İzmir Toprak Koruma Kurulunun “tarım dışı planlanabilir” kararından sonra yapılaşmaya açık hâle gelen İnciraltı mevkii için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın hazırladığı imar planının yankıları sürüyor. Bahçelerarası Mahallesi’nde dedelerinden devraldığı çiftçiliği uzun yıllar sürdürmüş olan ve hâlen orada yaşayan mülk sahibi Ayten Güleryüz, imar planında arazisinin “turizm-ticaret alanı” olarak gösterildiğini, bu nedenle bağımsız bir konut projesi uygulamalarının mümkün olmadığını belirtti. Tarım vasfından çıkarılan arazilerde konut ile ticaret-turizm merkezlerinin yapılmasını öngören İnciraltı planının hazırlanmasında aktif rol oynayan İnciraltı Gelişim Derneği’nin (İNGE-DER) Başkanı Tayfun Karabulut ise İnciraltı’yla ilgili yapı projesinin hazır olduğunu ancak projeyi daha sonra açıklayacaklarını söyledi.
Bölgede yıllar içinde tarım faaliyetinin azalmasında sulama suyu sorunu ilk sıralarda yer alıyor. Su sorununu ortaya çıkaran temel neden tarım arazilerinin çevresine yapılan büyük alışveriş merkezleri olarak gösteriliyor. Aileden çiftçi olan 42 yaşındaki Kemal Cihan, inşa edilen AVM’ler yüzünden yıllar geçtikçe yeraltı sularının azaldığını, yeraltı sularına deniz suyu karıştığını ifade etti. Cihan, “Burası tarım bölgesi olmasına rağmen devletten hiçbir teşvik alamadık. Yıllardır kendi yağımızla kavruluyoruz. Su sorunu da baş gösterince işler iyice zorlaştı. Hâlbuki Balçova Barajı bu bölgenin tarım suyu ihtiyacını karşılamak için yapılmıştı. Ama baraj açıldıktan sonra sadece birkaç yıl su verilebilmiş. Sonra bir damla su alamadık” dedi.
“Proje var ancak şimdi açıklayamayız”
İzmir’in Balçova ilçesinde son 35 yılda imar planlarına konu olan birinci, ikinci, üçüncü derece doğal sit statüsündeki İnciraltı ve Bahçelerarası Mahalleleri için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yeni bir imar planı hazırladı. Revize edildikten sonraki hâliyle Aralık 2023’te yeniden askıya çıkarılan İnciraltı Turizm Merkezi 1/5000 ve 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Nâzım İmar Planları doğrultusunda İmar Kanunu’nun 18. maddesine göre bölgenin parselasyon planı yapılacak. Şahıslara ait her bir arazinin yüzde 40’ından fazlası kamu hizmetleri için kullanılmak üzere kamuya terk edildikten sonra mevcutta büyüklükleri 1 ile 60 dönüm arasında olan tarımsal nitelikli arazilerden iddiaya göre ikişer dönümlük imar parselleri çıkarılacak. Plana göre bölgede üçer katlı turizm-ticaret yapıları, ikişer katlı konutlar ve birer katlı günübirlik tesisler inşa edilecek.
İmar planı uygulama süreciyle ilgili bilgi veren İNGE-DER Başkanı Tayfun Karabulut, “Şimdi altlıklar yapılıyor. 18. madde uygulamasını yapacak arkadaşlar mayıs ayı içinde çalışmaya başlayacak. Önümüzdeki günlerde burada artık haritacıları göreceğiz” dedi. Karabulut, “İnciraltı’yla ilgili yeni plana göre bir proje hazırlandı mı?” sorumuza şu yanıtı verdi:
“Var ama bunu sizinle paylaşırsam kamuoyuyla da paylaşmış olacağım. Çünkü biz dernek olarak bu sürecin artık içindeyiz. Çevre Bakanlığı’nın da burada bir güven telkini var. O güveni karşılıklı sağlayabildik. Dolayısıyla bu sorular için biraz erken. Yakında çok özel bir mimarî tasarım açıklanacak.”
“İl Toprak Koruma Kurulunun kararı hukuken düştü”
İnciraltı ve Bahçelerarası Mahallelerinde imar ve yapılaşma yolunu açan İzmir İl Toprak Koruma Kurulunun 23 Eylül 2020’de aldığı “tarım dışı planlama yapılabilir” kararında planlama çalışması yapılmak istenen 711 hektarlık alanın yaklaşık 471 hektarlık kısmının “dikili ve mutlak tarım arazisi” 240 hektarlık kısmının ise “marjinal tarım arazisi” olduğu belirtildi. Ancak Kurul, oy çokluğuyla marjinal tarım arazisi vasfında olan kısım için “planlama yapılmasında sakınca olmadığına” dikili ve mutlak tarım arazisi vasfında olan kısmın da “kamu yararı kararı alınması şartıyla planlama çalışmasına dâhil edilmesine” karar verdi. Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği (TMMOB) Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi karara şerh düştü.
Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı Dr. Hakan Çakıcı, daha önce bölgeyle ilgili marjinal tarım arazisi statüsünün farazi bir şekilde “toprakta bor sorunu var” diyerek verildiğini belirtiyor. “Tamamının ‘mutlak tarım arazisi’ olarak değerlendirilmesi durumunda bölge tarım dışına çıkarılmayacaktı” diyen Çakıcı, İl Toprak Koruma Kurulunun kararının ise zamanında bir proje önerilmediği için hukuken düştüğünü söylüyor:
“Tarım dışı planlamaya açılan marjinal tarım arazilerinde doğrudan inşaat yapamazsınız. Sadece eko-köy, seracılık gibi özel projeler uygulayabilirsiniz. Ayrıca tarım dışına çıkarılan araziler hakkında kanuna göre iki yıl içinde bir proje önerilmesi gerekiyor. İnciraltı’yla ilgili imar planı 14 Mayıs 2023 seçimlerinden üç gün önce askıya çıkarıldı. Kurul ‘tarım dışı planlama yapılabilir’ kararını ise 23 Eylül 2020’de verdi. Bu süreçte somut bir proje önerilmedi. Dolayısıyla Toprak Koruma Kurulunun kararı hukuken düşmüş durumda.”
Bölgedeki arazilerin yarısı sermaye gruplarınca toplandı
Tarihi mandalina üreticiliği, çiçek, sebze yetiştiriciliği ve seracılıkla başlayan Bahçelerarası ve İnciraltı’nda aileler geçimini sahibi oldukları veya kiraladıkları tarlalarda çiftçilik yaparak sağladı. Birçok aile tarımcılığın genel sorunları, bölgede ortaya çıkan sulama suyu sorunu nedeniyle çiftçiliği bırakmak zorunda kalırken bölge tarımında çalışan işçi sayısı da giderek azaldı. Ancak 100 ila 120 aile hâlâ tarımcılığı sürdürüyor.
Kemal Cihan, Bahçelerarası’nda dedelerinden kalan topraklarda hâlâ tarımcılığı devam ettirenlerden. Anne ve babası yaşlanınca işleri devralan Cihan, iki dönümü kendine ait olmak üzere toplamda 27 dönüm tarlada kasımpatı, biber, patlıcan; sebze, çiçek yetiştiriyor. Kışınsa seracılık yapıyor. “Biz buranın son köylüleriyiz” diyen Cihan, bölgedeki tarım arazilerinin mülkiyetiyle ilgili şunları söylüyor:
“Araziler dedelerinden, babalarından çocuklara intikal ettiği için hisseli. Kardeşlerden biri maddî anlamda zora düştüğünde ya da kardeşler arasında anlaşmazlık çıktığında hissesini satabiliyor. Dışarıdan hisseyi alansa bu kez diğer hissedarlara izaleyi şüyuu (ortaklığın giderilmesi) davası açıyor. Davalar kardeşlere karşı arazide tek hissesi olan o kişinin lehine sonuçlanıyor genelde; arazinin tamamı kardeşlerden çıkıyor. Bu şekilde geçmişi tarımcılığa dayanan onlarca aile burayı bırakıp gitmek zorunda kaldı. Bölgede arazilerin yüzde 50’sinden fazlası maalesef büyük firmaların eline geçti. Alanlar zaten buraya tarım yapacağım gözüyle bakmıyor. Mesela bir Alman şirketi 300 dönüme yakın yer topladı. Bu arazileri alan kişilerin hiçbirinin tarımla işi yok.”
Sahil kıyısındaki konumuyla dikkat çeken Bahçelerarası ve İnciraltı’nda kime sorsanız aynı yanıtı veriyor: “Bölgedeki tarım arazilerinin yarısı büyük şirketler tarafından toplandı!” Yereldeki çeşitli kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre inşaat, otel, turizm, restoran, galericilik gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren Akgerman, Kâya ve Dabak ailelerinin; İZKA İnşaat, Zorlu Holding gibi birçok sermaye grubunun bölgede dönümlerce arazisi bulunuyor.
“Bizi mutlu eden parseli küçük tutmak oldu”
İnciraltı ile Bahçelerarası’nda yaklaşık 2 bin 200 hissedarın olduğunu bildiren İNGE-DER Başkanı Karabulut da bölgedeki mülkiyet değişimini doğruluyor. Ölümlerle birlikte hisselerin küçüldüğünü söyleyen Karabulut, “Bir arazinin içinde en az iki, en çok 30 hisse var. Bu hisselerden biri el değiştirdikten sonra eğer satın alan kişi bir simsarsa hemen o arazinin tamamını icra yoluyla satın almaya çalışıyor. Ata mirasın var. Satmak istemiyorsun ama hisseli olduğu için tek başına söz sahibi de olamıyorsun. Yabancı hissedarlar yüzünden gözyaşıyla arazisini satan çok oldu” diyerek ekliyor:
“O yüzden bu imar planında bizi mutlu eden parseli küçük tutmak oldu. Diyelim ki Özdilek emsali verilmiş ama imar parseli 20 dönüm yapılmış olsun. Toplam 30 kişi olacağız. Para olmadığı için kimsenin birbirinden satın alma şansı yok. Aramızda kim güçlüyse tüm hisseleri o alacak. Ama parsellerin küçük olduğunu düşünelim. Örneğin iki dönümlük konut parseli… O zaman herkes kendi başına ya da üç hissedar mülkiyetine devam ederek buradaki hayatını terk etmeyecek. Belki diyecek ki arazideki hissemi satmayıp beş dönümlük otel projesine ortak olmak istiyorum.”
“Evimizi, tarlamızı turizm-ticaret alanı olarak ilân etmişler”
Bahçelerarası’nda çiftçi bir aileden gelen 61 yaşındaki Ayten Güleryüz* dedelerinden kalan 4,5 dönümlük tarlada annesinden devraldığı sebze ve çiçek yetiştiriciliğini 30 yıl boyunca sürdürdü. Hâlen Bahçelerarası’nda tarlasının içindeki evde oturan Güleryüz, tarımda maliyetlerin artması, işçi çalıştıramaması gibi nedenlerle pandemi döneminde çiftçiliği bıraktı.
Mahallenin eski günlerinden bahseden Güleryüz, “Burada yetiştirdiğimiz çiçekler yurtdışına gönderilirdi. İstanbul’a mandalina, sebze buradan giderdi. Çoğu aile malûm sebeplerle tarımcılığı bıraktı. Ben de artık kendime yetecek kadar ekiyorum. Anne ve babaları vefat edince çok az kişi çiftçiliği devam ettirdi” diyor.
Güleryüz, Çevre Bakanlığı imar planını hazırlarken kendisi gibi çevresindeki mülk sahiplerinden görüş almadığı, planda arazisi ticaret-turizm alanı olarak belirlendiği için tepkili:
“Bir gün öğrendik ki evimizi, tarlamızı turizm-ticaret alanı olarak ilân etmişler. Burada yıllardır süregelen bir yaşamımız var. Ekip biçiyoruz. Doğayla, toprağımızla iç içeyiz. Düşünebiliyor musunuz; plana göre konut yapma imkânımız bile yok. Bizim arazinin de içinde olduğu ada ve altı parselde tek bir turizm-ticaret projesi uygulanacak. Ama projenin ne olduğunu bilmiyoruz. Bizi bilmediğimiz bir projeye dâhil ettiler. Sonradan arazi satın alanların hepsi şirket. İçlerinde mafya kılıklı insanlar var. Devlet bu imar planıyla bizleri o kişilerle ortak etti. Dosyamız hazır. İzaleyi şüyuu davası açacağız.”
İnciraltı Plajı hâtıralarda
İnciraltı-Bahçelerarası bölgesi, 1989’da “turizm merkezi alanı” ilân edildikten sonra farklı dönemlerde birçok imar planına konu oldu. Bölgenin “turizm merkezi” ilân edilmesi İnciraltı ve Bahçelerarası’nın tarımcılıkla gelen tarihinin paralelinde önemli bir yer tutan deniz kültürüne ve Balçova’nın termal suyu dolasıyla sağlık turizmi potansiyeline dayandırılıyor. 1950’li yıllarda İzmir Belediyesi imar müdürü Rıza Aşkan tarafından Bahçelerarası ile İnciraltı’nın kıyı kesiminde 30 kilometrelik hattın plaj, gazino, bin kişilik soyunma kabini ünitesi, 68 konut, çarşı, dükkânlar, çocuk oyun parkı ve otopark barındıracak biçimde düzenlenerek kullanıma açılması bugün hâlâ “İnciraltı Plajı” adıyla toplumsal bellekteki yerini koruyor.
Mimar Emel Kayın, Belediye Kampı olarak faaliyet gösteren bu tesisin dışında, bölgede çadırlı ve sinema perdeli ESHOT Kampı, derme çatma bir kurguya sahip diğer çadırlı kamplar ile bölgenin sonunda yine çadırlı bir kamp olan, ancak gazinosu ve hizmet birimleri de bulunan Astsubay Kampı bulunduğunu yazıyor. Bu düzenin 1960’lara kadar sürdüğünü belirten Kayın, “İnciraltı’nın erken plaj yapılaşmasında doğa gözetilmiş, 1970’lerden sonra ise ölçek değişmeye başlamıştır” diyor.
Eski planlar iptal edildi, yenileri hakkında dava açıldı
İnciraltı-Bahçelerarası 1989’da turizm merkezi alanı ilân edildikten sonra 2000’lerin başında bölge hakkında imar planı çalışmaları hızlandı. İzmir’in EXPO (Dünya Fuarı) 2015-2020 adaylığında yer olarak İnciraltı’nın belirlenmesiyle Çevre ve Şehircilik ile Kültür ve Turizm Bakanlıkları, İzmir Büyükşehir Belediyesi İnciraltı-Bahçelerarası’yla ilgili 2007, 2009, 2011, 2012 ve 2013 yılında birbirine benzeyen imar planları hazırladı.
İmar planları ekili dikili araziler, doğal çevre, tarım, orman, lagün, sulak alan ve ekoloji gibi konularda koruma-kullanma dengesi gözetilmediği için meslek örgütleri, sivil toplum kuruluşları tarafından dava edildi. TMMOB Mimarlar Odası İzmir Şubesi 2013’te imar planları hakkında şu açıklamayı yaptı:
“2013’te Balçova ilçesinde mevcut 110 bin metrekare AVM alanı bulunmaktayken, EXPO planı ve Üçkuyular’daki henüz uygulanmayan 100 bin metrekarelik AVM alanı da dâhil olmak üzere bölgede yaklaşık 400 bin metrekare AVM alanı önerilmektedir. Bu alan da 10 adet Göztepe Spor Tesisi veya 20 adet Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi alanına eşittir.”
Dönemin Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar ise 2013’teki imar planlarını “İnciraltı’nın cazibesini artırarak konut yatırımcısını bölgeye çekecek bir planlama yaptık” sözleriyle savundu.
Çevre Bakanlığı, bugünkü İnciraltı Turizm Merkezi 1/5000 ve 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Nâzım İmar Planlarını da İzmir İnciraltı Termal Turizm Merkezi sınırlarını genişleten 29 Ocak 2021 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararından sonra hazırladı. Planlara mahkemenin iptal ettiği Körfez Geçit Projesi’nin işlenmesi büyük tepki çekti. İzmir Büyükşehir Belediyesi (İzBB), Balçova ve Narlıdere Belediyeleri planlara itiraz etti.
Önceki dönem İzBB Başkanı Tunç Soyer, planları “bilgilendirilmediğimiz ve bize gösterilmeden hazırlanan planlar” diye yorumladı. Soyer, İzBB’nin İnciraltı için yaptığı taslak imar planı çalışması 2018, 2019, 2020 yıllarında Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na iletilmesine rağmen bakanlığın planları değerlendirmeye almadığını açıkladı:
“Belediyemizce Turizm, Ticaret, Konut kullanımlarında belirlenen inşaat alanı, bakanlık tarafından onaylanan planda yaklaşık iki katına çıkartılmıştır. Bizim önerdiğimiz planda kıyı boyunca tüm İzmir halkının dinlenme, eğlenme ve rekreatif ihtiyaçlarının karşılanması adına büyük kentsel yeşil alanlar ayrılmış, bakanlık tarafından onaylanan planda ise kıyı alanı üst ölçekli planlara aykırı olarak büyük ölçüde yapılaşmaya konu edilmiştir.”
Soyer, 2023’ün temmuz ayında katıldığı bir programda imar planları hakkında dava açacaklarını duyurdu. Eylül ayında ise TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu (İKK) dava açtı. Planlar Çevre Bakanlığı tarafından revize edildiği duyurulmasından sonra Aralık 2023’te yeniden askıya çıktı. TMMOB İKK, yerel seçimlerden sonra 5 Nisan’da yaptığı basın açıklamasında ise 31 Mart’ta seçilmiş olan İzBB Başkanı Cemil Tugay ile Balçova Belediye Başkanı Onur Yiğit ve Narlıdere Belediye Başkanı Erman Uzun’a şu sözlerle seslendi: “Tarım alanlarının korunması ve artırılması üzerine program hazırlatan partinin belediye başkanları İnciraltı’na itiraz etmek zorundadır. Belediye başkanları bu sürece sahip çıkmalı.”

İnciraltı bölgesi hava fotoğrafları. İzmir Büyükşehir Belediyesi 2 Boyutlu Kent Rehberi görüntüleri kullanılarak üretilmiştir. | Kaynak: Ilgaz Su Aktaş.
“Kaçak yapılar plana emsal olamaz”
TMMOB Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi ve şehir plancısı Ilgaz Su Aktaş, İl Toprak Koruma Kurulunun 2010’da bölgeyi tarım dışı kullanıma açan kararının, art arda onaylanan imar planlarının TMMOB’a bağlı meslek odalarının yürüttüğü hukukî mücadele sonucunda iptal edildiğini söylüyor. Aktaş, bölgenin 1989’da “turizm merkezi alanı” ilân edilmesinden sonraki süreci şöyle özetliyor:
“1989 yılından önce onaylanan planlarda bölgenin Tarım Alanı niteliğinin korunmuş olduğunu, daha çok kuzey kısmının planlara konu edildiğini söylemek mümkün. Ancak 1989 yılı sonrasında İnciraltı için yeni bir sayfa açıldı. Bu tarihten itibaren ‘turizm merkezi alanı’ ve sit alanı sınırları ve statüleri farklı kararlar neticesinde değişikliğe uğradı. Aynı zamanda alanın bütünlüğünü tehdit eden ve İnciraltı’nın yapılaşma baskısını günümüze taşıyan İzmir-Çeşme Otobanı ve Özdilek turizm ve alışveriş merkezi planları gibi pek çok parçacıl plan üretildi. Tüm bu uygulamalar bir yandan da alanı sermaye için cazip kıldı: Tarım alanlarında ‘tarımsal amaçlı yapı’ kullanımı adı altında havuzlu, lüks villalar ortaya çıktı. Ayrıca İnciraltı bölgesinde süreç içerisinde pek çok kaçak yapılaşma meydana geldi. Bu eğilim günümüzde de devam ediyor. Bu kaçak yapılaşmalar alanın yapılaşmaya açılması için gerekçe olarak gösterilmektedir. Oysa yasal dayanaktan yoksun uygulamaların planlamaya altlık teşkil etmesi söz konusu olamaz.”
“Kaçak yapılara işletmelerden vergi toplamak için izin verildi”
Özdilek ve 27 katlı gökdelen otel bulunan İnciraltı ile Bahçelerarası’nın güneyindeki otoban yolunun yanında uzanan otoyol boyunca yıllar içinde yüzlerce kafe, restoran, nargile salonu, oyun parkı, karavan parkı, mangal yeri açıldı. Son 20 yılda kır düğünü konseptiyle açılan düğün salonları bölgede trafiği saatlerce kilitleyecek derecede arttı. Bahçelerarası’nın iç kesiminde ise yıllar içinde halı yıkamacı, oto tamirci, oto yıkamacı, demirci, marangoz gibi pek çok dükkân, depo faaliyete geçti. Bahçelerarası Mahallesi muhtarı Erkan Mutlu, bölgedeki işletmelerin yüzde 80’inin kaçak olduğunu belirtiyor.
Bölge halkı bu plansız-kaçak yapılaşmadan şikâyetçi ve bölgenin bu hâle gelmesini İnciraltı ve Bahçelerarası’yla ilgili uygun bir plan yapılamamasına bağlıyor. Bahçelerarası’nda çiftçi Kemal Cihan, “İnsanlar yıllarca plan yapılacak denilerek oyalandı. Bölge yıllarca plansız bırakıldığı için tarım alanı olmaktan da çıktı. Devlet bu kaçak yapılara işletmelerden vergi toplamak için izin verdi. Yoksa tarım alanında düğün salonunun ne işi var? Mesela ben çiftçiyim. Erken yatıp erken kalkmam lâzım. Ama burada 2.00’ye kadar düğün salonu seslerinden uyku uyunmuyor” diyor.
Bölgede tarım işçiliğinden çiftçiliğe uzanan bir yaşam
Peki uzun yıllar tarım yapılan Bahçelerarası ile İnciraltı’nda tarımcılık neden geriledi? Bölgede tarım canlandırılabilir mi?
Yılmaz Kuşkovan 40 yıldan beri Bahçelerarası ve İnciraltı’nda kiraladığı tarlalarda çiftçilik yapıyor. Kurduğu seralarda kışın çiçek yazınsa sebze yetiştiriyor. Tarlasında ziyaret ettiğimiz Kuşkovan, bu mevsim ektiği fasulye fidelerini gösteriyor. “Bu fasulyeyi” diyor, eliyle kuzeyi göstererek “bir kilometre metre ötede eksen yetişmez.” Nedenini Özdilek adlı alışveriş merkezi ile gökdelen otelin temelinin yeraltı sularının dengesini değiştirmesi olarak anlatıyor.
Ailesiyle ektiği tarlanın kıyısındaki evde yaşayan Kuşkovan, sorunlardan bahsederken ilk sıraya tarımın artan maliyetlerini koyuyor. Bin 500 metrekare tarlayı ailesiyle birlikte işleyen Kuşkovan, “Ekip biçiyorsun ama maliyeti karşılayamıyorsun. Giderin belli, ürününe karşılık kazanacağın ise belirsiz. Geçen sene 10 bin lira olan tarla kirası şimdi 30 bin lira. İki sene önce 190 liradan aldığım gübre şimdi bin lira; 300 liraya aldığım tohum şimdi 900 lira. Su motoru çalışıyor. Ortalama her ay bin 500 lira elektrik faturası geliyor. Hayvan gübresi alamıyoruz. İşçi çalıştırmaya kalksan bugün bir yevmiye 600 ila 700 lira. Giderler yarı yarıya artıyor. Bu yüzden aile üyeleriyle birlikte çalışıyoruz. İşe giden çocuklarım akşam serada, tarlada çalışıyor” diyor.
Kuşkovan, bir sera kurmanın maliyetinin 100 bin lira olduğuna ve tarımcılıkta bunun ancak üç-dört yılda kendini amorti ettiğine dikkat çekiyor. “Karnımızı doyuruyoruz ama işçilik ederek verdiğimiz emeğin karşılığını alamıyoruz” diyen Kuşkovan için tarım temel geçim kaynağı:
“12 yaşından beri tarladayım. 1980’de Ordu’dan geldikten sonra Bahçelerarası ve İnciraltı’nda uzun bir süre tarım işçiliği yaptım. Sonra tarla kiralayarak çiftçilik yapmaya başladım. Evlendim. İki oğlum ve bir kızımdan ikisini evlendirdim. Bunlar hep çalışmayla oldu. Memlekette anne ve babamızdan kalan tek bir mal yoktu. Burada dededen, babadan arazi intikal edenler en azından arazisini işletmelere kiraya verip geçinip gidiyor. Ama ben bu işi yapmasam geçinemem.”
“Tarım bölgesinde AVM’nin ne işi var?”
Çiftçi Kemal Cihan’ın tarlası ise biraz daha ileride. Şimdilerde kasımpatı ve patlıcan yetiştiren Cihan, bulunduğu yerde suyun çok kısıtlı olduğunu söylüyor. Suyun kalitesinin düşük olması nedeniyle kasımpatı çiçeklerinin yapraklarının yandığını anlatan Cihan, “Su motorunu çalıştırdıktan bir saat sonra su bitiyor. Sonra tekrar su gelsin de çekelim diye bekliyoruz. Tuzlu su baskın geldiği için özellikle de denize yakın arazilerdeki mandalina ağaçları kurudu. Ürettiğimiz kasımpatı çiçeklerinin çoğunun da yaprakları yanık. Hâliyle pazar değeri düşüyor” diyor. Cihan, bugün gelinen noktada öfkeli:
“Gücü olan tarım alanına gökdelenini dikti. Burası mandalina, sebze, çiçek yetiştirilen bir bölge. Daha önce bademli tarlalar vardı. Bahçelerarası’nın adı da oradan geliyor. Devlet burayı çok önce tarım alanı olarak tanımlamış. Ama otoban neden bademli tarladan geçirildi? Tarım bölgesinde AVM’nin ne işi var? Bu yapılara müsaade edilmeseydi, tarımcılığa teşvik verilseydi; burada domatesin, biberin, patlıcanın âlâsı yetiştirilirdi. Karanfil üretimi bitme noktasına gelmezdi.”
İlk darbe İzmir-Çeşme Otobanı’yla geldi
Şehir plancısı Aktaş’a göre bölge ilk darbeyi 1989 itibarıyla Bahçelerarası’nın güneyindeki araziler istimlak edilerek tarlalardan İzmir-Çeşme Otobanı geçirildiğinde aldı. Bahçelerarası ve İnciraltı mahalleleri bu otobanla fizikî olarak ikiye bölünmüş oldu. Aktaş şunları söylüyor:
“İnciraltı bölgesinin bütünlüğünü ve tarımsal niteliğini tehdit eden ilk ve en önemli uygulama kuşkusuz İzmir- Çeşme otoyolu. 1989 yılına tarihlenen bu Yonca Kavşak ve Otoyol Mevzi Planı ile otoyol güzergahı Bahçelerarası bölgesinin bütünlüğünü tamamen bozdu ve alandaki tarım alanlarını parçaladı. Aynı zamanda bu plan ile otoyol güzergahının güneyi alışveriş merkezleri olarak belirlendi ve ilerleyen yıllarda bölgede art arda sayısız AVM inşa edildi. Balçova’da 2002’de Özdilek ve yanına 27 katlı otelin inşa edilmesiyle başlayan AVM furyası Agora, Palmiye, Kipa, Encore Otel, Koçtaş, Asmaçatı ve son olarak da İstinye Park gibi büyük alışveriş merkezleri ve çok katlı otellerle devam etti.”
AVM’ler nedeniyle su azaldı ama su için hâlâ bir umut var
Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı Dr. Hakan Çakıcı, İnciraltı ve Bahçelerarası’nı besleyen su kaynağının Balçova’nın tepelerinden gelen yeraltı suları olduğunu belirtiyor. AVM gibi büyük yapıların yapılmasının bölge tarımı üzerine etkisini “Bir bölgede toplanan alışveriş merkezlerinin kazılan temelleriyle o tepelerden gelen suya set çekildi. Dağdan gelen yeraltı suları her yıl biraz daha azaldı. Hâlbuki oradan gelen sular deniz suyunu da baskılıyordu. Tatlı su azalınca içeriye deniz suyu girmeye başladı” sözleriyle anlatıyor.
Çakıcı’ya göre tarımsal üretimin yapıldığı İnciraltı ve Bahçelerarası’nda çarpık ve plansız yapılaşma tarımın yıllar önce gözden çıkarıldığının göstergesi.
Çakıcı, İnciraltı-Bahçelerarası tarımında su sorunun çözümüne ilişkinse Balçova Barajı’nı işaret ediyor. 1980’de açılan Balçova Barajı, yerel halkın verdiği bilgilere göre bölgede tarım yapan toprak sahiplerinin girişimleriyle tarımsal sulama için yapıldı ancak barajdan tarım bölgesine birkaç yıl su verildikten sonra baraj, şehrin su ihtiyacını karşılamak için kullanılmaya başlandı. Çakıcı, bölgedeki tarım suyu ihtiyacını gidermek için hâlâ bir şansın olduğunu hatırlatıyor:
“Geçmiş dönemlerde barajdan su verilebilseydi, şimdi bu noktaya gelinmeyecekti. Ama hâlâ bir şans var. Balçova Barajı’ndan bölgeye su verilebilir. Bu teknik olarak basınçlı sulama sistemleriyle mümkün. Bölgede hâlâ temiz su olan sondajlar var. Yani istendikten sonra ‘su sorunu’ çözülebilir. İnciraltı ve Bahçelerarası’nın hem doğal hâlini koruyacak hem de bölge halkını mağdur etmeyecek bütünlüklü plan ve projeler yine yapılabilir. Örneğin eko-köy, eko-tarım ve yıllar evvel ‘turizm bölgesi’ ilân edilmiş olduğu için de eko-turizm ağırlıklı projeler… Ama büyük tarım arazilerini küçük imar parsellerine böldüğünüzde hiçbir şeyi kontrol edemezsiniz.”
498 hektarlık planlama alanının 308 hektarı yeşil alan
Çevre Bakanlığı’nın 13 Aralık 2023’te onayladığı İnciraltı Turizm Merkezi İmar Planlarının açıklama raporunda “Planlama alanı sınırları dâhilinde yapılan mevcut arazi durumu tespit çalışmasında ağırlıklı kullanım dikili ve ekili tarım alanları ve sera alanlarına aittir” deniliyor. 498 hektarlık planlama alanının mevcutta 100 hektarı dikili tarım, 68 hektarı ekili tarım, 68,7 hektarı boş tarla, 55 hektarı sera, dokuz hektarı ağaçlık, dört hektarı park alanı; 1,2 hektarı fidanlık, 0,89 hektarı da pasif yeşil alan…
498 hektarlık planlama alanında toplamda 308 hektardan oluşan mevcut ekili-dikili-tarla-sera-park alanı dolayısıyla yeşil alana karşılık mevcutta konut alanı 42 hektar, ticaret alanı ise 28,8 hektar. İnciraltı ve Bahçelerarası sakinleri, Tarım İl Müdürlüğü’nün iki-üç yıl önce ev ev, tarla tarla gezerek hangi arazide ne kadar ağaç, bitki olduğunu tespit ettiğini söylüyor ancak imar planlarının raporunda buna ilişkin herhangi bir istatistik yer almıyor.
Tarihi dolayısıyla tarım mahallelerinde büyük mandalina bahçelerinin yanında farklı türden yüzlerce ağaç var. Mahalle sınırlarında olup binlerce ağacın yaşadığı İnciraltı Kent Ormanı ile Çakalburnu Lagünü’nün ise plan notlarında planlama alanının dışında olduğu belirtiliyor.
“İnciraltı-Bahçelerarası ile Çakalburnu Dalyanı’nın bütüncül bir ekosistemi var”
Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Ilgaz Su Aktaş, İnciraltı-Bahçelerarası bölgesinin sulama olanaklarına bağlı olarak günümüze kadar sulu tarım ve kuru tarım arazisi olarak kullanılma eğiliminin günümüzde de devam ettiğini vurguluyor. “Bölgenin tarım alanı olduğunun aksini gösteren herhangi bir bilimsel çalışma bulunmamaktadır” diyen Aktaş, İnciraltı ve Bahçelerarası’nın tarımsal niteliğinin Çakalburnu Lagünü için de yapılaşmaya karşı tampon görevi üstlendiğini söylüyor.
İnciraltı ile Bahçelerarası bölgesinin bütüncül bir ekosistemi olduğuna, “şehir planlama açısından da” “kamu yararı açısından da” herhangi bir yapılaşmaya söz konusu edilemeyeceğine dikkat çeken Aktaş şöyle devam ediyor:
“Önemli sulak alanlarımızdan biri olan Çakalburnu Dalyanı’nı flamingo, yalıçapkını, karabatak ve pelikan gibi birçok türün üreme alanı olarak kullandığı bilinmektedir. İnciraltı Kent Ormanı ise binlerce ağacıyla, endemik bitkileriyle kentimizin en önemli açık yeşil alanlarından biri. Bu doğrultuda gerek florası ve faunası gerek doğal yapısıyla İnciraltı, içerdiği tüm bu değerlerinin tekil anlamının da ötesinde bize bütüncül bir ekosistem ve bir biyolojik rezerv alanı niteliği sunuyor. Özellikle son yıllarda etkisini daha fazla hissederek yaşadığımız gıda krizi, iklim krizi gibi pek çok krizle karşı karşıya olduğumuz süreçte tarımsal nitelikli alanlarımızın ve doğal alanlarımızın korunması çok daha elzem hâle gelmiştir.”
Son zamanlarda valilik genelgelerini uygulayan belediyeler sokak ve parklarda yaşayan köpekleri toplarken, iktidar partisi ile bazı siyasî partilerin yerel seçim beyannamelerinde “tüm hayvanların toplanarak barınaklara kapatılacağını” beyan etmeleri hayvanların yaşamına, geleceğine yönelik kaygıları artırdı. AK Parti yerel seçim beyannamesinde hayvanlar “güvenli şehirler ve sokaklar” başlığı altında ele alınarak sokak hayvanlarının, sayısı artırılacak olan barınaklara toplanacağı belirtildi.
Yeniden Refah Partisi’nin (YRP) seçim beyannamesinde “sokaklardaki bütün köpekleri düzenli bir şekilde toplayarak kısırlaştırıp barınaklara yerleştireceğiz” ifadesi kullanıldı. YRP ayrıca beyannameye bütün parklara ‘evcil hayvan saati’ uygulaması getireceklerini yazarak evde bakılan hayvanlar ile hayvan ebeveynlerini de hedef aldı. “Sokak Köpekleri Sorunu” başlığıyla bir rapor hazırlayan Saadet Partisi (SP) ise “hayvan hakları” kavramının “sorunun çözümünü geciktirdiğini” savunarak “sokakta tek bir köpek bırakılmayacağını” beyan etti. Bu partilerin belediye başkanı adayları miting ve toplantılarda bu beyanlar üzerinden propaganda yapıyor.
Dört Ayaklı Şehir: Kent, Doğa, Hayvan Çalışmaları Derneği’nin gönüllü koordinatörü Dr. Mine Yıldırım; AK Parti, YRP, SP’nin hayvanlara karşı yaklaşımını “Sokak hayvanları kent sakinleridir ve her biri bir komşumuzdur. Nasıl ki sevmediğimiz komşumuzun öldürülmesini talep edemezsek; çevremizdeki hayvanların varlığına, yaşamına da saygı duymak zorundayız! Siyasal İslamcıların hayvanları düşmanlaştırması toplumdaki kültürel pratiklere, komşuluk, dayanışma, hayvanı sokakta yaşatma geleneğine ciddi bir saldırıdır” diye yorumluyor.
Hayvan hakları üzerine çalışan hukukçular ise köpeklerin belediyeler eliyle sokaktaki yaşama alanından koparılarak barınaklara hapsedilmesi, yerleşim alanlarından uzak yerlere bırakılması gibi fiilleri hayvana karşı “idarî şiddet” diye nitelendiriyor. Konya Barosu Hayvan Hakları Komisyonu üyesi Avukat Nur Hâlet Avcıoğlu, idareden hayvanlara gelen şiddet fiillerinin her birinin kanunlar uyarınca suç teşkil ettiğini söylüyor:
“Barınak deyince insanların kafasında bir yuva ve hayvanın bakımının yapıldığı bir hizmet oluşturmaya çalışılarak ‘Hayvanlar sokakta perişan. İnsanlar da bundan rahatsız. Çözümü hepsinin barınaklarda yaşamasıdır’ şeklinde bilinçli bir propaganda sürdürülüyor. Hâlbuki işin aslı barınak diye bir tanımlama kanunda bile geçmez. Kanunda belirtilen hayvanların tedavi, kısırlaştırma ve aşılama işlemlerinin yapıldığı ve geçici süreyle tutulduğu bakım ve rehabilitasyon merkezidir. Bu merkezlerde hayvanlar için kalıcı ve ömrünün sonuna dek bir hayat sürdürme planı kabul edilemeyeceği gibi sürdürülebilir bir plan da değildir. Hiçbir canlı sırf türü farklı diye ömür boyu hapse mahkûm edilemez.”
Erdoğan’ın söyleminden sonra toplama vakaları ve katliamlar arttı
Hayvanları Koruma Kanunu’na göre sokakta ‘sahipsiz’ olarak adlandırılan kedi ve köpeklerin aşı, kısırlaştırma, tedavilerinin yapılmasından ve tedavisi tamamlanan hayvanların alındığı noktaya bırakılmasından il ve ilçe belediyeleri sorumlu. Kanuna göre sokak hayvanları sadece belediyelerin veterinerlik hizmetleri müdürlüklerince tedavi ve rehabilitasyon için sokaktan alınabiliyor. Yasada “sokaktan alınan hayvanların tedavi süreci tamamlandıktan sonra yine aynı noktaya bırakılması esastır” deniliyor.
Ancak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 23 Aralık 2021’de “Sahipsiz hayvanların yeri sokaklar değil barınaklardır” demesinden sonra AK Partili il ve ilçe belediyeleri sokakta yaşayan köpekleri sistematik olarak toplamaya başladı. Afyonkarahisar’da Sandıklı Belediyesi, İzmir’de Bayındır Belediyesi’nin çalışanları sokaklarda zehirli iğneyle öldürdüğü köpekleri gömerken görüntülendi. Ankara’da Mamak, İstanbul’da Bayrampaşa, Bağcılar Belediyeleri sokaklarda, parklarda uyuyan köpekleri topladı.
Birçok belediye, köpekleri sokaktan toplarken kamu vicdanını yaralayan durumlar yaşandı. Hayvan hakkı savunucuları hayvanların toplanmasına ve toplama sırasında hayvanlara eziyet edilmesine, hayvanların öldürülmesine büyük bir tepki gösterdi. İlk açıklamasının üzerinden 20 ay geçtikten sonra, 21 Ağustos 2023’te Erdoğan, “Gerek ilgili bakanlık gerekse belediyeler köpekleri barınaklara topluyor ama toplamak işi bitirmiyor. Bunları barınaklar çerçevesi içerisinde bir yerlerde toparlamak lazım” sözleriyle sokakta yaşayan köpeklerin toplatılmasını bir kez daha savundu.
“Kedi, köpek binlerce yıl önce evcilleştirildi, ‘şimdi sizi istemiyoruz’ diyemeyiz”
Hedef alınmasıyla birlikte ülkede hayvanların yaşamlarının büyük bir tehlikeye girdiğini anlatan Ankara Barosu Hayvan Hakları Merkezi’nin Başkanı Tuğba Gürsoy, hayvanlara karşı uygulamaların ve nefret içerikli ifadelerin vicdana, yasaya aykırı olduğunu söylüyor. İktidar medyası, bazı medya kuruluşları ve sosyal medya hesaplarının sistematik olarak “başıboş köpek sorunu” veya “köpek terörü” diye yayımladıkları içeriklerle hayvanlara karşı “karalama kampanyası” yürütülmesine tepki gösteren Gürsoy, bu şekilde “köpekler düşman” algısı yaratılarak, bunun topluma empoze edilmeye çalışıldığını belirtiyor.
Gürsoy, “Sokaktaki hayvanlara karşı sorumluluklarımız var. Köpekler, kediler binlerce yıl önce evcilleştirip hayatımıza dahil ettiğimiz; sokağımızı, yiyeceğimizi, sevgimizi paylaştığımız hayvanlar. Şimdi ‘artık sizi istemiyoruz’ demek insanlık dışı bir söylemdir” diyor.
“Hayvanları Koruma Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden bugüne tam 20 yıl geçti. Devlet görevlileri ve özellikle belediyeler kanunda yazan görevlerini yapmış olsaydı, bir noktadan topladıkları köpekleri toplu hâlde şehir çeperlerindeki mahallelere bırakmasaydı köpeklerle ilgili bazı noktalarda sorunlar olmayacaktı” diyen Gürsoy, olayların tüm faturasının hayvanlara kesildiğini söylüyor.
Valilik genelgeleriyle süreç hızlandı
İzmir, İstanbul Büyükşehir Belediyeleri ile Karşıyaka, Borçka, Sarıyer, Beylikdüzü, Ataşehir, Şişli Belediyeleri kısırlaştırma, aşılama, kimliklendirme uygulamasından sonra hayvanların alındığı yere bırakıldığını açıklasa da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatını uygulayan valilikler ve diğer belediyeler eliyle köpeklerin sokaklardan toplatılması süreci hızlı ilerliyor.
İstanbul Valisi Davut Gül, Haziran 2023’te göreve atanır atanmaz İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve 39 ilçe belediyesi ile kaymakamlıklara sokak köpeklerini toplamaları için talimat yazısı yazdı. Gül, ocak ayında katıldığı bir televizyon programında da “Ya komple hepsini uyutacaksınız ya da komple aynı anda hepsini kısırlaştıracaksınız” sözleriyle belediyeleri kanuna aykırı fiillerde bulunmaya teşvik etti. Ankara Valiliği de 18 Aralık 2023’te sokak köpekleriyle ilgili Ankara Büyükşehir Belediyesi ile 25 ilçe belediyesine “sahipsiz hayvanların bakım evlerine alınması” için “acele” koduyla bir genelge gönderdi.
“Bu merkezlerde hayvanlar için kalıcı ve ömrünün sonuna dek bir hayat sürdürme planı kabul edilemeyeceği gibi sürdürülebilir bir plan da değildir”
CHP’li İzmir ve İstanbul büyükşehir belediye başkanları “hayvanları kısırlaştırma, aşılama ve kimliklendirme işleminden sonra alınan noktaya bırakma” uygulamasında bir değişiklik olmadığını açıklarken, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş aksi yönde bir tutum aldı. Yavaş, 9 Aralık 2023’te sokak hayvanları sorunundan bahsederek “sorunun kısırlaştırmayla çözülemeyeceğini” savundu. Göreve geldiğinden beri 80 bin kısırlaştırma yaptıklarını öne süren Yavaş, “sahipsiz köpekleri barınaklarda misafir edeceklerini” açıkladı. Yavaş’ın “Eğer çok istiyorlarsa hayvanseverler de elini taşın altına koysun. Destek oluruz, sahiplensinler. Sahipsiz hayvan olmaz” sözleri de dikkat çekti. CHP’li Arhavi Belediyesi’nin ise çamaşır ipiyle topladığı köpekleri sel olayından sonra kapatılan hayvan barınağına bıraktığı iddia edildi.
“Toplama, sürgün, tecrit; her biri bir suçtur”
Konya Barosu Hayvan Hakları Komisyonu üyesi Avukat Nur Hâlet Avcıoğlu, hayvan bakımevi bulunmayan belediyelerin bile sokaklardan hayvan topladığını söylüyor. “5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6. maddesi, bir hayvanın ancak tedavi amacıyla yerinden alınıp tedavisi tamamlandıktan sonra yine aynı noktaya bırakılacağına hükmediyor” diyen Avcıoğlu, bunun dışında hayvanları doğrudan toplama, sürgün ve tecrit etme gibi pratikleri kesin bir dille “suç” olarak nitelendiriyor.
Avcıoğlu, Merkezî iktidarın il ve ilçe teşkilatları üzerinden yerel yönetimlere gönderdiği talimatları yerine getiren ya da kendiliğinden harekete geçen belediyelerin yaptıkları toplama işleminin keyfî bir uygulama olduğunu vurguluyor.
“Sahipsiz hayvanların yüzde yüz saldırgan olduğuna dair bir algı oluşturuyorlar. Hayvanları hedef alan vaatler ile toplama fiili; her biri kanuna aykırı”
Ve ekliyor: “Belediyeler bakım evi olmasa da kısırlaştırma yapamasa da tedavi edemese de kanuna aykırı olsa da toplama yapıyor. Toplamayı da usûl bilmeyen, hayvanın canlı olduğunu unutmuş yetkisiz, bilgisiz elemanlarıyla yapıyor. Topladıkları hayvanları maalesef bir atık gibi yerleşim alanlarından uzak yerlerde aç, susuz, vahşi yaşam tehlikelerine açık bir şekilde ölüme terk ediyorlar. İktidar, bazı siyasetçiler köpeklerin yerinin barınak olduğuna, köpekler sebebiyle olağan hayatlarına devam edemeyen insanların varlığına inandırmaya çalışıyor toplumu. Sahipsiz hayvanların yüzde yüz saldırgan olduğuna dair bir algı oluşturuyorlar. Hayvanları hedef alan vaatler ile toplama fiili; her biri kanuna aykırı. İdareciler hayvanların yaşama hakkını hiçe sayan eylemlerin faili oluyorlar.”
“Bir canlıyı katletmenin yasal zeminini hazırlayan kişilerin olduğu sokakların güvenli olacağını kim iddia edebilir?”
Kamusal alanda insanlarla iç içe yaşayan hayvanlar seçim malzemesi hâline getirilirken önceki hafta AK Parti Akşehir Belediye Başkanı adayı Yusuf Kahraman, “Köpekler sokaklardan toplanarak beş ay bakım merkezinde tutulacak. Bu sürenin sonuna kadar sahiplendirilmeyen köpekler itlaf edilecek (öldürülecek)” sözleriyle hayvanlar hakkında nefret söyleminde bulundu.
Avukat Avcıoğlu, “Güvenli sokak kedi ve köpekten arındırılmış sokak demek değildir” sözleriyle hayvanları hedef alan siyasî partilere, belediye başkanlarına ve siyasetçilere itiraz ediyor; “Kedi, köpek yok. Demek ki güvendeyim ve her şey yolunda demek; mantık çerçevesinde bir yaklaşım olmaktan oldukça uzaktır” diyor.
“Seçimle işbaşına gelmeye çalışan şahıslar yasaya aykırı şekilde konuşabiliyor, vaat verebiliyor; bu durum üzerine soruşturma geçirmiyor ve alkışlanıyorsa sadece hayvanları değil, insanları da koruyan kanunlara o ülkede ihtiyaç duyulmuyordur”
Avcıoğlu, sokakta yaşayan hayvanlar ile insanları, özellikle de çocukları savaşın iki tarafıymış gibi gösteren, bunun üzerinden algı oluşturan zihniyeti eleştiriyor: “Öldürmeyi normal bir fikirmiş gibi sunmaya çalışan, bir canlıyı katletmenin yasal zemine oturtulmasını isteyen kişilerin olduğu sokakların güvenli olacağını kim iddia edebilir? Daha basit sormak gerekirse kedi ve köpekler üzerinden ilkel duygularını tatmin etmeye çalışan ve öldürmek için sırada bekleyenlerle, sırf iki ayağı var diye beraber yaşayıp nasıl güvende kalabiliriz?”
Demokratik bir devlette demokratik seçimlere katılan siyasî partilerin, adayların kanunun uygulanması için çalışacağını anlatmaktan başka yolu olamayacağını belirten Avcıoğlu, “Seçimle işbaşına gelmeye çalışan şahıslar yasaya aykırı şekilde konuşabiliyor, vaat verebiliyor; bu durum üzerine soruşturma geçirmiyor ve alkışlanıyorsa sadece hayvanları değil, insanları da koruyan kanunlara o ülkede ihtiyaç duyulmuyordur. Böyle bir ülkede insan-hayvan fark etmeksizin kimsenin güvencesi yok demektir” diyor.
“İstediğiniz kadar iyi bakım merkezleri kurduğunuzu savunun, bu model kanuna aykırıdır”
Kamuoyunda “barınak” diye bilinen tesisler hayvanlar için ne anlama geliyor? Türkiye’de il, ilçe, belde olmak üzere bin 400 belediye var. Kanuna göre nüfusu 25 bini aşan il ve ilçe belediyeleri hayvanların rehabilitasyonunun sağlanması amacıyla bakım evleri kurmakla yükümlü. Yasaya göre “bakım evleri” tedaviye ihtiyaç duyan hayvanlar için kurulan yerler olarak bir istisna niteliğinde. Dört Ayaklı Şehir: Kent, Doğa, Hayvan Çalışmaları Derneği’nin gönüllü koordinatörü Dr. Mine Yıldırım şunları söylüyor:
“Belediyelerin veterinerlik birimleri aşı, tedavi, kısırlaştırma için sokaktan aldığı hayvanı süreç tamamlandıktan sonra herhangi bir mahalle veya herhangi bir yere değil, alıştığı yere geri bırakmakla yükümlüdür. Kanun bunu emrediyor. Bunun dışında bir hayvanın bir barınağa kalıcı olarak götürülmesi, süresiz bir şekilde bakımevinde tutulması -ki istediğiniz kadar iyi bakım merkezleri kurduğunuzu savunun- kanuna aykırıdır.”
“Hayvanların toplatılıp konulduğu yerler tıpkı eski zamanların toplama kampları gibi kanunun dışında tutulan, kayıt dışı uygulamaların olduğu yerler”
Erdoğan’ın örnek gösterdiği Konya Büyükşehir Belediyesi’ne ait Hayvan Rehabilitasyon Merkezi’nde 16 Kasım 2023’te sağlık teknisyeni Murat Bacak bir köpeği kürekle vurarak öldürdü ancak buna rağmen cezasız bırakıldı. Erdoğan’ın “yerinde incelediğini” söyleyerek yine örnek gösterdiği Beykoz Belediyesi’nin Hayvan Rehabilitasyon Merkezi’nde de birçok hayvanın öldürüldüğü, hayvanların kalbine çamaşır suyu enjekte edildiği, hayvanların canlı olarak morga atıldığı ortaya çıktı. AK Parti’nin yönettiği Ümraniye Belediyesi’ne ait barınakta ise yaralı olarak getirilen hayvanların tedavi altına alınmadığı ve barınakta bulunan sağlıklı hayvanların da uyutulduğu iddia edildi.
Dr. Yıldırım, hayvanların kalıcı olarak tutulduğu yerlere dönüşen barınakları “meselenin kalbindeki en büyük hançer” diye tanımlıyor. “Hayvanların toplatılıp konulduğu yerler tıpkı eski zamanların toplama kampları gibi kanunun dışında tutulan, kayıt dışı uygulamaların olduğu yerler” diyen Yıldırım, buralarda hayvanlara ilişkin kayıt tutulmamasının, tutuluyorsa da kamuoyundan gizlenmesinin tesadüf olmadığını söylüyor. Hayvanlarla ilgili konularda kaç kez CİMER üzerinden bilgi istemelerine karşın hiçbir kurumdan yanıt alamadıklarını ekliyor.
“Hayvan hastaneleri kurulması lazım”
Yıldırım, Hayvanları Koruma Kanunu’nda tarif edilen mekânın hasta, engelli, güçten düşmüş olup kent yaşamına yeniden uyum sağlama olanağı olmayan hayvanların bakımının yapılacağı yerler olduğuna dikkat çekiyor:
“Belediyelerin hayvanları topladığı yerler, adı ne olursa olsun, böyle bir mekânsal form hayvanları yaşatmaya yönelik değil; hayvanları tecrit etmeye, hayvanların öldürülmesine yönelik mekânlar! Barınakların veya bakım evlerinin iyileştirilmesi değil, hızlı bir şekilde küçültülmesi, kapatılması ve hayvanlarla ilgili hayvan hastanesi ve bakıma muhtaç hayvanlar için de sığınak modelinde yeni kurumların kurulması lazım. Buralarda işe alınacak veteriner hekiminden teknisyenine; her personel mutlaka hayvanlara duyarlı, liyakat sahibi kişilerden seçilmeli. Bu hastaneler de sivil toplum kuruluşlarının, hayvan hakları savunucularının denetime mutlaka açık olmalı. Hayvana karşı idareden gelen şiddetin önlenmesi ancak böyle mümkün.”
Ankara Barosu Hayvan Hakları Merkezi Başkanı Avukat Tuğba Gürsoy da 2019’da AK Parti, CHP, HDP, MHP ve İYİ Parti’nin ortak önergesiyle “hayvanlara uygulanan şiddet ve kötü muamele olaylarının incelenerek, bu olayların önlenmesi için alınacak tedbirlerin belirlenmesi” amacıyla kurulan TBMM Hayvan Hakları Komisyonu’nun raporunu hatırlatıyor. 2019’un ekim ayında yayımlanan komisyon raporunda “Şehirlerde popülasyon kontrolünü sağlamak amacıyla uygulanması önerilen tek yöntem kısırlaştırmadır” denilmişti. AKP’nin kurucularından olduğu Hayvan Hakları Komisyonunu ve altına imza attığı komisyon raporundaki bu ve benzeri maddeleri çok çabuk unuttuğunu söyleyen Gürsoy önerilerini şöyle sıralıyor: Belediyelere bağlı semt klinikleri kurularak etkin kısırlaştırma yapılmalı; hayvanlar için bütçe ayrılarak kamusal sağlık hizmeti iyileştirilmeli; liyakatli ve hayvan haklarına duyarlı veteriner sayısı artırılmalı; acil durumlar için ambulans hizmeti de verecek hastaneler
açılmalı…
“hayvanlara eziyetin, öldürme olaylarının, barınak/tecrit uygulanmasının kamu kaynaklarıyla yapılıyor olması. Toplumun önemli bir kesiminin bu uygulamalara rızası yok ama bu uygulamaları toplum vergileriyle finanse etmiş oluyor”
Belediyelere ait 200’ün üzerinde “hayvan bakım evi” var. Yerleşim alanlarının dışına kurulan bu mekânlar “geçici bakımevi” ve “rehabilitasyon merkezi” diye adlandırılıyor. Geçici hayvan bakım evi bulunan belediyeler topladıkları hayvanları buralara götürüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “sokak köpeklerinin toplatılması” talimatından sonra Ankara’da köpekleri toplayan Mamak Belediyesi’ne ait bakım evinin küpeli köpeklerle dolu olduğu belirtildi.
Gürsoy, “Sağlıklı hayvanların böyle yerlerde tutulması hayvanlar için hapis anlamına geldiği gibi hayvanlar arasında bulaşıcı hastalıkların yayılmasına da neden olmaktadır. Toplu bakım hâlinde iyi bir bakım sağlamak imkansızdır” diyerek Konya Büyükşehir Belediyesi’nin Hayvan Rehabilitasyon Merkezi’ni örnek veriyor. Konya’da sokaktan toplanan yaklaşık 4 bin hayvanın bu merkezdeki açık alanda kanunsuzca tutulduğu ortaya çıkmıştı. Gürsoy, “Buradaki pek çok hayvan hasta ve bakımsızdı” diyor.
Dr. Yıldırım ise “En acı olanı” diyor, “hayvanlara eziyetin, öldürme olaylarının, barınak/tecrit uygulanmasının kamu kaynaklarıyla yapılıyor olması. Toplumun önemli bir kesiminin bu uygulamalara rızası yok ama bu uygulamaları toplum vergileriyle finanse etmiş oluyor. Kamu kaynaklarının böyle vahşi uygulamalara harcanması son derece vahim…”
Yıldırım’a göre kullanılan kamu kaynağı ile hayvanları tecrit etmek için kurulan barınak tesisleri yerine hayvanların yerinde yaşamını sağlayacak uygulamaların maliyeti daha düşük. Bunun yapılan araştırmalarla sabit olduğunu söylüyor.
Toplanan köpekler İstanbul’un güneybatı çeperlerine bırakılıyor
“Hayvan bakım evleri”, “rehabilitasyon merkezleri” ve barınakları olmayan belediyelerin kent merkezlerindeki sokaklardan, parklardan topladıkları köpekleri şehir sınırlarına, ormanlık bölgelere, otoyol şantiyelerine bırakması uzun yıllar öncesinden süregelen bir uygulama. İstanbul-Kocaeli sınırında, Pendik ile Şile ilçelerine bağlı Göçbeyli ile Oruçoğlu mevkiinde binlerce köpeğin ormanlık alana, ormanın içinden geçen karayoluna bırakıldığını gözlemledik. Hayvanlar ancak insanlar ilgilenirlerse yemek, su bulabiliyor; soğuk ve sıcak mevsimlerde hastalık, ölüm riskiyle karşı karşıya kalıyorlar.
İstanbul’un güneybatısında sokak hayvanlarıyla ilgili çalışmalar da yapan Dr. Yıldırım, köpeklerin Pendik ile Gebze kırsalı arasındaki bölgeye ve kent çeperlerine bırakılmasının bir nedenin de kentsel dönüşüm projeleri olduğunu söylüyor. 2012’de kentsel dönüşüm yasasının yürürlüğe girmesiyle şehir merkezlerinde kentsel dönüşüm uygulamaları hızlandı. Yıldırım, “İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni AK Parti’nin yönettiği dönemde -ki 15 yıldan bahsediyoruz- hayvanlar sokaklardan kitlesel olarak alınıp kuzey ve güney ormanlarına bırakılıyordu. Bu şekilde on binlerce köpek açlığa, susuzluğa, ölüme terk edildi” diyor.
“Kentsel dönüşüm adı altında bütün bir kent şantiye hâline getirilirken insanların yaşadığı çeşitli sorunların yanında en büyük bedeli de kedi ve köpekler ödüyor”
Kentsel dönüşüm projelerinin uygulandığı alanda yaşayan hayvanları gözeten, hayvanları koruyacak yönetmelik veya bir uygulama olmadığı için kontrolsüz yıkımlar, hafriyat kamyonları nedeniyle hayvanların öldüğünü, yerinden edildiğini, korunamadığını ifade eden Yıldırım şunları ekliyor:
“Beyoğlu’nda, Üsküdar’da, Beşiktaş’ta, Şişli’de yaşayan köpeklerin dahi toplatıldığını çevresindeki köpeklerin kaybolduğunu fark eden insanların ihbarı üzerine tespit ettik. Kentsel dönüşüm adı altında bütün bir kent şantiye hâline getirilirken insanların yaşadığı çeşitli sorunların yanında en büyük bedeli de kedi ve köpekler ödüyor.”
“Toplu köpek katliamlarına yol açacak yasa hazırlanıyor”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21 Ağustos 2023’te “Gelişmiş ülkelerde, Avrupa’da bu sorun nasıl çözüme kavuşturulduysa bizde aynı uygulamaları hayata geçireceğiz” dedi ve konuya dair yasanın mevcut olduğunu açıkladı. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç da geçen aralık ayında Erdoğan’ın “hayvanların sokaklardan toplatılmasıyla” ilgili bahsettiği yasa çalışmasını doğruladı. Ardından da iktidara yakın Türkiye gazetesi AK Parti’nin kanun teklifi hazırladığına dair bir haber yayımladı.
Hayvanları korumak için 2004’te çıkarılan ve hayvan katliamlarının artması üzerine 2021’de “faillerin altı ay ila dört yıl hapisle cezalandırılması” hükmü eklenen 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda iddiaya göre değişiklik yapılması öngörülen yasa taslağının Meclis’e sunulması planlanıyor. Haberde kanun taslağının içeriği ise her belediyenin kendi sınırları içinde topladığı ‘sahipsiz’ köpekleri kısırlaştırıp internet sitesinde köpeklerin sahiplenilmesi için duyuru yapacağı, 30 veya 40 gün içinde sahiplenilmeyen hayvanların da “kurulacak büyük toplama merkezlerine götürüleceği” ifadeleriyle belirtildi. İddiaya göre taslakta “tedavisi yapılamayan hayvanların uyutulacağı” ifadesi de yer alıyor.
Hayvan hakkı savunucularına, sivil toplum örgütlerine göre kanuna aykırı olarak sokaklardan toplanan, toplatılması öngörülen bütün köpeklerin, kurulacağı söylenen “büyük toplama merkezlerinde” öldürülmesinin önü açılacak ve toplu köpek katliamlarına “yasal zemin” oluşturulacak.
“Avrupa’nın arkasında çok ciddi bir şiddet tarihi var”
Dr. Mine Yıldırım, köpeklerin yok edilmesi mantığıyla hazırlanan yasayla ikinci bir Hayırsızada faciasına yol açılmak istendiğini söylüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, AK Parti’nin Avrupa’yı örnek almasını; YRP, SP gibi partilerin ve bazı grupların hayvanları hedef almasını şöyle yorumluyor:
“Sokakta yaşayan hayvanlar bağlamında örnek olarak gösterilen Avrupa’nın arkasında çok ciddi bir şiddet tarihi vardır. Cumhurbaşkanı’nın ya da hayvanların sokakta yaşamaması gerektiğini savunan siyasetçilerin hatta bazı ‘entelektüellerin’ temel referans noktası sokakların daha ‘steril’, ‘güvenli’, ‘medeni’ olduğu iddiasıyla Avrupa’da hayvanların yok edildiği sokaklardır aslında. Özellikle Kuzey Amerika’nın şehirlerini, merkez Avrupa’nın şehirlerini örnek verirler. Hayvansız bırakılmış ‘medeni kent’ imajının arkasında 19. yüzyılın ilk 50 yılında sistematik, hızlı ve vahşi itlaf, katliam politikasının sürdürüldüğünü görüyoruz.”
Batıda kedi, köpek gibi evcil hayvanlar da dahil olmak üzere sokak hayvanlarının itlaf edildiğini, gaz odalarına kapatılarak öldürüldüğünü, sanayiye derilerinin, yağlarının hammadde olarak kullanılmak üzere toplandığını, tıbbî deneylerde denek olarak kullanıldığını anlatan Yıldırım, “Avrupa’da çok katmanlı, eş zamanlı bir süreçle hayvanın kamusal alandaki varlığı yok edildi” diyor. Yıldırım, o dönem batıdan esinlenen Osmanlı yöneticilerinin yaptığı Hayırsızada Katliamı’nı hatırlatıyor.
Avrupa örnek alındı, 80 binden fazla köpek katledildi
1910 yılında Osmanlı Devleti’ni yöneten İttihat ve Terakki hükûmeti, İstanbul sokaklarında yaşayan 80 binden fazla köpeği “modernleşme hareketleri” kapsamında Marmara Denizi’nde bulunan Sivriada’ya sürerek katletti. 1910’dan önce de Avrupa’daki devletlerin köpekleri toplayarak “köpeksiz sokaklar” yaratmasını örnek alan ikinci Mahmut ve Sultan Abdülaziz yine köpekleri aynı adaya sürme girişiminde bulundu ancak kamuoyu baskısıyla köpekler şehre geri getirildi. 1910’da köpeklerin adaya sürgün edilmesinden iki yıl sonra Marmara’da meydana gelen şiddetli deprem, Balkan Savaşları’nda Osmanlı’nın büyük toprak kaybı ve çıkan büyük yangınlar, yaşanan can kayıpları olmak üzere art arda gelen felaketleri “köpeklerin ahı olmasına bağlayan” halk, rivayete göre Sivriada’yı “Hayırsızada” olarak anmaya başladı.
“Hayırsızada vakası batıdaki modelleri taklit ederek girişilen bir felaketti” diyen Yıldırım, Osmanlı’dan Türkiye’ye hayvan hakkı ihlallerinin Avrupa’daki gibi sistematik bir seyir izlemediği görüşünde:
“Evet, batıya öykünülmesiyle, İstanbul’dan bir batı kenti yaratma imajıyla hayvanlar şiddete maruz kalıyorlar ama kültürümüzde hayvanları koruyan bir damar da var. Çünkü o adadan kitlesel olarak bırakılmış köpekleri alabilen, öncesindeki sürme girişimlerinde köpeklerin geri getirilmesi sağlayan insanlar sayesinde köpekler varlığını sürdürebildi, yaşamda var olabildi. Cumhuriyet’in yüz yıllık tarihi boyunca da dönem dönem hayvanlara karşı şiddet dalgası yükseliyor ama bunun karşısında bir vicdan hareketinin de olduğunu ve hâlâ bu sayede hayvanların korunabildiğini düşünüyorum.”
İstanbul’da Eros adlı kediyi katleden İbrahim Keloğlan hakkında mahkemenin verdiği karar kamu vicdanını derinden yaraladı. Saldırgan gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldı. Bunun üzerine hayvan hakları savunucuları cezanın alt sınırdan verilmesine, iyi hâl indirimi uygulanmasına ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına yurdun farklı illerinde düzenledikleri eylemlerle isyan etti. Bu eylemlerde ve sosyal medyada “Eros için adalet” denilerek İbrahim Keloğlan’ın tutuklanması talep edildi.
Artan hayvan hakkı ihlallerine karşı hayvan haklarını savunan kuruluşların ve kişilerin mücadelesiyle 2021’de değiştirilen Hayvanları Koruma Kanunu’yla hayvana karşı cürümlerde altı aydan dört yıla kadar hapis cezası getirildi. Hayvanlara Adalet Derneği’nden Avukat Barış Karlı, Eros’un katledilmesi olayına ilişkin mahkemenin verdiği kararı “Hâkim olayın özelliğine göre cezayı alt sınırdan ya da üst sınırdan takdir edebilir. Böyle bir olayda dört yıl hapis cezası vermek bile yeterli değilken hâkim elindeki bu imkânı dahi kullanmamış ve alt sınıra yakın olarak bir yıl altı ay hapis cezası vermiştir. Bununla da yetinmemiş sanığa bir de üç ay iyi hâl indirimi yapmıştır” sözleriyle eleştirdi.
Üç yıl önce AKP tarafından Hayvanları Koruma Kanunu değiştirilirken hayvan hakları örgütleri, barolar ve muhalefet partilerinin uyarıları dikkate alınmadı. Kanunda cezaların alt seviyede kaldığını söyleyen Hayvan Hakları İzleme Komitesi’nden (HAKİM) Avukat Hacer Gizem Karataş ise “Anayasa hayvanların hissedebilir bireyler olduğu biçiminde düzenlenmeli ve devlete hayvanları korumak için pozitif yükümlülükler getirilmeli. Hayvanları Koruma Kanunu’ndaki cezalar, Türk Ceza Kanunu (TCK) içinde üst sınırlar artırılarak ve suçun taksirle işlenmesi hâlinde de cezalara bağlanmalı” önerisinde bulundu.
“Sanığa cezadan muaf” sonucu
İstanbul’un Başakşehir ilçesinde Ağaoğlu My World Europe sitesi sakinlerinin baktığı altı yaşındaki Eros adlı kediyi, aynı sitede yaşayan İbrahim Keloğlan 1 Ocak günü işkenceyle öldürdü. Keloğlan’ın Eros’u önce asansörde tekmelediği sonra peşinden gidip altı dakika boyunca işkence ederek öldürdüğü anlar güvenlik kamerasının görüntüleriyle belgelendi.
Site sakinlerinin şikâyeti üzerine gözaltına alınan İbrahim Keloğlan çıkarıldığı mahkemede adlî kontrolle serbest bırakıldı. Eros’un ölüm olayına ilişkin hazırlanan iddianamede savcı, Keloğlan’ın “Bir ev hayvanını veya evcil hayvanı kasten öldürme” suçundan altı aydan dört yıla kadar hapsini istedi. Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığının hazırladığı iddianamede sanık İbrahim Keloğlan’ın “site sakinleri tarafından beslenip bakımı yapılan kediye asansörün içinde tekme attığı, kedinin koridora kaçtığı, Keloğlan’ın koridordaki kapıları kapatarak kedinin kaçmasını engellediği, kediyi sıkıştırıp defalarca tekmelediği ve bir köşede öldürdüğü” ifadeleri yer aldı.
8 Şubat’ta Küçükçekmece 16. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın ilk duruşmasında hâkim Keloğlan’a bir yıl altı ay hapis cezası verdi. Mahkeme “iyi hâl” indirimiyle cezayı üç ay daha düşürürken hükmün açıklanmasını ise geri bıraktı.
Şikâyetçi vekili avukatlar ile savcılık karara itiraz etti. İtirazı kabul eden Küçükçekmece 4. Ağır Ceza Mahkemesi, 16. Asliye Ceza Mahkemesi’nin kararının kaldırılmasına ve dosyanın mahkemeye iadesine karar verdi. Kararın gerekçesinde şöyle denildi:
“Sanığın gerçekleştirdiği eylemin niteliği ve ağırlığı dikkate alındığında sanık hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmesi cezadan muaf tutulması sonucunu doğurur. Ulaşılan bu sonucun bu tür olaylara karışan kişilere hoşgörü ile yaklaşıldığı izlenimi uyandıracağı ve bu tür fiillere eğilimi olan kişileri cesaretlendirebileceği gibi bireylerin bu kapsamda devlete ve adalet mekanizmalarına olan güvenlerini de zedeleyeceği açıktır.”
“Eros’un yaşadıkları gibi adalete inancımızı zedeleyen, canımızı yakan birçok olayda daha az ceza verildiği dahi oluyor”
Hayvan hakları alanında çalışan Avukat Hacer Gizem Karataş, Eros’un öldürülmesine ilişkin açılan davada mahkemenin sanığa üst sınırdan ceza verme takdirini kullanmadığını söylüyor. Karataş, “Dakikalar boyunca tekmeleyerek, köşeye sıkıştırdığı bir kediyi öldüren kişinin bu eyleminde hem uzun süre devam ettirilen bir eziyet hem de öldürme söz konusuyken üst sınırdan ceza verilmemesi hakkaniyete aykırıdır. Hayvana karşı suçlarda sürekli üst sınırdan uzaklaşılarak verilmiş kararlar görüyoruz. Hatta Eros’un yaşadıkları gibi adalete inancımızı zedeleyen, canımızı yakan birçok olayda daha az ceza verildiği dahi oluyor” diyor.
Eros, katledilen ve katili cezasız bırakılan ilk hayvan değildi. İki yıl önce, 16 Kasım 2022’de Konya Hayvan Barınağı’nda barınak çalışanları bir köpeği başına kürekle vurarak öldürdü. Ancak olayla ilgili açılan davada tutuklu yargılanan sanıklar Murat Bacak ile Sefa Çakmak’ın iddianamede altışar yıla kadar hapisle cezalandırılmaları istendiği hâlde mahkeme “iyi hâl” indirimi uygulayarak cezayı bir yıl üçer aya düşürdü, hükmün açıklanmasını ise yine geri bıraktı.
11 Ekim 2022’de İzmir’in Seferihisar ilçesinde Ömer Faruk Baki adlı kişinin Şila adlı köpeği ahşap kulübesinde yanıcı maddeyle yakarak öldürmesiyle ilgili açılan davada da mahkeme sanığa “iyi hâl” indirimi uygulayarak hapis cezasını bir yıl sekiz aya düşürdü ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verdi. 30 Ekim 2019’da İzmir’in Karşıyaka ilçesinde bir yavru kediyi tekmeleyerek öldüren kişi bir yıl üç ay hapis cezası aldı ve yine hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildi.
27 Mart 2023’te Kırklareli’nde iki buçuk aylık Köpük adlı köpeği katleden Fatih Bücekler’e mahkeme sadece 6 bin lira para cezası verdi. Geçen yıl İstanbul Eyüpsultan’da, 20 kediyi kezzap ve asit dökerek yakan saldırgan gözaltına alındıktan sonra para cezası verilerek serbest bırakıldı. 2018’de Sakarya’da ormanlık alanda dört patisi kesilmiş hâlde bulunan yavru köpeğe işkence yapanlar, köpeğin ölümüne yol açanlar ise yetkili makamlarca bulunamadı.
“Kanun koyucu, ceza alt ve üst sınırlarını düşük seviyede tutarak adeta faillerin cezaevine girmemesi için çabalamıştır”
Onlarca kedi, köpek katledilmesine rağmen katliamlara ilişkin başlatılan davalar neden hep cezasızlıkla sonuçlanıyor? Hükmün açıklanmasının geri bırakılması “iyi hâl” indirimleri ne anlama geliyor? 2021’de Hayvanları Koruma Kanunu değiştirilirken cezalar neden düşük tutuldu?
5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu 2004’te yürürlüğe girdiğinde hayvanlara karşı işkence, yaralama, öldürme fiilleri idarî para cezası ile cezalandırılıyordu. Hayvana karşı suçlar da TCK’nin “mala zarar verme” başlığı altında tanımlanıyordu. Yürürlüğe girdikten ancak 17 yıl sonra değiştirilen Hayvanları Koruma Kanunu’na 2021’de “bir ev hayvanını veya evcil hayvanı kasten öldürme” hükmü eklenerek alt sınırı altı ay, üst sınırı ise dört yıl olan hapis cezası getirildi. Suçu hayvanlara bakmakla veya korumakla görevlendirilenlerin işlemesi durumunda verilecek cezanın yarı oranında artırılması hüküm altına alındı.
Hayvanlara Adalet Derneği’nden Avukat Barış Karlı, 5199 sayılı kanun 2004’te yürürlüğe girerken sadece idarî para cezasıyla sınırlı kalınmasının hayvan haklarında büyük bir kayba yol açtığını vurguluyor. Cezanın caydırıcı etkisi olmadığı için hayvana şiddet olaylarının arttığını belirten Karlı şunları söylüyor:
“2021 yılında sözde bu durumun değişmesi için kanun değişikliği yapılmış ancak getirilen komik ve yetersiz cezalar nedeniyle yapılan değişikliğin uygulamaya hiçbir etkisi olmamıştır. Caydırıcılık anlamında temel beklentimiz faillerin cezaevine girmesi ve gerçek anlamda bir yaptırıma maruz kalmasıdır. Ancak kanun koyucu, ceza alt ve üst sınırlarını düşük seviyede tutarak adeta faillerin cezaevine girmemesi için çabalamıştır.”
Karlı, kanun değiştirileceği sıra devlet yetkililerinin bu yaklaşımını “Bu konuda yaptığımız toplantılarda yetkililer adliyelerde ve cezaevlerinde yoğunluğa yol açmamak için düzenlemeyi bu şekilde yapacaklarını açıkça dile getirmişti. Yani kanun değişikliği faillerin cezaevine girmemesini garanti altına alacak, failleri koruyacak şekilde yapılmıştır. Topluma etkili bir düzenleme yapılmış gibi yansıtılan bu değişikliğin uygulama açısından hiçbir şeyi değiştirmediği Eros’un, Şila’nın, Köpük’ün ve onlarca hayvanın öldürülmesi ile ortaya çıkmıştır” sözleriyle anlatıyor.
“Dört yıl, yatarı olmayan bir ceza”
Hayvanların yaşama hakkını tehdit eden cezasızlıkta 5199 sayılı yasada cezaların çok düşük tutulmasının, ceza ertelemelerinin ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) uygulamasının hukukçulara göre önemli bir rolü var. İki yıl ve daha az süreyle verilen hapis cezalarında uygulanan HAGB ile mahkûmiyet hükmü, sanığın beş yıl içinde herhangi bir suç işlememesi şartıyla askıya alınıyor ve failin aldığı ceza siciline işlemiyor.
“Eros’u ve diğer hayvanları katledenlere iki yılın üzerinde hapis cezası verilseydi, bu suçları işleyenler hakkında HAGB kararı verilmeyecekti. Ama HAGB uygulanmasa da Ceza İnfaz Yasası’na göre üç yılın altındaki cezalar zaten erteleniyor. Daha önce maalesef böyle bir karar verilmedi ama 5199 sayılı yasada üst sınır olarak belirtilen dört yıl hapis cezası verilse bile hayvan katilleri mevcut İnfaz Kanunu’na göre çok az bir süre hapis yatacak” diyen Avukat Hacer Gizem Karataş, hem kanun boşluğuna hem de uygulamadaki yanlışlığa şöyle dikkat çekiyor:
“Mevcutta bir kişinin bir hayvanı öldürmesi veya işkence ya da tecavüz etmesi durumunda cezaevine girmesi için daha önceden başka bir suç işlemiş olması gerekiyor. Hayvanlar kendilerini çoğu zaman savunamıyorlar. Kaçmak isteseler de insanların engellemesiyle kaçamıyor, kapalı kapılar ardında şiddete maruz kalıyorlar. Hukuk literatüründe kadınlar ve çocuklar gibi kırılgan grup olarak adlandırılan tanımlamanın içinde hayvanlar da olmalı! Hayatlarını ne kadar zor ve eşitsizlik içinde geçirdikleri ve bu hayvanlara karşı suç işlemenin ‘kolaylığı’ göz önünde bulundurularak cezaların artırılması gerekmektedir.”
“Sokakta yaşayan hayvanlara karşı fiillerde yurttaş suçüstü hâli dışında suç duyurusunda bulunamıyor”
5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’ndaki “evcil hayvan” tanımı evde bakılan hayvanlar ile kimliği olmayan, refakatçisi bulunmayan, sokakta veya herhangi bir yerde yaşayan kedi ve köpekleri kapsıyor. Kanun evde ve sokakta yaşayan kedi ve köpekleri öldürme, işkence ve tecavüz fiillerinde aynı miktarda adlî cezaların verileceğini hükmediyor.
Ancak sokakta yaşayan hayvana işkence edilmesi, sokakta yaşayan hayvanın katledilmesi fiillerinde, suçüstü hâli dışında, suç duyurusunda bulunma hakkı sadece Tarım ve Orman Bakanlığı’nda var. Avukat Barış Karlı bu konuda tepkili:
“Kanun koyucunun oyunu, fiillere ilişkin soruşturma başlatılması konusunda ortaya çıkıyor. Sokak hayvanlarına yönelik fiillerle ilgili soruşturma başlatılabilmesi için Tarım ve Orman Bakanlığı’nın şikâyetçi olması gerekiyor. Aksi hâlde soruşturma açılamıyor. Bu durumun tek istisnası olarak da suçüstü hâli getirildi ancak hayvana şiddet olaylarında suçüstü hâli düşük bir ihtimal olduğu için bu istisnanın uygulamaya bir faydası olmadı.”
Karlı, yurttaşın sokakta zarar gören ya da öldürülen bir hayvanla ilgili suç duyurusunda bulunma hakkının olmamasını Anayasa’daki ihbar ve şikâyet hakkına aykırı olarak değerlendiriyor. Peki Hayvanları Koruma Kanunu 2021’de değiştirilirken yurttaşın suç duyurusunda bulunma hakkı neden engellendi? Karlı, “Kanun koyucunun amacının sokak hayvanlarıyla ilgili soruşturma açılmasının önünü tıkamak, bu kararı bakanlığın takdirine bırakmak olduğu anlaşılıyor. İktidar hem soruşturma açılmasının önüne engeller koyarak hem de faillerin cezaevine girmesini engelleyerek her anlamda failleri koruyan bir kanun ortaya çıkarmıştır. Eros olayı bu şekilde basına yansımasaydı ve kamuoyu tepkisi ortaya çıkmasaydı muhtemelen bakanlığın üstünü kapattığı binlerce dosyadan biri olacaktı ve olaydan haberimiz dahi olmayacaktı” diyor.
Yasadaki ayrım: Sahipli-sahipsiz hayvan
Hayvanları Koruma Kanunu’nun 28/A maddesi, suç işlenmesi hâlinde soruşturma yapılmasını Tarım ve Orman Bakanlığının il veya ilçe müdürlükleri tarafından Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruda bulunması şartına bağlıyor. Avukat Hacer Gizem Karataş, sokakta yaşayan hayvanlara karşı hak ihlallerinde suç duyurusunda bulunma tekelinin Tarım ve Orman Bakanlığında olmasının adlî soruşturmalarda ve davalarda pek çok olumsuz sonuca yol açtığı görüşünde. Hayvanları Koruma Kanunu’nun 28/A maddesinde düzenlenen muhakeme şartının uygulamada çok derin bir sahipli-sahipsiz hayvan ayrımı yarattığını vurgulayan Karataş şunları söylüyor:
“Sahibi sayılmadığınız bir hayvana karşı işlenen cürümlerde Tarım ve Orman Bakanlığı’na ihbarda bulunmanız ve onların Cumhuriyet Başsavcılığına başvurmasını beklemeniz gerekiyor. Tarım ve Orman Bakanlığı ise bir yürütme organı. Delil toplama gibi bir yetkisi veya yetkinliği yok. Hangi olayın adlî vaka teşkil ettiğini belirleme gibi bir yetkisi veya yetkinliği de yok. Bu durum şiddete, tecavüze uğramış, öldürülmüş sokakta yaşayan hayvanlar için saatlerce hatta günlerce delil toplanmamasına, en nihayetinde takipsizlik veya beraat kararları verilmesine sebep oluyor.”
“Hakkaniyetsiz kararlara, davalara katılma talebimiz reddedildiği için itiraz edemiyoruz”
Karataş’a göre sokakta ve belediyelere ait barınaklarda yaşayan hayvanlarla ilgili hak ihlallerinin söz konusu olduğu dosyalarda en temel sorunlardan biri baroların ve hayvan hakları alanında çalışan sivil toplum kuruluşlarının davalara katılma talebinin sürekli reddedilmesi!.. Katılma talebinin reddiyle dava duruşmaları; hayvanlar lehine konuşabilecek, verilen hakkaniyetsiz kararlara itiraz edecek, delil sunabilecek bir taraf olmadan sonuçlanması anlamına geliyor.
Savcıların ve hâkimlerin sanıkları yönlendirdiği yargılamalar olduğunu ve duruşmaya hayvanları temsilen katılmak isteyen avukatlara söz hakkı verilmediği için bunlara itirazın mümkün olmadığını anlatan Karataş, “Daha sonra karara itiraz edilmek veya karar Bölge Adliye Mahkemesi’ne taşınmak istendiğinde kararlar sadece katılma talepleri yönünden incelenip hayvanlar adına konuşabilecek kişilerin esasa yönelik itirazları ve istinaf sebepleri değerlendirilmeden ilk derece mahkemesinde verilen hakkaniyetsiz kararlar onanmış oluyor” diyor.
Karataş baroların, sivil toplum kuruluşlarının, gönüllü avukatların hem ‘sahipsiz’ denilen hayvanların hem de ‘sahibinin’ ilgilenmemesi durumunda ‘sahipli’ hayvanların vasisi gibi hareket ederek soruşturma ve kovuşturma aşamalarında taraf olmasını sağlayan bir çatı düzenlemenin Anayasa’ya ve TCK’ye eklenmesini öneriyor.
Eros’un yaşadığı Ağaoğlu My World Europe sitesi önünde 16 Şubat günü başlayan eylemler Beykoz, Ankara, İzmir, Antakya, Alanya gibi il ve ilçelerde devam etti. Yaşam İçin Yasa İnisiyatifi ve bileşenleri, hayvan hakları aktivistleri Eros ve katledilen tüm hayvanlar için adalet talep ediyor.
16. Asliye Ceza Mahkemesi’nin kamu vicdanını yaralayan kararına karşı yapılan itirazı kabul eden Küçükçekmece 4. Ağır Ceza Mahkemesi kararı kaldırıp dosyanın mahkemeye iadesine karar verdi. Kamuoyu Eros’un katledilmesine ilişkin açılmış olan davada Asliye Ceza Mahkemesi’nin yeni bir duruşma açarak vereceği kararı bekliyor.
Ticarî gemilerde sürekli kimyasal maddeye, yüksek desibelde makine sesine, radarlardan yayılan radyasyona maruz kalmaları, makine arızaları dolayısıyla mesai saatlerinin uzaması, olumsuz hava şartları, sosyal hayattan uzak kalmaları gemi insanlarının sağlığını tehdit ediyor.
Bir tanker gemisinin makine dairesinde çalışan gemi makineleri işletme mühendisi Çağdaş Bozkurt, yaşadıklarını “Makinenin temizliğinde toluen diye bir kimyasal madde kullanıyoruz. Maruz kaldığınızda 10 saniyede sarhoş edecek kadar etkili bir madde. Sürekli zehirlendiğimiz, çalıştığımız saatlerin dinlendiğimiz saatlerden fazla olduğu bir ortamda çalışıyoruz. Bir gün Atlantik Okyanusu’nda ilerlerken gemi arızalandı. Makine dairesinde ayakkabıları çıkarmadan on beşer dakika uyuyarak 72 saat çalışmak zorunda kaldım. Çünkü ‘O gemiyi hareket ettirin’ diyorlar” sözleriyle anlatıyor.
Türkiye’de Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verilerine göre kaptan, çarkçıbaşı, makine zabiti, yağcı, güverte tayfası olarak çalışan 92 bin 775 gemi insanı var. 10 yıldan bu yana tanker gemilerinde makine zabitliği yapan Çağdaş Bozkurt da binlerce gemi insanından biri.
Bozkurt’un çalıştığı tanker gemisi uluslararası limanlar arasında petrol ve kimyasal madde taşıyor. Çalıştığı geminin büyüklüğünü taşıdığı petrol miktarı üzerinden tarif eden Bozkurt, “1.6 milyon varil rafine edilmiş petrol taşıyoruz. Türkiye’nin şu an günlük petrol tüketimi yaklaşık 900 bin varil. Türkiye’nin neredeyse iki günlük petrol ihtiyacını bir seferde karşılayacak kapasitede bir gemi” diyor.
“Armatör her zaman içme suyu tedarik etmiyor. Deniz suyundan arıtılmış suyu içtiğimiz zamanlar oldu”

Gemi makineleri işletme mühendisi Çağdaş Bozkurt. | Fotoğraf: Bozkurt’un arşivinden.
Mühendis Bozkurt, bu geminin makinesinden, iklimlendirmesinden, kanalizasyonundan sorumlu çarkçı ekibinde görevli. Bozkurt’un deyişiyle çarkçılık gemide mürettebatın konforunu sağlama işi. Kaptanlık kadar bilinmediği için çarkçılar geminin gizli kahramanı diye anılıyor. “Yeri gelir 50 derece sıcak altında günlerce makine dairesinde çalışırsınız. Yeri gelir tıkanan tuvaleti açana kadar uyku uyumazsınız” diyen Bozkurt, şöyle devam ediyor:
“Gemi makinesinin sesi 130 desibele kadar çıktığı için sürekli kulaklıkla çalışmak zorundasınız. Elinizde eldivenler, ayağınızda üç kilogramlık iş ayakkabısıyla çalışan makinenin yanında iş yapıyorsunuz. Günde sekiz litre su içip tuvalete çıkamadığım zamanlar var. Çünkü o ter artık ayakkabıların içinden dışarı taşıyor. Bu durum böbreklere zarar veriyor hâliyle. Sürekli tuz kapsülü kullanıyoruz. Tanker gemilerinde çalışma şartları diğer gemilerin şartlarına göre iyi gibi görünse de içme suyuna ulaşmak bazen çok zor. Armatör her zaman içme suyu tedarik etmiyor. Deniz suyundan arıtılmış suyu içtiğimiz zamanlar oldu.”
Gemi içindeki iş yükü ve vardiya saatleri göz önünde bulundurulduğunda çoğunlukla dokuz saat ve üstü çalıştıkları, daha fazla efor sarfetmek zorunda kaldıkları tespit edildi
Resmî kayıtlara göre Türkiye’nin deniz filosunda 77 petrol tankeri, 71 kimyevi madde tankeri, altı LPG, iki LNG, dört asfalt tankeri var.
Bozkurt’un şimdiye kadar görev yaptığı tanker gemileri de petrolün yanı sıra paraksilen, asit, benzen, toryan gibi kimyevi maddeleri taşımış. Hem bu maddelere maruz kaldığını hem de makine dairesinde egzoz gazına maruz kalıp karbonmonoksit soluduğunu belirten Bozkurt gibi gemi insanlarının sağlığını olumsuz etkileyen unsurlardan biri de gemideki yüksek akımlı radarlar nedeniyle sürekli radyasyona maruz kalmaları…
Tanker ve kuru yük gemilerinde çalışan 200 gemi insanının katıldığı bir araştırma sonucunda gemi insanlarının gemi içindeki iş yükü ve vardiya saatleri göz önünde bulundurulduğunda çoğunlukla dokuz saat ve üstü çalıştıkları, daha fazla efor sarfetmek zorunda kaldıkları tespit edildi. Araştırmaya katılan gemi insanları gemide kendilerini zorlayan durumları ise sosyal hayattan uzak kalmak, çalışma koşulları, çalışma saatleri, hava şartları, gemi içi ast-üst ilişkileri, korsan tehditleri, aile hasreti, psikolojik baskı ve çalışılan geminin eski olması diye sıraladı.
Kuru yük, dökme kuru yük, konteyner, Ro-Ro, yolcu-yük gemisi, petrol, kimyevi madde tankerinden oluşan bin 697 gemilik Türkiye deniz filosundaki gemilerin 198’i 20 ila 29 yaşında, 385’i de 30 yaşın üstünde. Son dönemde yaşanan gemi kazalarında uzmanlara göre gemilerin eski olmasının büyük bir payı var:
19 Kasım’da Karadeniz Ereğli Limanı’nda mendireğe çarptıktan sonra batan Kafkametler gemisi 31, karaya vurarak ikiye ayrılan Pallada adlı kargo gemisi 55 yaşındaydı. Pallada adlı geminin mürettebatı kurtarılırken Kafkametler’deki 12 mürettebattan beşi öldü, yedi mürettebat hâlâ kayıp.
Denizcilik Genel Müdürlüğü’nün istatistiklerine göre 2016 ile 2022 yılları arasında meydana gelen 2 bin 983 deniz aracı kazasında 658 mürettebat öldü, 348 mürettebat ise kayıtlara kayıp olarak geçti.
“İstanbul açıklarında seyir hâlindeyken tanklarına giren gemi kaptanı da dâhil sekiz personel zehirlendi”

Gemi makineleri işletme mühendisi Çağdaş Bozkurt. | Fotoğraf: Bozkurt’un arşivinden.
Makine zabiti Çağdaş Bozkurt’un çalıştığı son dört gemi 20 yaşın üstündeydi. Tanker gemilerinin birçoğu eski olduğu için kaza riskinin yüksek olduğunu söyleyen Bozkurt, bir tanker gemisinin ikiye bölünmesinin iki buçuk milyon varil petrolün denizi kirletmesi, tüm mürettebatın ölümü anlamına geldiğine dikkat çekiyor.
“Çalıştığım bir önceki tanker gemisinin güverte sacları delikti” diyen Bozkurt, bu durumun hayatî tehlikesini ise bir örnekle anlatıyor:
“Güvertedeki delikler her türlü soruna yol açabiliyor. Mesela patlayıcı yükü aldığınızda yükün üstüne ölü bir gaz bırakılıyor. Bildiğiniz karbonmonoksit gazı… Oksijen oranı yüzde 5’in altına iniyor. Burada yaşayacağınız bir kaçak zehirlenmelere neden oluyor ki 2022’de tersaneden henüz çıkmış geminin İstanbul açıklarında seyir hâlindeyken tanklarına giren gemi kaptanı da dâhil sekiz personel zehirlendi. Ölmekten kurtulmaktaki tek şansları arkada duran dördüncü kaptanın durumu fark edip hızlıca mürettebatın tahliyesini sağlamasıydı. Çünkü maruz kalacağınız karbonmonoksit gazı sizi 40’ıncı saniyeden sonra uyutmaya başlar. Hiçbir şey anlamadan yavaş yavaş ölmeniz demektir bu.”
“Afrika’nın etrafı başıboş gemilerle dolu; Türkiye karasularına da geliyorlar”
Bozkurt, denize elverişsiz gemilerin uluslararası sularda seyir etmesinin yasak olduğunu bilen armatörlerin gemiye kolay bayrak ülkelerinden birinin, örneğin Cibuti’nin bayrağını çekerek gemiyi Uluslararası Taşımacılık Federasyonunun kurallarından, denizcilik hukukundan çıkardıklarını belirtiyor.
Bozkurt, “Afrika’nın etrafı tamamen, Asya ve Güney Amerika’nın bir kısmı başıboş gemilerle dolu. Bu gemiler Türkiye karasularına da giriyor. Bakın bunu Avrupa’da yapamazsınız. Avrupa’ya, Amerika’ya bizdeki yaşlı, bakımsız gemileri sokamazsınız. Okyanusta tufanlar, kasırgalar oluyor. Niye bu bölgelerin gemileri batmıyor orada? Çünkü eski gemilerin sefer yapmasına izin verilmez; denize indirilen gemilerin kontrolleri hilesiz bir şekilde yapılmıştır” diyor.
Kazalar nedeniyle ölümle burun buruna yaşayan gemiciler hastalık riskiyle çalışırken Türkiye bayraklı gemilerde çalışan mürettebatın yıpranma payını 2008’de AKP kaldırdı. Yıpranma payı (fiili hizmet zammı), gemide 360 gün çalışmaya karşılık 90 gün hizmet süresi kazandırıyor ve gemi insanları daha kısa sürede emekli olabiliyordu. Yabancı bayraklı gemilerde ise sigorta primi ödenmediği, tazminat, emeklilik hakkı olmadığı için binlerce gemi işçisi özlük haklarından yoksun olarak çalışıyor.
Hatay’ın Defne ilçesindeki 6,4 büyüklüğündeki depremden etkilenen kentin Arsuz ilçesine bağlı Tatarlı köyündeki evinin büyük bir bölümü yıkılan depremzedenin evine hâlâ hasar tespiti yapılamadı. Çiftçilikle uğraşan ev sahibi Ali Tatar, evinin her an yıkılma tehlikesiyle yaşıyor. İskenderun’un sahile yakın bir mahallesinde oturan İskender Kurt’a ait iki katlı evin ise kolonlarında sorun olmamasına rağmen binaya ağır hasarlı raporu verildi. Hatay’da hasar tespit çalışmaları sorunlu ilerleyip AFAD ve Kızılay’ın yardımları yetersiz kalırken, imar planı yetkisinin tümden aktarıldığı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına bağlı TOKİ, Hatay’da yeni yerleşim yerleri açmak ve konut ihaleleri için harekete geçti. Hatay’da yeniden inşa süreci yerel idare ve meslek odaları dışarıda tutularak yürütülüyor. Yereldeki aktörler depremlerde en çok yıkımın olduğu Hatay’ın kültürel çeşitliliğinin, demografik yapısının, mekânsal dokusunun korunamayacağından kaygılı. Hatay Mimarlar Odası Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Özçelik, Antakya’da yıkımın en çok olduğu Asi Nehri çevresine yönelik Çevre Bakanlığının hazırlayacağı yeni imar planlarına ilişkin bina seyreltmenin anlaşılabilir olduğunu belirtirken mülkiyete dair de hak kayıplarının yaşanabileceğini vurguladı.
Tatarlı, 300 haneli bir sahil köyü. İskenderun’dan Samandağ istikametine giderken de gelirken de köy yoluna saptığınızda yol kenarları sağlı sollu mandalina, limon, portakal, defne ağaçlarıyla dolu. Evler meyve bahçelerinin hemen girişinde yer alıyor. Yeşilin türlü renkleriyle, kırmızıya çalan mandalinasıyla bulutların dağın eteklerine kadar indiği bu köyde doğa bambaşka bir kimliğe bürünüyor.
Kahramanmaraş merkezli meydana gelen 7.8 ve 7.6 büyüklüğündeki depremlerin 31. günü Tatarlı köyünde kısa bir mola veriyoruz. Yol kenarlarında evleri yıkılan ve az hasarlı olsa bile henüz evlerine giremeyen insanların çadırları dizili. Ali Tatar depremlerde ağır hasar alan iki katlı evini gösteriyor önce. “Bu binada” diyor, “üç hane yaşıyorduk. Alt katta babam ve kardeşim oturuyordu. Üst katta biz oturuyorduk. Burası ilk depremden sonra gelen yetkililer tarafından orta hasarlı gösterildi. İkinci depremden sonra da bu hâle geldi.”
“Ev yıkıldı, harabeye döndü. İçerden eşya almaya bile giremiyoruz. Kendimizce önlem almaya çalışıyoruz ama burada çocuklarımız var. Geri kalan bölümler her an çökebilir”

Depremzede Ali Tatar ve yıkılma tehlikesi altındaki evi. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Tatarlı Köyü, Arsuz. 8 Mart 2023.
Eve ön taraftan baktığınızda yıkım pek anlaşılmıyor. Tatar ile binanın arka cephesine doğru yürüyoruz. Binanın kolonları patlamış, duvarları yıkılmış. Çoluk çocuk son anda kurtulmuşlar. Ali Tatar’ın eşi Seçil Tatar o anları “Depreme ikinci kattaki evimizde yakalandık. Dışarı zor attık kendimizi. Yağmur, fırtına, deprem; hepsini art arda yaşadık. Kayınbabam binadan saniyeler ile kurtuldu. Olduğu yerden kalkar kalkmaz duvar hemen yıkıldı. Kurtuluşu mucize oldu” diye anlatıyor. Depremde aileden can kaybı olmamış ama akrabalarından ölen çok olmuş. Karaağaç’ta henüz evlenen 25 yaşındaki yeğenini ve eşini kaybettiklerini söylerken Ali Tatar’ın yüzünde derin bir elem oluşuyor. Hatay’da kiminle konuşsanız depremde ya ailesinden ya da akrabalarından bir kimseyi kaybetmiş.
Lise çağında bir kızı ve iki oğlu olan Tatar ailesi, deprem olduğundan beri mandalina bahçesine kurdukları çadırda kalıyor. Çadırı kendi imkânlarıyla bulmuşlar. AFAD ve Kızılay uğramamış köye. Köyde göçük altında kalan olmamış ancak en az 40 ev yıkılmış. Tatarlı köyünün sakinleri hep bir ağızdan “Can kaybı olmaması en büyük tesellimiz ama enkaz altında kalan olsaydı hiç kimse buraya ulaşamazdı” diyor.
Depremlerden sonra arama-kurtarma çalışmaları Hatay’ın merkez mahallelerinde bile günler sonra başladı. Resmî açıklamaya göre Hatay’da 19 bin 388 insan öldü. Fakat Hatay’ın mahallesinde köyünde, fabrikasında tarlasında kiminle konuşsanız bu veriye inanmıyor. Herkes can kaybının daha fazla olduğu kanısında. Antakya’nın, İskenderun’un, Samandağ’ın, Defne’nin mahallelerinde hâlâ dokunulmamış yüzlerce enkaz var.
Evi yıkıldı, enkazla baş başa bırakıldı
Tatar ailesinin evi en büyük hasarı Kahramanmaraş depremlerinden 15 gün sonra olan Defne depreminde aldı ve evin büyük bir bölümü yıkıldı. İlk depremdeki hasar tespitinden sonra bir daha hasar tespiti yapılmadı evlerine. Bina resmî kayıtlara göre hâlâ orta hasarlı. Tatar, “Böyle bir eve girip oturulur mu?” diye soruyor: “Ev yıkıldı, harabeye döndü. İçerden eşya almaya bile giremiyoruz. Kendimizce önlem almaya çalışıyoruz ama burada çocuklarımız var. Geri kalan bölümler her an çökebilir. E-devletten bakıyorum. İtiraz etme seçeneği çıkmıyor. Muhtara sordum. ‘Benim de bir bilgim yok’ dedi. Biz mi bildireceğiz? Yoksa devletten bir yetkili gelip yine hasar tespiti mi yapacak? Bilmiyoruz!” Hiçbir devlet yetkilisinin gelip kendilerini aydınlatmadığından şikâyet eden Tatar, “Bize başınızın çaresine bakın deseler, yine evimizi yapmak için uğraşacağız. Şimdi TOKİ konut yapacakmış ama inşaata nerede başlanmış. Bilmiyoruz! Bize TOKİ’den ev vermeyi düşünüyorlarsa buradaki yerimiz, toprağımız, tarlamız ne olacak?” diyor.
Ailesi üç nesil boyunca çiftçilikle uğraşan, kendisi çiftçilikle geçinemediği zamanlarda Alanya’da inşaat işçiliği yapan 40 yaşlarındaki Ali Tatar, asla köyden gitmek gibi bir düşüncelerinin olmadığını söylüyor. Köylülerle sohbet ederken depremden sonra köyden hiç kimsenin göç etmediğini öğreniyoruz.
Ailelerin, depremin en çok travma yarattığı çocuklarının başka şehirlerde eğitimini devam ettirmesi için çabaları, iş yerlerini kaybetmesi de göçün diğer nedenleri arasında

Samandağ, Hatay. | Fotoğraf: Sercan Engerek. 4 Mart 2023.
Hatay’ın caddelerinde ise yoğun bir hareketlilik var; eşya taşıyan pikaplar, daha büyük kamyonlar, hususî aracıyla bir yerden bir yere gidenler… Bir tek şehiriçi toplu ulaşım araçları çalışmıyor. Antakya’da bazı marketler ve restoranlar dışında her yer kapalı. Şehir merkezinden, özellikle de yıkımın en çok olduğu Antakya ve Samandağ’dan şehrin köylerine doğru bir göç yaşanıyor. Antakya, Samandağ, Defne merkezinin sokakları enkaz yığınları arasında gece kapkaranlık…
Köylerde evler birer ikişer katlı ve bahçeli olduğu için insanlar buradaki evlerine veya köylerdeki akrabalarının yanına gidiyor. Gidemeyenler ise şehrin muhtelif yerlerinde oluşturulan çadır kentlerde, evlerinin yakınlarına kurdukları çadırlarda yaşamını devam ettirmeye çalışıyor. 1,61 milyon nüfuslu Hatay’dan Belediye Başkanı Lütfü Savaş’ın açıklamasına göre yıkım nedeniyle başka şehirlere göç edenlerin sayısı 650 bin civarında. Göçün daha çok arama-kurtarma çalışmalarının yapılamadığı, yaşamını yitirenlerin hâlâ altında olduğu büyük bir enkaza dönüşen apartmanların, işyerlerinin bulunduğu; devletin vaktinde çadır, yiyecek, su ulaştıramadığı kent merkezinden yaşandığı gözleniyor. Ailelerin, depremin en çok travma yarattığı çocuklarının başka şehirlerde eğitimini devam ettirmesi için çabaları, iş yerlerini kaybetmesi de göçün diğer nedenleri arasında. Fakat insanların aklı yıkılan, hasar alan evlerinde, işyerlerinde… Bir gün geri dönmenin inancıyla yaşıyorlar.
Ev sahipleri mülkünün kamulaştırılmasını istemiyor
Depremde evi yıkılmamış veya az hasar almış insanlar ise yerini yurdunu bırakmamakta kararlı görünüyor. İskenderun’un Muradiye Mahallesi’nde mesleği kaynakçılık olan İskender Kurt, evinin hasar tespitinde yapılan yanlışlığa dikkat çekiyor. Kurt’la ağır hasarlı raporu verilen evini geziyoruz. İki katlı evin görünürde kolonlarında patlama olmamakla birlikte odaların bazı duvarlarında çatlak var sadece. Kurt, hasar tespitinin üstünkörü yapılmasına tepki gösteriyor:
“Hasar tespiti için gelen yetkililer kolonların sağlamlığını tam olarak kontrol etmeden, demirine, beton durumuna bakmadan sadece fotoğrafını çekip gittiler. Ağır hasarlı olduğunu söylediler. Sonra e-devletten baktık ki ağır hasarlı raporu vermişler. Neye dayanarak ağır hasarlı denildi? Gelip balyozla vursunlar. Bakalım kolon yıkılacak mı? Gelen görevlilere evin kolonlarını göstererek ‘Bu mu ağır hasarlı’ dedim. Bunu yaptığım için bana ‘Sen müteahhit misin?’ diye terslendiler.”

Depremzede İskender Kurt. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Muradiye mahallesi, İskenderun. 10 Mart 2023.
Kurt, şu an oğlunun bahçesindeki çadırda eşiyle birlikte kalıyor. 63 yaşındaki Kurt, yardımların kendilerine ulaşmadığını söylüyor. Bir tek muhtardan su geldiğini, mahallede internet kesik olduğu için interneti kullanamadıklarını ekliyor sözlerine. Depremden önce imara açık olan mahalledeki evinin direkt ağır hasarlı olarak kayıtlara geçirilmesinden öfke duyan Kurt, “Ben binamın doğru dürüst kontrol edilmesini istiyorum. Göz var izan var. Bina duvar çatlakları dışında hiçbir hasar almadı. Bu yüzden evim hakkında yıkım kararı alınmasını, evimin yıkılmasını istemem. Bu mahalleden gitmeyi düşünmüyorum. Burası benim evim. Müteahhide de vermeyeceğim. Kamulaştırılmasını da istemiyorum. Ben tadilat yapıp burada oturmaya devam edeceğim” diyor.
“Çadır sıkıntımız var. Bana beş tane çadır gönderiyorlar. Şu an bu mahallede en az 130 çadıra ihtiyaç var”
Muradiye Mahallesi, İskenderun’un merkezdeki sahil mahallelerinden biri. Depremden önce imara açık olan mahallede binalar müstakil ve ikişer üçer katlı. Mahalle daha önce kentsel dönüşüm uygulanmak istenen Dumlupınar Mahallesi ile komşu. Muhtar Ömer Faruk Bilgili’nin verdiği bilgiye göre Muradiye’de biri kamuya ait olmak üzere 10 civarında yıkılan veya ağır hasar alan bina var. Bilgili, acil yıkılması gereken iki binadan birinin mahalledeki Sağlık Ocağı olduğunu belirtiyor. Kolonları patlayan Sağlık Ocağı’nın binası yola eğik şekilde duruyor. “Çadır sıkıntımız var. Bana beş tane çadır gönderiyorlar. Şu an bu mahallede en az 130 çadıra ihtiyaç var” diyen Bilgili, yardımların yetersiz kaldığını belirtiyor.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının hasar tespit raporuna göre depremlerde en fazla yıkım Hatay’da yaşandı. Antakya’da 3 bin 79, Kırıkhan’da 893, Samandağ’da 351, Defne’de 227, Altınözü’nde 263, Hassa’da 258, İskenderun’da 216 bina yıkıldı. Rapora acil yıkılacak, ağır hasarlı ve yıkık bina sayısı 25 bin 822, konut sayısı 85 bin 724, ticarethâne sayısı 19 bin 646, ahır sayısı 449 olarak kaydedildi. Kayıtlı 130 bin binadan 5 bin 696’sı ile bağımsız bölümden 23 bin 90’ı yıkılırken, 6 bin 318 binada ve 19 bin 505 bağımsız bölümde hasar tespiti yapılamadı.
Mülkiyette hak kayıpları yaşanabilir
Depremde ilk saatler hayatî olduğu hâlde arama-kurtarma çalışmaları gecikirken, kurumlar arasında koordinasyon sağlanamazken, iaşe desteği yetersiz kalırken depremin vurduğu iller için derhâl Olağanüstü Hâl (OHÂL) ilân edilerek yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile 11 ilde imar planı yetkisi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına devredildi. Doğal süreçte büyükşehir ve ilçe belediyeleri tarafından hazırlanan 5 binlik ve binlik nâzım imar planlarına ilişkin mülk sahibinin itiraz hakkı bulunuyordu ancak yetkinin Çevre Bakanlığına devrinden sonra yapılacak planlarda ilân-askı-itiraz gibi denetim mekanizmaları ortadan kalktı.
Depremin etkilediği illerde Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi doğrultusunda Çevre Bakanlığı, ağır hasarlı, orta hasarlı, az hasarlı ve hasarsız ya da ruhsatlı-ruhsatsız bina ayrımı yapmaksızın mahalle ve mahalle statüsündeki köylerde istediğinde kamulaştırmaya gidebilecek. Çevre Bakanı Murat Kurum, orta hasarlı binaların da ağır hasarlı binalarla aynı statüye alınacağını söyledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın orta hasarlı binalar için “Güçlendirme yapmadan yeniden yapılsın” talimatı verdiğini açıkladı.
Resmî Gazetede 24 Şubat’ta deprem bölgesinin yeniden imarı için yayımlanan 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesini değerlendiren Hatay Mimarlar Odası Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Özçelik, Çevre Bakanlığı aracılığıyla merkezî otoriteye geniş yetkiler tanındığı görüşünde. Yemek kültüründen mimarisine, mekânsal dokuya değin Hatay’ın tarihinden gelen özel bir sosyo-kültürel yapısı olduğunu söyleyen Özçelik “Doğru kararlar alınmadığı, doğru uygulamalar yapılmadığı durumda Antakya’da bu kültürel çeşitliliğin, mekânsal dokunun kaybolma riski büyük. Antakya’da, özellikle de Asi Nehri’nin çevresinde bir yapı seyrelteme yapılması düşünülüyor. Bunun şehrin ruhuna uygun olarak yapılması elzem. Fay hatları üzerine ve yumuşak zemine yapı yapmaktan kaçınarak önlem alınması anlaşılabilir ama hem yapı seyreltme olacağı hem de bina kat sayıları düşük tutulacağı için orada daha az konut üretileceğinden mülkiyet sorunları gündeme gelecek” diyor.
“İnşaata hemen başlanmasında seçimlerin de payı var”
Yüksek mimar Özçelik, depremzedeler için kalıcı konutların inşaatına çok hızlı başlandığını, bunda da yaklaşan genel seçimin etkili olduğunu vurguluyor. İmar-iskân konularıyla ilgili Çevre Bakanlığı tarafından bilgilendirme toplantıları yapıldığını ancak bunun yetmeyeceğini, yerel ve sivil kurumların imar planlama sürecinin bir paydaşı yapılmasının önemine dikkat çekiyor. Hatay gibi kültürel çeşitliliği bulunan, kozmopolit bir kent için ortak akılla hareket edilmesi gerektiğini belirten Özçelik, şunları söylüyor:
“Şimdi tam da seçim sath-ı mailine girildi. Siyaset ve propaganda süreçleri de işin içine girdiğinden depremzedeler için kalıcı konutların yapımına çok hızlı başlanmak, en azından konutların temellerinin atıldığı kamuoyuna gösterilmek isteniyor. Ancak bu hız güvenli yapıların inşa edilmesi için de etüt çalışmaları için de uygun mimarî için de mekânsal dokuya uygunluk açısından da ciddi riskler taşıyor. Bilimin doğasına da aykırı bir durum. Güncel siyasetin bu kadar belirleyici olduğu bir dönemde iki ay sonra birçok şey de değişebilir. Yerel yönetimlerin, meslek odalarının, akademisyenlerin içinde olduğu demokratik ve katılımcı bir imar planlama zeminin oluşturulması ve ona göre yol alınması gerekir.”
126 sayılı kararname belirsizliğe neden oldu
İmar/iskân planında süreç il ve ilçe belediyelerinin yetkisi bakanlığa geçtiği için sivil ve yerel kurumlar, meslek odaları, üniversiteler ve mülk sahipleri dışarıda bırakılarak yürütülüyor. Hatay’ın mahallelerinde, köylerinde konuştuğumuz insanlar ise geleceğe dönük büyük bir belirsizlikle yaşıyorlar. 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi şu soruları gündeme getirdi:
> Halkların barış içinde yaşadığı çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli Hatay’ın kültürel çeşitliliği, demografisi ve mekânsal dokusu nasıl korunacak?
> Deprem bölgesindeki halkın imarlı, tapulu mevcut yeri ne olacak?
> Geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan köylüler, bahçeli müstakil evi olan mülk sahipleri yaşam alanlarından uzaklaştırılacak mı?
> Şehir merkezindeki imarlı arsasında yurttaşın yıkılan ve ağır hasarlı evini yeniden yapabilme veya az ve orta hasarlı binasını güçlendirme, tadile etme hakkı elinden mi alındı?
> Hâlâ enkazı kaldırılmayan apartmanlarda mülkiyet hakkı bulunanların durumu ne olacak?
Kültürel çeşitliliğin korunmayacağı yönünde endişeler var
Depremin vurduğu illerde 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre meraları, tarım arazilerini ve orman alanlarını da kapsayacak şekilde Çevre Bakanlığına bağlı Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) ve müteahhitlik şirketleri tarafından şehirlerde yapılacak konutlar için rezerv alanlar (yeni yerleşim yerleri) ilân edilecek. İlân edilecek yeni yerleşim yerlerinde Hatay’da 40 bin 426, köylerde 14 bin 141 adet konut yapılacağı duyuruldu. Bakan Kurum, Hatay’da bin 677 konutun yapımına başladıklarını söyledi. Resmî açıklamalara göre bunlardan 821’inin Payas’ta, 364’ünün Altınözü’nde yapılacağı biliniyor. Ayrıca Kurum, Amanos Dağı eteklerinde Antakya’nın yerleşim sürecini başlatacaklarını da açıkladı.
ANKA’nın ulaştığı yeniden yapılaşma planlarının yer aldığı Afet Bölgesi Tasarım Alanları Rehberine göre ise yapılması planlanan konutlar için 10 ayrı proje üzerinden Antakya’da 8 milyon 617 bin metrekarelik bir alan ayrıldı. Antakya’daki konut projelerini Kalyon, NEF, Tahincioğlu ve Optimal adlı müteahhitlik şirketleri yürütecek. 200 bin metrekarelik Belen Proje Alanında Tahincioğlu, proje müellifi Kayabay Mimarlık; Samandağ’da 600 bin metrekarelik Mağaracık Proje Alanında Kalyon şirketleri toplamda 4 bin adet konut üretecek. Ayrıca 1 Mart’ta TOKİ, İskenderun ilçesinin çeperindeki Düğünyurdu Mahallesi’nde yapılacak 492 kalıcı deprem konutu için açtığı ihaleyi en düşük teklifi sunan Oraka İnşaat’a verdi.
“Yerel aktörleri devre dışı bırakırsanız bu kadim şehrin tarihine ihanet etmiş olursunuz. Hatay hıza, plansızlığa, ranta kurban edilmeyecek denli kıymetli bir şehir”

Antakya Çevre Koruma Derneğinin eski başkanı Selda Asker. | Fotoğraf: Asker’in arşivi.
Antakya’nın “yeni yerleşim yerlerine taşınacak olması” kültürel ve ekonomik açılardan ne anlama geliyor? Hristiyanların, Yahudilerin, Ermenilerin, Alevilerin, Sünnilerin yaşadığı mahallelerin, köylerin bulunduğu, farklı anadillerin konuşulduğu Hatay’da her bir inanca sahip halkın kendine özgü bir kültürü, yaşama biçimi ve çeşitli ritüelleri var. Antakya Çevre Koruma Derneğinin eski başkanı Selda Asker, Antakya’nın tarihî ve kültürel dokusunun korunamayacağından kaygılı. Depremde evi ağır hasar alan ve kuzenlerini kaybeden Asker, “Hatay’da her bir topluluk kendi içinde dayanışma içinde yaşar. Daha da ötesinde Hatay insanlar, topluluklar arası dayanışmanın, bir arada yaşama kültürünün biricik örneğidir” diyor.
Antakya’da dünyanın ilk sokak aydınlatmasının yapıldığı yer olarak bilinen Kurtuluş (Herot) Caddesi’nde Habib-i Neccar Camii, yanında Sarımiye Camii ve onun yanında Katolik Kilisesi, kilisenin çaprazında da Musevi Havrası bulunuyor. Bu ibadethânelerin hemen az ilerisinde 1910’lu yıllarda Fransız mimarlar ve Halepli ustaların emekleriyle inşa edilen ve gül sulu dondurması, ‘haytalı’sı ile özdeş Affan Kahvesi var. Bunlar gibi özgün mimarisiyle bir şehri kültürel, insanî açıdan birbirine kenetleyen, şehrin ruhu olan bu tarihî mekânlar depremde ya yıkıldı ya ağır hasar aldı ya da zarar gördü. Habib-i Neccar Camii’nin kubbesi çöktü, Sarımiye Camii’nin minaresi yıkıldı, kilise ve havranın çatısı zarar gördü, Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi, Antakya Protestan Kilisesi çöktü. Eğer Hatay yaşatılmak isteniyorsa kilise, havra, cami gibi tarihî mekânların aslına uygun olarak onarılması gerektiğine vurgu yapan Asker “Bu mekânları mekân yapansa buranın insanlarıdır. Mekânlar insanla yaşar” diyor. Asker, bu yüzden insanların tarih boyu kendi ibadet merkezlerinin çevresinde konumlandığını söylüyor.
“Göç edenler yine dönecek”
Art arda yaşanan depremlerde Antakya’nın merkezinde en çok yıkım Asi Nehri’nin çevresindeki binalarda oldu. Kendini iklim aktivisti olarak da tanımlayan Selda Asker, Amik Gölü’nün 1955’ten itibaren kurutulmaya başlanmasıyla Asi Nehri’nin yatağının değiştirildiğini, oradaki binaların da nehrin üzerine yapıldığını hatırlatıyor. “Elbette yeniden yapılaşma bilimin ışığında zemin etütleri yapılarak, bilimsel yöntemler ve çağdaş inşaat teknolojileri kullanılarak yapılmalı” diyen Asker şu uyarıyı yapıyor:
“Antakyalıların burada bir yaşama biçiminin, bayramlarının, özel günlerinin; kendine has bir kültürü olduğu unutulmamalı. İnsanları mahallesinden, köyünden kopararak şehrin uzak noktalarına taşırsanız, birbirinden uzaklaştırırsanız yüz yıllık yaşama biçiminden de mahrum bırakırsınız. Bu şehrin üniversitelerinde saygın arkeologlar, şehrin tarihini, mimarî dokusunu bilen akademisyenler var. Bir oldu bitti ile değil de onların da paydaş olduğu bir yeniden plan ve yapılaşma komisyonuna benzer bir kurul kurulması gerekir. Yerel aktörleri devre dışı bırakırsanız bu kadim şehrin tarihine ihanet etmiş olursunuz. Hatay hıza, plansızlığa, ranta kurban edilmeyecek denli kıymetli bir şehir.”
Asker, depremlerde yıkım nedeniyle Hatay’dan göç edenlerin şehre yeniden döneceğini düşünüyor. Hiç kimsenin mahallesinden, köyünden ayrılmak istemediğini söyleyen Asker, “Hatay’da insanlar çadırlarını evinin önüne kurdu. Evini, işini kaybeden, deprem sonrasında kalacak çadır bile bulamayan, yiyeceğe ulaşamayan, tuvalet gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlar ise gitti. Ama inanın Hataylılar buradan gitmek istediği için değil, zorunlu kaldığı için gitti. O gidenler bir gün yine buraya dönecek. Bir evi olmasa da evlerinin ve işyerlerinin mülkü, hayatı, hâtırası, çocukluğu, eşi dostu; her şeyi bu şehirde.”
Mülk sahipleri borçlandırılacak; kiracılarla ilgili bir çözüm sunulmadı
İmar planlamanın tek merkezden yapılıp mevcut yerleşim yerlerinin direkt belirlenecek rezerv alanlara taşınacak olması “Hatay’ın kimliksizleştirilme süreci” olarak yankılanırken, yapılması muhtemel konutlara depremzedenin nasıl sahip olacağı da belirsizliğini koruyor. Siyasî iktidarın konut politikasına göre TOKİ ile müteahhit şirketlerinin yapacağı konutlara depremzede yüzde 60’ını devletin yüzde 40’ını ise kendi karşılayarak girip oturabilecek. Ancak evlerin kaç milyon liradan satışa çıkarılacağı belli değil.
Sadece evi ağır hasarlı veya evi yıkılmış olan afetzede konutlara iki yıl ön ödemesiz 20 yıl borçlanmak suretiyle sahip olabilecek. Afetzede depremden önce Doğal Afet Sigortalar Kurumu (DASK) sigortasını yaptırmış olma şartıyla konut ve konutlar için verilecek krediden yararlanabilecek. Tapusu bulunan depremzedenin kalıcı barınma sorununda “çözümün” konut satışı olarak formüle edilmesi; kiracılık etmiş depremzedeyle ilgiliyse bir çözüm yolu sunulmaması ‘sosyal devlet’ kavramı açısından tartışma konusu.
Pazarcık, Elbistan, Defne merkezli depremlerde Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı Kapısuyu köyü büyük yıkımın yaşandığı köylerden oldu. Köyün yarısından fazlası yıkılırken köyün içme ve kullanma suyunu karşılayan su sistemi çöktü. Depremler olduğundan beri su verilmeyen ve elektriklerin sık sık kesildiği köyde yöre halkı su ihtiyacını uzak noktalardaki tankerlerden taşıdığı suyla karşılıyor. Köye seyyar tuvalet ve yıkanma kabinleri ise Afet gönüllülerinin girişimleriyle getirtildi. Ancak tuvalet ve yıkanma kabinlerine su hattı çekilemedi. Kendi imkânlarıyla temin ettikleri çadırlarda, brandalardan oluşturdukları barakalarda yaşayan köylüler bulaşıcı hastalıkların yaşanmaması, özellikle de su ve hijyen konusunun çözülmesi için çağrı yaptı.
Kapısuyu köyü birçok inanca, kültüre ev sahipliği yapan, insanların yüzyıllar boyu barış içinde yaşadığı Hatay’da 500 haneli bir Sünnî köyü. Bir dağ köyü olan Kapısuyu’nda depremlerde en az 250 ev ağır hasar aldı veya yıkıldı. Bin 923 nüfuslu köyde depremlerde iki can kaybı yaşandı. Birbiriyle akraba olan köy halkı evlerinin bahçesine, tarlalarına kurduğu çadırlarda ve barakalarda bir arada yaşıyor. Hâlâ çadır ulaştırılamayan onlarca aile var. Ermenilerden kalan köyün meydanında kiliseden dönüştürülen cami ise ağır hasarlı. Depremde köyün yolları çökerken yıkılan binaların taşları ise ara sokakları kapatmış durumda. Köye bir akşam vakti konuk oluyoruz.

Depremde yıkılan taş evlerden sadece biri. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 11 Mart 2023.
Köyde çiftçilik yapan Mehmet Coşkun, yakınında çadır kurdukları evinin önünde karşılıyor bizi. Evi depremlerde ağır hasar almış. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığından gelen yetkililer eve kesinlikle girilmemesi gerektiğini söylemiş. Coşkun, “Hayatın boyunca zar zor bir ev yaparsın, o da gider. Yaşım elli. Ben bir daha nasıl ev yapacağım? Nasıl yeni bir düzen kuracağım?” diyor.
En büyük sorun tuvalet
Çadırın yanına kurulan masanın etrafı çok geçmeden dolup köylüler deprem sonrası yaşadıklarını anlatırken yüzlerindeki hüzün, titreyen seslerindeki öfke hemen dikkati çekiyor. Köye gittiğimizde tuvalet ve yıkanma kabinleri yoktu. Depremzede Coşkun, biraz da çekinerek ağır hasarlı evlerine giremedikleri için yıkanamadıklarını, tuvalet ihtiyaçlarını kendilerinin oluşturduğu alanlarda gidermeye çalıştıklarını söylüyor. Depremin ancak 39. gününde seyyar tuvalet ve yıkanma kabinleri Afet gönüllülerinin girişimleriyle getirtilse de henüz su bağlantıları yapılamadı.

Mehmet Emre Uçar. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 10 Mart 2023.
Kapısuyu, Hatay’da Akdeniz’in en güzel göründüğü köylerden. Sayfiye yeri Çevlik plajının hemen üstünde yer alıyor. Köyün ilk sakinleri Ermenilerin yaptığı binaların çoğu yıkılmış. Depremzedelerden Mehmet Emre Uçar ile evinin yanına gidiyoruz. Defne merkezli 6,4’lük depremde ağır hasar alan bina yıkıldı yıkılacak durumda. Evin bulunduğu sokağın yolu en az 30 santimetre çökmüş. Yoldaki yarık yukarıdan aşağı doğru uzayıp gidiyor.
Köy birinci derece sit alanı statüsünde yer alıyor. Evi ağır hasar alan Mehmet Coşkun, köyün geleceğinden duyduğu kaygıyı anlatıyor: “Burası sit alanı olduğundan evlerimiz için belki kaçak yapılanma diyecekler ama dedelerimin zamanından beri bu köyde yaşıyoruz. Burada evlendik. Çocuklarımız burada doğdu. Devlet yıllarca elektriğimi, suyumu vermiş. Bunlar üzerinden vergi alınırken bana denmemiş ki senin evin kaçak.”

Yusuf Yiğit. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 10 Mart 2023.
“Buradan gitmeyiz”
Evleri yıkılanlara, yaşamı bu kadar güçleşen insanlara “Buradan gitmeyi hiç düşündünüz mü?” diye sorduğumda yine Kapısuyu’nda kalmak istediklerini söylüyorlar. Köyün sakinlerinden Yusuf Yiğit, “Belki evimin bulunduğu parsel inşaat için uygun olmayabilir ama gücümüz olursa evimi yine bu köye yapmak isterim. Buranın havasıyla, suyuyla toprağıyla bir bütün olmuşuz. Buradan nasıl gideriz” diyor.
Akşam vakti köyün sokaklarında gezerken insanların branda bezinden yaptıkları çadırlara rastlıyorum. Üç-dört aile aynı çadırda kalıyorlar. Depremde kopan büyük kaya parçalarının yanından geçerek bir çadıra konuk oluyorum. Ailesi, yaşlı teyzesi ve akrabalarıyla evin tandır bölümüne yaptıkları barakada yaşayan Hikmet Külahlı, depremde oğlunun eşinin ve torununun hayatını kaybettiğini söylüyor. Külahlı, kısa bir sessizliğin ardından “Hatay’da nasıl bir yıkımın olduğu sonradan görüldü ve buraya çok geç gelindi. Özellikle de depremin ilk günlerinde süreç çok ağır yürüdü. Doğru dürüst acımızı bile yaşayamadık” diyor. Başsağlığı dileyerek ayrılıyorum yanlarından.

Külahlı ailesi. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 10 Mart 2023.
“Vali, milletvekili geldi, derdimizi dinlemedi”
Köylüler çadırın yanındaki bir odun sobası etrafında dertlerini konuşmaya devam ediyor. Tekrar oturuyorum yanlarına. Gençlerden biri bir bardak çay getiriyor. Sohbet derinleşiyor. Mehmet Coşkun, iki sözün arasında köylerine gelen devlet yetkililerini hatırlatıyor. Bir süre önce milletvekili adaylığı için istifa eden Hatay Valisi Rahmi Doğan ve Ak Parti’den milletvekili Hüseyin Yayman’ın taziye için Kapısuyu köyüne geldiğini öğreniyorum. Coşkun, vali ile milletvekilini hatırlayınca geriliyor: “Burada derdimizi anlatacaktık. Dediler ki, ‘Biz taziyeye geldik. Şimdi yeri değil.’ Zor günler yaşıyoruz. Nezâketen bile olsa bizi dinleyen olmadı. Bu süreçler ilgili bizi aydınlatan yok. Gelip ‘Kardeşim senin evin yıkıldı. Eşyan, hayvanların öldü. Ne yapacaksın?’ diye soran yok.”
Kapısuyu’nda insanlar çaresizlikleriyle baş başa kalmış. Kendilerini yalnız hissediyor. İnternet sık sık kesildiği için iletişim kanallarının kapandığından şikâyet eden köyün gençleri şimdiye kadar ihtiyaçların karşılanamamasına tepkili. Hararetli tartışma gece geç saatlere kadar sürüyor.
Kiliseden dönüştürülen ağır hasarlı caminin minaresi tehlike saçıyor
Ertesi gün öğleden sonra yine Kapısuyu’na geliyoruz. Minaresi ayakta olsa da depremde köyün camisi, köy kahvesi büyük hasar almış. Tek açık dükkân Mustafa Coşkun’un bakkalı. Bakkal depremde orta hasar almış. Cami işte o bakkalın hemen yanında yer alıyor. Ermenilerin yaşadığı dönemde, 200 yıl önce kilise olarak inşa edilen bina 1959’dan sonra minare eklenerek camiye dönüştürülmüş. Ancak hasar aldığı için minare her an yıkılacak durumda. Coşkun, “Anıtlar Kurulunu aradım. Hatay’daki müdürlükle irtibata geçmemi söylediler. Fakat burası deprem bölgesi. Hiçbir kurumun binası ayakta değil. Kimseye ulaşamadık. Sonra kurulu tekrar aradım. ‘Buradan insanlar gelip geçiyor. Bir canımız daha giderse sorumlusu sizsiniz’ dedim. Hâlâ daha müdahale edilmedi” diyor.

Köy camisi. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 11 Mart 2023.
Coşkun, depremin ilk günlerinden itibaren yaşadıklarını anlatmaya başlıyor. Yardımların geç ulaşmasından şikâyetçi. Yardımların sadece köyün yanından geçen anayolun kenarındaki çadırlara geldiğini söylüyor. “Yukarı tarafta ailelerin yaşadığı en az 10-15 çadır daha var. Buralara hiçbir yardım gelmiyor. Devlet yetkilileri ihtiyaç sahiplerini tek tek tespit edip yardımları ona göre paylaştıramaz mı?” diyen Coşkun, kaldıkları çadıra depremin ancak 15. gününde güç bela ulaştıklarını anlatıyor:
“Deprem olmuş. Yağmur yağıyor. Hava soğuk. Evlerimiz yıkılmış. Acilen bir çözüm bulmamız gerekti. Defne, zeytin topladığımız brandalarla kendi çadırımızı yaptık. 27 kişi günlerce bu çadırda kaldık. Sonra muhtara çadıra ihtiyacımız olduğunu söyledim. ‘Karakolda var ama vermiyorlar’ dedi. Çevlik karakoluna giderek çadır istedim. Dediler ki, muhtarın gelmesi lazım. Bana çadırı vermediklerini söyleyen de muhtar hâlbuki. Ben buradan çadır almadan gitmeyeceğim dedim. İçerde kaymakam, tarım müdürü filan toplantı yapıyorlarmış. Kaymakamla görüşmek istediğimi söyledim. Orada sahil güvenlikten bir astsubay gördü beni. Ona derdimi anlattım. ‘Bana bir saat ver’ dedi, ‘bir saat sonra seni arayacağım.’ Sonra ‘çadırını gel al’ diye aradı. Böyle ulaştık çadıra. Şimdilik idare ediyoruz ama önümüzdeki aylarda havalar ısınacak. Burada yılan çok olur. Artık konteynerlere ihtiyaç var.”
Çiftçilikle de uğraşan Coşkun’un 80 yaşlarında astım hastası bir annesi ve yürüyemeyen bir babası var. Tuvalet ihtiyacını çok zor şartlarda karşıladıklarını söylerken öfkesini gizlemeden “Elektriklerimiz sürekli kesiliyor. Dedim ki annemin oksijen tüpü için bir tane jeneratör ayarlayın bize. Şu dönemi atlatalım. Sonra yine geri alın. Ama sesimizi duyan olmadı” diyor.

Hüseyin Kaynak. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 11 Mart 2023.
“Hayvanlar aç sefil durumda kaldı”
Köyün sokaklarını gezerken yıkımı bu kez gündüz gözüyle görüyoruz. Köyde taş taş üstünde kalmamış. Tarihî köyde her yer yıkılan binaların taşlarıyla dolu. Taşların, maloz yığınlarının üzerinden geçerek ilerliyoruz. Sokaklardan birinde 50’li yaşlarda bir kişiye rastlıyoruz. Adı Hüseyin Kaynak, çiftçi. Altında ahırı olan iki katlı evinin kolonları patlamış. Evini, ahırını gösteriyor bize. Evi girilmez durumda. Canlarını ve hayvanlarını son anda kurtarmışlar: “15 ineğimi de enkaz altından çıkardım. Hayvanları besleyecek yemimiz ve samanımız yok.”
Tabii Afetlerden Zarar Gören Çiftçilere Yapılacak Yardımlar Hakkındaki Kanuna göre devlet afet dönemlerinde kayıtlı veya kayıtsız hayvan ayırt etmeksizin çiftçilikle geçinenlerin afet nedeniyle oluşan zararını yüzde 70’e kadar karşılamakla mükellef. Fakat köye şimdiye kadar sadece bir defa yem yardımı yapılmış. Çiftçilik yapan Yusuf Yiğit’in de evi ve ahırı 6,4’lük Defne depreminden sonra ağır hasar almış, hayvanlarını bin bir zorlukla enkaz altından çıkarmış. “Benim dört tane sığırım vardı. Bir çuval yem verdiler. Bu hayvanlar için bir çuval yem ancak iki-üç günlük. Bir insan nasıl yiyip içiyorsa hayvan da öyledir. Hayvanlarımız zayıfladı. İki yıldır baktığım 500 kiloluk hayvan 300 kiloya düştü. Hayvanlarım aç, sefil durumda kaldı.” diye anlatıyor yaşadıklarını.
Kapısuyu’nda insanlar geçimini ekip biçerek, hayvancılıkla ve tarım işçiliğiyle sağlıyor. Köyde yüzlerce defne, zeytin, portakal ağacı bulunuyor. Defne sabunu, zeytin, portakal üretiyorlar. Mevsimine göre de domates, biber, patlıcan gibi sebzeler yetiştiriyorlar. Maydanoz köyde en çok yetiştirilen tarım ürünlerinden. Fakat hasat tam deprem dönemine denk geldiği için maddî yönden de büyük kayıpları olmuş.

Köyün su kanalı. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 11 Mart 2023.
Köyün su nakil hattı çöktü, köylü onarılmasını istiyor
Köyde çözülmesi gereken en acil konu su sorunu. Hem tarlalarını suladıkları hem de içme ve kullanma suyu olarak kullandıkları kaynak suyunu köye nakleden boru hattı depremde hasar almış. Mustafa Coşkun’la ormanın içindeki patika yoldan o su kaynağının bulunduğu yere doğru yürüyoruz. Daha önce bir bölümüne kadar araçların da girebildiği o yol depremde dağdan kopan kaya parçaları nedeniyle kapanmış. Taşların üzerinden su kaynağına doğru tırmandıkça ciğerlerine dağ havasının dolduğunu hissediyor insan. Ama sarp kayalar da bir o kadar ürkütüyor insanı. 3-4 kilometrelik bir yürüyüşten sonra nihayet su kaynağına varıyoruz. Metreküplerce taş parçasının üzerine düştüğü su boruları parçalanmış. Ancak kaynağın çıkış noktasından gürül gürül bir su sesi geliyor hâlâ.
Suyun 90’lı yıllarda kurulan boru hattı ve dinamo sistemiyle köye nakledildiğini söyleyen Coşkun, “Suyun kaynağı sarp kayalık bir bölgede. Kayaların düşme tehlikesi var. Burada iş makineleri nasıl çalışacak? Su kanalı nasıl onarılacak? Bilmiyoruz. Yetkilileri bir an önce çözüm bulmaya davet ediyoruz” diyor.
Köyün kaderi işte bu su kanalının onarılmasına ya da su kaynağından köye yeni bir su sistemi kurulmasına bağlı. İlk yazın ekinleri tarlalarda o suyla sulanacak. Köye Afet gönüllülerinin çabalarıyla getirtilen tuvalete de yıkanma kabinlerine de su bu şekilde gelmiş olacak. Altyapısı hasar alıp içme, kullanma suyu ile kanalizasyon suyunun birbirine karıştığı Hatay şehrinde köyün dağ suyuna yeni bir kanal yapılabilirse köylü içme suyuna bu şekilde kavuşacak.
“Bir gün çarşıdan eve dönüyordum. Anacadde üzerindeki otobüs durağında indim. Geç bir saatti. Şoförün ilgisini çekmiş. Utana sıkıla ‘Abla sen nereye gidiyorsun?’ dedi. ‘Evime’ dedim. ‘Burada ev var mı?’ diye sordu. ‘Olmaz olur mu? Burası Darağacı. Ben burada doğup büyüdüm’ dedim. Burada bir mahalle olduğu pek bilinmiyordu.”
İzmir’de Fatma Kaçaro’nun doğup büyüdüğü ve 33 yıldan bu yana muhtarlığını yaptığı Darağacı, tarihi Alsancak Garı ile Alsancak Stadyumu’ndan başlayıp Halkapınar’a doğru uzanan, üzerinde eski fabrikaların, işyerlerinin, tır garajlarının, depoların bulunduğu caddenin arkasındaki mahalle. Cadde üzerindeki tamir atölyelerinin çokluğu oranın küçük bir sanayi bölgesi olduğu izlenimini uyandırıyor önce. Ama sokaklarında ilerledikçe kapısını çaldığınız birer ikişer katlı evlerden her birinin ayrı bir hikâyesi olduğu anlaşılıyor çok geçmeden. Bir zamanlar Rum işçilerin meskeni olmuş burası. Fabrikaların artmasıyla ilerleyen yıllarda tam bir işçi mahallesine dönüşmüş Darağacı. Altı yıl önce sanatçıların mahalleye yerleşerek bir sanat kolektifi kurmaları ise Darağacı’na yeni bir soluk getirmiş. Kolektifin çağdaş sanat yaratılarını sunduğu sergi sona erse de mahalleye gittiğinizde en güzel murâlleri (duvar resmi) orada görmeniz mümkün. Ancak odak noktanızı değiştirdiğinizde semtin milyonlarca liralık konutların, ofislerin satıldığı rezidans-gökdelen projeleriyle çevrelendiği görülüyor.

Fatma Kaçaro, 33 yıldır Darağacı semtinin muhtarı. | Fotoğraf: Sercan Engerek.
“Dedem idam iplerini görmüş”
Darağacı, İzmir’in Konak ilçesine bağlı Umurbey Mahallesi’nin sınırlarında kalan mevkinin adı. Semtte Darağacı ismiyle bulunan anacaddenin adının Cumhuriyet döneminde Şehitler olarak değiştirilmesi oranın aslen Darağacı olduğunu unutturmamış mahalleliye. Sözlü kültürde Darağacı hâlâ bir dönem idamların yapıldığı yer! Semt konuştuğum eski sakinlerinin hemen hepsinde böyle yer etmiş. Yaşlı bir mahalle sakini anacaddenin orada kayınpederinin tanık olduğu bir idam olayını anlatırken, Darağacı’nda yaşamış bir ailenin üçüncü kuşağı olan 74 yaşındaki Fatma Kaçaro semtin tarihine ilişkin şunları söylüyor: “Alsancak İlkokulunda okudum ben. Bugünkü Alsancak Stadı’nın bir bölümü ve bir süre güzel sanatlar fakültesi olarak kullanılan binaların olduğu yerde bir Ortodoks (Rum) Mezarlığı vardı. Okul ise hatırladığım kadarıyla saha ile tren garının arasında bir yerdeydi. Okula bu mezarlığın ve sahanın önünden geçerek giderdim. Okulun Rumlardan kalma harika bir binası vardı fakat yıktılar. Mezarlığı ise kaldırdılar. Dedem uzun yıllar önce işte bu mezarlık bölgesindeki ağaçlarda insanların idam edildiğini anlatırdı. Dedem ağaçlarda o idam iplerini görmüş hep.”
“Evet, evler bakımsızlıktan kötü görünüyor, kimi komşumuz öldü, kimi taşındı, buranın eskileri pek kalmadı artık ama bu mahalle benim hayatım”
Çocukluğu 1950’li yıllara denk gelen Kaçaro’nun Darağacı’na ilişkin hatırladıkları bunlardan ibaret değil. “Ben çocukken Rum evleri vardı burada. Antonia bu sokağın sonunda oturuyordu. Despina’nın evi dayımın eviyle yan yanaydı” diyor. İzmir büyük yangından önce Müslüman, Rum, Ermeni, Musevi nüfusun bir arada yaşadığı kozmopolit bir yapıdaydı. 1914’teki sayıma göre 211 bin 13 nüfuslu şehir merkezinde 100 bin 356 Müslüman, 73 bin 676 Rum, 24 bin 69 Musevi, 10 bin 61 Ermeni yaşıyordu. Darağacı ve bugün Kahramanlar denilen Mortakya, Rumların yoğun olarak yaşadığı semtlerdendi. Bu semtlerdeki mahalle ve sokak isimleri de Rumcaydı. 13 Eylül 1922’de Kültürpark’ın yerindeki Ermeni mahallesinde başlayan yangın birbirine bitişik olan bu semtlere de sıçradı ve pek çok ev ve işyeriyle birlikte Mortakya’daki Aya Yani Ligaria, Aya Apastolos Kiliseleri, Darağacı’ndaki Aya Taksiarhos, Aya Markella Kiliseleri kül oldu.
1914’teki sayıma göre 211 bin 13 nüfuslu şehir merkezinde 100 bin 356 Müslüman, 73 bin 676 Rum, 24 bin 69 Musevi, 10 bin 61 Ermeni yaşıyordu

Darağacı’nda kalan iki Rum evinden biri. | Fotoğraf: Sercan Engerek.
Darağacı’nda bugün yalnızca iki Rum evi var. 75 yaşındaki Zeycan Hanım böyle bir evde yaşıyor. 60 yıl önce mahalleye gelen ve orada evlenen Zeycan Hanım ile eşi, oturduğu bu evi yıllar önce Rum asıllı Elena Hanım’dan satın almış. Zeycan Hanım “İlk geldiğimizde burada çok Rum komşumuz vardı. Kimi öldü, kimi de evini satıp gitti. Elena Hanım da Alsancak’tan bir ev aldı. Onunla çok samimiydik” diye anıyor eski komşusunu ve ondan kalan bir hâtırayı gösteriyor.
Zeycan Hanım, elinde bir avuç hurmayla dönüyor, “Düşenlerden tadımlık” diyor. Yaşam adına mahallede Rumlardan kalan tek iz o ağaç şimdi

Darağacı’ndaki hurma ağacı. Fotoğraf: Sercan Engerek.
Başımı yukarı doğru kaldırdığımda koca bir palmiye ağacıyla karşılaştığımı zannediyorum önce. Yaşlı kadın, metrelerce uzunluktaki bu ağacın bir hurma ağacı olduğunu söylüyor: “Bu evin ilk sahibi Elena Hanım’ın ailesi dikmiş onu. Eskiden ağacın boyu kısaydı. Her yıl salkım salkım, kilo kilo toplar, komşularımıza dağıtırdık. Verdiği hurma herkese yeterdi. Şimdi ağaç epeyi uzadığı için artık toplayamıyoruz.” Ağacın en dikkat çekici özelliği verdiği hurmanın çekirdeksiz olması… Evin önünde beni kısa bir süre bekleten Zeycan Hanım, elinde bir avuç hurmayla dönüyor, “Düşenlerden tadımlık” diyor. Yaşam adına mahallede Rumlardan kalan tek iz o ağaç şimdi.
Bir işçi mahallesi
19. yüzyılda dünyanın en önemli ticaret-ihracat limanlarından olan İzmir rıhtımının yakınında olması ve sınırının Alsancak Garı’ndan başlamasının etkisiyle şehrin sanayisi Darağacı’nda kurulmuş. İlk başta un değirmenlerine mekân olmuş Darağacı. Avrupa’da başlayan Endüstri Devrimi buraya da ulaşmış ve buhar gücüyle çalışan makinelerin makineleşmiş endüstriyi geliştirmesiyle, Rum ve Yahudi tüccarların, Levantenlerin girişimleriyle şehirde fabrika sistemine ilk kez burada geçilmiş. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e 1867’de Havagazı Fabrikası’nın, 1892 ve 1895 yıllarında un fabrikalarının, 1895’te Şark Sanayi Kumpanyası’nın, 1918’den önce kiremit fabrikasının, 1920’den önce Tariş Alkol Fabrikası’nın, 1928’de Gomel Yağ Fabrikası’nın, Elektrik Fabrikası’nın ve 1953’te Sümerbank Basma Sanayi’nin açılmasıyla bir zamanların en önemli ticaret ve üretim merkezi olmuş. Üzümün, incirin taşındığı ahşap kutu imalathaneleri burada açılmış. İşgücünü karşılayabilmek için Ege adalarından getirilen Rum ahali ilk buraya yerleşmiş. Fabrikalarda çalışan işçilerin yerleşmesiyle Darağacı’nın kaderi de emekle, alın teriyle yoğrulmaya başlamış.
Darağacı’nda bugün bazısı restore edilen, bazısı başka işlevlerle kullanılan, bazısı kapatıldıktan sonra metruk hâle gelen veya yıkılan fabrikaların faaliyette olduğu dönemlerden izlere rastlamak mümkün. Emine Hanım mahalleye 55 yıl önce Bergama’dan gelmiş. İki katlı bir evin önünde otururken rastladığım Emine Hanım mahalleye gelişini “Bergama’da tarlalarımız vardı. Tütün ekiyorduk. Ama çiftçilik artık bizi geçindirmemeye başlamıştı. Hatta daha da çok borçlu çıkıyorduk. Burada eşimin halası vardı. Onun vesilesiyle geldik. Sonra eşim buradaki Gomel Yağ Fabrikası’na girdi. 20 yıl burada işçi olarak çalıştı” sözleriyle anlatıyor. 80 yaşlarındaki Emine Hanım’a “Eviniz” diyorum, “Ev sizin mi?” Kiracı olduğunu söylüyor. 35 yıl önce vefat eden eşi üzerinden aldığı maaşla geçinen Emine Hanım, dokuz yıl önce 57 yaşındaki kızını kaybetmiş, “Dert kahır çok ama insan her şeye katlanıyor” dese de acının kederin izleri okunuyor yüzünden.

Mahalleli Emine Hanım. | Fotoğraf: Sercan Engerek.
İzmir’in Levantenleri’nden Verbeke ailesinin uzun bir süre iplik ve kumaş ürettiği Şark Sanayi ve Cumhuriyet döneminde kurulan Sümerbank Basma Sanayi, Darağacı’nda büyük bir alanı kaplıyor. Tescilli binalarından bazıları 2007’den beri okul olarak kullanılan atıl durumdaki Sümerbank Basma Sanayi’nin çam, palmiye, dut gibi farklı türde onlarca tescilli ağacın bulunduğu arazisine il emniyet müdürlüğü için hizmet binası yapılacağı açıklandı.
Balkan göçmenlerinin yaşadığı Çamdibi’nden ve civar semtlerden bu bölgedeki fabrikalara işçiler hep yürüyerek gidip gelirmiş. Şark Sanayi’nin yan cephesinden başlayan caddenin adı bugün hâlâ aynı: İşçiler Caddesi!.. Oradan geçerken ilk dikkati çeken etrafı taş duvarlarla örülü metruk fabrikanın arazisindeki su deposu oluyor. Fabrikanın dış duvarında ise kuytu bir köşede bir çeşme olduğu görülüyor. Fabrikanın sahiplerinden Maurice Verbeke, 17 yaşında ölen oğlu Pierre Verbeke’in anısına 1941’de yaptırmış bu çeşmeyi. Mahalleli “Şimdi akmıyor ama bu çeşmenin suyuna doyum olmazdı” diyor. İşte bu metruk fabrikanın doğu yönündeki cephesine paralel sokaklardan birinde görüyorum Erol Yörük’ü. Elindeki bastondan destek alarak yürüyen 76 yaşındaki Yörük mahalleye yıllar önce Akhisar’dan gelmiş. Uzun yıllar çay ocağı işleten Yörük’ün kardeşleri ise Şark Sanayi’de işçi olarak çalışmış. Tek katlı bir binada kiracı olan astım hastası Yörük emekli maaşıyla geçinmeye çalışıyor.
“Göçmen bürosu yaklaşık beş yıldır burada. Her gün çoluk çocuk onlarca göçmen gelip gidiyor. Çoğunluk Suriyeli göçmenler”

Göç İdaresi Müdürlüğü’nün Kayıt Güncelleme Merkezi de bu mahallede yer alıyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek.
Semtin adını ilk kez duyanlar kelimenin anlamı itibariyle orayı bir daha hiç unutmadı belki ama Darağacı, kentin çeperlerinde yaşayan insanların mahalleleri gibi yıllarca unutulmuş, ihmal edilmiş bir semt. Kentin farklı yerlerinden, farklı kentlerden gezmeye, eğlenmeye gelen insanları ağırlayan az ötedeki Alsancak’ın, Kordon’un nasıl pırıltılı bir kalabalığı varsa semt olarak Darağacı bir o kadar yalnız olduğunu düşündürüyor ilk başta.

Göç İdaresi’nin hemen karşısında bakkal işleten Veli Erbirlik. | Fotoğraf: Sercan Engerek.
Resmî kayıtlara göre 409 nüfuslu olan Darağacı’nın iç kısmında otomobil, motosiklet tamir atölyeleriyle iç içe olan müstakil evler genelde bir veya iki katlı. Mahalleden gidenlerin, vefat edenlerin ardında bıraktığı binalar bakımsızlıktan yıkıldı yıkılacak durumda. Çoğu evin dış cephesinin sıvası dökülüyor. Ama öteden beri bir yaşam var burada. Bir sokakta topladığı kâğıtları ayıran bir insana, öbür sokakta önünde kışlık odunların istiflendiği bir eve rastlıyorsunuz. Bir atölyeden çekiç sesi gelirken, bir tamirhanenin önünde semaver yanıyor, yaşlı bir kadın da kapısının önünde akşam yemeğine hazırlık yapıyor.
Göç İdaresi Müdürlüğü’nün Kayıt Güncelleme Merkezi de bu mahallede yer alıyor. Merkezin karşısında bakkalı olan Veli Elbirlik “Göçmen bürosu yaklaşık beş yıldır burada. Her gün çoluk çocuk onlarca göçmen gelip gidiyor. Çoğunluk Suriyeli göçmenler” diyor. Yıllar önce savaşın, çatışmaların içinden çıkıp gelen insanların yüzünde acı bir tebessüm var.
“Her şey dayanışmayla yapılıyor. Sanatçının metruk bir evde enstalasyon, mural, grafiti yapmak için evin sahibine ulaşması gerektiğinde komşulardan yardım alıyoruz”

Altı yıl mahalleye gelen Darağacı Kollektifi, semte yeni bir soluk getirmiş. | Fotoğraf: Sercan Engerek.
Darağacı’nda yaşayan bir sanat topluluğu
Darağacı’nda binaların cephesindeki muraller ise daha oraya girer girmez dikkatinizi çekiyor. Biraz daha içlere doğru yol alınca metruk bir evin bir sanat çalışması için kullanıldığını görüyorsunuz. Merakınız daha da artıyor… Az ötede bir oto tamircinin karşısında uzaktan depo yapısını andıran bir yer göze çarpıyor. Yaklaşınca içindeki sanat objelerinden, duvardaki resimlerden, figürlerden buranın bir sanat atölyesi olduğunu fark ediyorsunuz. Mahalleye 2016’dan itibaren yerleşen sanatçıların kurduğu Darağaç Kolektifi’nin mekânı burası. Sanatçılar her gün burada toplandıkları için adına Karargâh demişler.

Darağacı Kollektifi’nin duvar çalışmalarından biri. Fotoğraf: Sercan Engerek.
Darağacı Kolektifi mural, heykel, enstalasyon (yerleştirme), performans, fotoğraf gibi dallarda üretim yapan sanatçıları ve sanat topluluklarını mahallede bir araya getiriyor. Çekirdek kadrodaki 13 sanatçı mahallede yerleşik olarak yaşıyor; evleri ya da atölyeleri burada. Kamusal alanda yeni yöntemler deneyen sanatçılar mahallede artık kullanılmayan evleri de sanat üretiminin parçası yapmış. Mahallede tamir atölyesi olan motor, kaporta ustalarının da kimi zaman bu üretim sürecine katıldığı bir kolektif çıkmış ortaya. Darağaç Kolektifi’nin kurucularından Cenkhan Aksoy “Burada hemen her şey ivedilikle ve dayanışmayla yapılıyor” diyor. Daha önce sokağın mekân olarak kullanıldığı sanatsal işler yapılsa da Darağaç Kolektifi’nin mahalle ölçeğinde bir ilk olduğunu söyleyen Aksoy, kolektifi şöyle anlatıyor: “Burada bir sanatçı yapıtını elbette bireysel üretiyor. Ama onu tamamladıktan sonra sahaya indiğinde sergileme yerinin seçiminden hayalindekini mekânda uygulayabilmesi için fikir alışverişine kadar bir ortaklık söz konusu. Bu sürece mahalledeki bir zanaatkâr, bir büfeci de dâhil… Mesela bir sanatçının metruk bir evde enstalasyon, mural, grafıti yapmak için o evin sahibine ulaşması gerektiğinde iletişim hâlinde olduğumuz komşulardan yardım alıyoruz.”

Darağaç Kolektifi’nin kurucularından Cenkhan Aksoy. | Fotoğraf: Sercan Engerek.
Kira ücretlerinin şehrin “merkezî konumda” olan bazı yerlerine göre nispeten düşük olduğu mahallede kâr amacı gütmeyen Darağaç Kolektifi, gelirinin bir bölümünü, kolektif dışında ürettiği sanatsal işler üzerinden gelir elde eden kolektif üyesi sanatçıların kendi aralarında oluşturdukları kumbara sistemiyle sağlıyor. Sergi faaliyetleri ve kolektifiçi projelerin yürütülmesinde ise uluslararası bazı fonlardan yararlanıyorlar. Aksoy, kendilerine fon veren sivil toplum kuruluşlarının koşulları ile mekâna özgü sanatı, çağdaş sanat disiplinini sanatsevere ücretsiz ulaştırabilme amaçlarının örtüştüğünü söylüyor.
Kolektif ekim ayında “Rotasyon” adıyla yedinci sergisini açtı. Performans sanatlarının öne çıktığı sergiye İstanbul, Eskişehir, Antakya, Muğla, Mardin, Çanakkale gibi illerden 60 eserle 140 sanatçı ve sanatçı topluluğu katıldı. Bir mahalle olarak Darağacı’ndan da ilhamla Darağacı sokaklarında üretip sergileyen sanatçılar çağdaş sanata yeni bir boyut kazandırmış. Mahallenin üniversitelerden, sanat çevrelerinden epey ziyaretçisi var.
Üç, beş, on milyon liralardan satışa çıkarılan “Alsancak’ta deniz manzaralı, havuzlu-bahçeli konutlar” ile bölgedeki rantı takip edebilmek mümkün

Semtin milyonlarca liralık konutlarla, ofislerin satıldığı rezidans-gökdelen projeleriyle çevrelendiği görülüyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek.
Rezidansların, gökdelenlerin ortasında kaldı
Darağacı semti son yıllarda buradaki sanat kolektifiyle anılıyor artık. Semtin eskileri hep bir arada oldukları eski günlerin bir daha yaşanmayacağını bilse de sanatçılar ile mahalleli arasında samimi, yapıcı bir diyaloğun olduğu gözleniyor. Ancak orada yaşayan sanatçıların da atölyesi olan ustaların da diğer mahalle sakinlerinin de ortak kaygısı Darağacı’nın bir gün inşaattan elde edilecek rant uğruna kurban edilmesi… “Evet, evler bakımsızlıktan kötü görünüyor, kimi komşumuz öldü, kimi taşındı, buranın eskileri pek kalmadı artık ama bu mahalle benim hayatım. Burada hâlâ insanların iyi kötü birbirine koştuğu, birlikte yiyip içtiği bir mahalle var” diyor muhtar Kaçaro.
Umurbey Mahallesi, deniz tarafı sayılmazsa üç taraftan kuşatılmış durumda. Biri bu mahallede olmak üzere semtin çevresinde en az dört gökdelen, rezidans projesi var. Darağacı’ndaki proje Alsancak Stadı’nın arkasında Tariş Birliği’ne ait kamu arazilerinin de içinde olduğu bir alanda uygulanıyor. Umurbey’le komşu Halkapınar Mahallesi’nde özel bir hastanenin de açıldığı Şaraphane mevkiinde yükselen beş gökdelenden biri 1912’de açıldıktan sonra farklı zamanlarda şarap ve rakı da üretilen eski Bomonti-Nektar Bira Fabrikası’nın arazisine inşa edildi. Son açıklanan rezidans projesi ise Darağacı’yla komşu, eski adı Mortakya, günümüzde “Murtake” diye anılan Ege Mahallesi’nin bir bölümünde uygulanacak.

Otomobil motoru tamircisi Şeref usta. | Fotoğraf: Sercan Engerek.
Umurbey, Ege ve Halkapınar Mahalleri’ndeki proje uygulamalarının temeli 2000’lerin başında Alsancak Limanı ile Turan arasında 550 hektarlık alanın “Yeni Kent Merkezi” olarak belirlenmesiyle, bölgenin ticaret, turizm ve kültür amaçlı kullanılabileceğini içeren imar planının onaylanmasına dayanıyor. Bölgeyle ilgili imar planı 2003’te İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından onaylandıktan sonra müteahhitlerin baskısı üzerine 2013’te revize edilerek kullanım türlerine “rezidans” ve “yüksek nitelikli konut” türleri de eklenmişti.
“Burada da üç beş sene sonra gökdelenler yapılır. Ömrü çok yok buranın. Yani yine yerimizden olacağız”

Motosiklet tamircisi Tuncay Topal. | Fotoğraf: Sercan Engerek.
Darağacı’nda binalar kırık dökük olsa da her bir binanın tapusu dolayısıyla sahibinin mülkiyet hakkı sabit. Ancak burası için resmî bir “dönüşüm projesi” olmasa da, Anayasa mülkiyet hakkına dokunulamayacağına hükmetse d,e mahalleli bir gün evini, atölyesini kaybetmekten kaygılı. Mahalleye 2008’den sonra Kahramanlar semtinden “sürgün edilerek” gelen 12 motosiklet tamircisinden biri olan Tuncay Topal, “Burada da üç beş sene sonra gökdelenler yapılır. Ömrü çok yok buranın. Yani yine yerimizden olacağız” diyor. 25 yıllık atölyesinde otomobil motoru tamir eden Şeref usta da benzer görüşte. Son yıllarda ekonomik krize rağmen hızla ilerleyen bu projeler Darağacı ve çevresinde sınıfsal açıdan bir değişime gebe görünüyor. Üç, beş, on milyon liralardan satışa çıkarılan, metrekaresi 50 bin liradan tanıtılan “Alsancak’ta deniz manzaralı, havuzlu-bahçeli konutlar” ile bölgedeki inşaat projeleri ile dönen rantı takip edebilmek mümkün.
Darağacı nasıl bir mevki adı oldu?
Araştırmacı Talât Ulusoy’a göre semtin adı Çınarlı, Mersinli, Halkapınar semtleri gibi oranın da ağaçlık bir bölge olmasından geliyor. Ulusoy, “Kumpanya: Devasa Presa” başlıklı yazısında “Darağaç” ile Darağacı kelimelerinin karıştırıldığına dikkat çekiyor. İzmir’de buharlı sanayi ilk olarak 1922 öncesinde Punta adıyla anılan Alsancak’ta kuruluyor ancak daha sonra fabrikaların çoğalmaya başladığı “Yeni Zaman”da “istimli sanayi” “Darağaç”a doğru genişliyor. Ulusoy’a göre “Darağaç” denilen bu ağaçlık alan fabrikaların kurulması, fabrikada çalışan işçilerin barınma ihtiyacının karşılanması gibi nedenlerle imara açılsa da bölgenin adı değişmiyor. Darağacı’nda kayıtlara geçen en eski tarihli fabrikalar ise 1867’de açılan ve binası restore edilerek günümüzde kültür-sanat etkinlikleri için kullanılan Havagazı Fabrikası ve bir Rum tüccar tarafından 1895’te kurulan ve şu an Yaşar Müzesi olarak kullanılan Eski Un Fabrikası…
Semtin adı yazılı metinlerde çoğunlukla Darağacı olarak geçiyor. Darağacı, denize kıyısı olan ve bugünkü İzmir Limanı’nın arkasındaki bölgenin adı. Araştırmacı Yaşar Ürük 1775, 1786, 1792 yıllarındaki kayıtlardan hareketle şehrin o tarihteki coğrafi konumuna dikkat çekiyor ve o tarihlerde Darağacı kıyılarında teknelere bakım yapılan bir kalafathane olduğunu anlatıyor. Ürük semtin adını da orada bulunan kalafathane dolayısıyla “teknelerin çekildiği kızağın adı olan darağacından veya şahmerdandan aldığını” yazıyor.

Darağacı Yolu, bugünkü ismiyle Şehitler Caddesi. Sol taraf Sümerbank, sağ taraf Şevket Filibel’nin Birleşik Sanayi ve Ticaret Un Fabrikası. | Fotoğraf: Anonim.
Sözlü kültürde hâlâ “bir dönem idamların yapıldığı yer” olarak anılan Darağacı’nın sözlükteki karşılığı “ölüm cezasının infaz edildiği sehpa.” TDK Sözlüğü’nde “yağlı ip” diye de tanımlanıyor. Farsça ve orta Farsça kökenli “Darağacı” isminin kökü “dār veya dar.” Nişanyan Sözlük’te bu hecenin ilk anlamı ağaç; ikinci anlamları çarmıh, haç, idam ağacı. -dar hecesiyle kurulan en eski cümle 1451’de “Ferec Ba’d eş-Şidde” adıyla ortaya çıkan hikâyelerde “beni bazarda iletdiler, kollarımdan dâra asakodılar” diye geçiyor.
Darağacı isminin bir mevki/semt adına dönüşmesi ise Osmanlı döneminde şehrin yönetimini ele geçiren ve şehri despotik bir biçimde yöneten Kâtipoğlu ailesine mensup Mehmed Efendi’nin yaptırmış olduğu idamlarla ilişkilendiriliyor. 18. yüzyılda İzmir’de ekonomik açıdan güçlenen, en parlak döneminde Konak’tan Alsancak’a, Bozyaka’ya değin şehrin birçok yerini “parselleyen” Kâtipoğlu ailesi, 1700’lerin ortasından itibaren âyan sıfatıyla şehrin idaresinde de söz sahibi olmuştu. Konak meydanında bir konak inşa ettirerek -sonradan hükûmet konağına dönüşen bu konak, mevki-meydan olarak Konak’ın adı olmuş- şehri buradan yöneten Kâtipoğlu ailesine ilişkin bir tez yazan Nergiz Çelen, Kâtipoğlu Mehmed Efendi’nin İzmir’in Eşrefpaşa semtinde “büyük çınar ve kavak ağaçlarının dallarına keyfî olarak adam astırmasıyla bilindiğini” anlatıyor. Çelen, ailenin ulaştığı servetin, yönetimi tamamen ele geçirmesinin rahatlığıyla şehri zorbalıkla yöneten derebeyi Mehmed Efendi için “Şeriata uygun idamları ise Darağacı mevkiinde yaptırmış, idam edilen her kişi başına da top atışı yaptırarak bunu halka duyurmuştur” diyor.
Taşıdığı asbest ve tehlikeli kimyasallarla tartışılan uçak gemisi NAe São Paulo bertaraf edilmek için Türkiye’ye getirilecek. SÖK Denizcilik firmasının Brezilya’dan devraldığı hurda uçak gemisi, Aliağa’daki gemi söküm tesisinde baştankara yöntemiyle denizin kıyısında sökülecek. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın ülkeye getirilmesine onay verdiği gemide bulunan asbest miktarı hâlâ gizemini korurken, yılda yüzlerce ton geminin söküldüğü Aliağa’da gemilerden çıkan hurda metal ark ocaklı demir-çelik fabrikalarında hammaddeye dönüştürülüyor. Tesislerden yayılan kirlilik her gün Aliağa semalarını kaplıyor. Yayılan koku ise sadece sanayi bölgesinde değil, Aliağa’nın bütün sokaklarında hissediliyor.
24 bin 200 tonluk NAe São Paulo gemisinin sökümünde ise tesiste kötü çalışma şartlarına karşı altı ay önce iş durduran yüzlerce gemi söküm işçisinden bir grup çalışacak. Yüksek ısıyla metal kesimi yapmalarının yanında kanserojen maddeler içeren malzemeyi de söken işçiler iş kazalarında can verirken bir yandan da asbest nedenli meslek hastalığı mezotelyoma (akciğer zarı ve karın zarı kanseri) ile mücadele ediyor.
Aliağa’da 22 gemi söküm tesisinde yazın kavurucu sıcağında ya da kışın ayazında genç, yaşlı bin 500 işçi çalışıyor. Tesisteki konteynerlerde kalan göçmen işçiler dışındaki işçiler tesise servisle gidip geliyor. Sabah 08.00’de başlayan mesai hava kararana kadar sürüyor. Akşam servisleri fazla mesaiye kalan bir grup işçinin çıkış saatine göre planlandığı için, diğer işçiler de günlük işlerini bitirseler de zorunlu olarak mesaiye kalıyor. Servis dışında ulaşım alternatifinin bulunmaması nedeniyle günlük normalde sekiz saat olan çalışma süresi bazen 12-13 saate kadar çıkabiliyor.
Girişinde Gemi Geri Dönüşüm Sanayicileri Derneği’nin (GEMİSANDER) bulunduğu Aliağa Gemi Söküm Tesisleri’ne dışarıdan kimse alınmıyor. Bu nedenle işçilerle Aliağa’da bir kahvede buluşuyorum. Akşam saati masanın çevresindeki iskemleler yavaş yavaş dolmaya, masadaki çay bardakları artmaya başlıyor. İşçiler en çok çalışma şartlarından şikâyet ediyor. Kötü çalışma şartlarının düzeltilmesi için işçi sınıfı olarak birlikte hareket ettiklerinde ise patronların onları kolayca işten çıkarabildiğini söylüyorlar.

Tesiste sökülen gemilerden biri. | Fotoğraf: İşçinin arşivi.
Geçen şubat ayında Aliağa’da tersane işçilerinin maaşların iyileştirilmesi ve iş güvenliğinin sağlanması talepleriyle başlattığı grevde gemi söküm işçisi 38 yaşındaki Barış Çolak işçi temsilcisi seçildi. Herhangi bir sendikada örgütlü olmayan, toplu iş sözleşmesi imzalama hakları bulunmayan gemi söküm işçilerinin grevi 11. gününde kırılmıştı. İş bırakma eylemi sonlandıktan sonra işçi temsilcisi işçilerin işyerlerinden uzaklaştırıldığını öğreniyorum. İşçi temsilcisi olarak öne çıkan Çolak, grev sonrası işten çıkarılan dört işçiden biri. Hukuksuz bir şekilde işten çıkarıldığını düşünüyor. İki ay süren işsizlik sürecinin ardından şimdi başka bir firmada çalışıyor.
Aliağa’da yaşayan Barış Çolak, grevden önce çalıştığı tesisteki görevinin çıraklık olduğunu söylüyor. En az 20 yıl gemi sökümünde ter dökmüş. Daha iyi bir iş bulana kadar gemi sökümünde çalışmayı düşündüğünden çırak olarak kaldığını belirtiyor. Aliağa kıyılarına yanaşan hurda gemilerin sökümünde herkesin ayrı bir görevi var. Ustaların işi olan gemi ve saha kesimciliği, çıraklık ve hamallık… Bir de kerestecilerden bahsediliyor ki, onlar da sökülmek üzere kıyıya çekilen gemiye giren ilk grup! “Bu ekip sadece geminin duvarlarına ve tavanlarına karışır. Balyoz, çekiç gibi aletlerle oralardaki ahşabı söker. Ahşapla birlikte asbest, cam tozu ne varsa sökülür. Kereste şirketi ahşapla birlikte gemiden çıkan masa, sandalye ne varsa toplayıp götürür. Gerisini de çıraklar halleder” diye anlatıyor Çolak. Çırağın görevlerinden biri de gemi kesimcinin, vincin taşıyabileceği büyüklük ve ağırlıkta kesip karaya gönderdiği demir parçalarını çamurdan, pastan, cam tozundan, tahta parçasından, asbestten temizlenmiş hâlde saha kesimcisine ulaştırmak…
“Bir parçanın sökümünde asbest, izocam ya da sağlığa zararlı bir madde bulunup bulunmadığı dikkate alınmazdı”
İnşa edildiği 1957’den beri Fransa Donanması’nda kullanılan, 2001’de Brezilya Donanması’na katılan ve 2017’de hizmetdışı bırakılan NAe São Paulo adlı uçak gemisinin sökülmek üzere önümüzdeki günlerde Aliağa’ya gelmesi bekleniyor. Aliağa Çevre Platformu, geminin 5 Ağustos günü Türkiye’ye doğru yola çıkacağını açıkladı. Tonlarca asbest, poliklorlu bifenil madde, madeni yağ, kurşun, kadminyum gibi toksik ağır metaller içermesi ve askerî operasyonlarla nükleer denemelerde kullanıldığı için radyoaktif özellik taşıyabileceği endişesiyle kamuoyunda tartışılan geminin söküm işlemi sırasında en başta işçiler etkilenecek. Aliağalı işçiler gemiden söz açıldığında şöyle diyor: “Biz yıllardır burada asbestli gemi söküyoruz. Asbest daha düne kadar söktüğümüz malzemeyle odun diye evlere gidiyordu. Şimdi gündeme geldi. İşçi sağlığı için önlemler alınacaksa elbette konuşulsun ama biliyoruz; bugün konuşulup yarın yine unutulacak!”
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin yayımladığı rapora göre Aliağa’da 2013’ten beri 97 işçi öldü. Aliağa’daki iş cinayetlerinin yüzde 28’i gemi söküm, yüzde 27’si metal işkollarında yaşandı. Yanma, gaz patlaması, vinçten parça düşmesi, halat kopması gemi sökümündeki ölümlerin, sakatlanmaların başlıca nedenleri arasında yer alıyor. 10 Haziran günü üzerine yakıt tankı düşen 37 yaşındaki gemi söküm işçisi Yıldırım Kipel yanarak öldü. Kazalar anlık yaşanırken, çalışma esnasında solunum yoluyla vücuda lifler hâlinde giren asbest gibi tozların, gemi yapımında kullanılan diğer kimyasal maddelerin yol açtığı akciğer kanseri, mezotelyoma, asbestoz (akciğer zarında oluşan yaralar) gibi ölümcül hastalıklar ise uzun yıllar sonra ortaya çıkıyor.

Aliağa Gemi Söküm Tesisi. | Fotoğraf: İşçinin arşivi.
Asbest: Birinci grup kesin kanser nedeni
Dünya Sağlık Örgütü ve Uluslararası Çalışma Örgütü yapılan bilimsel çalışmalardan sonra asbest (amyant) mineralini “birinci grup kesin kanser nedeni” olarak tanımladı. Dayanıklı olduğu için endüstride pek çok alanda kullanılmış olan asbest mineralindeki “sihir” 1990’lar itibariyle kalktı ve asbest artık “katil toz” olarak anılmaya, dünyanın birçok ülkesinde yasaklanmaya başlandı. Türkiye’de de 2010’da Çevre Bakanlığı tarafından asbestin üretimi, kullanımı ve ithalatı yasaklandı.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 2013’te “Asbestle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında” başlığıyla yayımladığı yönetmelikte asbest sökümünün “asbest söküm uzmanı nezaretinde asbest söküm çalışanı tarafından yapılacağı” hükme bağlandı. Asbest söküm uzmanı ve çalışanına ise eğitim programını tamamlama ve kurs bitirme belgesi alma şartı getirildi. İşçi Sağlığı ve Güvenliği Kanunu kapsamındaki tüm iş yerlerini kapsayan yönetmelikte “İşveren tarafından çalışanlara koruyucu giysi, solunum cihazları gibi yapılan işe uygun kişisel koruyucu donanım verilir” denildi. Peki, Aliağa’daki gemi söküm tesislerinde asbest sökümü mevzuata uygun yapılıyor mu? Çalışanların sertifikaları var mı?
“O elbiselerle çalışmak daha uzun sürüyordu. Patron bir yılda iki gemi mi, dört ya da daha fazla gemi mi sökmek ister?”
Aliağa’da 25 yaşındaki Erhan Göksu, Şubat ayındaki grevden sonra işten uzaklaştırılan gemi söküm işçilerinden. “Grevden sonra üç şirket değiştirdim. Üçü de 10-15 gün çalıştırıp çıkardı. Burada çalışabileceğim bir şirket artık kalmadı” diyor. Babası da uzun yıllar gemi sökümünde çalışmış. Göksu, şimdilerde de yerel yönetime hizmet veren bir taşeron firmada ilaçlama işçisi olarak görevli. Gemi söküm tesislerinde çırak olarak çalıştığı üç yıla ilişkin anlattıkları ise asbest riskine yönelik kaygıları artırıyor. “Bir parçanın sökümünde asbest, izocam ya da sağlığa zararlı bir madde bulunup bulunmadığı dikkate alınmazdı. Biz çıraklar olarak o bölümü demire kadar söküp kesime hazır hâle getirirdik,” diyor Göksu. “Benim çalıştığım tesiste asbest gibi geri dönüşüme gitmeyecek olan toz artıklar kepçenin denizin dibinde açtığı çukura gömülürdü. Para etse belki onu da hurda olarak satarlardı. İki sene önce gemiye özel kıyafetle çalışan bir ekip gelmişti. Çalıştıkları kısa sürede asbest sökümü yapmışlar. Ama sonra bir daha onları görmemiştik. Bize bırakın koruyucu kıyafeti, doğru dürüst eldiven vermiyorlardı. Üzerimizde kot pantolon, tişört, üç gün aynı eldivenle çalıştığımız oluyordu.”
Aliağa’da yurtdışından ithal edilen hurda yolcu ve kuru yük gemilerinin yanı sıra petrol tankeri, platform, römorkör, savaş gemileri sökülüyor. GEMİSANDER’in verilerine göre tesislerde sökülen gemi sayısı 2009’da 73 adetken 2011’de 281’e yükselmiş ve 2020’de 108’e düşmüş. Ancak gelen gemilerin çelik ağırlığı yıllar içinde artmış: 2009’da 298 bin, 2012’de 927 bin, 2017’de 818 bin ve 2020’de 855 bin ton… Aliağa Gemi Söküm Tesislerindeki gemi söküm şirketlerinden sekizi Avrupa Birliği (AB) onaylı. Fakat işçiler tesislerin AB onaylı olmasının hiçbir şeyi değiştirmediği görüşünde: “Tersanede kısa süre önce yanma nedeniyle ölen Yıldırım Kipel ile geçen yıl halatın kopmasıyla düşerek ölen İlyas Bıdık ve Veli Bal’ın çalıştığı tesisler de AB onaylıydı.”
“Koruyucu kıyafetle fotoğraf çekildikten sonra çalışmaya normal kıyafetle devam ediyorduk”
İşçilerin anlattıklarına göre gemi söküm tesislerinde iş güvenliği sağlanamıyor. Uzun yıllar çırak olarak çalışan Barış Çolak tesiste aynı zamanda “asbest söküm uzmanı” olduğunu söylüyor. Ama ekliyor: “Kâğıt üzerinde.” Çolak’ın verdiği bilgiye göre gemi söküm şirketi, kereste şirketiyle anlaşarak geminin ahşap bölümleriyle birlikte asbest sökümünü de yaptırıyor. Ancak asıl sorumluluk gemi söküm şirketinde olduğu için asbest söküm belgelerini de ilk olarak işveren dolduruyor.
“İşçiye asbest sökümünde kullanılan koruyucu kıyafetlerin verildiğine dair belgeleri imzalatan, o kıyafetlerle fotoğraf çektirtip dosyaya koyan kendi patronumuzdu. Dışarıdan gelen keresteciler ise günlük iş elbiseleriyle, hatta kısa kollu, maskesiz çalışıyorlardı. Sonra o tozları çuvallara doldurup götürüyorlardı. Bir de tüm asbesti ve tehlikeli maddeleri alıp götürmüyorlardı. Sonuçta buraları balyozla, çekiçle kırıyorlar. Ne var ne yoksa yere dökülüyor” diye anlatıyor Çolak, ardından da koruyucu iş üniformalarına değiniyor. “Evet, özel kıyafet giyiyordum ben: Özel maske, tam korumalı siperlik, eldiven… Bu hâlde birkaç fotoğraf çektirdikten sonra kerestecilerden kalan işleri normal kıyafetlerle yapmaya devam ediyorduk.”
“Günde kestiğim metali toplasan Aliağa merkeze yol olur”
Çolak, yüzünde acı bir gülümseme önceki yıllarda sökümünü yaptıkları gemilerin birinden onlarca özel kıyafet çıktığını söylüyor. Peki, asbest sökümü kıyafeti ve koruyucu ekipmanlar işçilere neden verilmiyordu? Çolak, “O elbiselerle çalışmak daha uzun sürüyordu” diye yanıtlıyor. Ona göre işçilerin bu koşullarının mevzuatta belirtildiği hâliyle iyileştirilmemesinin temel nedeni de bu zaman meselesi. 20 yıllık gemi işçisi öfkesini gizlemeden “O kıyafetlerle geminin sökümü, çıkan metalin hurdaya gitme süresi uzuyordu. Mesela bir gemi üç ayda sökülüyorsa, o koşullarda çalışılmış olsa belki altı ay sürecek. Patron bir yılda iki gemi mi dört ya da daha fazla gemi mi sökmek ister? Benim bildiğim, patronlar kârından hiçbir şekilde feragat etmiyor. Tesiste iş güvenliği uzmanları, çevre mühendisleri vardı. Ama onlar da bir şey diyemiyordu. Çünkü onlar da maaşını aynı işverenden alan, bizler gibi emekçi insanlar… Ne yapabilirlerdi ki? İş durdurma yetkileri yok” diyor.

Gemi söküm tesisinde çalışan işçinin maskesi. | Fotoğraf: İşçinin arşivi.
Demirle ev arasında bir ömür
Masanın çevresinde oturan işçilerden biri bir süre önce akciğer zarı kanserinden ölen halasının oğlu Kadir Harmantaş’ı hatırlıyor. “Altı ayda bir kan testi taraması, yılda bir de tam sağlık taraması oluyor ama akciğer zarı kanseri tespit edilemedi” diye anlatıyor. “Yıllar sonra bir anda ortaya çıkıyor. Kadir abi bu hastalığa çalışırken yakalandı. Sonra hastalık nedeniyle işe devam edemedi. 45 yaşında kaybettik onu.”
Arkadaşını, yakınlarını kaybetmenin hüznü kaplıyor Muzaffer Çelik’in yüzünü. Kısa bir sessizliğin ardından 2008’den beri gemi söküm işinde çalıştığını söylüyor. 30 yaşlarındaki Çelik, gemi söküm tesislerindeki bir şirkette kaynakçı-kesimci olarak çalışıyor. “Günde kestiğim metal” diyor, “toplasan Aliağa merkeze yol olur.”
Kesim ustası Çelik, babasının da gemi söküm ustası olmasının etkisiyle bu işe çocukluğunda çıraklıkla başlamış. Daha 18’indeyken de varis ameliyatı geçirmiş. Askerden gelince bir süre çalıştığı İstanbul’da, Tuzla Tersanesi’nde tanık olduğu iş kazaları onu yeniden Aliağa’ya getirmiş. İlk zamanlar tuhaf gelen o düzene uyum sağlamak zorunda kaldığını söylese de bir itirazı dillendiriyor. “İnsanlar kafası rahat olursa yaptığı işe odaklanabilir. Bizim orada öyle bir işleyiş var ki işverenler kendilerine yakın olan insanları ustabaşı, çavuş yapmışlar. O da işten anlamadığı zaman altında çalışan insanları ‘iş neden bitmedi’ diye ezmeye çalışıyor,” diyor. Bu da birçok işçinin hata yapmasına sebep oluyor. “Zaten bir ekonomik kaygı var. İşverenin baskıları da eklenince dikkatsizlik daha da artıyor. Çalışma esnasında nerede hangi işi yaptığını, nereyi kestiğini unutuyorsun. Böyle kolu bacağı kırılan, felç kalan çok tanıdığım var.”
“Firma ile taşeronun belirlediği bu çarpık model zamanla işçiler üzerinde bir baskı aygıtına dönüşmüş”
Yüksek ısı altında çalışan Çelik, işini yaparken en çok bacaklarının etkilendiğini belirtiyor. Yanmaz pantolon verilmediği gibi maskesini de uzun bir süre kullanmak zorunda kaldığını, hatta patlayan şalomayı (demiri kesen alet) bile kendilerinin satın aldığını anlatıyor. Bel fıtığından yakınan Çelik ellerini ve maskesinin fotoğrafını göstererek “Bugün insanlar sahilde dimdik yürürken, sen iki büklüm yürüyorsun. İşten eve gelince yemekten sonra yorgunluktan uyuya kalıyorsun. Sinema, konser, sosyal hayat diye bir şey yok. Çünkü hâlin kalmıyor. Sabah yine demirin içinde gözünü açıyorsun. Demir ile ev arası bir ömür bizimkisi” diyor.
Gayriresmî bir iş modeli uygulanıyor
Aliağa kıyılarında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın gemi söküm izni, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın Gemi Söküm Yetki Belgesi verdiği 22 şirket, 28 parselde gemi sökümü yapıyor. Kıyıda parseli olan bu şirketler ile resmiyette var olmayan taşeronların uyguladığı ‘iş modeli’ çalışma şartları ve işçiler üzerinde belirleyici bir etkiye sahip. Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası’nda (DGD-SEN) örgütlenme uzmanı Leyla Bilgen’in verdiği bilgiye göre hemşehri ilişkilerinin öne çıktığı o düzen şöyle işliyor: Asıl gemi söküm şirketi, bir geminin söküleceği süre ve söküm maliyeti üzerinden ‘taşeron’ ile anlaşıyor. Taşeron kişi çalışma ekibini ise çoğunlukla memleketten çağırdığı akrabası, eşi dostu olan kişilerden kuruyor. Ancak işçilerin büyük çoğunluğu kâğıt üstünde gemi söküm firmasına çalışıyor. İşçilerin sigorta primini de gemi söküm şirketi ödüyor.
Götürü usulü denilen bu çalışma işin hızlı bir şekilde bitirilmesi esasına dayandığı için işçilerin İş Kanunu’ndan doğan hakları ortadan kalkıyor. Kanunda günlük sekiz saat ile sınırlandırılan çalışma süresi, yasal sınırı da geçerek günlük 12-13 saate kadar çıkabiliyor. Aynı zamanda avukatlık da yapan Bilgen, böyle bir çalışma düzeninin iş hukukuna aykırı olduğunu vurguluyor. Tesiste iş güvenliğinin sağlanamaması Bilgen’e göre sadece bir ihmal değil: “Firma ile taşeronun belirlediği bu çarpık model zamanla işçiler üzerinde bir baskı aygıtına dönüşmüş. Akrabasına çalışan işçi itiraz edemiyor veya örgütlenemiyor. Normalde bir taşeron sisteminde alt işveren ile üst işveren hukuku bellidir. Burada resmiyette üst işvereni görüyorsun, ama bir yerde de hiçbir tüzel kişiliğe sahip olmayan bir ‘taşeron’ var. Firmanın bünyesinde olanların yanında büyük bir işçi grubu böyle çalışıyor.”

Aliağa Gemi Söküm Tesisi. | Fotoğraf: İşçinin arşivi.
Suriyeli işçi, çırak da usta da olsa düşük ücret alıyor
Geçen Şubat ayında iş durduran gemi söküm işçilerinin en temel taleplerinden biri, gemi söküm işinin ağır sanayi olarak tanınmasıydı. Gemicilik mevzuatta “gemi inşaat ve tamiratında iskele dikme ve kızak işleri ile vinçler, iş iskeleleri ve benzeri teçhizatlara ait işler” olarak ‘ağır ve tehlikeli’ işkolunda yer almasına rağmen, gerek doğrudan gemi söküm şirketi bünyesinde çalışan işçiler gerekse götürü usulünde çalışan işçiler ağır sanayinin getirdiği haklardan yararlanamıyor.
İşçiler sigorta primlerinin aldıkları ücret yerine asgarî ücret üzerinden ödendiğini, bu yüzden maaşlarının bir kısmının bankaya yatırıldığını, bir kısmının elden verildiğini belirtiyor. GEMİSANDER’in bir dönem aldığı Cumartesi günleri çalışmama kararı ise uygulanmamış. “Sadece bu değil” diyor gemi söküm işçilerinden biri, “Ağır işkolunda gösterilmediğimiz için yıpranma payımız ve erken emeklilik hakkımız da gasp ediliyor.”
“Bir zamanlar sahil kasabası olan bu küçücük ilçede şimdi o demir-çelik tesislerinden altı tane var”
Aliağa Gemi Söküm Tesislerinde çalışan bir de göçmen işçi grubu var. Avukat Bilgen, Suriyeli göçmen işçilerin tesisteki konteynerlerde kaldığını söylüyor. Bu konteynerlerde Türkiye’nin farklı illerinden gelen ancak ilçede ev tutma gücü bulunmayan işçilerin de kaldığını ekliyor sözlerine. “Konteynerlerde kalan işçilerin göründüğü kadarıyla sigorta primleri ödeniyor. Yemek ihtiyaçları karşılanıyor. Ama Suriyeli işçiler çırak da olsa usta da olsa diğer usta ya da çırak işçilere göre çok daha düşük ücret alıyor” diyor Bilgen. “Oradaki çalışma şartlarıyla ilgili SGK’ya yaptığımız bildirimlerden sonra tesiste bir denetleme yapılmıştı. Ama firmalar nasıl oluyorsa bu denetlemeyi önceden haber aldığı için denetleme öncesi tesis temizlenmiş. İşçilere eldiven, maske ve koruyucu ekipman vermişler.”
Demir-çelik gibi petrokimya tesislerinin, kömürlü termik santrallerin, haddehanelerin yarattığı kirlilik Aliağa’dan Foça ve Menemen’e kadar geniş bir bölgede yoğun olarak hissediliyor. Aliağa Gemi Söküm Tesislerinde sökülen gemilerden çıkan metaller bölgedeki ark ocaklı demir-çelik tesislerinde, haddehanelerde eritilip işleniyor. Demir-çelik tesisleri İzmir yönünden ilçeye daha girer girmez görülüyor. Sanayi bölgesinde kenarları iki insan boyu sacla kapatılmış sağlı sollu hurdacılar bulunuyor. Tıka basa hurda, demir yüklü kamyonlar ise Aliağa caddelerinde her gün sefer yapıyor. İzmir-Çanakkale yolunda da sürekli görülen bu kamyonlardan bazılarına hurdalar trafik güvenliğini bozacak, kazalara sebebiyet verecek kadar özensiz yükleniyor.

FOÇEP sözcüsü Bahadır Doğutürk. | Fotoğraf: Sercan Engerek.
Foça Çevre ve Kültür Platformu (FOÇEP) sözcüsü Bahadır Doğutürk, bu kadar sanayi tesisinin yan yana kurulmasına tepkili. “Aliağa ‘sanayi bölgesi’ diye bir yaklaşım olduğu için herkes kanıksamış vaziyette. Zaten orada gemi söküm ile demir-çelik tesisleri, termik santraller var. Yanına bir yenisini daha kuralım ya da var olanların kapasitesini artıralım deniliyor,” diyerek özetliyor bölgedeki durumu. “Yatırım diye sermaye ve iktidar çevreleri de bununla gurur duyuyor üstelik. Halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu bir gün burada verdiği konferansta Dilovası’na atıfla ‘Dünyanın hiçbir yerinde dört tane ark ocaklı demir-çelik tesisi yan yana yok’ demişti. Bir zamanlar sahil kasabası olan bu küçücük ilçede, Aliağa’da şimdi o demir-çelik tesislerinden altı tane var.”
Aliağa’daki sanayi kuruluşlarından yayılan kirliliğe dikkat çekmek için çeşitli eylemler düzenleyen FOÇEP, 12 yıldan beri diğer sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte demir-çelik tesislerinin Foça’daki Ilıpınar köyü ile Gölyüzü mevkiinde bulunan işlenmiş ve işlenmemiş cüruf depolama tesisinin kapatılması için mücadele ediyor. Büyük cüruf dağlarının yangınlara neden olduğu tesisin İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından geçen Ekim ayında kapatılmasına karşın, bu kez HABAŞ ve Ekovar şirketleri Aliağa’nın Şehit Kemal köyünde yedi ilden getirilecek cürufun depolanacağı yeni bir tesis açmak için ÇED başvurusunda bulundu.
Asbest yüklü Otopan gemisi geri gönderilmişti
Aliağa’daki sanayi döngüsünü anlatan Doğutürk, gemi sökümünün sermaye çevrelerinde cazip hâle gelmesinin temelinde ark ocaklı demir-çelik tesislerinin hurda ihtiyacının da olduğunu söylüyor: “Hem gemi sökümünden hem de demirin işlenmesinden şirketlerin orantısız çıkarı söz konusu. Zincirleme kârın etkisi de aynı oluyor. Hem demir-çelik tesislerinden çıkan gazlardan, cüruftan çevre, toprak ve ormanlar yoğun bir şekilde kirleniyor hem de gemi söküm tesislerinde o gemiyle gelen asbest tozlarından, kimyasallardan en başta işçiler ve bölge halkı etkileniyor.” Doğutürk Hollanda ile Türkiye arasında krize neden olan ve geri gönderilen Otopan gemisini hatırlatıyor.
Aliağa’da bir gemi söküm şirketinin Hollanda’dan satın aldığı Otopan 2006’da Türkiye’ye doğru yola çıkarılmadan önce geminin içindeki asbest miktarı gizlenmek istenmişti. Uluslararası hukuka konu olan gemide bir ton diye açıklanan asbest miktarının 55 ton olduğu öğrenilmişti. Şaibeli olarak yola çıkarılan gemi Akdeniz’de bekletilmiş, bilim insanlarının, sivil toplum kuruluşlarının uyarıları ve dönemin Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe’nin geminin girişini reddetmesi ile gemi Türkiye karasularına alınmadan geri gönderilmişti. Daha sonra Hollanda Teknik Araştırma Kurumu’nun yaptığı incelemede gemideki gerçek asbest miktarı 55 tonun üzerinde, 85 ton dolayında çıkmıştı.
* Konuştuğumuz işçiler isimlerinin gizli kalmasını istedi. Haberde geçen bazı işçilerin isimlerine ise değiştirilerek yer verildi.
** İrtibata geçtiğimiz Gemi Geri Dönüşüm Sanayicileri Derneği (GEMİSANDER) röportaj talebimize yanıt vermedi.
Kentlerdeki trafik düzeni hâlâ görme engelli bireylerin güvenli seyahat edebileceği seviyeye gelmedi. Trafik ışıklarının büyük bir çoğunluğunda sesli uyarının bulunmaması, şehiriçi otobüslere sesli anons sistemlerinin kurulamaması, görme engelli yurttaşların hareket alanını büyük ölçüde daraltıyor. Demiryolu ulaşımının en hızlı araçlarından olan metrolarda ise istasyonlara peronla tren arasına otomatik kapılı bariyer konulamadığı için binlerce görme engelli bireyin yolculuğu tehlikeli hâle geliyor. İki yıl önce Ankara metrosunda görme engelli bir yurttaşın raylara düşerek ölmesine rağmen, metrosu olan şehirlerde seyahat güvenliğini sağlayacak tedbirler hâlâ alınmadı.
Mehmet Bulut 30 yaşında, İzmir’in Karabağlar ilçesindeki Naci Şensoy Anadolu Lisesi’nde Tarih öğretmeni. Doğuştan görme engeli olan Bulut, evinden okula gidip gelmek için her gün Konak Üçyol’daki otobüs durağını kullanıyor. Bir akşamüzeri tam o durakta buluşuyoruz Bulut’la. Meydandaki durağın çevresi her zamanki gibi kalabalık: İşten paydos edenler, okuldan yeni çıkan öğrenciler, alışverişten evine dönenler; gidenlerle gelenlerle kaldırımda hep bir hareket var. Bir yanda seyyar satıcılar tezgâhlarındaki ürünleri satmaya çalışıyor. Yol kenarlarında kendilerinden büyük ‘çekçekleri’ ile küçük çocuklar, yaşlı insanlar çöp konteynırlarından plâstik, kâğıt topluyor. İnsanlar oradan oraya koşuşturuyor. Akşam vakti, herkes bir telâş içinde.
“Biz görme engelliler birilerinden sürekli yardım alarak yaşamak istemiyoruz”

Görme engeli olan Mehmet Bulut’un her gün işe gittiği otobüsün sesli bir uyarıcı sistemi yok. Bu yüzden Bulut, otobüse binerken ve otobüsten inerken insanlardan yardım almak zorunda kalıyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek, Üçyol, Konak.
Elindeki beyaz baston Bulut’un gözü olmuş âdeta. Şehrin kalabalığının içinde, yolunu onunla buluyor. Yaya olduğu zamanlarda beyaz bastondan destek alan Bulut, otobüse binerken ve otobüsten inerken ise sesli bir uyarıcı olmadığı için mutlaka başka bir insandan yardım almak zorunda kalıyor. Oysa, diyor, “Biz görme engelliler birilerinden sürekli yardım alarak yaşamak istemiyoruz.”
“Duraktayım” uygulamasındaki bilmece
İzmir Büyükşehir Belediyesi (İBB) bir süre önce sesli anons sistemini otobüslere hâlihazırdaki mobil uygulamayla birlikte kurmaya çalıştı. İBB’ye bağlı Elektrik, Su, Havagazı, Otobüs ve Troleybüs (ESHOT) Genel Müdürlüğü, 2021’in Kasım ayında mobil uygulamasına görme engelliler için “Duraktayım” adlı bir sekme ekledi. “Engelli İzmirim Kart” sahibi görme engelli yurttaşlar, durakta uygulama aracılığıyla binmek istedikleri otobüsün şoförüne bir bildirim gönderecek, otobüs durağa geldiğinde sesli uyarı sayesinde yardıma ihtiyaç duymadan otobüse binebilecekti. Günlük hayatını kolaylaştıracağı için uygulamayı ilk duyduğunda çok sevindiğini belirten Bulut, yaklaşık altı ay geçmesine rağmen uygulamanın hâlâ tam olarak çalışmadığından yakınıyor.
Otobüs durağında o uygulamayı test ediyoruz, ancak bildirim gönderdiğimiz otobüs durağa yanaştığında Bulut’a otobüsün geldiğini fark ettirecek bir sinyal ulaşmıyor. Uygulamayı dört-beş defa denedikten sonra açabilen Bulut, “Duraktan otobüse bildirim gönderebilsem bile otobüse binebilmem tamamen şoförün inisiyatifine bağlı ki, onlar da ‘Bu durakta bir görme engelli insan bekliyor. Geldiğimi haber vereyim’ demiyor. Peşine düştüm, araştırdım. Yazılımı geliştirenlere uygulamanın neden düzgün bir şekilde çalışmadığını sordum. Şoförlerin cihazlarından sisteme sürekli girip çıktıklarını gerekçe gösterdiler. Sistem kapatılıp açıldığı için de gönderdiğim bildirim kayboluyormuş” diyor. Bulut, insanlardan yardım alarak otobüse binip engelli ulaşım kartını okutmasıyla birlikte de merkeze uygulama çalışıyormuş gibi bir bildirim gittiğini söylüyor.
“Duraktayım” uygulamasını test ediyoruz ancak bildirim gönderdiğimiz otobüs durağa yanaştığında Bulut’a otobüsün geldiğini fark ettirecek bir sinyal ulaşmıyor

Fotoğraf: Sercan Engerek, Üçyol, Konak.
Mesleğe 2017’de Bursa’nın Nilüfer ilçesinde başlayan tarih öğretmeni Bulut, çalıştığı okul kentsel dönüşüm kapsamında yıkılınca aynı şehirde Cumalıkızık köyüne tayin olmuş. Fakat ulaşım araçlarının erişilebilir olmaması, gidip gelmede yaşadığı sorunlar yolunu 2020’de İzmir’e düşürmüş. Bornova’da birçok okulda görev yaptığını anlatıyor. “Sürekli aynı okulda çalışmak, yıllarca aynı masada oturmak istemedim hiç. Benim için önemli olan hayatın renkliliği… Her yere gitmeli, yeni insanlar tanımalıyım. Tekdüze kalmamaya çalışıyorum” diyen Bulut, öğretmenliği farklı şehirlerde ve okullarda icra etmekten memnun görünüyor.
Ortak talep: Sesli uyarı sistemi
Gazete okumaktan adres bulmaya kadar pek çok ihtiyaç artık akıllı telefonlarla karşılansa da Bulut’a göre görme engelli bir insanın ulaşım araçlarına erişmesinde illa bir akıllı telefona gerek yok. Otobüslerde de metrolardaki gibi sesli anons sistemi olsa ulaşımdaki sorunlardan biri çözülebilecek. Bulut, eğitim materyali dinlemekten e-postaları takip etmeye, okulda öğrencilerle ilgili not almaya değin hemen her işte telefon kullanmanın yorucu olduğunu söylüyor: “Sürekli bir elektronik cihaza odaklanmak sağlığımı bozuyor. Bir süre sonra baş ağrısı başlıyor. Diğer insanlar gibi normal bir yolculuk görme engellilerin de hakkı olmalı. Otobüs durağa geldiğinde hangi hat olduğunu, otobüse bindikten sonra da durak isimlerini anons eden bir hoparlör sistemi olsa biz görme engelliler en azından ulaşımda bu kadar stres yaşamayız.”
Şehirlerde faaliyet gösteren ulaşım araçlarında sesli uyarı sistemlerinin olmaması görme engelli bireylerin en temel sorunları arasında yer alıyor. Görme engeli olan Sevgi Demirkıran, İzmir’in Bornova ilçesinde oturuyor. Kullandığı gözlükle az da olsa görebildiğini söyleyen 22 yaşındaki Demirkıran, Açıköğretim Fakültesi’nde Çağrı Merkezi Yönetimi öğrencisi. Bu bölüme kayıt yaptırmadan evvel bir yıl kadar Dokuz Eylül Üniversitesi’nin Tarih bölümünde okumuş. Bölüm üniversitenin Tınaztepe yerleşkesinde yer alıyor. Demirkıran, ailesiyle yaşadığı Yeşilova’daki evinden art arda Tınaztepe’ye gidip geldiği o günleri “tam bir kâbustu” diye anıyor. Ulaşım-erişim sorunu okulu bırakmasının ilk nedenlerinden olmuş.
“Otobüse bindikten sonra kimi insan bildiğini zannederek yanlış durakta uyarıyor. Keşke yardım istemek zorunda kalmasak”

Yarı görme engeli olan Sevgi Demirkıran ve doğuştan görme engeli olan Kübra Saygılı (soldan sağa). | Fotoğraf: Sercan Engerek
Demirkıran’a bir öğle vaktinde buluştuğumuz yere, Konak’ın merkezine nasıl ulaştığını soruyorum. Evinin oradaki duraktan otobüse binerken zorlandığını söylüyor. İniş-binişlerde insanlardan yardım alan Demirkıran, “Çoğu insan yardımcı olmaya çalışıyor. Ama kimi insan beklediğim otobüs gelene kadar çoktan binip gitmiş oluyor. Kimi belki o an başka bir işi olduğu için yardımcı olmak istemiyor. Otobüse bindikten sonra da kimi insan bildiğini zannederek yanlış durakta uyarıyor. Keşke yardım istemek zorunda kalmasak. Konuşan otobüs, hayatımızı mükemmel bir hâle getirir” diyor.
“Sanki tren çarpacakmış gibi geliyor”
İzmir’de Ballıkuyu semtinde oturan 22 yaşındaki Kübra Saygılı ise doğuştan görme engelli. Metro yolculuklarında yaşadığı tedirginliği “peronda metroyu beklerken kendimce önlem almama rağmen sanki tren çarpacakmış gibi geliyor” sözleriyle anlatıyor. Açıköğretim Fakültesi’nde sosyoloji öğrencisi Saygılı “Metroya tek başına inip binmem çok zor. Mecburen görevliden yardım istiyorum. Yardımcı olan görevlinin ineceğim istasyondaki görevliye ineceğimi telsizden anons etmesi gerekiyor aslında. Eleman eksikliği olduğundan, belki de iş yükleri arttığından yardım alabilmek için her zaman bir görevliye ulaşamıyorum. Ama trenle peron arasında bir set ve tren durunca açılan kapı olsa kalıcı bir çözüm sağlanabilir diye düşünüyorum. Hem kimseye ihtiyacımız olmaz hem de ölümlü kazalar önlenmiş olur” diyor.
Ortaokul yıllarında görme yetisini tamamen kaybeden 25 yaşındaki Ömer Talay da otobüslere kendi başına binip inemiyor. Yerel yönetimler mezunu Talay, otobüslerde sesli uyarı yapılsın diye önceki yıllarda İBB’ye birçok kez dilekçe yazmış. Her bir dilekçeye yakın zamanda anons sisteminin kurulacağı yanıtı verilmesine rağmen otobüslere hâlâ yardım alarak binmek zorunda olduğunu söylüyor. Talay biraz da sitem ediyor: “Şehirde bizler de varız. Artık bizi fark edin.”
Hoparlör sisteminin hangi aşamada olduğu, otobüslerde sesli anons sistemlerinin ne zaman devreye gireceği bilinmiyor

İzmir’in şehir içi ulaşımında bin 790 adet otobüs sefer yapıyor. | Fotoğraf: ESHOT Genel Müdürlüğü arşivi (temsili)
Sorularımıza ESHOT’tan yanıt alamadık
İzmir’in şehiriçi ulaşımında Menemen, Urla, Kavacık, Ürkmez, Seferihisar gibi bazı uzak ilçelere de giden toplamda bin 790 adet otobüs sefer yapıyor. ESHOT’un 2020 Yılı Faaliyet Raporu’nda 900 otobüsün ve otobüs duraklarının beş yıllığına reklam amaçlı kullanım ihalesini alan bir şirketin otobüslere, aktarma merkezlerine ve duraklara toplamda bin 820 adet sesli ve görüntülü dijital yolcu bilgilendirme platformları kuracağı belirtildi ve genel müdürlüğün faaliyetleri geçen yıl onaylandı. 2021 Yılı Faaliyet Raporu’nda ise otobüslerin özelliklerinden bahsedildiği bölümde “Duraktayım” uygulamasına da değinilerek “otobüsün dışından durağa sesli olarak otobüs bilgilerinin anons edildiği” ve ayrıca “otobüs içinde şimdiki durak ve sonraki durak bilgilerinin sesli olarak anons edildiği” ifadelerine yer verildi.
Bazı otobüslere konulan dijital ekranlarda şirket reklamları ve sağlık konusunda bilgilendirme notları yayımlanmaya başlandı ama ‘gelecek durak’ bilgileri belirtilmediği gibi özellikle de görme engelliler için otobüsün içinde ve dışında durak isimleri anons edilmiyor hâlâ. Sesli uyarı için araçların içine ve dışına monte edileceği duyurulan hoparlör sistemiyle ilgili çalışmanın hangi aşamada olduğu, otobüslerde sesli anons sistemlerinin ne zaman devreye gireceği bilinmiyor. Görme engellilerin şehiriçi ulaşım araçlarıyla ilgili sorunları bağlamında İBB’den bir röportaj talep ettik. Ancak sorularımızı yazılı olarak iletmemize rağmen ESHOT Genel Müdürlüğü’nden şimdiye kadar yanıt verilmedi.
2020’de Ankara’da Beşevler Metro İstasyonu’nda görme engelli Tahir Kermen, vagonların arasından raylara düşerek hayatını kaybetti

Ankara metrosu. | Fotoğraf: Ego Genel Müdürlüğü Arşiv (temsili)
Görme engeli olan yurttaşların kendi başına binmekte güçlük çektiği diğer bir ulaşım aracı ise metro. Metro istasyonlarında peronla tren arasında otomatik kapılı bariyerlerin olmaması görme engelliler için hayatî bir risk teşkil ediyor. 2020’de Ankara’da Beşevler Ankaray İstasyonu’ndan Kızılay’a gitmek isteyen görme engelli ve bir çocuk babası 34 yaşındaki Tahir Kermen, vagonların arasından raylara düşerek hayatını kaybetti. Kermen perondayken onu hiç kimse görmediğinden trene binmek isterken raya düştüğü dahi kamera kayıtları incelendikten sonra fark edilebilmişti. Olayın ardından yöneticilerden, metro istasyonlarında hangi yönün hangi istikamete karşılık geldiğini belirten sesli, kabartma yazılı uyarı ve peronla tren arasına otomatik kapılı bariyer sistemlerinin konulmasını isteyen görme engellilerin talepleri hâlâ karşılanmadı.
Tedbirler sürücülü-sürücüsüz ayrımına göre değişiyor
Metrolarda otomatik kapılı bariyer sistemine ilişkin belli bir standart bulunmuyor. ABD, İngiltere, Rusya, Japonya ve Çin’de bazı metro hatlarında örnekleri görülebilen sistem, Türkiye’de ise İstanbul’da Üsküdar-Çekmeköy, Mecidiyeköy-Mahmutbey metro hatlarında ve Eskişehir’deki tramvay hattında var. Düzenek perondaki sabit camlı bariyerin kapıları tren peronda durduğu anda trenin kapılarıyla birlikte açılma mantığına göre çalışıyor. Bariyer sistemi sürücüsüz metrolarda yolcuların can güvenliği gerekçesiyle daha metro inşa edilirken konuluyor. Örneğin Üsküdar-Çekmeköy sürücüsüz metrosu bunlardan biri. İzmir’de Üçyol-Buca arasında yapılacak metro hattı da sürücüsüz olduğu için proje dosyasına göre orada da bu kapılar yapılacak.
Ancak şehirlerdeki metro hatlarının büyük bir çoğunluğu sürücülü. Güvenlik tedbirininse sürücülü-sürücüsüz ayrımına göre değiştiği görülüyor. Oysa “hafif raylı sistemler” olarak tanımlanmasına rağmen ülkedeki demiryolu ulaşımında en süratlisi olan metrolar istasyona çok hızlı giriyor ve metroların tehlike anında durma imkânları yok. Metrolar, görme engelliler hesaba katılmadığı gibi peronda insan kalabalığı arttığında, yolcular herhangi bir sağlık sorunu yaşadığında olası bir raya düşme olayını önleyecek tertibat düşünülmeden inşa edilmiş. Peki Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Bursa gibi kentlerin mevcut sürücülü metro hatlarında otomatik kapılı bariyer, sisteme sonradan entegre edilebilir mi?
“Sürücüsüz metrolarda peron kapı sistemi ile sinyalizasyon sistemi birlikte tasarlanıp uygulanıyor”

İstanbul metro. | Fotoğraf: Emir Eğricesu, Unsplash (Temsili)
Perona sabit bir bariyer ve o sabit bariyerin belli noktalarına otomatik açılıp kapanan kapıların konulduğu mekanizmada trene iniş-biniş sağlanabilmesi için peron kapılarıyla tren kapılarının eşleşmesi gerekiyor. Raylı sistemler araştırmacısı Ömer Tolga Sümerli, hâlihazırdaki metro hatlarına otomatik kapılı bariyer sisteminin kurulabilmesi için ana sinyalizasyon sisteminde değişikliğe ihtiyaç olduğunu ve aynı tip vagon kullanılmasının işi kolaylaştıracağını anlatıyor. Her vagonun kapı eşiğinin farklı olduğuna dikkat çeken Sümerli, “Türkiye’de aynı metro hattında farklı markaların ürettiği vagonlar kullanılabiliyor. Örneğin İzmir metrosunda ilk kullanılmaya başlanan vagonlar İtalya’dan alınmıştı. Yıllar içinde bir grup vagon da Çin’den getirtildi. Perona yapılacak yarım ya da tam kapalı bariyer ise üzerinde belli yerlerinde kapılar olup perona monte edilen sabit bir parça. Dolayısıyla hatlarda kapı eşikleri aynı olan vagonlar kullanılmalı ki, istasyonlara bir çeşit kurulacak bariyer-kapı sistemiyle uyumlu çalışabilsin” diyor.
Sümerli, peronlara konulacak kapının ana sinyalizasyon sistemiyle entegre edilmesi gerekeceği için de hem trene hem de raya ilave sensörlerin ekleneceğini söylüyor: “Yapılabilir mi? İmkânsız değil ama işin içine yazılım da gireceği için maliyetli bir iş. Önemli bir kaynak ayrılması lâzım. Bu yüzden sürücüsüz metrolarda peron kapı sistemi ile sinyalizasyon sistemi birlikte tasarlanıp uygulanıyor. Ama mesela Japonya’da yüksek hızlı tren hatlarında yarım boy bariyerler var. O bariyerlerin kapıları biraz daha geniş açılıyor. Türkiye’de yapılacak uygulamalarda belki oradakilerden esin alınabilir.”
“Kullandığımız dışlayıcı dilin farkında değiliz”
Mehmet Bulut, bir gün Bornova’da karşıdan karşıya geçerken otobüsün altında kalmaktan son anda kurtulduğunu söylüyor. Sevgi Demirkıran ise şimdiye kadar hayatî risk oluşturacak bir durumla karşılaşmamış ama yürürken bir anlık dikkatsizlik sonucu küçük kazalar yaşandığını anlatıyor. O kazalarda insanların üslûbundan, kullandığı dilden duyduğu rahatsızlığı şöyle tarif ediyor:
“Bazen insanlarla çarpışıyoruz. Sonra diyorlar ki, görmüyor musun? Evet diyorum, görmüyorum! Sonra aşağılarcasına niye tek başıma dışarı çıktığımı sorguluyorlar. Böyle zamanlarda elbette kendimi savunuyorum ama insanın psikolojisi her zaman aynı olabilecek diye bir kaide yok. İnsan bazen içine kapanabilir. O davranışlar nedeniyle hayata küsüyorum ben. Aslında sosyalleşmeyi, arkadaşlarımla buluşmayı seven biriyim. Ama canıma tak ettiğinde tamam diyorum. Bu dünya benim durumumda olan insanlar için değil. O zaman hep evde oturayım… Galiba toplum olarak etrafımızda olanı biteni pek görmüyoruz ya da kullandığımız dışlayıcı dilin farkında değiliz.”
TÜİK istatistik paylaşmıyor; sorunlar hayatî
Türkiye’de görme engellilere ilişkin ilk araştırma Konsensus Araştırma Şirketi tarafından yapıldı. Türkiye Engelliler Araştırması’na göre 2002’de 65 milyon nüfuslu ülkede 77 bin görme engelli birey vardı. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2011 yılında Türkiye’de en az 1 milyon 39 bin görme engelli birey yaşadığını kaydetti. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), görme engellilerle ilgili bir istatistik paylaşmadığı için görme engelli nüfus sayısı güncel olarak bilinmiyor ama şehirlerde görme engelli bireylerin baş etmeye çalıştığı sorunlar hep aynı.
Toplu taşıma araçlarını kullanmalarının dışında sadece yaya olarak dışarı çıktıklarında da pek çok engelle karşılaşıyorlar. Kaldırımlardaki kabartmalı sarı çizgi diye bilinen kılavuz yolun kalitesiz malzemeden üretilmesi, çabuk deforme olması, üzerine araç park edilmesi, kör bir noktada sonlandırılması, güzergâhtaki sivri uçlu tabelalar, dükkânların gelişigüzel koyduğu malzemeler ve kılavuz yolun dalı o yöne eğilen bir ağacın yanından geçirilmesi görme engellilerin yaya olarak ulaşımını güçleştiriyor. Görme duyusuna göre düzenlenen trafikteyse lambaların kırmızıdan yeşile geçişini belli edecek sesli uyarı hâlâ bir kural hâline gelebilmiş değil. Çoğu yerdeki ışığın ya sesi yok ya da sesi kısılmış vaziyette.
İzmir’in Çeşme ilçesinde Cumhurbaşkanı Kararı’yla ilân edilen 16 bin 624 hektarlık alanda Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından uygulanması planlanan Çeşme Turizm Projesi, yöre halkının ve doğa savunucularının huzurunu kaçırdı. 2020’de Çeşme Projesi’nin sınırlarını genişletmek için yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı’nın iptali ve yürütmenin durdurulması için Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), çevre örgütleri, baro ve yurttaşların açtığı dava sürecinde Danıştay 6. Dairesi’nin üniversitelerden bilirkişi olarak görevlendirdiği akademisyenler tarafından hazırlanan rapor gündemi hareketlendirdi. 18 maddelik bilirkişi raporunda bölgedeki doğal ve arkeolojik sit alanlarının, ormanların yapılaşmaya açılacağı, su kaynaklarının, ekosistemlerin olumsuz yönde etkileneceği belirtildi. Bilirkişi heyeti, idarî mahkemeye projenin planlama ilkelerine ve kamu yararına aykırı olduğu görüşünü iletti.
Çeşme yarımadası için planlanan proje duyurulduğunda 20 adet olarak belirtilen golf sahalarının sayısı 13’e düşürüldü. Ancak golf sahalarının su ihtiyacının karşılanmasında önerilen denizden su arıtma yöntemi kamuoyuna inandırıcı gelmedi. Çeşme’nin nüfus yoğunluğunu arttıracağı söylenen proje uygulanırsa, bilirkişi raporuna göre doğal çevre geri dönüşü olmayacak bir biçimde tahrip edilecek. Yeraltı sularının tükenme noktasına geldiği ilçede içme ve kullanma suyu sorunu yaşanırken su kısıtlılığı nedeniyle de çiftçi yeterli sulama yapamıyor. İklim değişikliğine bağlı olarak kuraklığın artmasına karşılık tonlarca suya ihtiyaç duyan golf sahalarının, beton zeminle kaplı tenis kortlarının planlanması tepkiyle karşılanıyor.

Yapılması planlanan golf sahaları. | Görsel: Proje tanıtım filminden ekran görüntüsü
Golf sahaları için yılda 10 milyon metreküp su kullanılacak
Çeşme Turizm Projesi’nin uygulama sahasında Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un açıklamasına göre 13 adet golf sahası yapılacak. Türkiye Golf Federasyonu’nun verilerine göre ortalama uzunluğu altı kilometre olan 18 çukurlu standart bir golf sahası 750-1000 dekarlık bir alandan oluşuyor. Alaçatı kıyılarında yapılması planlanan golf sahaları için toplamda 12 bin dekar alan ayrıldı. Binlerce dekar alan çimle kaplanacak ve çim alanın korunabilmesi için yılda en az 10 milyon metreküp su harcanacak. Türkiye’nin iklim özellikleri golf sahaları için ne kadar uygun?
“Golf sahalarını bölgenin bitki örtüsüne ve faunaya zarar vermeden inşa edemezsiniz. Çünkü çim bir monokültür ürünü.”
Peyzaj mimarı Betül Çavdar, golf sporunun İskoçya gibi yaz aylarında da yağış alan ve çim yüzeyin bütünlüğünün sağlanması için fazladan bir bakım gerektirmeyen arazilerin olduğu bölgelerde ortaya çıktığına dikkat çekiyor. Aksi durumda çimin üretilmesinde, çimlendirilen arazinin bakımında tonlarca suya, kimyasal gübre ve ilaca ihtiyaç duyulduğunu anlatıyor. Alaçatı Sulak Alanı’nın bulunduğu yarımada birçok endemik (sadece orada yetişen ve yaşayan) bitki ve hayvan türüne ev sahipliği yapıyor. Makilik ve fundalık alanlar bulunuyor. Zeytin ağaçlarının yanı sıra birçok ağaç türü yetişiyor. Büyük bir yüzey alanı kaplayan golf sahalarıyla ilgili Avrupa ve Amerika modeli olmak üzere iki farklı uygulamanın öne çıktığını belirten Çavdar’a göre alandaki tür çeşitliliğinin nispeten korunduğu Avrupa yöntemi uygulansa bile golf sahalarının doğal peyzaj ortadan kaldırılmadan oluşturulması mümkün değil. “Golf sahalarını bölgenin bitki örtüsüne ve faunaya zarar vermeden inşa edemezsiniz. Çünkü çim, her ne kadar farklı türleri kullanılsa da bir monokültür ürünü. Monokültür uygulamaları doğal ekosistemin işleyişine ve biyoçeşitliliğe büyük zarar verir” diyor.

Peyzaj mimarı Betül Çavdar. | Fotoğraf: Çavdar’ın arşivi
Çavdar, geniş çim yüzeylerin oluşturulmasında genellikle çim üretim tesislerinde üretilen rulo çimlerin kullanıldığını söylüyor. Rulo çimlerin 100 dönümü bulan verimli topraklarda üretildiği bilgisini veren Çavdar, üretim esnasında toprak aşırı suya ve kimyasala maruz kaldığı için o tesisleri “vahşi üretim yeri” diye adlandırıyor.
Bilirkişi raporuna göre golf sahalarının su ihtiyacının bölgedeki yeraltı ve yerüstü sularından temin edilme yoluna gidilmesi hâlinde kısıtlı olan su kaynakları tükenecek
Pürüzsüz bir çim yüzeye ihtiyaç duyan golf sahaları doğal ortamı uygun olmayan bölgelerde inşa edildiğinde daha faaliyete geçmeden evvel çevreyi olumsuz yönde etkiliyor. Ancak uzmanlara göre asıl tehlike çim rulo sahaya serildikten ya da alanda tohumlamayla çimlendirme yapıldıktan sonra başlıyor. Golf sahalarında çim yüzeyin sürekli sulanması gerektiğini vurgulayan Çavdar, büyük bir su kaybının açığa çıktığını söylüyor: “Projeye göre golf sahalarının sulama suyu denizden su arıtma yoluyla elde edilecek. Ters ozmos denilen bu yöntemle su arıtma hem maliyetli hem de tesis su çekerken balıkları, balık yumurtalarını, planktonları sisteme aldığı ve ardından yoğun bir tuzu tekrar suya boşalttığı için deniz ekosistemine zarar veren bir yöntem. Fosil yakıtlı enerji santrallerinin sera gazlarıyla küresel ısınmayı arttırdığı bir dünyada bu arıtma tesisinin kullanacağı elektrik enerjisinin nasıl sağlanacağı da büyük bir soru işareti. Toplamda milyonlarca metrekare bir alandan bahsediyoruz. Sabah akşam sulanan çimler 10-15 gün aralıkla biçileceği için makineler zaten ya elektriğe ya da fosil bir yakıta ihtiyaç duyacak. Buralarda tüketilecek elektriğin rüzgâr enerji santrallerinden (RES) sağlanacağı söylenebilir ama unutulmamalı ki yarımada çoktandır RES’lere doymuş durumda.”
Çavdar, golf sahalarının sulanma işleminde toprağın ve yeraltı sularının zarar görecek olmasından endişeli. Tarımdakinden çok daha fazlası kullanılan golf sahalarındaki kimyasal ilaçların topraktaki mikroorganizmaları yok etmesine, kimyasalların yeraltı sularına karışmasına karşı önlem alınamayacağını düşünüyor.
Çeşme’de Alaçatı Kutlu Aktaş Barajı ve Ildırı bölgesindeki yeraltı suları olmak üzere havzaları bulunan iki içme-kullanma suyu kaynağı mevcut. Yaz aylarında içme-kullanma ve tarımsal sulama için kuyulardan aşırı su çekilmesi, artan kuraklık özellikle de kıyı bölgelerde yeraltı sularına deniz suyu karışmasına neden oluyor. Bilirkişi raporuna göre golf sahalarının su ihtiyacının bölgedeki yeraltı ve yerüstü sularından temin edilme yoluna gidilmesi hâlinde kısıtlı olan su kaynakları tükenecek.
Tarımda sulama tankerlerle yapılabiliyor
Adı turizmle anılsa da Çeşme’de yöre halkının bir kısmı geçimini hâlâ topraktan sağlıyor. İlçede uzun yıllardır enginar, kavun, domates, zeytin ve üzüm gibi tarımsal gıdalar üretiliyor. Ancak sulama suyunun yetersizliği çiftçiyi susuz tarıma yönlendirmiş durumda. Daha önce 60 metreden çıkan yeraltı suyunun şimdi 150 metre derinliğe indiğini belirten Çeşme Ziraat Odası Başkanı Süleyman Özer, “Bamya az suyla lezzeti daha yoğun olan bir tür. Dolayısıyla bitkiyi ekerken can suyu veriyoruz ve bir daha da sulamıyoruz. Ama patlıcanı sulamazsan acılaşır, salatalığı sulamazsan büyüyemez. Yine biberi, domatesi sulamazsan yaşatamazsın. Yeterli su ve sulama sistemi olmadığı için ancak tankerlerle sulama yapılabiliyoruz” diyor.
“Yapılacak otellerin, golf sahalarının sahipleri, oraları işletenler kârlı çıkacak bu işten”
Özer, tarımla uğraşan insan sayısının yıllar içinde azaldığına dikkat çekiyor: “Kavun, enginar buranın hâlâ en has ürünleri. Tarımda suyun yanlış kullanılması da etkili ama su kaynakların tükenmesi sadece tarımla ilgili değil. Su sorunu yaşandığı, maliyetler arttığı ve planlı bir teşvik olmadığı için sonraki nesiller devam ettiremiyor çiftçiliği. Şimdi bir de Çeşme Turizm Projesi duyuruldu. Yapılacak otellerin, golf sahalarının sahipleri, oraları işletenler kârlı çıkacak bu işten. Oysa biz tarımın sürdürülebilmesi için su meselesinin çözülmesi, uygun olan hazine arazilerinin halka verilerek tarımın teşvik edilmesi için uğraşıyoruz yıllardır. Dışarıdan müdahalelerle buranın doğal dokusunun bozulmasını istemiyoruz.”

Çeşme Ziraat Odası Başkanı Süleyman Özer. | Fotoğraf: Sercan Engerek
Oteller denize sıfır konutlara dönüşüyor
Çeşme Turizm Projesi’nin yüzde 97’lik bölümü hazine arazisinde uygulanacak. 20 milyar dolarlık proje kapsamında marina, otel, rezidans, villa, tenis kortu, film platosu gibi kara ve deniz alanlarında yüzlerce yapı inşa edilecek. Bunun için bölgedeki sit dereceleri değiştirilerek nitelikli doğal koruma alanları, sürdürülebilir koruma alanı derecesine düşürüldü. Alaçatı ve Zeytineli’ndeki 511 parsel için 2020’de verilen “acele kamulaştırma” kararı kaldırıldı ancak diğer yandan geçen Mart ayında 4 bin 500 hektarlık alanın İl Toprak Koruma Kurulu tarafından onaylanmasıyla bölgede yapılaşmanın önü açıldı. Çeşme yarımadasında yapılaşmayı arttıracak proje sahasının yüzde 75’inden fazlası, kurak dönemlerde doluluk oranı yüzde 15’in altına kadar düşen Kutlu Aktaş Barajı’nın ve Ildırı’daki yeraltı su kaynaklarının su toplama havzalarına ve koruma alanlarına denk geliyor. Yapılacak 180 tenis kortu ve film platolarıyla büyük bir alan betonla kaplanacağı için yağmur suyunun toprağa ve yeraltı sularına ulaşması engellenecek. Şimdiye kadar hazırlanan planlarda ise yarımadada doğa turizmi uygun görülerek kıyıların, flora ve faunanın korunması önerilmişti.
Çeşme’nin nüfusu resmî verilere göre 46 bin 93. Fakat Türkiye’nin en gözde tatil yerlerinden olması itibariyle nüfus özellikle de yaz mevsiminde 1 milyonu buluyor. Son yıllarda büyük sermaye grupları Ovacık, Reisdere, Çiftlik bölgelerinde yeni villalar inşa ediyor. En çok iki kat imarın olduğu ilçede yüksek katlı oteller ise dairelere dönüştürülüyor. Ilıca’da Swissotel Grubu’nun devraldığı eski Sheraton Oteli’nin binası bunlardan biri. Tadilat yapılan sekiz katlı bina 1+1, 2+1 dairelerin yer alacağı rezidans olarak projelendirildi. Bu “planlama yöntemi” ile ilçenin nüfus yoğunluğunun kalıcı biçimde artacağı değerlendiriliyor.
“Halkın yakınından geçemeyeceği bu yerler varsıllara satılacak, çünkü arsa satışlarında 15-20 milyon dolarlık bir rant dönüyor”
Çeşme Çevre Platformu Başkanı Ahmet Güler, irili ufaklı en az 20 otelin konuta dönüştürüldüğünü söylüyor. “Devam eden çoğu inşaat kat adedi daha fazla olduğu için otel adı altında başlatıldı. Ancak yüksek meblağlara deniz manzaralı konut olarak satılacak” diyen Güler, Çeşme Turizm Projesi’nde öngörülen 200 adet otelin de aynı akıbete uğramasından kaygılı: “Burada farklı kesimleri temsil eden kurum ve kuruluşlardan hiçbir görüş almadan Çeşme için planlanan proje bir turizm projesi değil, bir konut yapıp satma projesi. Doğal sit statüleri değiştirilerek imara hazır hâle getirilen hazine arazilerinde otel adı altında denize sıfır konutlar yapılacak. Halkın yakınından geçemeyeceği bu yerler de varsıllara satılacak, çünkü buradaki arsa satışlarında 15-20 milyon dolarlık bir rant dönüyor. Çeşme Turizm Projesi’nin sahipleri ile müteahhitler parsel ve konut satışından büyük bir rant elde edecek. Turizm kılıfı giydirilen asıl proje de bu bize kalırsa. O yüzden son olarak Karaköy ile Zeytineli’nde 840 hektar için alınan ‘hassas korunacak alan’ kararına temkinli bakıyoruz.”

Çeşme Çevre Platformu Başkanı Ahmet Güler. | Fotoğraf: Güler’in arşivi
Girişim 2005’te başlamıştı
Çeşme (Alaçatı-Paşalimanı) ilk kez 2005 yılında Bakanlar Kurulu’nun kararıyla Kültür ve Turizm Koruma, Gelişim Bölgesi (KTKGB) ilan edildi. 2006’da Çeşme’nin batı ucunda bulunan Çiftlikköy’den Urla sınırına kadar 1. derece doğal sit statüsü olan 112 bin dönüm alanın sit derecesi Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından 2. ve 3. dereceye düşürüldü. Ardından da Kültür ve Turizm Bakanlığı, bölgede tarımsal niteliği korunacak alanları, ormanları ve ağaçlandırılacak yerleri imara açacak Çevre Düzeni Planı’nı imzaladı.
Çeşme’de çeşitli turizm tesisleri, oteller, golf sahaları ve uçak pisti adıyla havalimanı ilk kez o zaman gündeme geldi. TMMOB bünyesindeki meslek odaları tarafından açılan dava sonucunda Danıştay, doğal koruma alanlarının yapılaşmaya açılacağı gerekçesiyle KTKGB işlemini ve planı iptal etti. Danıştay 6. Dairesi’nin 2008 yılında verdiği kararda planın uygulanması durumunda “büyük alanların tek yatırımcıya tahsisine olanak sağlanacağı, planın şehircilik ilkeleri planlama esaslarına ve kamu yararına aykırı olduğu” belirtildi.
Geçen sürede golf sahaları daha sık konuşulur hâle gelirken şirketler sahalar için alan inceletmeleri yaptırdı. Ancak ilk harekete geçilen havalimanı oldu. 2016’da çoğunlukla özel uçakların kullanabileceği bir havalimanı projesi hazırlandı. Endemik bitki türlerinin bulunduğu Alaçatı’daki Gölobası mevkiinde hazineye ait alan proje için kamulaştırıldı. Yolcu garantili olarak yap-işlet-devret modeliyle uygulanmak üzere 2018’de Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı tarafından ihalesi gerçekleştirilen proje yapımı tamamlanamadan 2020’de iptal edildi. Alaçatı’da 2000 yılının başından itibaren kurulan birçok RES ve bir taş ocağı faaliyet gösteriyor. Havalimanı projesi, kanunda havalimanlarının yakınında RES ve taş ocağı bulunamayacağı hükmü yer almasına rağmen başlatılmıştı. 2019’da Çeşme Yarımadası’nda devasa bir alan Cumhurbaşkanı Kararı’yla yeniden KTKGB ilân edildi ve 11 Şubat 2020’de bölgenin sınırlarını genişleten bir Cumhurbaşkanı Kararı daha yayımlandı.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın maden yönetmeliğinde yaptığı değişiklikle zeytinlikler madencilik faaliyetine açıldı. Madencilik faaliyetinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı alanlara denk gelmesi durumunda zeytin ağaçlarının taşınarak sahada madencilik faaliyetleri yürütülmesine izin veren yönetmelik kamuoyunda tepkiyle karşılandı. Zeytincilik Kanunu’na ve hukuka aykırı görülen yönetmeliğin iptali için çevre kuruluşları tarafından dava açıldı. 2014 yılında santral projesi için 6 bin zeytin ağacının kesildiği Soma’da zeytinlikler yeniden tehdit altında. Kömür ocaklarının, termik santrallerin pençesinde olan Soma’da üç yıl önce bir termik santral daha açıldı. Elektrik enerjisi elde etmek için kömür yakan termik santraller, kül barajları ve bacasından çıkan partikül maddelerle çevre kirliliğinin yanı sıra sera etkisi yaratan gazları doğaya bırakarak küresel ısınmayı da artırıyor. Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı onaylaması ile kömürden çıkmak için tarih belirlememesi, yeni termik santraller planlaması ve zeytinlikleri maden işletmelerine açması iklim bilimciler tarafından çelişkili görülüyor.
“Bu yatırımları yapanların sofralarında zeytin oluyor değil mi? Dilerim ki o zeytinler dile gelir de ‘Nasıl kestin benim ağacımı!’ der. Nasıl yiyeceksiniz o zeytinleri? Nasıl boğazınızdan geçecek?” Mustafa Akın’ı sekiz yıl önce Yırca köyünden bağlandığı canlı yayında bu sözleriyle tanıdı ülke.
Kolin Grubu’nun şirketi, 2014’ün eylül ayında Manisa’nın Soma ilçesine bağlı Yırca köyünde inşa etmek istediği kömürlü termik santral için 6 bin 666 ağaçlık zeytinliği tel örgüyle çevirmişti. Bakanlar Kurulu’nun aldığı acele kamulaştırma kararını aylar sonra tesadüf eseri öğrenen Yırcalılar, o günlerde yeşil zeytin hasadına hazırlanıyordu. Şirket köylülere ait zeytinlik alanı dikenli tellerle çevrelerken her gün onlarca ağacı kesiyordu. Zeytinliklerine giremeyen köylülerin çevre örgütleriyle birlikte başlattığı “zeytinime dokunma” nöbeti tüm ülkede yankılanmaya başlamıştı. Dayanışma büyüyor, şirket ise zeytinlikte özel güvenlik görevlisi sayısını artırıyordu. Fırtına 2014’ün 7 Kasım günü koptu, “ölmez ağaç” zeytine büyük bir operasyon düzenlendi. Sabaha karşı zeytinliğe giren şirketin iş makineleri binlerce ağacı birkaç saatte yerinden söktü. Köylülerin acele kamulaştırma işlemine karşı açtığı dava kapsamında Danıştay’ın verdiği yürütmeyi durdurma kararı ise o günün öğle saatlerinde duyuruldu. Aslında karar 28 Ekim’de verilmiş fakat Ulusal Yargı Ağı Sistemi’ne 10 gün sonra yüklenmişti.
“Ağaçlarıma madencilik diye el koyduğun zaman onu dikecek başka yerim yok. 20 ila 100 yıllık bir zeytin ağacını yerinden söküp başka yere dikerek yaşatma şansın yok”

Yırca Köyü muhtarı Mustafa Akın. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 9 Mart 2022
İş makinelerinin zeytinliğe girdiği gün canlı yayındaki sözleriyle herkesin içini titreten Mustafa Akın (62) hâlen Yırca köyünün muhtarlığını yürütüyor, olayın üzerinden yıllar geçmesine rağmen o günleri dün gibi hatırlıyor. Tam orada, sekiz yıl önce zeytin ağaçlarının kesildiği noktada buluşuyoruz Akın’la. Santral projesi için şirketin kestiği ağaçların yerine yeni zeytin fideleri dikilmiş. Yaklaşık sekiz yaşında olan o ağaçların arasında dolaşırken, iş makinesinin topraktan çıkaramadığı bir zeytin ağacını gösteriyor Akın. Gövdesi kesilen ağacın kökü yerinde ve çevresinden yeni dallar boy atmış. Akın, “Bu ağaç en az 250 yaşındaydı” diyor.
Mustafa Akın, sınıf öğretmenliğinden emekli. Yırca’da babasından kalan zeytinliği altı kardeşiyle paylaştığı için o zeytinlikten kendisine küçük bir pay düşmüş ama orada kendilerine ait bir tarlaya 2010’da eşiyle birlikte 200 adet zeytin fidesi dikmiş. Ancak zeytin ağacı meyvesini geç veren bir tür. O yüzden Ege ve Akdeniz köylerinde zeytin, doğan çocuk için dikilirmiş. Akın, sabırla beklemek gerektiğini söylüyor: “Zeytin ağacı yedi yaşında gübre, ilaç gibi bakım masrafını karşılamaya başlar. 12 yaşından sonra toplanacak miktarda zeytin çıkar ama asıl verimi 15 yaşından sonradır. Bugün 15-20 yaşındaki yetişkin bir ağacın zeytininden 10 kilo yağ alırsan bir ağaçtan yıllık 500 liraya yakın bir gelir elde edersin. Santral projesi için burada kesilen zeytinlerin en genci 10 yaşındaydı ama 60 ila 300 yıllık ağaçlar çoğunluktaydı içlerinde. Toprağımızı geri aldık, kesilen 6 bin ağacın yerine yenilerini diktik ama Yırcalı sekiz yıllık gelirini kaybetti.”
Yönetmelik uygulanırsa zeytinlikler yok olacak
Santral projesi iptal edildikten bir süre sonra Soma’da bir doğa tahribatı daha yaşandı. İstanbul-İzmir otoyolunun geçtiği Manisa ilinde Ziraat Mühendisleri Odası’na göre aralarında anıt ağaçların da bulunduğu toplamda 700 bin zeytin ağacı kesildi. Karayolları Genel Müdürlüğü’nün kamulaştırdığı zeytinliklerde kesilen ağaçların yaklaşık 4 bini otoyolun geçtiği Yırca köyündendi. Zeytin emekçisi Akın, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Maden Yönetmeliğinde yaptığı değişiklikle zeytin sahaları madencilik faaliyetine açıldığı için tepkili.
Resmî Gazete’de 1 Mart’ta yayımlanan yönetmeliğine göre, elektrik ihtiyacını karşılamak üzere maden işletmeleri, madencilik faaliyetinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlara denk gelmesi durumunda zeytin ağaçlarını taşıyabilecek ve zeytinliğe tesis inşa edebilecek. Yırca köyünün sınırında Kolin Grubu’nun işlettiği Deniş Kömür Madeni var. Akın, eğer yönetmelik uygulanırsa köyün doğusundaki zeytinliklerin yok olacağını söylüyor. Zeytin ağaçlarının taşınmasının da mümkün olmadığını düşünüyor: “Bir kömür madeninin ortalama ömrü aşağı yukarı 100 yıl. Ancak zeytinin ömrü 2 bin yıl. Altta maden var ama üsttekinin ekonomik değeri de en az 20 kat. Doğa açısından ise zeytinliklere paha biçilemez. Ben zeytinliğimdeki ağaçları nereye taşıyayım? Ağaçlarıma madencilik diye el koyduğun zaman onu dikecek başka yerim yok. ‘Devlet yeni yer verecek’ diyorlar. Devlet nereyi verecek? Orman arazisini. Bu sefer de ormanı yok edeceksin. 20 ila 100 yıllık bir zeytin ağacını yerinden söküp başka yere dikerek yaşatma şansın yok. Yeniden bir zeytin fidesi üretebilirsin ama o 100 yıllık ağaç ne olacak? Üstelik o ağaçlar Edremit türü dediğimiz siyah, yeşil renkleri olan sofralık zeytin ağaçları.”
Yasayla korunan yönetmelikle düzenlenemez
Türkiye’de yaklaşık 500 bin aile geçimini zeytincilikten sağlıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre 189 milyon zeytin ağacından 2021’de 556 bin ton sofralık, 1 milyon 183 bin ton yağlık zeytin elde edildi. Yönetmeliği çıkaran yetkililer elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetlerine “kamu yararı” dikkate alınarak izin verileceğini savunuyor. Doğa Derneği hukuk danışmanı avukat Özlem Altıparmak, ticarî işletmenin çıkarı ile kamu çıkarının aynı olmadığını vurguluyor. Türkiye’nin dünya çapında zeytin ve zeytinyağı üreten ilk beş ülke arasında olduğuna dikkat çeken Altıparmak, “Yönetmelikte madencilik sektörünün ticarî çıkarları, yurttaşların sağlıklı bir çevrede yaşama ve doğanın ekolojik, kültürel varlığını koruma haklarından üstün tutulmuş. Söz konusu yönetmeliğin kamu yararı taşıdığına dair iddia sadece madencilik sektöründen elde edilecek fayda ve yatırımların büyüklüğü ile ölçülemez. Her zaman savunduğumuz üzere ekonomik olan ekolojik de olmak zorundadır” diyor.
Çevre örgütleri, meslek odaları ve barolar yönetmeliğin iptali için dava açtı. Doğa Derneği, “zeytinin hakkını savunmak” isteyen yurttaşlara rehberlik etmesi gayesiyle bir dava dilekçesi hazırladı. Davanın gerekçesi Zeytin Kanunu’nun “zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az üç kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası dışında tesis açılamayacağını” hükme bağlayan 20. maddesine atıfta bulunularak şöyle açıklandı: “Kanunun açık hükmüne rağmen yönetmelik ile zeytinlik alanda madencilik yapılması mümkün hâle getirilmiştir. Normlar hiyerarşisi bakımından anayasa kanunların, kanunlar da yönetmeliklerin üzerinde yer alır. Bu nedenle bir yönetmelikle üst norm olan kanuna aykırı bir düzenleme yapılamaz. Kanunda yasaklandığı hâlde bir yönetmelik maddesiyle zeytinlik sahası içinde ve bu sahalara üç kilometre mesafede bir maden faaliyetine izin verilmesi hukuka aykırıdır.”
Avukat Altıparmak: Yönetmelikte madencilik sektörünün ticarî çıkarları, yurttaşların sağlıklı bir çevrede yaşama ve doğanın ekolojik, kültürel varlığını koruma haklarından üstün tutulmuş

2014’te Yırca’da kökü kurtulan ağaç. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 9 Mart 2022
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından yönetmelik değişikliği yapılarak kamu yararı gerekçesiyle zeytinlikler 2012 yılında da madencilik faaliyetlerine açıldı. Yönetmeliğin Danıştay tarafından iptal edileceği 2013 yılına kadar Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, üç kilometre sınırını içeren kanun maddesini askıya alarak 26 maden işletme ruhsatlı saha için “kamu yararı” kararı aldı. Bu dönemde madencilik faaliyeti için binlerce ağaç kesildi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bu kez 2014’te “zeytinlik sahayı” 25 dekar üzerinden tanımlayarak 10-15 dönümlük zeytinlikleri, zeytinlik sahanın dışında bırakacak bir yasa taslağı hazırladı. Kamuoyunda “zeytinliklerin imara açılacağı” biçiminde yer alan taslak farklı tarihlerde Meclis’e sunuldu fakat kabul edilmedi. Avukat Altıparmak, idarî mahkemenin kararlarını hatırlatarak “Zeytinlik saha tanımının daraltılmasının kanuna aykırı olduğu zaten tespit edilmişti. Yeni yönetmelikle değişiklik yapılan madde benzer konuda verilmiş Danıştay kararlarına da aykırılık teşkil ediyor” diyor.
Ekokırım suçunun kabulü caydırıcı olabilir
Zeytinliklerin madencilik faaliyetine açılması doğa yararına aykırı olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de son yıllarda kömür-altın madenciliği, taş ocakları, santral projeleri, ‘yap-işlet-devret’ modeliyle uygulanan projeler, imara açılan ormanlar dolayısıyla milyonlarca ağaç kesildi, dereler, nehirler kurudu. Doğa tahribatını konu alan eylemler uluslararası hukuk çevrelerinde “ekokırım suçu” üzerinden ele alınıyor. Stop Ecocide Foundation (Ekokırımı Durdurun Vakfı) tarafından Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) kuruluş metni Roma Statüsünde suç hâline getirilmesi önerilen ekokırım suçu “çevreye ağır ve geniş çapta ya da ağır ve uzun vadeli bir biçimde zarara yol açmasının kuvvetle muhtemel olduğunun bilincinde yasadışı veya keyfî olarak işlenen fiiller” diye tanımlanıyor.
Ankara Üniversitesi İklim ve Ekokırım Hukuk Kliniği Koordinatörü de olan Altıparmak, ekokırımın bir suç olarak uluslararası mahkemede tanınması hâlinde insan merkezli hak anlayışına ek olarak doğa merkezli düşünme açısından da bir adım atılacağı görüşünde. “Doğaya verilen zarar uluslararası ölçekte de suç hâline gelecek ve sorumluları cezasız kalmayacak” diyen Altıparmak’a göre, ekokırım suçunun UCM’de kabul edilmesi diğer devletlerin de bu suçu iç hukuklarında suç olarak tanımalarını sağlayacak. Savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırım suçlarına bakan UCM’ye Türkiye taraf değil ancak Türk Ceza Kanunu’nda soykırım suçu tanımlanmış durumda. Altıparmak’a göre ekokırım suçu da böyle bir gelişme izleyecek.
Yırca’da kurulamayan santral Türkpiyala’da yapıldı
Soma’da 1913’ten beri kömürün çıkarıldığı Türkiye Kömür İşletmeleri’ne (TKİ) ait kömür havzasında Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre 205 milyon ton kömür rezervi var. TKİ’den özel şirketlerin hizmet alım sözleşmesi ve rödovans usulüyle kiralayarak işlettiği kömür ocaklarından birinde 2014 yılında meydana gelen maden faciasında 301 maden işçisi hayatını kaybetti. Çoğunlukla kapalı ocaklarda üretilen linyit kömürü elektrik üretimi dolayısıyla termik santrallerde yakılıyor.
Soma’da aktif olarak çalışan iki kömürlü termik santral bulunuyor. Biri 2019’da Türkpiyala köyünde açılan Kolin Termik Santrali. Yırca köyündeki santral projesinin Çevresel Etki Değerlendirme raporu mahkeme tarafından iptal edilen Kolin Grubu, Türkpiyala’daki santrali, bu kez bin 100 dönüm araziyi köylülerden satın aldığı, üç köyün ortak kullandığı meranın da olduğu alana inşa etti. Türkpiyala, Bozarmut, Kayrakaltı, Çerkez-Sultaniye ve Kozluören açılan kül barajları, kurulan enerji nakil hatları, kömür taşıma bantları ve oluşan hava kirliliğiyle santralden doğrudan etkilendi. Bölgenin su kaynakları buhar üretme, soğutma ve temizleme işlemlerinin yapıldığı termik santral için kullanılmaya başlandı.

Yırca`daki kül dağı.| Fotoğraf: Sercan Engerek, 9 Mart 2022
Kül barajları toprağın kalitesini düşürdü
Diğer santral ise Somalının 1981’den beri bacasından çıkan dumanı soluduğu Soma Termik Santrali. Soma’nın girişinde bulunan bu santral sekiz yıl önce iş makinelerinin girdiği Yırca’daki zeytinliğin sınırında konumlu. Yöre halkı termik santralin kül barajlarından rahatsız en çok. Yırca’nın muhtarı Mustafa Akın, karşımızda duran kül dağını işaret ederek 40 yıldır rüzgârın da etkisiyle ovaya yayılan külün ve külden oluşan asit yağmurlarının toprağı verimsiz hâle getirdiğini söylüyor. Özellikle de yaz aylarında tarlalara yayılan kül tozundan çiftçinin tarım yapamaz hâle geldiğini anlatan Akın, “Burada herhangi bir tarlaya gir ve 50 adım at, kül tozundan dizine kadar simsiyah olursun. Dünyanın en meşhur kavunu Soma’nın sınırındaki Kırkağaç’ta yetişirdi. Şimdi yaprağının üstüne inen kül toprağın ve bitkinin yüzeyini kapladığı için kavun keleğini döküyor. Çünkü bitkinin havayla teması yok. Eskiden tütünün de merkeziydi burası. En az 150 hane tütün ekimi yapardı. Artık ne kavun ne de tütün tarlaları kaldı” diyor. Köydeki kül barajının büyük oranda dolduğunu belirten Akın, “Külü Soma’nın kuzeyinde Ayıklı dediğimiz bir yere depoluyorlar şimdi. Orası dolunca ne olacak?” diye soruyor.
Yırca’daki termik santral kül barajıyla tarımı etkilediği gibi doğal su kaynaklarını da kurutmuş. Termik santrallerde soğutma, buhar elde etme ve temizleme için kullanılan sular sıcaklık dereceleri yükselmiş olarak toprağa, yeraltı sularına, akarsulara ve denizlere boşaltılıyor. TÜİK’in, Su ve Atıksu İstatistiklerine göre 2020’de su kaynaklarından çekilen 18 milyon metreküp suyun 8 milyon metreküpünü termik santraller kullandı. Oransal olarak termik santrallerin su kullanımı yüzde 45’e tekabül ediyor. Termik santrallerden su kaynaklarına deşarj edilen atık su miktarı ise 8 milyon metreküp civarında. Akın, “Yırca’nın suyu tertemiz akardı. Derelerinden çıkan balık tüm köye yetiyordu. Yıllar içinde iki deremiz de kurudu. Şimdi köylünün ancak yüzde 10 kadarı kuyulardan yeraltı sularını kullanarak sulama yapabiliyor” diyor.
Prof. Dr. Kurnaz: ‘Temiz kömür’ lafını duyduğunuzda sakın aldanmayın, kömürün temizi olmaz
Devlet tarafından işletilen Soma Termik Santrali özelleştirme programı kapsamında 2015 yılında Konya Şeker Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi’ne satıldı. Çevre yatırımlarını yapmayan santrallerin faaliyet süresini uzatmak için 2019’da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) sunduğu yasa taslağı TBMM’de kabul edilmiş ve akabinde yasa Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından veto edilmişti. Altı üniteli Soma Termik Santrali’nin dört ünitesi bu süreçte baca gazı kükürt giderim tesisi, filtre sistemleri ve sera gazı salımıyla ilgili çevre yatırımlarını yapmadığı için kapatıldı. 2020’de altı ay kapalı kalan santral Geçici Faaliyet Belgesi ile yeniden çalışmaya başladı. Kapalı kaldığı süre boyunca da santrale Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ) tarafından 13,5 milyon lira kapasite kullanım mekanizması teşviki verildi.
Kömürden çıkış için hâlâ tarih belirlenmedi
Türkiye’de 2021’in aralık ayında üretilen linyitin yüzde 80’i ile taşkömürünün yüzde 60’ı termik santrallerde yakıldı. Doğaya salınan ve küresel ısınmayı artıran sera gazı emisyonlarının ise yüzde 72’sinden kömür, doğalgaz, petrol gibi fosil yakıtlarla enerji üreten santraller sorumlu. Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin müdürü Prof. Dr. Levent Kurnaz, sera gazlarının içinde kömürün yanmasından çıkan karbondioksidin ilk sırada yer aldığını vurguluyor. Ülkedeki çoğu termik santralin bacasına filtre sistemi kurulmadan işletildiğini belirten Kurnaz, “Filtre sistemleri pahalı olduğundan ve kömürün bir geleceği olmadığından elektrik üreticileri bu yatırımın altına girmek istemiyor. Girdiği zaman ise bunu ‘temiz kömür’ olarak sunuyor. Oysa kömürün asıl zararı olan karbondioksidi hiç dokunmadan atmosfere salıyorlar. Dolayısıyla ‘temiz kömür’ lafını duyduğunuzda sakın aldanmayın, kömürün temizi olmaz” diyor.
Sera gazı emisyonlarının yol açtığı iklim krizinde son yıllarda yangın, sel ve aşırı rüzgâr olaylarıyla, gıdaya erişim sorunlarıyla binlerce insan hayatını kaybetti. Doğa ve iklim bilimci Kurnaz, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) “İklim Değişikliği 2022: Etkiler, Uyum ve Kırılganlık” başlıklı raporundan hareketle kısa vadede 1.5 dereceye ulaşan küresel ısınmanın iklim tehlikelerini artıracağı, ekosistemler ve insanlar için çoklu riskler oluşturacağı tespitini yapıyor. “Krizi yaratan unsurları kontrol altına almada yavaş hareket ettiğimiz müddetçe göreceğimiz zarar da artıyor” diyen Kurnaz’a göre felaketlerden en çok etkilenen de gelişme merdiveninin en alt basamağında yer alanlar olacak.

Zeytinlikler. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 9 Mart 2022
Küresel ısınmayı iki dereceyle sınırlandırmayı ve mümkün mertebede 1,5 derecenin altında tutmayı hedefleyen Paris İklim Anlaşması’nı onaylamasından sonra Türkiye karbondioksit, metan, azot gibi gazların toplamı olan sera gazı emisyonunda “2053 net sıfır” hedefini benimsedi. Ancak 2012’de açıkladığı ve iklim uzmanları tarafından yetersiz görülen 2030 için emisyon artışından azaltım Ulusal Katkı Niyet Beyanını, anlaşmada öngörülen periyotlarda güncellemedi. Geçen şubat ayında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın ev sahipliğinde toplanan İklim Şurası’nda ise kömürden çıkış için bir tarih verilmedi.
Avrupa Birliği üyesi 10 ülke kömürlü santrallerini kapatırken 12 ülke 2030, yedi ülke de 2040’a kadar kömürden çıkacağını taahhüt etti. Bosna Hersek, Polonya, Sırbistan’la birlikte Türkiye henüz takvim belirlemeyen ülkelerden. Türkiye’de faaliyette 20 bin 331 Megawat kurulu güce sahip 68 kömürlü termik santral var. Ekosfer Derneği’nin “Türkiye’de Kömür” verilerine göre lisans alınan, inşaat aşamasında olan, ilân edilen toplamda 14 bin 230 Megavat değerinde sekiz adet yeni kömürlü termik santral projesi bulunuyor. Yedi proje ise izin aşamasında. Şimdiye kadar mahkeme kararları, ekonomik gerekçeler ve sivil toplum örgütlerinin mücadelesiyle 33 kömürlü termik santral projesi iptal edildi, sekiz proje ise donduruldu.
İzmir Körfezi son yıllarda deniz marullarıyla kaplanıyor. Bir su yosunu (alg) türü olan deniz marulu, uzmanlara göre deniz suyundaki kirliliğin göstergelerinden biri. İstanbul Boğazı’nda müsilaja yol açan, İzmir Körfezi’nde deniz marulunu tetikleyen kirlilik sudaki oksijen seviyesini düşürdüğü için deniz canlılarının yaşamını tehdit ediyor. Muhtelif zamanlarda merkezî idare ile yerel yönetimin aktörleri arasında tartışma konusu olan soru şu: “İzmir Körfezi neden hâlâ kirli?”
İzmir’de kanalizasyondan geçen atık suların yüzde 97’lik bölümü biyolojik arıtma tesislerinde ayrıştırılarak körfeze deşarj ediliyor. Fakat Büyük Kanal Projesi’nin devreye geç girmesi yıllar içinde körfezin kirlilik yükünü arttırdı. Kanal kuşaklama projesinin orijinalinden uzaklaştırılarak uygulanması, sürekli yaşanan kolektör (suyun aktığı ana boru) ve pompa arızaları ise denize kaçak deşarj iddialarını beraberinde getirdi. Bugün hâlâ derelerden akan kirli su, kaçak bağlantılar, Gediz Nehri’nin taşıdığı partiküller körfez kirliliğinde büyük bir paya sahip.
Marmara Denizi, yıllar içinde artan kirlilik yüküne karşı deniz salyası ile reaksiyon göstermesinin ardından gözler Ege’ye çevrildi, müsilajın Ege Denizi’nde de görülme olasılığı tartışmaya açıldı. İnciraltı’nda pek çok kuş türüne ev sahipliği yapan Çakalburnu Lagünü’nde, Bostanlı kıyılarında iki mevsimde bir deniz marulu istilası yaşanıyor. Deniz bilimcilere göre su sıcaklığının arttığı durgun havalarda üreyen deniz marulları öldükten sonra da yoğun bir koku yayıyor. Dokuz Eylül Üniversitesi, Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü’nde öğretim üyesi Doç. Dr. Kemal Can Bizsel, deniz suyunda kirlilikten artan azot maddesini “deniz marulunun gübresi” diye niteliyor.
Deniz marullarının bulundukları ortamda ne kadar çok azot ve fosfat varsa, ışık ve sıcaklık uygun aralıklara ulaştığında, o kadar hızlı ürediğini söyleyen Bizsel, “Çakalburnu Lagünü gibi durgun ve sakin olan, rüzgâr ve dalga hareketlerinden etkilenmeyen ortamlar deniz marulu için en ‘ideal’ üreme yeridir. Hızla ürediklerinde geniş yaprak ayaları bulunan marullar birbirlerinin üstüne yığılmaya başlar. Fotosentez yapamaz hâle gelince de yaprakları çürüyerek ölür. Daha küçük bir forma dönüşen gövdeleri ise koşulların tekrar uygun olacağı zamana dek zeminde varlığını sürdürür” diyor.
“Eğer atıkların yarattığı kirlilik olmasaydı, eski günlerdeki yunuslar dahil balık sürüleriyle çok daha zengin bir körfez kıyısında yaşayabilirdik”

İzmir Körfezi’nin güneyindeki Çakalburnu Lagünü’nde iki mevsimde bir deniz marulu istilası yaşanıyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 27 Kasım 2021
Ekosistem ekolojisi alanında çalışan Doç. Dr. Bizsel, farklı türleri olan deniz marullarının öldükten sonra deniz ekosisteminde yarattığı tehlikeye dikkat çekiyor. Kilometrelerle ifade edilen bir yüzey alanına yayılan alglerin lagünlerde, kıyılarda büyük bir biyokütleye dönüştüğü belirten Bizsel, deniz marulunun aşırı üremesinin ve kirliliğin deniz canlılarına zarar verdiğini anlatıyor. “Ölü deniz marullarından oluşan biyokütle sudaki oksijeni hızla tüketir. Deniz hayvanlarının ölümüne yol açtıkları gibi tür çeşitliliği de hızla düşer. Mesela barbun, tekir ile bazı mercan türleri bu yüzden körfeze kolay kolay uğramaz,” diyor Bizsel.
Bizsel, ekosistemlerin bir “denge düzeni” olduğunu vurguluyor. Bu nedenle yoğun miktarlarda kimyasallar içeren atıklar, ekosistemler açısından büyük bir tahrip edici etkiye sahip. Bizsel süreci şu şekilde özetliyor: “Kirlenmemiş bir ekosistemin biyolojik ögelerinin organik yapısında 106 karbon, 16 azot ve bir fosfor bulunur. Bu sabit bir orandır. Denize dökülen atıklar aracılığıyla giren fazla fosfor ve azot bu dengeyi bozar. Deniz bu sabit oranı koruyamaz hâle gelir. Deniz marulunun aşırı üremesi veya deniz suyunun rengini de değiştiren mikroskobik tek hücreli alg patlamaları, aşırı azot ve fosfora deniz ekosisteminin verdiği bir tepkidir.” Bu kirlilik sadece deniz marullarının üremesini değil, diğer canlıların da yaşam alanlarının değişmesine yol açıyor. “Eğer atıkların yarattığı kirlilik olmasaydı, eski günlerdeki gibi yunuslar dahil balık sürüleriyle, deniz dibi canlılarıyla çok daha zengin bir körfez kıyısında yaşayabilirdik.”
Sirkülasyon kanalı: Kâr mı, zarar mı?
Yerel seçim (2019) arifesinde İzmir Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Tunç Soyer, sonraki seçim dönemine kadar “körfezin yüzülebilir hâle geleceğini” vaat etti. Kirlilikten arındırılmış, 80 yıl önceki gibi yüzülebilir bir körfez mümkün mü peki? İBB ile TCDD Genel Müdürlüğü ortaklığında başlatılan İzmir Körfezi ve Limanı Rehabilitasyon Projesi 10 yıldır şehrin gündeminde. Proje, iç ve orta körfezde 13 kilometrelik bir alanda eksi sekiz metre derinliğinde dip taraması ile açılacak 250 metre genişliğindeki sirkülasyon kanalı ile İzmir Limanı’ndan güney yönüne gemiler için 12 kilometrelik “yaklaşma kanalı” oluşturulmasını öngörüyor.
Sirkülasyon kanalıyla iç ve orta körfezin su alışverişi arttırılarak körfez suyunda yüzde 40’lık bir iyileşme elde edileceği savunuluyor. Ancak merkezî yönetimin yapmayı planladığı Körfez Geçişi Projesi’nin Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) belgesine eklenen Prof. Dr. Şükrü Beşiktepe’nin raporuna göre geçiş projesi uygulanırsa öngörülen bu “iyileşme” aksine ortadan kalkacak. TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, ÇED raporu değerlendirmesinde sirkülasyon kanalı açılmasa bile Körfez Geçişi Projesi’nin uygulanması hâlinde İzmir Körfezi’nin su sirkülasyonuna yapay ada ve köprü ayakları ile engel oluşturulacağı için kirliliğin süreceği uyarısında bulundu.
Öte yandan açılması planlanan sirkülasyon kanalının yaklaşık 10 kilometrelik bölümü Ramsar Sözleşmesi ile korunan Gediz Deltası’nın “mutlak koruma alanı” ile birinci derece doğal sit alanı sınırlarında kalıyor. Sirkülasyon kanalı için dip tarama işlemlerinden çıkarılacak 25 milyon metreküp çamur ise Doğa Derneği’nin raporuna göre Çiğli Atıksu Arıtma Tesisi’nin yakınında bir bölgede mutlak koruma alanına dökülerek depolanacak ve koruma altında olan kıyı şeridinde dolguda kullanılarak bertaraf edilecek.
“Kanal İstanbul gibi çılgın bir proje”
Önceki (Haziran 2004 – Nisan 2019) İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Aziz Kocaoğlu, 13 kilometrelik sirkülasyon kanalı projesinde ihaleye çıkabilmeleri için merkezî idarenin Körfez Geçişi Projesi’nin ihalesini gerçekleştirmesini ön koşul saymış ve kanal projesi, iki proje çakıştığı için 2017 yılında askıya alınmıştı. Ancak 2018’de İzmir Kanalizasyon İdaresi’nin (İZSU), sirkülasyon kanalı dip tarama ve doğal yaşam adaları projesine ilişkin danışmanlık hizmeti alımı için bir şirkete yer teslimi yapıldığını duyurması kafa karışıklığı yarattı. Hâlen İBB’nin programında yer alan toplam 1,5 milyar lira maliyetli sirkülasyon kanalı yapılması hâlâ öngörülüyor mu?
Geçen mart ayında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Çiğli/Sasalı kıyılarında dip tarama malzemesinden oluşturulacak doğal yaşam adalarıyla ilgili İBB’nin hazırladığı imar planlarını onayladı. Ancak Soyer, İBB’nin 2022 yılı bütçe görüşmelerinde sirkülasyon kanalı açılması gibi bir önceliklerinin olmadığını ifade etti. Rehabilitasyon projesinde İzmir Limanı’na yeni nesil gemilerin girebilmesi için öngörülen “yaklaşma kanalı” içinse TCDD Genel Müdürlüğü, körfezde 2018’den beri dip tarama çalışmaları yürütüyor.
Bizsel, Cumhuriyet’ten önce İngiliz donanması tarafından yapılan derinlik ölçümlerinde körfezin ortalama derinliğinin 21 metre olarak çıktığını söylüyor. Derinliğin bugün 12 metre civarında olduğunu ifade eden Bizsel, dipte alüvyon birikmesinin körfez ile Ege Denizi’nin su alışverişini azalttığını anlatıyor. Açılması planlanan sirkülasyon kanalının kesitleriyle ilgili hesabın ortada olduğunu belirten Bizsel, normal şartlarda en çok yüzde 5’lik bir iyileşme sağlanabileceğini vurguluyor: “Taramadan çıkacak çamurlu kumun büyük bir kısmı da maliyeti yüksek olması nedeniyle uzak bir yere taşınamayacağı için kıyıya paralel adalar oluşturularak kullanılacak. Astarı yüzünden pahalıya gelecek. O yüzden Kanal İstanbul gibi bu da bir çılgın proje.” Bizsel, “doğal habitata zarar vermeye değer mi?” diye soruyor.
“Dönemin İZSU genel müdürü çabuk bitireyim diye gece mesaisi yaptırdı. Gece mesaisinde hata payı artar. İşte o zaman boruların tam birleşim yerlerinde sorunlar oldu”

Kirlilikten simsiyah akan Meles Çayı’nın İzmir Körfezi’ne bağlandığı nokta. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 16 Aralık 2021
Büyük Kanal’daki kronik sorunlar, derelerdeki kirlilik
Antik Çağ’da yaşamış İyonyalı ozan Homeros ile anılan Meles Çayı, uzun yıllar kanalizasyon hatlarından gelen sanayi ve evsel atık sularıyla şehrin atık kanalına dönüştü. Kirlilikten simsiyah akan Meles’in körfeze bağlandığı nokta özellikle de 1990’lı yıllarda ağır bir fosseptik kokusuyla tarihe geçti. Körfeze atık su akışını önlemek için 2002 yılında tamamlanan Büyük Kanal Projesi ile Meles Deltası ve birçok dere ıslah edilirken, körfez de nefes almaya başladı.
Büyük Kanal Projesi kapsamında ana kuşaklama kanalı, tali kolektörler ve pompalama sistemiyle şehrin evsel ve endüstriyel atık sularının Çiğli Atıksu Arıtma Tesisi ve Güneybatı Atıksu Arıtma Tesisi’ne nakli sağlanıyor. Ancak ilerleyen yıllarda nüfusun artması, proje uygulamasında yapılan hatalar yeniden altyapı sorunlarını gündeme getirdi. 20 yıl önceki kadar değilse bile bugün hâlâ Meles, Halkapınar Dereleri ile Manda ve Bornova Çaylarının körfeze aktığı noktalardan çevreye kötü koku yayılıyor.
Büyük Kanal Projesi’nin hazırlık ve uygulama süreçlerinde 1983 ile 2001 yılları arasında görev yapan inşaat mühendisi Zafer Zihnioğlu, projenin 35 yıllık projeksiyonla tasarlandığını belirtiyor. İlk olarak 1962’de ortaya atılan proje fikrinin 1987’de uygulanmaya başlandığını, ancak 40 yılda tamamlanabildiğini hatırlatan Zihnioğlu, projenin ömrünün dolduğunu ifade ediyor. Büyük Kanal Projesi, yağmur suyu kanalı ile atık su kanalı ayrı sistemler olarak tasarlanmış ancak daha sonra proje her iki kanal da bütünleşik olarak uygulanmıştı. Zihnioğlu, Karabağlar, Buca gibi kalabalık ilçelerin atık suyunu taşıyan ve dere yatağının altından geçirilen Meles kolektöründe, özellikle de yağışlı havalarda kapasiteden fazla gelen atık suların dere içine aktığını dile getiriyor. Dereler ve atık suyu ile ilgili günümüzde yaşanan sorunları kanal projesi inşa edilirken yapılan yanlışlara bağlıyor: “Dönemin İZSU Genel Müdürü H. Fehmi Mani çabuk bitireyim diye işe beş-altı yerden eşanlı girişti, gece mesaisi yaptırdı. Gece mesaisinde ekip profesyonel olsa bile hata payı artar. İşte o zaman boruların tam birleşim yerlerinde sorunlar oldu,” diyor Zihnioğlu. “Güneybatı kolektörüne bugün tuzlu su karıştığı biliniyor ama bu durumu kimse dillendiremiyor. Gecenin karanlığında işçi kaynaklanacak borunun alnını ne kadar tıraş eder, özel sıvıyla ne kadar temizleyebilirdi? O dönem söyledik ama dinletemedik.”

Üçkuyular, Göztepe, Karantina sahil şeridinde denize çıkarılan kanalizasyon hatları. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 22 Aralık 2021
Büyük Kanal Projesi İzmir’in nüfusunun 2010 yılında 3 milyon 35 kişi olacağı düşünülerek hayata geçirildi. Resmî bilgilere göre İzmir’in nüfusu 2010 yılında projede öngörülen nüfus sayısının neredeyse 1 milyon üzerine çıkarak 3 milyon 948 bin 848 kişiye ulaştı. Kentin nüfusu bugün ise 4,5 milyona dayandı. Projede nüfus tahminindeki yanılgının yanı sıra uygulama esnasında boru çaplarının küçültülmesi, kanalizasyon şebekesinde telafisi güç sonuçlar doğurdu. Zihnioğlu’nun verdiği bilgiye göre projede 2002’den önce revizyona gidildi, nüfus hareketliliği göz ardı edildi. Örneğin Narlıdere, Balçova, Konak gibi ilçelerin atık suyunu Gümrük’te bulunan pompa istasyonuna nakleden güneybatı ana kolektörünün çapı 1.8 metreden 1.4 metreye düşürüldü.
Güneybatı kolektör hattı son yıllarda sürekli tıkandığı için denize kaçak deşarj iddiaları gündeme geliyor. Üçkuyular, Göztepe, Karantina sahil şeridinde denize çıkarılan kanalizasyon hatları sırrını korurken, yaz aylarında sahilde kesif bir koku yayılıyor.
Büyük Kanal Projesi hayata geçtikten sonra terfi hatlarında, pompa istasyonlarında yaşanan arızalar nedeniyle birçok kez revizyona giden İBB, üç yıl önce güneybatı kolektörüne ilave hat ve pompa istasyonu inşa edilerek atık suyun Gümrük’teki pompa istasyonuna iletileceğini duyurdu ancak henüz harekete geçilmedi. İZSU Genel Müdür Yardımcısı Onur Demirci ise bu kolektör hattını “Poligon deresi yanında kuracakları terfi istasyonuyla kesip atık suyu tali yoldan Güzelbahçe Arıtma Tesisi’ne ulaştıracaklarını” belirtiyor.
“Atık su arıtma tesislerinin daha az kullanılması daha az enerji kullanımı ve daha az karbon salımı demektir”
Son yıllarda iklim krizine bağlı olarak kısa süreli ancak şiddetli yağmurlar görülüyor. Büyük Kanal Projesi, yağmur suyu kanalı ile atık su kanalı ayrı sistemler olarak tasarlanmış fakat 2001’de tamamlanan proje her iki kanal da bütünleşik olarak devreye girmişti. İBB taşkın riskini azaltmak ve körfeze kirlilik akışını azaltmak için bir süredir yağmur suyu kanalı ile atık su kanalını ayrıştırma çalışmaları yürütüyor ancak süreç yavaş ilerliyor. Örneğin 2019 yılında yağmur suyu hattına 100 kilometre ilâve edileceği açıklanmasına rağmen İZSU’nun faaliyet raporuna göre 2019’da 34,9 kilometre, 2020’de 33,2 kilometre yağmur suyu kanalı yapılabilmiş.
Su Yönetimi Uzmanı Dr. Akgün İlhan, kuraklığın getirdiği su kıtlığına atıfta bulunarak hem yağmur suyunun hem de arıtma tesislerinden çıkan suyun yeniden kullanılabileceğini vurguluyor. İlhan, yağmur suyunun şehirlerin cadde ve sokaklarında devasa miktarda birikmesinin nedenini yanlış kentleşmeye ve betonlaşmaya bağlıyor. Şehrin yüzeyindeki kirliliği taşıyan yağmur suyu hattını denize bağlamak yerine suyu toplayacak sistemler kurarak suyun park, bahçe ve diğer yeşil alanların sulanmasında değerlendirilebileceğini hatırlatıyor.
“Denize deşarj azaltılmalı”
İlhan, arıtma tesislerinden çıkan suyun ise denize deşarj edilmek yerine tarımda ve sanayide değerlendirilmesini öneriyor: “Evlerde, fabrikalarda ve organize sanayi bölgelerinde yapılan faaliyetler sonucu oluşan atık suyun yerinden uzaklaşmadan arıtılıp döngüsel bir biçimde aynı yapı veya sistem içinde tarım ve sanayi için geri dönüşümü sağlanabilir. Hatta bu bazı yerel yönetimler tarafından yapılıyor ama çok yetersiz. Denize bırakılan suyun miktarı ne kadar azaltılırsa denizlerin kirlilik yükü de azalır. Denizler insanların fosseptik çukuru değil, milyonlarca deniz canlısı türünün habitatıdır.”
Konuyu iklim krizi açısından da ele alan Akgün, “Atık suyun yerinde dönüşümü sürekli çalışan arıtma tesisin yükünü de azaltacaktır. Atık su arıtma tesislerinin daha az kullanılması demek her şeyden önce daha az enerji kullanımı ve daha az karbon salımı demektir” diyor.
“Yüzülebilir” körfezin önündeki diğer engellerden biri de Gediz Nehri. Ege’ye dökülen Gediz Nehri, yağışlı dönemlerde Kütahya, Uşak ve Manisa illerinin evsel ve organize sanayi bölgelerinin atık yükünü alarak geliyor. Nehre deşarj edilen atık suların ne kadarının arıtıldığı, kaçak bağlantıların olup olmadığı, tarım alanlarında kullanılan kimyasallar tartışma konusu. 2019’da Gediz’in simsiyah aktığı gözlendi.
Nehrin İzmir sınırlarında olan kısmında ise Çiğli ve Menemen ilçelerinde organize sanayi tesisleri bulunuyor. Yeşildere’de uzun bir süre Meles Deresi’ni kirleten deri sektörüne ait tabakhaneler 20 yıl önce Gediz Havzası’nın yakınlarındaki Menemen Organize Sanayi Bölgesi’ne taşınmıştı. Fakat konumu itibariyle deri sanayi gibi irili ufaklı pek çok işletmeden çıkan atık Gediz’le birlikte hâlâ körfeze ulaşıyor.

Meles Çayı’nın İzmir Limanı’nın arkasında kalan kısmında suyun yoğun kirliliği dikkat çekiyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 16 Aralık 2021
Denizin kendini temizlemesi kirlilik akışının durdurulmasına bağlı
Bizsel, ancak kirlilik akışı tamamen durdurulduğunda körfez suyunun kendini temizleyebileceği görüşünde. Enstitüde yaptıkları modellemelere göre kirlilik akışı olmasa en uygun iklim koşullarında 45-90, ortalamada 90-110, en olumsuz meteorolojik şartlarda ise 200 günde körfez suyunun kendini temizleyebileceğini söylüyor:
“Kıyılarımızda okyanuslardaki kadar güçlü, gelgit denilen ayın durumuna göre deniz seviyesinin yükselip alçalması olayı yok. Okyanuslarda yerine göre deniz suyu seviyesi 5 ila 10 metre yükselir ve çekilir. Bizde bu değer kabaca 30 santimetre kadardır. Bu nedenle kıyılarımızdaki su kütleleri hareketinin ana kaynağı sadece rüzgârlardır. Körfezde yıl boyunca hâkim rüzgârlar ise Kuzey yönlü rüzgârlardır. Rüzgârların estikleri yönler, hızları ve estikleri süre körfezdeki akıntının hızı ile yüzey tabakasının kalınlığını belirliyor. Eğer hızını koruyarak esme süresi uzarsa yüzey tabakasının kalınlığı da akıntı hızı da suyun kendini temizleme kapasitesi de artar.”
İzmir Körfezi yıllar içinde kirlenirken diğer yandan da 1950’li yıllarda sahillerinden denize girilen Karantina, Güzelyalı, Göztepe semtlerindeki iki-üç katlı cumbalı evler yıkılıp yerlerine çok katlı apartmanlar inşa edildi. 1987’de deniz doldurularak altı şeritli yol (Mustafa Kemal Sahil Bulvarı) yapılmasıyla ise doğal kıyı tamamen ortadan kalktı ve betondan yapay bir kıyı şeridi örüldü. Bayraklı, Alaybey, Karşıyaka plajlarında benzer bir dönüşüm yaşandı. Körfez sadece vapurların yüzebildiği bir yer hâline gelirken deniz kültürü de büyük bir değişime uğradı.
Bizsel, körfezin yıllar içinde değişen çehresinin kirlilikle ilişkisine dikkat çekiyor. Ona göre deniz suyunu kirleten partiküllerin aşırı birikmesinin bir nedeni de iç körfezin kıyısındaki set duvar. Plaj kumunun küçük partikülleri bile tutabilen en etkin filtre malzemesi olduğunu belirten Bizsel, “Eskiden sadece Alsancak’la sınırlı olan, bugün Bostanlı’dan Üçkuyular’a kadar denizin kıyısına duvar örerek yarattığımız bir Kordon’umuz var. Eğer Güzelyalı, Bayraklı, Karşıyaka sahillerindeki plajlar korunabilmiş olsaydı, deniz dalgalarla bu partikül maddeleri plaj kumu üzerine bırakarak kendini temizleme yeteneğini sürdürebilecekti,” diyor.
Eşrefpaşa ve Altıntaş yönünden Kemeraltı Çarşısı’na kestirme yoldan inerken dik bir yokuşa sapınca karşınıza çıkıyor Damlacık. Yokuşun bir yanında “Taçsız Kral” lakaplı Metin Oktay’ın yetiştiği spor kulübü, hemen az ilerisinde ta ötelerden sıcak ekmek kokusu duyulan fırın… Yokuşa paralel sokakların bir köşesinde ise insanların her gün mum yakarak dilek tuttuğu “Tezveren Dede” türbesi. İzmir’in en eski semtlerinden Damlacık, yolu oradan geçen herhangi birinde ilk önce böyle bir izlenim uyandırıyor.
Halk dilinde Damlacık, Konak’taki tütün işletmelerinde çalışan işçilerden almış adını: Tütün emekçileri evlerine gitmek için her akşam o dik yokuşu çıkana kadar alınlarından damla damla ter dökülürmüş. Araştırmacı-yazar Yaşar Ürük ise semtin en büyük özelliğinin “Mal Deresi” veya “Santa Veneranda” suyu olduğunu, adının buradan gelebileceğini yazıyor.
Üst sınırı Antik Roma’dan kalma İpek Yolu’ndan başlayan Damlacık’ın deresi bir akıyor bir duruyor, damlamasa da çeşmeleri yerinde. 18. yüzyıl tarihli camisi yıkılmaktan son anda kurtuldu, caminin altında olduğu varsayılan “Asklepion Tapınağı” arkeolojik araştırmayı bekliyor ve Arnavut kaldırımlı sokağı hâlâ duruyor. Ama son yıllarda Konak’tan başınızı Varyant tarafına doğru çevirdiğinizde sanki yüzyılların tarihi orada hiç yaşanmamış gibi. Mahalleleriyle, insanlarıyla, kültürüyle Damlacık diye bir semt hiç olmamış sanki…
“Yıllar sonra bir gün doğduğum mahalleyi görmek için Damlacık’a gittim… Mahalle yerinde yok. Gözlerimi yumdum açtım; baktım kara bir delik…”

Yazar Ayşe Kilimci yedi yaşına kadar Damlacık’ta yaşamış. | Fotoğraf: Kilimci’nin arşivi
“Adı Bereket Apartmanı olan bir evimiz vardı. Apartman dediğime bakmayın, iki katlıydı. Ortasında geniş bir avlu, tavanı gökyüzü olan, iki ya da üç bloktan oluşan bir evdi. Köşesinden yukarı doğru bir asma uzanırdı. Altımızda Yılmaz Bakkal… Diğer tarafta küçük bir atölyede nakışçı teyzeler… O zaman gazyağı satılırdı bakkallarda. Dükkânların önünde büyük büyük bidonlar olurdu. Sadece buradan değil o tarihte neredeyse bütün bakkallardan gazyağı kokusu yayılırdı. Bir de açık şarap kokusu…”
Edebiyatçı yazar Ayşe Kilimci, 1954 ila 1961 yıllarında yaşadığı Damlacık’ı böyle hatırlıyor. Yedi yaşına kadar yaşadığı mahallede çocukluğundan kalan iki mekândan biri Varyant’ın çıkışındaki Etnografya Müzesi. Diğeri ise bugün İl Sağlık Müdürlüğü olarak kullanılan, uzunca bir süre Memleket Hastanesi olarak anılan bina!

Memleket Hastanesi. Fotoğraf: Bahaeddin Rahmi Bediz, Foto Resne’nin arşivinden 25 Eylül 1930 (Girit’ten göç eden İzmir’in meşhur fotoğrafçısı)
Annesi hemşire olan Kilimci, işte bu hastanenin arkasındaki sokakta o iki katlı evde doğmuş. İlk arkadaşlarını o evde edinmiş, ilkokula orada başlamış, Damlacık’ın sokaklarında koşup oynamış…
Sosyal hizmetler uzmanı olarak çalıştığı yıllarda Ankara, İstanbul gibi şehirlerde yaşayan Kilimci, emekliliğinde Ayvalık’a yerleşmiş. Ama İzmir’de başlayan hayat yolculuğunu unutamıyor. Yüzünde beliren hüzünle karışık bir tebessümle çocukluk günlerine dönüyor:
“Bir gün kaçıp Çamlık köyünden olan aile dostlarımızın evine gittim. O gün kocaman bir bahçe içinde un elediklerini hatırlıyorum. Bana çok ilginç gelmişti bu. İyi ki de orada takılıp kalmışım. Yoksa daha da uzaklaşacağım, beni bulamayacaklar. Komşu annenin ‘Aneey bu kaçmış’ sesi hâlâ kulağımda… Beni deli gibi arayan nineme teslim ettiler hemen. Şimdi düşündüğümde demek ki bir sinema vardı orada; bir mahalle sineması… Ana karakter veya figüransınız ama herkesin içinde olduğu gerçek bir sahne! Yıllar sonra şunu anladım: Mekânları tarumar edilse de Damlacık bende insanlarıyla, sesleriyle, kokularıyla hâlâ yaşıyor.”
Bir mahalleyi mahalle yapan oradaki insanlardan, aşklardan, hâtıralardan başka nedir ki?.. Küçük bir çocukken orada yaşamış olmasına rağmen komşularını renkli, samimi ve kendisinde iz bırakan insanlar olarak anımsıyor. “Gelin kız”dan bahsediyor mesela. Terzilik yaparmış bu kız. Sonra nalıncılar sokağında çalışan bir delikanlıyla evlenmiş.
“Çok güzel bir kızdı; o gözler, kaşlar, endam… Mahalledeki herkes gibi yaşar, aynı dili konuşurdu… Ancak bir sırrı vardı bu yalnız kızın: Öldüğü zaman boynundaki haçtan anlaşılmıştı Ermeni olduğu. Neden çekinmişti bilmiyorum ama ölene kadar gerçek kimliğini saklamak zorunda kalmıştı” diye anlatıyor o kadının hikâyesini ve ekliyor: “Bu ülkede insanlar keşke zorunda kalarak değil özgürce yaşayabilse.”
Damlacık’ta oturdukları dönemde üç ev değiştirmişler. Ama kiracılığın pek de bir önemi olmadığını, kapı önleriyle, bahçelerle, ikindi çaylarıyla hep bir arada yaşandığını aktarıyor.
Yıllar sonra bir gün doğduğu mahalleyi görmek için Damlacık’a gittiğini söylüyor: “Orayı çepeçevre gören otobüs durağından yukarı doğru şöyle bir baktım… Mahalle yerinde yok. Herhâlde başıma güneş geçti dedim. Gözlerimi yumdum açtım; baktım kara bir delik…”

Yıkımın ardından, Sümer Mahallesi otopark hâline geldi. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 15 Ekim 2021
Yıkımı ilk Sümer Mahallesi yaşadı
Konak Tüneli’nin yapımı sırasında darbe alan Damlacık semtinin önemli bir bölümü yok oldu. Tünel hattının altından geçtiği Damlacık’ta Bakanlar Kurulu’nun 2013 yılında aldığı acil kamulaştırma kararıyla ilk olarak Sümer Mahallesi’nde 39 bina yıkıldı. Bir yıl sonra mahalledeki diğer evler ile Namık Kemal Mahallesi’nde oturan bazı mülk sahiplerinden evlerini boşaltmaları istendi. 2015’te bilirkişi raporuna istinaden mahkeme tarafından ağır hasarlı tespit edilen mahallelerdeki 64 bina da “can ve mal güvenliği açısından ciddi risk taşıdığı gerekçesiyle” farklı tarihlerde yıkıldı. Yeniden yapma bedeli ile kamulaştırma sınırında kalan binaların rayiç bedelleri mülk sahiplerine ödenirken mahalleden göçen semt sakinleri de başka yerlerde yaşam kurmaya çalıştı.
“Hiçbir zaman evimizi satmayı düşünmedik. Semt bu duruma getirilmeseydi, tadilat izni verilseydi burada oturmak isterdim”
Bugün çevredeki resmî ve özel kurumların otoparkı hâline gelen Sümer Mahallesi’ndeki sokaklar haritadan silinmiş durumda. Fakat evlerinin tünel inşasıyla ellerinden kayıp gitmesi semtlinin yaşamında derin izler bıraktı. Tünelin tam üstündeki sokaklardan birinde oturmuş olan Emel Hanım (74), “Bir türlü tadilat ruhsatı alamadığımız için evimize bakım yapamıyorduk ama hiçbir zaman satmayı da düşünmedik. Semt eğer bu duruma getirilmeseydi, tadilat izni verilseydi burada oturmak isterdim” diyor.
Emel Hanım 1966 yılında Damlacık’a gelin gelmiş. Yalnız semtin değil, Konak’ın merkezinin genel durumunu bugün hayıflanarak anlatıyor: “Sarıkışla yeni yıkılmıştı. Ama deniz sahil bulvarı için daha doldurulmamıştı. Ne şu anki SGK blokları vardı ne de beton yığını çok katlı otopark. Konak İskelesi’nde vapurdan indiğiniz zaman şimdi içinde Opera ve Millî Kütüphane’nin bulunduğu Elhamra Sineması karşınızdaydı.”
Küçük ama denizi gören, üç katlı ahşap bir evde oturmuşlar yıllarca. Çocuklarını bu evde büyütmüş, saçlarına ilk aklar bu evde düşmüş, sevinçleri olduğu gibi eşini kaybettiğinde ölümleri acıları da burada yaşamış. Tünel inşaatı başlatıldıktan sonra bir gün “eviniz istimlak edilecek” diye bir yazı ulaşmış ellerine. Emel Hanım, evlerini hemen boşaltmak zorunda kaldıklarını hatırlatıyor.
Kamulaştırmadan gelen parayla güç de olsa başını sokabilecek bir ev alabilmiş. Ama kendileri gibi birçok komşusunun maddî anlamda da kayıp yaşadığını söylüyor: “Eşdeğer olarak mesela Halilrıfatpaşa semtindeki bir evin metrekaresi üç bin liradan gösterilirken metrekarede bize verilen bin liraydı. Yine evimize iki dakika mesafedeki YKM ve çevresinin metrekaresi o zaman 18 bin liraydı. Evler eski olduğu için değeri yoktu belki ama konum olarak parsel değerliydi. Madem bir hata sonucu evimiz ağır hasarlı diye kamulaştırıldı, isterdim ki gerçek değeri teslim edilsin.”

Damlacık, Arnavut kaldırımlı bir sokağın ucunda başlıyor ve tarihi İpek Yolu’nun olduğu yerde sonlanıyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 12 Ekim 2021
Halk evini yenileyemiyor
Damlacık’ın hangi sokağına girseniz sessizlik hâkim şimdi. Kıt kanaat geçinen insanlar hayatlarında böyle bir gedik açılmasından, yıkıntılar arasında bırakılmaktan dolayı kırgın… Tünel projesi telafisi güç sonuçlar çıkarmış ortaya.
Namık Kemal Mahallesi’nde 96 yaşındaki annesi ve ablasıyla birlikte yaşayan zabıta emeklisi Naim Yazıcı, yedi yıldır tek başına yetkili makamlara sesini duyurmaya çalışıyor. Başvurmadığı idarî kurum, İzmir’de röportaj vermediği gazeteci kalmamış.
2015 yılında evi orta hasarlı tespit edilen Yazıcı, yaşadıkları evin bölgedeki diğer binalar gibi 1955 yılında dönemin şartlarına göre mühendislik hizmeti almadan ve deprem yönetmeliklerinden önce inşa edildiğini söylüyor. Oturdukları evin arkasındaki parsellerde ağır hasarlı raporu verilen binalar yıkılınca evlerinin temeli su almaya başlamış:
“O parsellerin bulunduğu alana gelişigüzel bir beton döküldü ama faydası olmadı. İki sokak arasında yedi metre kot farkı var. Bundan dolayı oradaki toprağın çektiği yağmur suyu bizim binaya geliyor. Evin temeli su alıyor. Deprem öldürmez bina öldürür diyorlar. Burada can güvenliğimizden endişeliyiz. Evimiz daha kötü olur da yıkılma noktasına gelirse yandaki parselle birleşmeden inşaat yapamıyoruz.”

Damlacık’ta kültür varlığı olarak tescilli çok sayıda bina mevcut. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 27 Nisan 2021
Damlacık kentsel ve 3. derece arkeolojik sit alanında yer alıyor. Damlacık’ı kapsayan Kemeraltı 1. Etap Koruma Amaçlı Revizyon İmar Planı’na göre yeni yapılacak yapılar iki kat imarlı. Büyüklüğü 40 ile 80 metrekare arasındaki parsellerin birleştirilmesi koşuluyla mülk sahipleri “konut tercihli pansiyon projesi” alabiliyor. Ancak inşaat sırasında tarihî eser bulgusuna rastlanması durumunda parselin istimlak edilme olasılığı yüksek. Bu yüzden semtin eski sakinleri yıkılan evlerini “yeniden yapma bedeli” ödense de sorun yaşamamak için semte bir daha hiç uğramamış.
İzmir Büyükşehir Belediyesi (İBB) ve Konak Belediyesi’ne Damlacık’la ilgili kentsel dönüşüm veya yenileme planı olup olmadığını sorduk. İl ve ilçe belediyeleri verdiği yazılı yanıtta semtteki yapılaşmaların yürürlükteki “Kemeraltı 1. Etap Koruma Amaçlı Revizyon İmar Planı” ile İzmir 1 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun kararları doğrultusunda yapıldığına dikkat çekti.
“Semt yıllarca ihmal edildi, burada vatandaşların hukukunu koruyarak kamulaştırma alanının dışında kalan eski, depreme dayanıksız binaların yenilenmesi için devlet desteği bekliyoruz”

Damlacık sakini Naim Yazıcı, Namık Kemal Mahallesi. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 23 Ekim 2021
“Tarihî dönüşüm projesi” soruna çare değil
Damlacık ve çevresinde 20. yüzyılın başlarında inşa edilen, pek çoğu bakımsızlıktan yıkılan, yıkılma noktasında olan, kapı ve penceresi yağmalanan kültür varlığı olarak tescilli çok sayıda bina mevcut. Bu binaların 11’i tünel nedeniyle kamulaştırılan alanda bulunuyor. Özel mülkiyete ait basit yapılar istimlak edilirken kamulaştırma sınırındaki tescilli binaların mülkiyeti de Karayolları Genel Müdürlüğü’ne geçti.
Kamulaştırılan alanda 2021’de uygulanmak üzere “restorasyon ve peyzaj düzenleme projesi” duyuruldu. Ayrıntıları gizlenen proje uygulanırsa yıkılan tescilli yapılar restore edilecek. Sorularımızı yanıtlayan İzmir Valiliği bünyesindeki Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı, “tarihî dönüşüm” diye ilân edilmiş olan projenin şu anda ihale aşamasında olduğunu bildirdi.
Ancak Koordinasyon Başkanlığı’ndan restore edildikten sonra otel, hostel, kafeterya, restoran olarak kullanılacağı belirtilen tescilli binaların hangi ekonomik modelle kimler tarafından işletileceğine yönelik bilgi verilmedi. Evleri istimlak edilen semt sakinleri, kamulaştırma işlemi sırasında Karayolları ile imzaladıkları anlaşma gereği kamulaştırılan alandan ticarî kâr sağlanamayacağını hatırlatıyor.
Kendini Damlacık’a adayan Yazıcı, salt “restorasyon” ve peyzaj düzenleme projesinin semtin sorunlarını çözemeyeceği görüşünde. Tarihî Damlacık’ın Konak merkezinin siluetini oluşturduğunu dile getiren Yazıcı “semt yıllarca ihmal edildi, burada vatandaşların hukukunu koruyarak kamulaştırma alanının dışında kalan eski, depreme dayanıksız binaların yenilenmesi için devlet desteği bekliyoruz. Mesele sadece 11 adet tescilli bina değil. Bölgede 12., 13., 14. tescilli yapı yıkılmaktan nasıl kurtarılacak? Kamulaştırılan alanın yıllardır İzmir’e kazandırılacağı söyleniyor, bu nasıl yapılacak bilmiyorum ama geri kalan ne olacak?” diye soruyor.
Dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın “sit ise de yapılır, değilse de yapılır” dediği tünelin inşaatı devam etti ve tünel 2015’te açıldı

Varyant çıkışından Damlacık. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 15 Ekim 2021
Karayolları sekiz yıl sonra: “Kusurumuz yok”
Damlacık’ın tarihî dokusu neden kurban edildi? Neden yıllarca atıl durumda kaldı? Adalet ve Kalkınma Partili (AKP) Binali Yıldırım’ın İzmir için vaat ettiği “35 proje” içinde yer alan Konak Tüneli’nin inşaatını başlatan Karayolları Genel Müdürlüğü ilk kamulaştırma işleminden sekiz yıl sonra, 26 Temmuz 2021 tarihinde Bilgi Edinme Kanunu kapsamında sorularımızı yanıtladı. Karayolları verdiği yazılı yanıtta “Yüklenicinin ve idarenin herhangi bir kusuru olmaksızın tünel güzergâhında bulunan bir kısım binalarda hasarlar meydana gelmiştir” ifadelerini kullandı.
Tünel inşaatı 24 Eylül 2011’de Karayolları Genel Müdürlüğünün işi ihalesiz verdiği yüklenici firmalar tarafından başlatılmıştı. Meslek odaları ve ilçe belediyesi, bölgenin sit statüsü yok sayıldığı, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporundan muaf tutulduğu ve jeolojik açıdan tehlike oluşturduğu gerekçesiyle projeyi yargıya taşıdı. Ancak dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın “sit ise de yapılır, değilse de yapılır” dediği tünelin inşaatı devam etti ve tünel 2015’te Konak’ta yaya üstgeçidi yapılmadan araç trafiğine açıldı.

Şehir plancısı Zeynep Yıldırım. | Fotoğraf: Yıldırım’ın arşivi
Kent suçları “beyaz yakalı suçlar”
Tarihî semtin geleceğini etkileyen Konak Tüneli, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğinin (TMMOB) 2019’da yayımladığı “İzmir Kent Suçları Haritası”nda “kente karşı işlenmiş suçlar” arasında yer alıyor.
“Kent suçu” kavramına açıklık getiren şehir plancısı Zeynep Yıldırım, kent suçlarının “beyaz yakalı suçlar” olduğunun altını çiziyor: “O dönemde Binali Yıldırım sürekli İzmir’e bir proje öneriyordu. Bunların çoğu da ulaşımla ilgiliydi. Diyordu ki ‘siz İzmirlilerin ulaşım hakkını elinden alamazsınız.’ Böylelikle önce ‘mağduriyet’ üretiliyor. Sonrasında o süreç içselleştiriliyor. İşte tam da o hegemonik dil üzerinden tahakküm kurmaya çalışan beyaz yakalı suçlar bunlar. Alelâde sokaktan geçen insanların işleyebileceği suçlar değil.”
Damlacık’ta tünelle birlikte başlayan huzursuzluk semt insanının uzun yıllar yıkıntılar arasında bırakılmasıyla arttı. Şantiye görüntüsü, güvenlik sorunları, çökme tehlikesi bulunan binalar Damlacık’ın günümüzdeki siluetini oluşturdu.
Pamukkale Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde öğretim üyesi Dr. Dalya Hazar Kalonya, tünelin koruma alanında bulunmasına rağmen Koruma Bölge Kurulu’nun kararı beklenmeden semtin altından geçirilmesine tepkili.
Hazar Kalonya, yıllar içinde hiçbir şey yapılmayıp bir gün salt “restorasyon ve peyzaj projesi” başlatılmasını ise “bilinçli bir köhneleştirme sürecinin parçası” diye yorumluyor. Damlacık’la Kemeraltı’nın aynı “plan” üzerinden “korunduğuna” dikkat çeken Hazar-Kalonya, “böyle yerleri noktasal değişikliklerle örneğin binaların yıkılmasını bekleyerek, araziyi ucuzlatarak, el değiştirterek ‘soylulaştırma’ sürecine tâbi tutarlar” diyor.

Öğr. Üyesi Dr. Dalya Hazar Kalonya. | Fotoğraf: Kalonya’nın arşivi
İlk kez sosyolog Ruth Glass tarafından kullanılan “soylulaştırma” veya “mutenalaştırma” orta ve üst sınıfların, dar gelirlilerin ve işçi sınıfının yaşadığı kent merkezlerindeki semtlere yerleşme süreci olarak tanımlanıyor. Hazar Kalonya, soylulaştırmanın bir bölgenin asayiş sorunlarını çözebileceği gibi o mahallede yaşayan insanların yerinden edilmesine de neden olduğunu anlatıyor. Böyle bir işlemden ortaya çıkan kentsel rantın genelde kamuya geri döndürülemediğini vurgulayan Hazar Kalonya şöyle devam ediyor:
“Çeşitli projeler ile birkaç binayı yenileyip binaların kullanım fonksiyonunu değiştirirler. Mevcut durumda konut olan yer turizm alanı olup ticarî işletmeye açılır. Daha sonra etrafındaki diğer binalar da sosyokültürel ortam da değişmeye başlar. Damlacık tarihî dokusunun yanında körfeze nazır konumuyla da İzmir’in gözbebeği bir bölge. Dolayısıyla üzerinde çok ciddi bir rant talebi var. ‘Kemeraltı ve Çevresi Kentsel Yenileme Alanı’ projeleri yürüten TARKEM adlı şirketin yönetimi her ne kadar yerel idaredeymiş gibi görünse de sermayenin ağır bastığı bir kuruluş. Niyet okumak gibi olmasın ama oradaki insanlar bunca yıl rant talebiyle yalnız bırakılmış ve en nihayetinde orayı terk etmeye zorlanmış olabilir.”

“Mal Deresi”nin geçtiği Damlacık ile şimdiki Varyant bölgesi. 1600’lü yılların ortalarından itibaren gömüye açılan ve 1926’da resmen nakledilen Yahudi Maşatlığı buradaydı. | Fotoğraf: Ethem Ruhi Taga, eski adıyla Yolbedestani (İzmir’in görsel benliğini kayıt altına alan, şehrin önemli fotoğrafçılarından)
100 yıl önce de mezarlık kaldırılmış
Konak Tüneli kazısında 2013’te Etnografya Müzesi’nin çevresinde Musevilere ait 336 mezar ve 900’den fazla insan kemiği bulundu.
Sıhhiye Nizamnamesi (1868) yayımlanana kadar gömüye açık olan mezarlığın bulunduğu arazinin haritasına ulaşan tarih araştırmacısı Dr. Siren Bora, 1842’de 242 dönüm olan maşatlık arazisinin imara açıldıktan sonra 115 dönüme düştüğünü söylüyor.
Bora’nın verdiği bilgiye göre, Osmanlı-Rus Savaşları (1877-1878) sonrası İzmir’e iskân edilen muhacirlere yerel yönetimin konut inşasıyla önce arazi tecavüzleri oldu. 1907 yılında Yahudi Cemaati, mezarlık arazisinin bir bölümünü 1851’de açılan Gureba-i Müslimin Hastanesi’ne (Cumhuriyet döneminde Memleket Hastanesi adını aldı) bağışladı.
Maşatlıkta 1914 yılından sonra hızlanan yapılaşma 1919’da Yunan İşgal Kuvvetleri Komiserliği tarafından da devam ettirildi. İşgal Kuvvetleri Komiserliği, 1921’de mezarlığın resmen naklini kararlaştırdı. Yahudi Cemaati bir dizi girişimde bulunmasına rağmen nakil işlemi önlenemedi.
Dr. Siren Bora, bugün Etnografya Müzesi’nin yanı sıra Varyant, Arkeoloji Müzesi, Karataş Kız Lisesi, Selimiye Camii, Sarıkamış İlkokulu’nun da üzerinde bulunduğu Yahudi Maşatlığı’ndaki mezarların taşınma işleminin 1926’ya kadar sürdüğünü belirtti. 2013’te tünel inşaatında bulunan kemikler ise Gürçeşme’deki Musevi Mezarlığı’na nakledildi.
• Bu içerik, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
Kamuoyunda “İzmir’in Çernobil’i” diye anılan Gaziemir’deki radyasyonlu atık kirliliği 14 yıldır temizlenemiyor. Radyoaktif kirliliğe sebep olan fabrikanın lisans yenileme başvurularında Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) belgesi aranmadığı gibi, atıkların ayrıştırılması ve bölgenin temizlenmesi için bir dönem uygulanan proje de ÇED kapsamı dışında tutuldu. Ancak tüm bu süre zarfında atıkların bulunduğu bölgede hiçbir tedbir alınmadı ve günlük hayat devam etti. Halen bertaraf edilemeyen atıklar insan sağlığı açısından hayatî risk oluşturmaya devam ediyor. Peki, neden herkesin gözü önündeki bu sorun İzmir Valiliği’nden Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na kadar bütün yetkili kurumların devrede olmalarına rağmen yıllardır bir çözüme kavuşturulamıyor?
Gaziemir’in Emrez mahallesinde 1969’dan bu yana hurda akümülatör ve çeşitli parçaları külçe kurşun elde etmek için işleyen Aslan Avcı Döküm Sanayi, radyoaktif atıkları bahçesine gömdüğü ortaya çıkınca 2010’da faaliyetine son vermişti. O gün bugündür arazi üzerinde tartışmalar, pazarlıklar ve hukukî ihtilaflar sürüyor. Bu süreçten etkilenenler arasında radyoaktif ve tehlikeli atıkların bulunduğu eski geri dönüşüm ve kurşun fabrikasının bitişiğindeki arsanın sahipleri de bulunuyor. Mehmet Özoğuzlar, Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu’nun (TAEK) fabrikadaki atıklar yüzünden 2013 yılında kardeşleriyle ortak sahibi olduğu arsanın parsellerine şerh koyduğunu söylüyor.
“Kendi yerimize ne inşaat yapabiliyoruz ne de mülkümüzü devredebiliyoruz. Burada hem sağlığımız risk altında hem de varlık içinde yokluk çekiyoruz,” diyor Özoğuzlar. Emekli motor ustası olan 86 yaşındaki Özoğuzlar, doğma büyüme Emrezli. Aslan Kurşun San. ve Tic. A.Ş’nin hikâyesinin de en eski tanıklarından biri. Hatta kurşun fabrikasının kurucusu Hasan Yavaş’ın, babasıyla arkadaş olduğunu söylüyor. Ancak radyoaktif atıklar aileler arasındaki dostluk ilişkileri kopma noktasına getirmiş. Fabrikanın sahiplerine ‘Burayı temizleyin, biz de yerimizi değerlendirelim’ dedik. Altı ayda tertemiz yapacaklarını söylediler. Ama her şey sözde kaldı. Sonunda mahkemelik olduk,” diye anlatıyor Özoğuzlar.

Radyoaktif atıkların eski geri dönüşüm ve kurşun fabrikasının bitişiğindeki arsanın sahiplerinden Mehmet Özoğuzlar, Emrez mahallesi. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 6 Kasım 2021
Bu yılın Haziran ayında Gaziemir Belediye Başkanı Halil Arda ve çevre avukatı Arif Ali Cangı’nın fabrika arazisinde yaptığı ölçümlere göre radyasyon seviyesi normal değerin 7 bin 291 kat üstünde çıktı. Ancak atıkların insan sağlığı açısından oluşturduğu risklere rağmen Özoğuzlar ve beş kardeşine ait arsanın içindeki bir evde hâlen yaşlı bir kadın ve ona yardımcı bir aile yaşıyor.
Fotoğrafını çekmek için girdiğim metruk fabrikanın arazisinde atık dağları hâlâ duruyor. Gömülü atıkların üzerindeki çatlaklı toprak için için yanıyor. Renkten renge dönüşen topraktan yayılan kirlilik ise insanın genzini yakıyor. Yağmurlu havalarda reaksiyonu artan atık maddeler hem havaya karışıyor hem de ağır bir koku yayıyor.

Bir zamanlar Aslan Avcı Döküm Sanayi fabrikasının bulunduğu metruk arazi. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 6 Kasım 2021
Evinin bahçesinde karşılaştığımız Makbule Morkaya’ya bölgeyi gezekerken soluduğumuz kirli havayı soruyoruz. Elli yıldır atıkların bulunduğu tesisin çevresinde oturan Morkaya bu havaya yıllardır maruz kalıyor. “Fabrika çalışırken bacasından simsiyah duman çıkıyordu. Bakkala giderken ağızımı burnumu kapatıyordum. Burada hepimizde hastalıklar çıktı,” diyor Morkaya. Kirliğin insanlar üzerindeki etkilerine rağmen yetkililerin ihmalkâr bir şekilde hiçbir önlem almadığını anlatıyor. “Rüzgâr estiğinde çok ağır bir koku geliyordu zaten ama bir gün fabrikanın zehirli atıklarını bahçesine gömdüğünü öğrendik. Mahkemelere çıktık, davacı olduk. Gitmediğimiz yer kalmadı. Sonra herkes anladı. Ama devlet gereğini yapmadı. Bir zamanlar temizliyoruz diye kamyonlarla taşıdıkları toprağı evimizin karşısındaki araziye döktüler. İçinde zehir var diyorlar.”

Emrez mahallesi sakinlerinden Makbule Morkaya. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 6 Kasım 2021
Fabrika alanındaki radyasyonun kaynağı ilk olarak 2007’de İzmit Atık ve Artıkları Arıtma Yakma ve Değerlendirme A.Ş (İZAYDAŞ) adlı atık bertaraf tesisine gönderilmek için depolarda bekletilen atıklarda TAEK tarafından tespit edildi. 2007 ile 2008 yıllarında fabrika içinde bin 100 ton atık üzerinde radyasyon ölçümü yapan TAEK, farklı tarihlerde topladığı toplam 247 ton 750 kilogram atığı Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne (ÇNAEM) gönderdi. ÇNAEM’nin analizine göre radyasyon sadece nükleer santrallerdeki nükleer çubuklarda bulunan Europium 152 adlı malzemeden bulaştı. “Radyoaktif kaynak” olarak kodlanan Europium 152, Türkiye’de yoktu ve ülkeye girişi yasaktı.
2007’de Çevre ve Orman İl Müdürlüğü şirkete 321 bin lira idarî para cezası kesti. Fakat ülkede aktif bir nükleer santral bulunmadığı hâlde nükleer atık nasıl ortaya çıktı? Radyoaktif malzeme tesise hurdalarla mı geldi? Nükleer atıklar dış ülkelerden “ithal edilerek” mi toprağa gömüldü? Resmî kurumlar tarafından bu sorular hiçbir zaman araştırılmadı.
“Cürufları ayrıştırıp dolgu malzemesi diye satıyorlar. Yıkadıkları su, burada bahçeyi suladığımız kuyuya akıyor. Temizleyeceğim derken daha çok kirlettiler”
Alanda ikinci resmî inceleme 2013’te İzmir Valiliği bünyesinde oluşturulan koordinasyon kurulunun talimatıyla yapıldı. İncelemede 12 farklı noktada 240 metre derinlikte sondaj yapılarak örnekler alındı. Yeraltı suları için ise her biri 20 metre derinliğinde dört adet kuyu açıldı. İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nden Prof. Dr. Alper Baba’nın hazırladığı rapora göre arazideki gömülü ve yüzeydeki atıklarda yine “Europium 152” maddesi ile toprakta ve su kaynaklarında kurşun, arsenik, çinko ve mangan gibi zehirli elementler bulundu.
Rapor yayımlandıktan sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı şirkete 5 milyon 700 bin lira “çevre cezası” kesti. Günümüzde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakan Yardımcısı, dönemin Bakanlık Müsteşar Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar, 2013’te kesilen cezaya ilişkin şunları söyledi: “Fabrika sahiplerine bir ay süre verdik. Nasıl temizleneceği ile ilgili plan yapmaları gerekiyor. Yapmazlarsa önce 5,7 milyon liralık ilk cezanın iki katı yeni bir ceza kesilecek. Sonra biz temizletme yoluna gideceğiz. Arazilerini satıp harcanan parayı tahsil edeceğiz. Bunu bürokrasiye boğmak cinayettir.”

Kurşun fabrikasında 1970’lerde mahkûmlar ucuz emek gücüyle çalıştırılmış. Mahkûmların kaldığı yer fabrika arazisinde hâlâ duruyor. Koğuşu gören tepeye bir bekçi kulübesi yerleştirilmiş. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 6 Kasım 2021
Uzun yıllar arazide bekletilen atıkların bertaraf edilmesi için fabrika sahipleri 2014’te Turanlar Çevre A.Ş. ile anlaştı. Turanlar Çevre, radyoaktif atıkları fizikî yöntemle ayrıştırarak nakletmek için bir proje hazırladı. İzmir Valiliği, projeye “ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) gerekli değildir” kararı vermesinin ardından sahada bir süre “temizleme” çalışması yürütüldü. Firma çalışmaların TAEK ve ÇNAEM kontrolünde olduğunu açıkladı.
Çevrede yaşayanlar ise atık temizleme çalışmalarından şikâyetçiydi. Özoğuzlar, kısa süreli “temizleme” çalışmasının hiçbir önlem alınmadan yapıldığını anlatıyor. Şirketin iş makinesi ve kamyonlarının zehirli atıkları evlerinin bulunduğu arsanın sınırında ayrıştırdığını ifade eden Özoğuzlar, “Burada insanlar yaşıyor. Hayvanlar otluyor. Az ileride bir okul var. Bilirkişi geldiğinde de söyledim. Cürufları ayrıştırıp dolgu malzemesi diye satıyorlar. Yıkadıkları su ise burada bahçeyi suladığımız kuyuya akıyor. Temizleyeceğim derken daha çok kirlettiler,” diye tepki gösteriyor.
Fabrikanın bitişiğinde toplam 42 dönüm arazilerinin yer aldığını dile getiren Özoğuzlar, Aslan Avcı Döküm Sanayi’nin sahibi Hasan Yavaş’ın daha önce Karabağlar ilçesinde iptidai bir yeri olduğunu söylüyor: “Buraya geldi, dam gibi bir yer yaptı. Sonra işi büyüttü. Piyasada ne kadar hurda akü varsa yok parasına aldı. Parçalayıp içindeki kurşunu işledi ama asitleri ve zararlı maddeleri de hep yerlere döktü. Yavaş 2000 yılında kanserden öldüğünde ardında 45 adet tapu bırakmıştı.”
“Fabrika kuruluşundan itibaren ÇED dışı tutuldu”
Aslan Kurşun San. ve Tic. A.Ş, resmî kayıtlara göre 1969’da Gayri Sıhhi Müessese ruhsatı, 1977’de de işletme belgesi aldı. Gayri sıhhi müessese, yönetmelikte “Çevresinde bulunanlara biyolojik, kimyasal, fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden az veya çok zarar veren ya da doğal kaynakların kirlenmesine sebep olabilecek müessese” diye tanımlanıyor.
Fabrika göç ve nüfus artışıyla birlikte uzun yıllar yerleşim yerinin içinde faaliyet gösterdi. Ne fabrika işçileri sağlık denetiminden geçirildi ne de çevrede oturan yurttaşlar astım, bronşit, nefes darlığı, kanser hastalıklarıyla mücadele etmelerine rağmen bölgede resmî olarak sağlık taraması yapıldı.
2005’te adını “Aslan Avcı Döküm Sanayi” diye değiştiren işletme 2007’de de işyeri açma ruhsatı ile geri kazanım lisansı aldı. Ayrıca şirkete 2005 yılında dönemin Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından “ÇED kapsam dışı” görüşü verildi.
“Bu tesise lisans veren zamanın yetkilileri bu süreci nasıl inceledi? Gömülü tonlarca atık nasıl fark edilemedi?”

Çevre Mühendisleri İzmir Şube Başkanı Helil İnay Kınay.
Çevre Mühendisleri İzmir Şube Başkanı Helil İnay Kınay, fabrikanın başından beri resmî işlemlerindeki sorunlara dikkat çekiyor. Kınay, “Faaliyetlerin çevresel etkileri ve buna ilişkin alınacak önlemlerin değerlendirilmesiyle ilgili en önemli planlama mekanizması” diyerek ÇED’in önemini vurguluyor. Fabrikadan yayılan kirliliğin havaya, suya ve toprağa karıştığı hâlde faaliyet yıllarında fabrikanın ÇED sürecinden muaf tutulduğunu belirten Kınay şu değerlendirmeyi yapıyor: “İşletmenin geri kazanım lisansını almasından yaklaşık bir ay sonra idarî para cezası kesilerek hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Ama o güne kadar tesisin denetim, izin ve incelemeleri gerçekleştirilmiş, bilimsel yönden her türlü çevre mevzuatına uygunluğu ‘onay’ görmüş. Bu tesise lisans veren zamanın yetkilileri bu süreci nasıl inceledi? Nasıl ÇED kapsamı dışında tutuldu? Bahçede gömülü tonlarca atık nasıl fark edilemedi? Büyük bir ihmal zinciri.”
TAEK, komşu parselde yer aldığı için Özoğuzlar’ın parsellerine 2013’te şerh düştü ancak arsa içinde evler bulunmasına rağmen yetkili kurumlar tarafından önlem alınmadı
Fabrikanın 2010’da kapatılmasından sonra Hasan Yavaş’ın varisleri 2011 yılında Torbalı’da Heper Metal adıyla yeni bir kurşun fabrikası açtı. Radyoaktif atıkların bulunduğu 70 dönümlük eski fabrika arazisinin tapusuna ise TAEK şerh koydu. Atıklar alandan kaldırılmadan arazinin satışı ve devri yapılamıyor.
TAEK, komşu parselde yer aldığı için Özoğuzlar’ın parsellerine de 2013’te şerh düştü ancak arsa içinde evler bulunmasına rağmen yetkili kurumlar tarafından önlem alınmadı. Haneler hâlâ atıkların yakınında yaşıyor. Arsalarına inşaat yapmak istediklerini fakat radyoaktif atıklar nedeniyle hiçbir işlem yapamadıklarını anlatan Özoğuzlar, şöyle devam ediyor: “Alan temizlensin, şerh kaldırılsın diye dava açtık. Mahkemeler şirkete açtığımız davayı reddedince temyize gittik ve karar bozuldu. Yeniden başlayacak davanın fabrikanın kurucusu Yavaş’ın varislerine açtığımız dava ile birleştirilmesini isteyeceğiz.” Özoğuzlar, mülk sahiplerinin bugüne kadar hiçbir yükümlülüklerini yerine getirmedikleri gibi, arsanın satışından da kazanç elde etmeye çalıştıklarını anlatıyor. Hâkim duruşmalarda mülk sahiplerinin alanı temizlemek için ne gibi bir önlem aldığını, temizlik işinde ilerleme olup olmadığını soruyor. Duyduğuma göre şimdi bir şirket hem fabrika arazisine hem bize hem de arka taraftaki yerlere talip. Toplamda 200 dönüm yerde inşaat yapacağını söylüyor. Fabrikanın sahipleri şirkete ‘Siz burayı temizleyin, bize şu kadar para verin, arazi sizin olsun’ demiş. Bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorlar,” diyor Özoğuzlar.
Tesis sahipleri, Büyükşehir Belediyesi yetkilileri ile görüştü
Atıkların yedi yıl önce ÇED sürecine tâbi tutulmadan ayrıştırma ve nakil çalışmasına karşı Ege Çevre ve Kültür Derneği (EGEÇEP) öncülüğünde 2015’te “yürütmeyi durdurma” davası açıldı. İzmir İdare Mahkemesi, radyoaktivite içeren atıklarla tehlikeli atıkların ayrıştırılması işleminin insan ve çevre sağlığı açısından telafisi olmayan sonuçlar doğuracağı gerekçesiyle “ÇED gerekli değildir” kararı hakkında yürütmeyi durdurdu. Başlayan ÇED sürecinde atıkların bertaraf edilmesini sağlayacak Turanlar Çevre adlı şirketin revize ettiği projeye 2017 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından “ÇED olumlu belgesi” verildi.
Temizleme çalışmalarının başlatılması bekleniyordu. Mülk sahiplerinden Ozan Kolcuoğlu, 2018’de Turanlar Çevre ile protokolü iptal ettiklerini, Fransız Ulusal Radyoaktif Atık Yönetimi Ajansı’ndan (ANDRA) danışmanlık hizmeti aldıklarını duyurdu. İddiaya göre Turanlar Çevre, devletten 10 milyon liralık ödeneği alamadığı için sahayı terk etti.
Çevre mühendisliği bölümü emekli öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Enver Yaser Küçükgül’ün 2018’de sahada yaptığı ölçümlerde radyasyon seviyesi 219 kat fazla çıktı. Çevre Mühendisleri Odası’nın 2019 Dünya Çevre Günü Türkiye Raporu’nda da alanda yaklaşık 100 bin ton radyoaktif ve tehlikeli atık olduğu vurgulandı.
Atıkların ne zaman, hangi yöntemle temizleneceği, eski fabrika arazisi için imar garantisi istenip istenmediği hâlâ soru işareti
Çevre örgütleri, meslek odaları ve yerel idare tarafından alandaki basın açıklamalarıyla gündeme getirilen konu, 2021’in yaz başında sahada ölçülen radyasyonun 7 bin kat yüksek çıkmasıyla ivme kazandı. Gaziemir Belediye Başkanı Halil Arda Cuma günleri fabrikanın önünde “duran adam” eylemi gerçekleştirmeye başladı. Arda, atıkların bulunduğu fabrika arazisinin kamulaştırılarak temizlenmesi, temizlendikten sonra da arazinin “nükleer temalı park” yapılması için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına çağrıda bulundu.
Bakanlık 2013’te atıklar bertaraf edilmez ise fabrikaya kesilen 5,7 milyon liralık cezanın iki katı ceza verileceği, araziyi kendileri temizletme yoluna giderek harcanacak parayı arazinin satışından tahsil edeceklerini açıklamıştı. Ancak 2021’in Temmuz ayında “Tehlikeli atıkların yönetimi atık üreticisinin sorumluluğundadır” şeklinde bir açıklamayla süreçten çekildi.

Radyoaktif ve tehlikeli atıkların hemen yanındaki evler. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 6 Kasım 2021
Atık sorununu ele alan meslek odaları, bilim insanları, yerel yöneticiler ve çevre örgütleri bir teknik komisyon kurulmasına karar verirken, 22 Eylül’de İzmir Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Tunç Soyer ile fabrika sahipleri arasında basına kapalı bir toplantı yapıldı. Toplantıya meslek odaları ve sivil toplum kuruluşları davet edilmedi.
Edinilen bilgiye göre toplantıda Soyer’e proje sunumu yapan eski geri dönüşüm ve kurşun fabrikası sahipleri, atıkların bertaraf edilmesi için ANDRA’dan danışmanlık hizmeti alan bir firma ile anlaştıklarını, atıkları temizleyecek bu firmanın sahada 100 milyon liralık yatırım yapacağını ifade etti. Ancak atıkların ne zaman, hangi yöntemle temizleneceği, eski fabrika arazisi için imar garantisi istenip istenmediği ise hâlâ soru işareti. Bu haber çerçevesinde basın birimi aracılığıyla 5 Kasım’daki yaptığım söyleşi talebime ve daha sonra ilettiğim sorulara İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden henüz bir yanıt gelmedi. Yetkililer ile fabrika sahipleri arasında perde arkasında pazarlıklar sürerken, temizleme çalışmalarının başlaması için kaybedilen her gün Gaziemir ve çevresinde yaşayan onbinlerce insanın sağlığına zarar veriyor.