiyle yüzde 13,9 azalarak 17,7 milyon tona geriledi. Bu yıl üretimin 19 milyon ton civarında olması bekleniyor.
Nüfus sürekli artarken üretimin 20 milyon ton düzeyini geçememesi buğday alımında ithalata mecbur bırakıyor. 2019-2020 döneminde buğday ithalatı 10,79 milyon tonu bulurken, ihracat 7,53 milyon tonda kalmıştı. Türkiye, dünya genelinde ithalatta Endonezya ve Mısır’dan sonra üçüncü sırada yer alıyor. Özellikle Rusya-Ukrayna savaşının yarattığı sonuçlar dünya gibi Türkiye’yi de olumsuz etkiliyor. Nitekim Amerika Tarım Bakanlığı’nın (USDA) verilerine göre Rusya buğday üretiminde yüzde 19,1 ile tüm dünyada en büyük paya sahip ülke, Ukrayna ise yüzde 8,4’lük payla AB’yi (yüzde 14,7), ABD’yi (yüzde 13,4), Kanada’yı (yüzde 13,1) ve Avustralya’yı (yüzde 11,8) izliyor.
Türkiye buğday ithalatının yüzde 78’ini Rusya ve Ukrayna’dan karşılıyor. Buğday fiyatları, Ukrayna’nın işgali sonrası kilo başına 9,34 dolarlık fiyatla Ağustos 2012’den bu yana en yüksek seviyeyi gördü. Hindistan’ın buğday ihracatını yasaklaması da fiyatları arttıran bir diğer etken.
“Türkiye yakın zamanda aldığı buğdayda ton başına 2 bin 030 TL’yi sübvanse etti. Hazine zarar etti”
Tarım yazarı ve çiftçi Abdullah Aysu, buğday krizinin temel sebebinin Rusya-Ukrayna savaşı olduğuna katılmadığını belirtiyor. “Savaşın buğday krizine etkisi olmuştur ve olacaktır. Eğer siz son 30 yılda buğday ekim alanlarını yüzde 30 civarında daraltmış, 9,6 milyon hektardan 6,7 milyon hektara geriletmişseniz bunun nedenini savaşa yıkmak, sorumluluğunuzu başkalarının üzerine atmaktır” diyor Aysu. “Yani Türkiye savaş öncesinde buğday ihracatçısı, sonrasında buğday ithalatçısı olmadı ki, sorun üretememekte.” Aysu, buğday krizinin temel sebebinin mevcut tarım politikaları olduğunu vurguluyor. “Yanlış tarım politikalarındaki ısrarın doğurduğu ithalat bağımlılığı ve ithalat şirketlerinin politik ve ekonomik belirleyiciliği çiftçileri 2,9 milyon hektar alanda buğday ekimi yapmaktan vazgeçirdi. Dışa muhtaç kıldı. Önemli olan hükümetin ülkeyi buğday krizine yakalatmayacak tarzda üretime yön vermesi, tarımı yönetme becerisini göstermesidir. Eksiklik dışarıda değil, içerdedir. Tarımı doğru yönetememektedir.”
Şu anda Türkiye’de hem buğday krizi hem de ekmek krizi yaşandığını söylüyor Aysu. Devlet desteği nedeniyle kriz şimdilik fiyatlara tam olarak yansımıyor. “Türkiye yakın zamanda aldığı buğdayda ton başına 2 bin 030 TL’yi sübvanse etti. Hazine zarar etti. Dışarıdan tonunu 4 bin 680 TL’ye aldığı buğdayı 4 bin 680 TL’den fırıncıya, un fabrikalarına vermiş olsaydı, ekmek şimdi kaç TL’den satılıyor olacaktı?” diye ekliyor.
Peki, buğday krizine karşı ne yapılmalı? Aysu’ya göre öncelikle fiyatların çiftçilere gelir sağlayabilecek bir düzeyde olması gerekiyor. “Buğday fiyatına, maliyet artı yüzde 25 kazanç artı insanca yaşam payı eklenmeli. Açıklanan fiyat üzerinde Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) ürün alımı yapmalı, piyasayı düzenlemeli.” Yapılması gerekenler sadece bununla sınırlı değil. Günümüzün iklim şartlarında tarım politikalarının uzun vadeli sürdürebilirlik bilinciyle oluşturulması şart. “İklim krizini besleyen politikalar terk edilmeli, ayrıca kuraklığa dayanıklı olacak ve yüksek verim elde etmeye yönelik buğday ıslahına ivedilikle geçilmeli. Üretim girdisi ve alım piyasasını düzenleyecek kamu kurumları kurulmalı. Sulama yatırımları yapılmalı. Boş araziler ekilmeli.” Aysu tüm bunların gerçekleşmesi için ise özetle, çiftçilerin borçlarının silinmesinin, sertifikasız tohuma destek verilmesinin, tarımsal girdilerde ÖTV-KDV vergilerinin kaldırılmasının ve çiftçilerden elektrik bedeli alınmamasının gerektiğini belirtiyor.
“TUİK daha düşük açıklıyor”
Aysu, piyasayı yeniden düzenlemenin çiftçilerin üretimini arttırmak için kilit bir rol oynayacağını vurguluyor. Peki, TÜİK’in kamuoyuyla paylaştığı fiyatlar ve zamlar gerçeği yansıtıyor mu? TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Baki Remzi Suiçmez’e göre hayır. Suiçmez, TÜİK’in belirlediği girdi maliyetlerinin var olandan daha düşük olduğuna dikkat çekiyor ve şu örneği veriyor: “Gübre fiyatları son bir yılda ortalama yüzde 340 artmışken TÜİK’e göre bu artış yüzde 138, son açıklamada ise yüzde 228. Bu oranlar baz alınarak yapılan hesaplamalar, taban alım fiyatının düşük çıkmasına yol açacak.”
“Ülkemiz üretimi arttırma planlamaları yapmak yerine ithalat ile piyasayı regüle etme anlayışından vazgeçmiyor”
“Maliyetleri düşürüp yeterli ve zamanında destekle üreticiyi sübvanse etmek çiftçinin başlıca beklentisi ve kamu yararı sağlamanın temel gereği” diyor Suiçmez. Tıpkı Aysu gibi, Suiçmez de çözümün çiftçin buğday üreterek yaşanabilir bir gelirler elde etmelerini sağlamaktan geçtiğini söylüyor. “Yeterliliğin sağlanması, buğday üretim alanlarının ve üretim miktarlarının azalmaması ve TMO’nun stoklarını yerli üretimle karşılaması için TÜİK verilerine göre değil, gerçek maliyetlerle hesaplamalar yapması gerekiyor. Kilogram başına 6TL’nin üstünde olduğu net olan maliyete çiftçi kârı ve refah payı da eklenerek kuru ve sulu koşullarda taban alım fiyatı açıklanmalıdır” diyor Suiçmez. Ayrıca çiftçiye alım garantisi verilmesi gerektiğinin, iç ve dış piyasalardaki fiyatlara göre taban alım fiyatının ise haftalık olarak güncellemesine ihtiyaç duyulduğunun da altını çiziyor.
Ziraat mühendisi Deniz Karacan da uygulanan politikalarla buğday üreticisinin üretimden uzaklaştırıldığını vurguluyor. Üretimden kopuşu hızlandıran nedenleri şöyle sıralıyor Karacan: “Buğday üreticilerinin yaşadığı girdi maliyetlerinin fahiş artışı, üretim sürecinde artan gübre fiyatları nedeniyle gübresiz ekim, satın alma garantisi olmaması, üreticinin piyasada korumasız ve örgütsüz olması, üretimi finanse edecek gücü olmaması ve yüksek finansman maliyetleri, hasat öncesi yapılan ve üretici fiyatlarını baskılayan gümrük vergisi sıfırlanmış ithalatlar…”
Karacan ayrıca dünyada buğday üreten birçok ülkenin iklim krizinin etkilerine, savaşlara ve ekonomik koşullara karşı önlem paketleri uyguladığını söylüyor. Buna karşın Türkiye daha henüz bu konuda somut bir adım atmış değil. “Buğday üretebilme potansiyeline sahip ülkemiz üretimi arttırma planlamaları yapmak yerine ithalat ile piyasayı regüle etme anlayışından vazgeçmiyor” diyor Karacan. “Bu uygulamalar sürdüğü sürece ekmek ve diğer temel tarım ürünlerinde artış devam edecektir.”
“İthalata gerekçeler üretmek, hâkim anlayışın tarımsal üretimi arttırmak olmadığını gösteriyor”
Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu üyesi Murat Kapıkıran’ın önerisi ise üreticilerinin önünü görmesini sağlayacak planlı tarımsal üretim. “Buğday tarımını terk etmiş tecrübeli üreticilerin tekrar kazanılması için öncelikle 8 TL’nin altında olmamak kaydı ile taban alım fiyatı hasat öncesi açıklanmalı ve diğer temel tarımsal ürünler için de en az üç yıllık üreticiyi teşvik edecek destekleme tutarları belirlenmelidir” diyor.
Kapıkıran, buğday ithalatına gerekçe olarak gösterilen “un-makarna sanayi ithal edip, işleyip, ihraç ediyor” söyleminin de kendi içinde problemli olduğunu belirtiyor. “Buğday üreticisi 2,3 milyon hektar araziyi ekmekten vazgeçmişken bu üreticileri, makarnalık buğday ekmeye teşvik edecek düzenlemeler yapmak yerine ithalata gerekçeler üretmek, hâkim anlayışın tarımsal üretimi arttırmak olmadığını gösteriyor. Un-makarna sanayisinin ihtiyacı olan buğday da ülkemizde üretilebilir” diyor. Yani ithalat, hükümetin uyguladığı tüm bu politikalarda geçici bir telafi yönteminden ziyade, temel bir unsur, bir amaç gibi görünüyor. Kapıkıran sil baştan bir tarım politikası oluşturulması için de çağrı yapıyor: “Tüm bileşenlerin katılımıyla bilim ve tekniğe dayalı tarımsal üretim seferberliği oluşturulup kısa orta ve uzun vadeli tarımsal üretim planlaması hemen yapılmalıdır.”
Kastamonu, Sinop ve Bartın’ı etkileyen sel felaketinde AFAD’ın açıkladığı son verilere göre 82 kişi hayatını kaybetti, 16 kişi ise hâlâ kayıp. Bir hafta önce her yerde tartışılan konu ise neredeyse unutuldu. Karadeniz’in “makus talihi” havası yavaş yavaş yerleşti. Böyle bakıldığını düşünüyorum çünkü bunun temel bir sebebi var: Ne bu tür taşkınların sebepleri ve etkilerinin neden arttığı yeterince ortaya çıkarılıyor, ne de yaşanan yıkım karşısında birileri hesap veriyor.
Yetmiş bir kişinin hayatını kaybettiği Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde sadece çöken Ölçer Apartmanı’nın müteahhidi Mehmet Özkan tutuklandı, onun dışında hiçbir soruşturma yapılmadı. Özkan ifadesinde “hepsini belediyeden onay alarak yaptım” derken, Özkan’ın avukatı Mehmet Tuna “şartları oluşmadığı halde rant için burayı imara açanlar sorumludur” diye ekleyecekti.

Sel nedeniyle ilçedeki araçların neredeyse tamamı zarar gördü. 15 Ağustos, 2021. Bozkurt, Kastamonu. | Fotoğraf: Fırat Fıstık
Polis, sadece 10-15 dakika önce uyarı yapıyor
Kastamonu Bozkurt’a taşkının üçüncü günü gittim. İlk vardığımda olağanüstü bir çabayla, ilçenin tamamını kaplamış balçıklar temizlenmeye çalışılıyor, harap olmuş evler, arabalar kaldırılarak ilçe normale döndürülmeye çalışılıyordu. Fakat kiminle konuşsam su seviyesinin yükselmesinden itibaren gereken uyarının yapılmadığından şikayet ediyordu. Öyle ki, taşkın yaşanmadan sadece 10-15 dakika önce polis anons yapmış, bu anonsun üzerine arabalarını kurtarmak için sokağa çıkanlar sele teslim olmuşlar. Binalar hızlı şekilde tahliye edilmemiş, yol kapanmış, mahsur kalanlar iki gün boyunca kendi hallerine bırakılmış…
Bozkurt’tan geçen Ezine Çayı’na ilişkin Orman Bakanlığı’nın 2019’da yayınladığı rapor açıkça taşkın uyarısında bulunuyor. Dere yatağına kurulan evler, yerleşim yerlerinin neredeyse Ezine Çayı’nın bitişiğinde bulunması bunca can kaybının temel sebeplerinden. Bir de buna, çay üzerindeki köprülerin kemerli yapılmak yerine betonla düz şekilde yapılması eklenince, su köprülerden yüksek basınçla merkeze giriyor ve 4-5 metreye kadar yükseliyor.

Ezine Çayı üzerinde kısmen yıkılan iki bina. 14 Ağustos, 2021. Bozkurt, Kastamonu. | Fotoğraf: Fırat Fıstık
Bölge halkı ne düşünüyor?
Bozkurt’ta yaşayanlardan biri sel anını “böyle afet ilk defa görüyoruz. Çöp atmaya çıkmıştım, polisler bangır bangır ‘Bayramgazi’de baraj, HES patlamış, evlerinizden çıkın’ dediler bize” sözleriyle aktarırken, konuştuğum bir kadın ise yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Üzerimdekilerle, pijamalarımla evden çıktım. İki bine yakın insan koşuyordu. Yukarıdan sel geliyor, alttan da yol kayıyor. Kastamonu yolunda arabalar sıkıştı. O göçen evleri sabaha kadar izledik. Ben hâlâ onun şokunu atamadım. Kız yurdu çöktü, hepsi çöktü. ‘Bizi kurtarın’ diyenler, çığlıklar…”
Bozkurt’ta 31 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin yüzde 53 oy almış,, MHP’nin oyu ise yüzde 42 olmuştu. Yani ülkeyi yöneten iktidarın yüzde 95 oy aldığı, 5 bin nüfusluk bir ilçeden bahsediyoruz. Taşkın sonrası arama kurtarma çalışmalarını gözlemlerken, bakanlarla da karşılaşıyoruz. Bakanların olduğu her yerde Bozkurt sakinleri isyan ediyor. Özellikle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum alanda bulundukları süre boyunca tepkilerden kaçamadılar.
Bir köşede itfaiye, AFAD, gönüllü ekipler balçık altından – ilçenin merkezini neredeyse 1-1,5 metre balçık kaplamıştı – hâlâ sağ olan insanları kurtarmaya çalışırken, bir taraftan da hayatta kalan Bozkurtlular kayıp yakınlarına ulaşma telaşında. Fakat çoğundan kötü haber geliyor. Sokaklardan geçen iş makinalarının, dozerlerin aralıksız sesi, itfaiye, ambulans sirenlerine, ağlayışlara ve çığlıklara karışıyor…

Yolların tamamı taşkın nedeniyle çamur ve balçıkla kaplandı. 14 Ağustos, 2021. Bozkurt, Kastamonu. | Fotoğraf: Fırat Fıstık
Geçmişe bakmak…
Karadeniz’in genelinde olduğu gibi Kastamonu ve Sinop ilk kez su taşkınlarıyla karşılaşmıyor. Her sene, özellikle Ağustos ayında yaşanan taşkınlar, bu sefer bir felakete dönüştü. Öyle ki, bir Bozkurtlu şöyle diyor: “Bozkurt, Bozkurt olalı böyle bir felaketle hiç karşılaşmadı.” Karadenizliler, Ağustos aylarını bu sebeple “ölü ay” olarak anarken, asıl sorulması gereken soru şu: Her yıl yaşanan bu taşkın, bu sene neden bu kadar büyük bir felakete dönüştü?
Sebebini düşünürken geçmişe bakmakta yarar var. Giresun Dereli’de geçen yıl bu zamanlarda dere taşmış ve 11 kişi hayatını kaybetmişti. Artvin Yusufeli, Trabzon Araklı yine ilk anda aklıma gelen sel felaketlerinden. Peki, ne yapıldı bunların ardından? Hiçbir şey.
Hiçbir şey diyorum çünkü merkezi yönetim ve ilgili belediyelerin bu felaketlerin ardından tek vaatleri daha sağlam binalar inşa etmek oluyor. Fakat dere ıslah projeleriyle, duvarlarla, HES’lerle her geçen gün hem suların özgürce akması engelleniyor, hem de verilen imar izinleriyle insanların canı hiçe sayılıyor.
Hesap verebilirlik açısından yapılan tek şey ise yıkılan binaların müteahhidini tutuklamak. Müteahhidin elbette önemli bir sorumluluğa sahip, ancak bu büyük resmin içindeki küçük bir parça. Diğer parçalar sorgulanmadıkça bu dev bataklık Artvin’de, Sinop’ta, Trabzon’da, Kastamonu’da karşımızda duruyor. Yeni felaketler yaşanmadan onlarla yüzleşmek ise hepimizin elinde.
Dünya üzerindeki milyonlarca insanın hayatını etkileyen ve gezegenin çocuklarını bekleyen tehlikelerin en başında gelen bir felaketle karşı karşıyayız: İklim krizi. Dünyanın bazı yerleri soğuyor, bazı yerleri ısınıyor, su seviyeleri bazı alanlarda ciddi şekilde yükseliyor, ormanlar tahrip ediliyor, toprak kaymaları artıyor… Tüm bunların önüne geçmek için ise ısrarla yapılan öneri, bir an önce harekete geçmek ve özellikle eğitimle çocukların iklim değişikliği konusunda, gelecek konusunda bilgilenmelerini sağlamak.
Birleşmiş Milletler, son 30 yıldır düzenlediği konferanslarda ve raporlarda iklim kriziyle mücadele etmek için eğitimi, yegâne yöntem olarak sunuyor. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 6. maddesi, ülkelerin iklim değişikliği eğitimini teşvik etmesini ve farkındalığı arttırmasını talep ediyor.
İtalya, müfredata alan ilk ülke oldu
İklim değişikliği eğitiminin amacı, temel ilkeleri anlamak, krizin etkilerini en aza indirebilecek bilinçli kararlar alabilen, sürdürülebilir, temiz, bilimsel bakış açısına sahip toplumların oluşmasına katkıda bulunabilecek bireyler yetiştirmek. Henüz bu konuda ortak bir öğretim programı oluşmuş değil ancak bazı ülkelerde deneysel, öncül örneklere de rastlanıyor. Örnek vermek gerekirse, İtalya, iklim krizini, tek başına ilkokul ve lise müfredatına alan ilk ülke oldu. Bir senedir İtalya’daki öğrenciler, Yurttaşlık Bilgisi dersi içinde iklim değişikliği, sürdürülebilirlik ve ekoloji konularını ders olarak görüyorlar. Hatırlanacağı üzere İtalya Eğitim Bakanı Lorenzo Fioramonti, öğrencileri okulu asıp iklim protestolarına katılmaları için teşvik ettiği gerekçesiyle muhalefetin ağır eleştirilerine maruz kalmıştı.
Kanada’da iklim değişikliğinin müfredata eklenmesi konusunda çok geniş katılımlı bir araştırma yapıldı. Yeni Zelanda’da ise bilim ajansları tarafından hazırlanan iklim krizi konulu materyaller okullara dağıtılmış ve okulların zorunlu olmasa da adım atması, etkinlikler oluşturması istenmişti.
Diğer ülkelerde eksik ya da yan unsur olarak veriliyor
2015 yılında imzalanan Paris İklim Anlaşması, ülkeleri iklim eğitimi uygulamaya çağırıyor. Kanada, ABD, İspanya, Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerde iklim değişikliğiyle ilgili konular Türkiye’de olduğu gibi disiplinler arası bir yaklaşımla veriliyor. Almanya, Finlandiya, Avustralya ve İngiltere’de ise ortaokul müfredatında hem disipliner hem disiplinler arası yaklaşımla veriliyor.
Avustralya ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nde öğrenimde bilgilendirmeye ek olarak “hedef ve kazanımlar” esas alınırken, İspanya’da öğrencilere, iklim krizi konusunda veri analizleri dersleri yaptırılıyor. Bu sayede öğrenciler veri toplama, analiz etme bilgisine sahip oluyor. Almanya, İngiltere, İsveç, Kanada’da UNESCO’nun önerdiği öğrenme stratejilerinden faydalanılıyor, İngiltere ve Türkiye’de kısmen uygulansa da diğer ülkelerde sürdürülebilir kalkınma başlı başına bir konu olarak inceleniyor.
Türkiye’de nasıl?
Fakat bunların yanı sıra, tüm bu ülkelerde iklim değişikliği, diğer derslerin içerisinde, bağlantılı, bağımsız olmayan bir şekilde sunuluyor. Türkiye’de de durum elbette farklı değil. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, “Eğitim 2023” başlığıyla yeni eğitim vizyonunu açıklamış, ancak yüzyılımızın en önemli meselelerinden iklim krizi ve sürdürülebilirlikle ilgili özel bir içerik veya plan bu vizyonda yer almamıştı.
Türkiye’de ortaokul müfredatında 5., 6., ve 7. sınıflarda Sosyal Bilgiler dersinde, 5., 6., 7. ve 8. sınıflarda Fen ve Teknoloji dersinde iklim değişikliği konusu yer alıyor. Fakat iklim değişikliği başlı başına bir mesele olarak incelenmediği gibi uzmanlara göre müfredatta yüzeysel olarak işlenmiş durumda. Küresel ısınma, iklim değişikliği konularına kısmen değinilse de iklim okuryazarlığını oluşturan öğeler, iklim değişikliği ile bağlantısı kurulmadan sunuluyor.
“İklim sisteminin temel ilkeleri dahi öğrencilere iklim değişikliği ile bağlantısı kurulmadan veriliyor. Dünyada da örneği az”
ERG Eğitim Gözlemevi Koordinatörü Burcu Meltem Arık
ERG Eğitim Gözlemevi Koordinatörü Burcu Meltem Arık, 28 yılda eğitimin amaçlarına iklim okuryazarı birey ve toplum hedefi konmadığını belirtiyor ve şunları söylüyor: “İklim okuryazarı, iklim sisteminin temel ilkelerini anlayan, iklim hakkında bilimsel olarak güvenilir bilgiyi nasıl değerlendireceğini bilen, iklim krizinin etkilerini en aza indirebilecek kararlar alabilen ve sürdürülebilir bir toplumun varlığı için hareket eden bireydir. Ancak iklim sisteminin temel ilkeleri dahi öğrencilere iklim değişikliği ile bağlantısı kurulmadan veriliyor. Dünyada da örneği az.”
21 Ekim’de Millî Eğitim Bakanlığı ile Yuvam Dünya Derneği arasında iklim kriziyle mücadele başlığıyla bir iş birliği protokolü imzalandı fakat protokolün detayları açıklanmış değil. Arık, iklim değişikliğinin birçok karışık konuyla ilişkisi olduğunu ve salt müfredattaki değişikliklerle sorunun çözülemeyeceğini söylüyor ve ekliyor: “İnsan sistemlerinin kurgusu, kırılganlığı, esnek ve dayanıklı olmaması pandeminin, krizlerin etkilerini özellikle belirli insanlar için, çocuklar için çok daha derinleştiriyor. İçinde bulunduğumuz pandemiyi daha atlatamadan iklim krizi nedeniyle yeni pandemilerin geleceğini bilmek bizleri nasıl daha hızlı ve bütüncül planlamaya doğru harekete geçirmez?”
“DÜNYA İÇİN ‘İYİ ŞEYLER’ YAPMAKLA, İKLİM DEĞİŞİKLİĞİYLE MÜCADELE KAVRAMLARI ÇOKTAN BİRBİRİNE GİRDİ. BU KONUYU ÖĞRETMEDİĞİMİZ ÖĞRETMENLER ŞİMDİ NASIL ÇOCUKLARA AKTARACAKLAR?”
Sağlık ve Çevre Birliği üyesi Funda Gacal
Sağlık ve Çevre Birliği’nden (HEAL) Funda Gacal ise “İklim değişikliğinin üstünü örttükçe canavarı tanıyıp bilen insanlar azalıyor” diyor ve ekliyor: “Eğer bir gence bu konuyu anlatamazsak, bu konuyu çözmesini ya da değişen ortama ayak uydurmasını nasıl bekleyeceğiz? Bu tam olarak, kaynayan sudaki kurbağaya tencereden bir çıkış olduğunu göstermemek. Şu anda iklim değişikliğinin yıllardır dünyaya anlatılmamasının acısını zaten çekiyoruz. Dünya için ‘iyi şeyler’ yapmakla, iklim değişikliğiyle mücadele kavramları çoktan birbirine girdi. Bu konuyu öğretmediğimiz öğretmenler şimdi nasıl çocuklara aktaracaklar? Zaten geç kaldık, canavarı sakladıkça bu oyuna devam ediyoruz.”
“POLİTİKACILARIN, İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ KONUSUNUN MÜFREDATTA EKSİK OLDUĞUNUN FARKINDA OLMADIKLARINI DÜŞÜNÜYORUM”
Öğretim üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay
İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Doğanay Tolunay’a göre iklim krizini gündemine almayan karar vericilerin müfredata bunu eklemesini beklemek fazla iyi niyetli bir bakış açısı: “Politikacıların, iklim değişikliği konusunun müfredatta eksik olduğunun farkında olmadıklarını düşünüyorum. Diğer yandan birçok kavram birbiriyle karıştırılıyor. İklim değişikliği ile dolaylı olarak ilgili hatta hiç ilgisi olmayan konuların dahi iklim değişikliğiyle ilgiliymiş gibi algılandığı söylenebilir. Örneğin, çevre ile ilgili olarak çoğunlukla kirlilik üzerinde durulurken, bu üniteler aynı zamanda iklim değişikliği ile ilgili kabul edilmekte. Ya da ekoloji ve doğa konuları yeterince yer almazken, ‘Çevremizi kirletmeyelim’ gibi verilen konuların ekolojik okuryazarlığı arttırdığı iddia edilmekte. Halbuki çevre ve ekoloji birbirlerinden çok farklı, çevre kirliliği ile iklim değişikliğinin kesişme noktaları olsa da ayrı olarak ele alınması gerektiği ortada”
“Eğitim, insan merkezci olmamalı”
Arık, ayrı bir dersin olmasının dahi yeterli olmadığını, çözüm için en görünür seçeneği seçtiğimizde bunun olumsuz sonuçlar doğurabileceğini düşünüyor: “Kömür politikası, orman politikası, iklim politikasına baktığımda siyasi iradenin, eğitim alanında da yakın dönemde değişeceğini öngörmüyorum. Eğitimin amacının bizleri bu ölçüde bir insan merkezcilikten fersah fersah uzaklaştıracak, iklim krizini odağa alacak şekilde değişmesi talebini güçlendirmemiz çok önemli.”
Arık, 1992’de kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne vurgu yaparak, “İklim krizinin küresel ölçekte farkındalığı 29 yıldır var. İki kuşak anlamına geliyor. Bu süre içerisinde, iklim krizinin insan kaynaklı olduğuna dair bilimsel veriler inkâr edilemiyor. Etkileri de günlük yaşamımıza görünür ölçüde yansıdı. Ancak bu acil durum eğitim sistemine henüz tam yansımadı” diyor. Gacal’a göre ise sorun küresel ve sınır, sınıf tanımıyor. Bir taraftan ise Türkiye, Paris İklim Anlaşması’nı yürürlüğe sokmayan yedi ülkeden biri…
2100’ü düşünmek…
Çocuklar ve gençlerin, iklim değişikliği konusundaki düşünceleri şüphesiz çok daha berrak. Öte yandan onların eğitimi, geleceği değiştirmek açısından elzem. Arık, bu konuda şunları söylüyor: “Anne Çocuk Eğitimi Vakfı sayesinde bugün çok iyi biliyoruz ki erken çocukluk eğitimi bireyin tüm yaşamını önemli ölçüde etkiliyor. Ekofobi ve eko-endişeyi dikkate alarak sosyal-duygusal becerilerin güçlenmesini hedefleyen bir eğitim olması gerekiyor. Çocukların gelişimsel özelliklerini, biricikliklerini, kendi özel ihtiyaçlarını dikkate alan bir tasarım uygulanmalı.”
Bir diğer taraftan 2100 yılında, bugün doğan çocuklar 79 yaşında olacaklar ve gezegenimiz 2100 yılına kadar 4-5 derece daha ısınabilir, aşırı hava olayları oluşabilir, kuraklık şiddetlenebilir, ekosistemler daralabilir… Bu sebeple dahi çocukların eğitimi özel bir yer tutuyor. Prof. Tolunay, bu konuya özellikle vurgu yapıyor ve “Bugünün çocukları, aslında geleceğin karar vericileri. Bu farkındalıkları arttırarak bir türlü geriletemediğimiz iklim ve ekolojik krize dair farkındalığı artmış bu kuşak çözüm üretebilir” diyor.
Ne yapmalı?
Gacal’a göre ise iklim mücadelesi için çözümler üretmek de eğitimin değişmez bir parçası olmalı: “Tarım örneği üzerinden gidersek, gelecek 10 yıllık yağış ve kuraklık senaryolarını göz önünde tutarak bir ekim dikim yapabilmek lâzım. İklim okuryazarlığının yanı sıra fizik, biyoloji, kimya alanlarında temel bilgilerin öğrenilmesine de ihtiyaç var.”
Peki ne yapılmalı? Bu önemli soru, aslında önümüzde asılı duran, cevaplamaktan çoğu kez kaçındığımız bir soru. Arık, eğitim konusunda yapılması gerekenin, parçalı, ayrıştırıcı, ötekileştirici, tek-tip eğitim sisteminin kökten değiştirilmesi gerektiğini savunuyor ve ekliyor: “Eğitimde son derece radikal bir değişime ihtiyaç var. Eğitimin finansmanından yönetimine, öğretmen politikalarından eğitimin içeriğine, eğitim ortamlarından başarı anlayışına tüm alanlarında radikal değişiklik gerekiyor. Eğitim sistemi tasarlanırken sağlık sisteminden, sosyal politikalardan, kentleşme politikalarından ayrı düşünülmemeli. Olması gereken, çocukların katılım hakkını en temel hak gören, bilimsel temellere dayanan, eleştirel düşünmeyi, medya okuryazarlığını güçlendiren, sadece bireysel değil toplumsal çözümlere de odaklanan, yerelleşen, ekofobi ve eko-endişeyi dikkate alarak sosyal-duygusal becerilerin güçlenmesini hedefleyen bir eğitim.”
Gacal’a göre ise yapılması gereken sorunu dürüstçe tanımlamak, anlatmak, kapalı kapılar ardından bir tür “sır bilim” olarak kalmasını engellemek: “Başka ülkeler 2030’da sıfır emisyonu hedeflerine koymuşken, bizim de net hedef belirlememiz, gençleri, girişimcileri, bilim insanlarını teşvik etmemiz gerekiyor. Yoksa bu bilgiyi de ithal etmek zorunda kalacağız. Bilgiyi alıp geliştirip, çözüm ortaya koyacak büyük bir enerjimiz ve genç nüfusumuz hâlâ var ama bu kadar gecikmenin üzerine hâlâ konu sündürülüyor.’’