Mado ya da Kızılkayalar’a yönelik boykotunuz sürüyor mu? Benim cevabım evet, hatta bunlar konusunda hiç zorlanmadım. Peki İstiklâl caddesinde yürürken Demirören AVM’ye girmek hakkında ne düşünürsünüz? Çünkü Taksim’de izlemek istediğiniz film, sadece orada var.
Grand Pera’ya ne demeli? Yani kapısı sokağa açılan Emek Sineması’nın bir alışveriş merkezinin köşesine taşındığı binadan söz ediyoruz. Narmanlı’ya hiç girip baktınız mı? Hatta karşısındaki Casa Botter apartmanı İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edildi ama Narmanlı bir garip AVM hissini koruyor. Peki sadece Karaköy’de deniz kenarında, karmaşasız bir yerde kahve içmek istediğiniz için Galataport’a uğradınız mı? İskelenin yanına yığılan korkunç kalabalık değil, sakinlik, düzen, insanilik ama ille de Karaköy’den denize bakmak isteği işte. Sahile girmek için güvenlikten geçmek zorundasınız.
Ben hepsini yaptım ama aklımda hep ‘küstüğümüz tüm bu mekânlarla nasıl hesaplaşacağım?’ fikriyle. şehirde yaşamak her yeri istemekle ilgili de. Kuşkusuz küskün olmadan, İstanbul’un tümünü istiyorum. Aklımda dönüp duran küstüğümüz kamusal mekânlar konusunu, Postane’yi de kamusal bir alana çeviren, kent hakkında çalışan Yaşar Adanalı ile konuştum. Hayır suçluluk hissim azalsın diye değil, benim gibi başka insanlar olduğuna da emin olduğum için. Yerel seçimler de geliyor, bu konuyu açmanın tam zamanı.
“Kente karşı işlenen suçların, büyük yıkımların, kentsel dönüşümlerin asli sorumluları bireyler, sıradan kentliler değil. Bu yıkımın bedelini tek başına üstlenecek olan da onlar değil haliyle”

Yaşar Adanalı. | Fotoğraf: Erhan Demirtaş via Gazete Kadıköy.
> “Küstüğümüz kamusal mekânlar” başlığını Galataport, Demirören AVM, Grand Pera, Narmanlı’dan yola çıkarak, önce kamunun elinden alınan, sonra da AVM benzeri yapılar için kullanıyorum. Bu tanıma katılacağını düşünüyorum. Eğer öyleyse neden, eğer değilse neden öyle değil?
Bence de genel olarak iyi bir tanım olmuş ‘küstüğümüz kamusal mekanlar’. Küstüğümüz mekanların hepsinin mülkiyetinin kamuya ait olmadığını düşündüğümüzde belki ‘küstüğümüz müşterek mekanlar’ veya ‘küstüğümüz hafıza mekanları’ olarak genişletmek de mümkün olabilir bu tanımı. Kullandığımız, gündelik hayatımızda yeri olan, ortak hafızamıza kazınmış, bir şekilde kendimizi ait hissettiğimiz, haklarında anlatacak hikayelerimiz olan mekanlardan bahsediyoruz sonuçta.
Küsme eylemi çok bireysel bir yerden ve spontane de gerçekleşebilir, kolektif ve organize bir şekilde de. Bir mekanın dönüşümü sonucunda artık oraya ayağınız gitmez olur mesela. Bağınız kopar bu yenilenmeyle. Diğer taraftan bir eylem olarak, boykot çağrıları sonucu kitlesel küstüğümüz mekanlar da vardır.
> Küstüğümüz mekânları sonsuza dek terk mi ettik? Onlara karşı alternatif mekânlar oluşturmak mı yoksa bu mekânları kapsamak mı gerekir?
Ne kadar süre ile küs kalacağımızın evrensel bir kriterinin olduğunu düşünmüyorum. Küsme gerekçemiz, bu gerekçenin geçerliliği, mekan ve zamanda kendi kişisel yolculuğumuz gibi birçok farklı bileşen küslük süremizi ve şeklimizi belirleyecektir.
‘Küs kalmanın’ da tek bir şekli olduğunu düşünmüyorum. Bir mekana küs olmamız onu bir şekilde kullanmamıza engel olmaya yeter mi? Ya da bir mekana küs kalırken onu aynı zamanda kullanmak mümkün mü? ‘Kullanmayı’ özellikle vurguluyorum. Burada ‘kapsamak’ değil temel derdim çünkü. Yaşadığımız kentin bizi tamamen dışlaması karşısında bu mekanlarla daha dinamik ve diyalektik bir ilişki imkanını sorguluyorum aslında. ‘Kapsamak’ biraz sanki ‘meşrulaştırma’ da içeriyor. Ancak meşrulaştırmadan, barışmadan, küs olma sebeplerimizi hatırlayarak ve hatırlatarak, bu mekanlar nasıl ilişkilenebiliriz?
Bu arada bu sorudan bağımsız bir şekilde alternatif mekanlar oluşturmanın her zaman değerli olduğunu düşünüyorum.
> Aklımda şu hadise zaman zaman dolaşıyor; Taksim’deki AKM eski ismiyle Kültür Sarayı 1969’da açılırken sanatçıların protestosuna sahne oluyor, sanatı soylulaştıracağı gerekçesiyle. Sonra zaman geçiyor ve AKM’nin 2008’de ‘yenilenmek üzere’ kapanmaması için de bir çok protesto yapıldı, kapalı olduğu yıllar içinde de tartışıldı. Sonra, AKM açıldığında ben sadece sevinebildim, kocaman bir inşaattan kurtulduğumuza sevindim çünkü. Ve başta protesto edilen AKM, kabul edilmişti artık. Bütün bu mekânlarla da böyle bir bağ kurar mı şehrin sakinleri? Kurmasa da bu sorun sadece bir sınıfa mı ait olur?
Güzel bir örnekmiş. Yeterince zaman geçtikten sonra, bir dönem küstüğümüz mekanları yıkılmasın diye korurken kendimizi bulabiliyoruz. Benzer bir şekilde İstanbul’un ilk çok katlı apartmanları Gümüşsuyu ve Cihangir sırtlarında yükselirken hızla dönüşen İstanbul’a karşı rahatsızlık duyan bir kitle vardı. Tarihi kentin karakterini kaybettiği endişesi ile. Bugün buraların yüzyıllık yüksek tavanlı apartmanları şehrin en cazip yaşam alanları arasında yer alıyor.
İstanbul’un modern kültürel mirasının önemli bir parçası olarak görülen AKM’nin yıkımı ve yeniden inşasını nasıl yorumlamalı peki? Öncelikle dışardan bakıldığında bina cephesinin eskisi ve yenisi arasındaki sürekliliği, tüm ’Barok Opera Binası yapacağız’ ısrarı karşısında düşündüğümüzde, bir kazanım olarak değerlendirmeyi ’seçebiliriz’. Burada gerçekleşen bir kültür sanat etkinliğine gittiğimiz için kendimizi suçlu hissetmemeliyiz. Yeni AKM’nin ‘fan club’ üyesi olmadan veya suç ortağı gibi hissetmeden de katılmak istediğimiz bir etkinliğe katılabilmeliyiz. Kente karşı işlenen suçların, büyük yıkımların, kentsel dönüşümlerin asli sorumluları bireyler, sıradan kentliler değil çünkü. Bu yıkımın bedelini tek başına üstlenecek olan da onlar değil haliyle.
Biraz iklim değişikliği karşısında bireylere ‘karbon ayak izinizi hesaplayın, aman az tüketin’ telkininde bulunup fosil yakıt endüstrisine, karar alıcılara laf etmeyen yeşil aklama sektörüne benzetiyorum bu durumu.
> Mekânlara küsmek bir bakıma, bir bağın kopuşu demek. Bu bağlar nasıl yeniden kurulur? Ya da kurulmalı mı? Kent yaşayan bir şeyse eğer, şimdiki Kadıköy’ün yeşillenmesi yeni bir bağa mı delalet yoksa türlü gettolara sıkışıp kaldığımıza mı? Ya da neden her semtin kendine yeten bir sosyalleşme alanı yok, olsaydı bu sorunu çözer miydi?
Küstüğüm bir mekanla kurduğum bağı somut bir örnek üzerinden anlatayım. Galataport Projesi’nin Karaköy – Salıpazarı sahilini bir AVM’ye dönüştürmesi karşısında uzun yıllar mücadele ettim. Yazılar yazdım. Belgesel film çektik. Sayısız kent yürüyüşleri düzenledim. Burası benim de yaşadığım Cihangir’e 5 dakika yürüme mesafesinde deniz boyunca yaklaşık 1.5 km uzanıyor. Benim gibi bir kent aktivisti bu ‘işgal’ ile nasıl ilişkilenmeli? Tamamen yok mu saymalıyım? Kendi İstanbul’umdan çıkartmalı mıyım? Ben burayı tüm sorunlarıyla gündemde tutmaya devam ediyorum. Burada yer alan bir lokanta veya dükkandan alışveriş yapmıyorum. Her seferinde güvenlik kontrolünden geçerken sahili bu şekilde güvenlikli alana çeviremezsiniz diye rahatsızlığımı dile getiriyorum. Ancak sabah koşusu için veya zaman zaman deniz kenarında yürümek için buraya giriyorum. Yani burada kendime hak görüyorum ve kendimce de kullanmaya devam ediyorum.
İşte bu bahsettiğim ‘dinamik ve diyalektik ilişkinin’ her bir mekan ve insan özelinde değişime açık olması gerektiğini düşünüyorum.
> Bütün bu tartışmayı, Türkiye’nin AVM’lileşmesi olarak okuyorum. Camiler ve dahi evler bile AVM’ye benziyor. Sıkışık, ruhsuz, nefes almayan garip malzemelerle yapılmış alanlar. Bütün bu AVM’lileşme, kentlerin neye dönüşmesine yol açar?
Kentin AVM’leşmesi kentlinin de tüketiciye dönüşmesini beraberinde getiriyor. Haliyle tüketim kapasiteniz kadar kent üzerinde hakkınız oluyor. Bu aşırı derecede ayrıştırıcı, dışlayışı, anti-demokratik bir kent demek. Tüketimin temel bileşen olduğu bir kent aynı zamanda tek tipleştirici bir mekan örüntüsünü de beraberinde getiriyor. İşte ‘ruhsuzluk’ hissi buradan kaynaklanıyor. Kentin üretiminde bir rolümüzün olmadığı, haliyle yaşanmışlıkların izinin kalmadığı, anlatılacak hikayelerin biriktirilemediği birbirinin aynısı tüketim mekanları ile kuşatılıyoruz.
> Kamusal alanın kamuya ait olması konusu, nasıl tüm toplumun tartışması haline gelebilir? Bu tartışma, nasıl daha kapsayıcı yapılabilir?
Hafıza mekanlarının ve bu mekanların hikayelerinin önemli bir ortak payda olma potansiyeli var. Buraları sadece teknik veya mimari meseleler olarak değil de bağ kurduğumuz, anılarımızı biriktirdiğimiz, geçmiş ve bugün arasında gidip gelmemize imkan sağlayan müşterek mekanlar olarak tartışmak önemli.
33 yaşında genel müdürü olduğu Emlak GYO 9 yıllık döneminde 10 kat büyüdü. Bu büyüme İstanbul’un değerli arazilerini alıp satmasıyla mümkün oldu. Kanal İstanbul çevresindeki Arnavutköy’den, İstanbul’un son ormanlarını yapılaşmaya açan ilk projelerden Ağaoğlu Maslak 1453’e, Validebağ Konakları’ndan, Marmara Üniversitesi’nin Teşvikiye’deki arazisine, Beşiktaş’a, Zekeriyaköy’e… Bu projelerin ortak özelliği üzerinde yer alan ya da alacak sadece tek ev değerinin en az 10 ila 550 milyon aralığında değişmesi.
İnsan ilişkileri ve icraatleriyle Emlak GYO Genel Müdürlüğü dönemini kapsayan bir Murat Kurum portresi hazırladık.
AK Parti’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Murat Kurum pazartesi günü sahaya çıktı, “Enerjimizi İstanbul için harcayacağız” diyor. Aslında şimdiye dek de öyle olmuş. Türkiye’nin 2018-2021 arasında Çevre ve Şehircilik Bakanı, 2021-2023’te de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı koltuğunda oturmuştu. Ama İstanbul’la olan esas bağı için biraz geri saralım.
Kurum 1976, Ankara doğumlu, 47 yaşında. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı, üniversiteyi Konya Selçuk Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünde okudu. Yüksek lisansı zamanında İstanbul’daydı, bunu Okan Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü’nde Kentsel Dönüşüm alanında yaptı, 2017’de bitirdiği tezinin tam ismi “İstanbul’da Arazi Yönetimi Gerekliliği ve 1/25000 Ölçekli Arazi Kullanım Planları”
Kurum’un Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndaki koltukta oturan halef ve selefi Mehmet Özhaseki ile yüksek lisansı sürecinden bir ortak dünyası var. Wayback Machine ile internet sitesi üzerinde yaptığımız araştırmaya göre Özhaseki en az 2016 yılından bu yana yani milletvekilliğinin başlangıcından beri Okan Üniversitesi’nin danışma kurulunda yer alıyor. Yani Mehmet Özhaseki okula danışman olduğunda Murat Kurum ya öğrenciydi ya da öğrenci olmaya hazırlanıyordu. Özhaseki’nin Okan Üniversitesi’ndeki danışmanlığı günümüzde de sürüyor.
Kurum’un TOKİ ile iş ilişkisi genç bir yaşta, 29 yaşındayken TOKİ Uygulama Dairesi Başkanlığı’nda görev almasıyla başladı, 2005’te bir süre Avrupa Yakası yatırımlarından sorumlu şube müdürlüğü görevini yürüttü. Bundan 4 yıl sonra, 33 yaşında devasa bir gayrimenkul şirketine dönüştürülen ve TOKİ iştiraki olan Emlak Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı’nın yöneticisi oldu, tarihler 2009’u gösteriyordu. Kurum’un bu görevlerinin tümünü kapsayan dönemde yani 2002’den itibaren TOKİ Başkanı eski AK Partili Bakan Erdoğan Bayraktar’dı, 2011’e dek de bu görevde kaldı, sonra 2013’ün 25 Aralık’ına kadar da Çevre ve Şehircilik Bakanıydı.
Peki Kurum’un Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı TOKİ iştiraki olan Emlak GYO’da genel müdür olduğu 2009-2018 yılları arasında neler yaşandı?
Şehir Planlaması ve İmar
Emlak GYO’nun faaliyet raporları Kurum’un müdür olmasından itibaren her yıl düzenli olarak paylaşılmış. Bu, kuruma düzenli bir yönetici eli değdiğini gösteriyor.
2011 tarihli rapora göre Emlak GYO’nun o dönemdeki arsa konut ve stokları Türkiye’nin pek de ‘çekici’ olmayan bölgelerinde yer alıyor. (Sf. 81) Sayısı 9 olan arsalar şöyle raporlanmış; İstanbul Ümraniye Arsa, Çorlu Kazimiye Arsa, Karşıyaka yüzme havuzu arsası, Gebze Güzeller arsa, Küçükbakkalköy ticari üniteler, Küçükbakkalköy ofis üniteleri, Kocaeli-Gebze sosyal tesis arsası, Çorlu konut ve işyerleri, Marmara Ereğlisi.
2018’e yani Kurum’un Bakan olarak atandığı döneme gelindiğinde kurumun yapısı ve işleyişinin nasıl değiştiğini yine faaliyet raporlarında yer alan, henüz ihale edilmemiş ve sahibi olduğu arsaları üzerinden okumak mümkün. 2018 raporlarında göze çarpan şey yeni arsaların İstanbul’un pahalı semtlerinden edinilmiş ve pahalı projelere dönüşüyor ya da dönüşecek olmaları.
Emlak GYO’nun 2011’de Marmara bölgesi ağırlıklı 9 arazisi varken, bu sayı 2018’de yine Marmara ağırlıklı 80 araziye yükseldi. Yani Emlak GYO, Kurum döneminde neredeyse 10 katı büyüklüğe ulaştı.
Bahsi geçen arsalardan tartışmalı ve dikkat çekici olanlara burada yer vereceğiz. 2018’de o dönem henüz ihale edilmemiş olanları alım tarihleriyle şöyle; (Sf. 189)
> İstanbul Arnavutköy – 5 Haziran 2013 – (Türkiye Gezi Parkı eylemleri sırasında)
> Sarıyer İstinye – Mayıs 2014
> Zekeriyaköy – Mart 2011
> Beşiktaş – Eylül 2018
Bunlardan Arnavutköy olanı özellikle iki yönüyle ilgi çekici. İlki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011’de kamuoyuyla paylaştığı Kanal İstanbul projesinin hükümet kaynaklarına göre 2011-2013 yılları arasında güzergah çalışmaları tamamlandı. 2014’te de Rezerv Yapı Alanı sınırları yeniden belirlendi. İşte bu arada Emlak GYO 15 parsel, o dönemin ekspertiz değeri 105 milyon 978 bin 962 bin olan arsaları aldı. İkincisi ise bu alım işlemi Türkiye’nin en geniş çaplı kamusal alan protestolarından olan Gezi Parkı Eylemleri sırasında yaşandı. Arnavutköy’de bugün arsaların değeri 265 bin ile 755 milyon arasında değişiyor.

Emlak GYO’nun da arazisi olan Arnavutköy Kanal İstanbul güzergahında yer alıyor.
Yine 2018 yılı faaliyet raporlarına göre ancak bu kez o dönemde ihale edilen arsalar olarak değerlenen ve dikkate değer arsalar ise şöyle;
> Ağaoğlu Maslak 1453 – 2010 (1+0 Daire 4 milyon 300 bine satılıyor)
> İstanbul Finans Merkezi (Emlak GYO’nun Ümraniye’deki arazisi, yeni finans merkezine dönüştü.)
> İstanbul Marina – 2012
> Ankara Çayyolu – 2014
> Köy Zekeriyaköy – 2011 (En yakın tarihli satılık ev 26 milyon)
> Nidapark İstinye – 2017 (Evler 5 milyondan başlıyor)
> Validebağ Konakları – 2015 (Satılık ev 40 milyon)
> İstanbul Teşvikiye Arsası – 2015 – DAP’ın aldığı ve Nişantaşı Koru oisimli projede 1+1’lik en ucuz ev 17 milyon 400 lira. En pahalı ev ise -kalbi olanlar bundan sonrasını okumasın- 550 milyon olarak satışta)
> Ankara Saraçoğlu Mahallesi – Bedelsiz ve tarihsiz, Emlak GYO’ya geçmiş.
> Karat 34 – 2014
Bütün bu arsalar ya aracı holdinglere satıldı ya da üzerlerine doğrudan Emlak GYO ile birlikte bir mülk inşa ediliyor. Projelerin ortak özelliği ise üzerinde yer alan ya da alacak yalnızca tek ev değerinin en az 10 ila 500 milyon aralığında değişmesi.
Bunlar dışında kalan Ataşehir, Bakırköy, Başakşehir, Esenyurt, Kartal, Küçükçekmece gibi ilçelerde de bünyesine araziler katılmış bu dönemde. Bugün bu bölgelerde de halk için, yoksulun da yaşayabileceği herhangi bir proje bulmak mümkün değil.
Bunlarla birlikte yine Kurum döneminde arazisi TOKİ’ye satılan TOKİ Ayazma sitesinde dahi bugün evlerin en düşük fiyatlısı 2 milyondan satılıyor. Sulukule’den kentsel dönüşümle evlerinden çıkarılanlar mahalle hayatından alınıp bu sitelere yerleştirilmişti. Yani kamu için yapılan projeler ya kent merkezinden uzak ve tek tip bir hayat vadediyor ya da zaten onlar da ucuz değil.
Çevre, Şehir ve İklim Değişikliği Bakanlığı dönemine bir bakış
Bu sürece yalnızca Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) kararlarının bir istatistiki üzerinden okuyacağız çünkü Türkiye’deki çevre hareketinin de hukuki açıdan yoğun olarak mücadele edebildiği alanlardan biri burasıydı.
1993’te Türkiye’de uygulanmaya başlanan ÇED süreci, projenin çevreye vereceği etkinin ölçülmesi amacıyla belli kriterler üzerinden oluşturuluyor. Olumlu karar sayıları 2018-2022 yılları arasında hep oldukça yüksek bir seviyede ilerliyor. Bu olumlu kararlar Ak Parti iktidarındayken önceki yıllara göre artış gösteriyor, Özhaseki döneminde iki katına çıkıyor ve Kurum’un Bakanlığı döneminde de bu katsayı sürdürülüyor.
Aynı süreç ÇED Gerekli Değildir rakamları için de geçerli. 1999 yılında sayısı 524 olan ÇED Gerekli Değildir karar sayısı, 2022’de 4066’yı buldu. Yani ÇED süreci bir bakıma by-pass ediliyor.
İstanbul’un gündemi deprem ve ekonomi
Kurum’un çalışkan, düzenli ve kazandıran bir yönetici olduğu bütün bu verilere bakınca anlaşılabiliyor. Ancak bir de başka gerçekler var. İstanbul’da yaşamanın maliyeti geçtiğimiz yıla kıyasla yüzde 78 oranında artarak dört kişilik bir aile için aylık 49 bin 159 TL’ye ulaştı.
İstanbul Planlama Ajansı’nın Aralık 2023 verilerine göre İstanbulluların ilk sıradaki gündemi olası İstanbul depremi ve ekonomi oldu. (Sayfa 2) TÜİK’’e göre de Türkiye’nin yüzde 21,6’sı yoksul. Bu oran İstanbul’da yüzde 18. Yani kentin 2 milyon 837 bini yoksul. Bunun yanında Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde 1’inin toplam zenginlikteki payı yüzde 39,5. Asgari ücretin 17 bin 2 lira olduğu bir ülkede, üstelik yoksulluk sınırı 45 binken; 15 milyonluk nüfusa sahip bir kentin yüzde 18’i yoksulken, bütün bu ev ve arazi projelerinin sıradan İstanbulluyu hedeflemediği açık duruyor.
Emlak GYO bir TOKİ iştiraki, TOKİ Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı. Bütün bu kurumların zorunluluğu ise, kamu için çalışmak, tıpkı Büyükşehir Belediye Başkanlığı makamı gibi.
İBB Başkan Adayı Murat Kurum kamuyu eğer sadece yüzde 1’lik zengin kesimden ibaret görmüyorsa, İstanbul temelli 19 yıllık inşaat kariyerinde yapmadığını önümüzdeki iki ay içinde yapıp, geri kalan yüzde 99’u kapsaması gerekecek.