Birleşmiş Arap Emirlikleri’nin (BAE) Dubai kentinde, 30 Kasım – 12 Aralık’ta gerçekleşen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP28) boyunca “fosil yakıtlar” gündemin başlıca konusu oldu. Fosil yakıtların, iklim krizini tetiklemekte oynadığı rol; bu konudaki “sebep-sonuç ilişkileri” katılımcıların büyük çoğunluğu tarafından tanındı. Ve bardağın dolu tarafından bakarsak, fosil yakıt kullanımın tarih olması ile ilgili ilk önemli adım atılmış oldu.

“Fosil yakıtları”, iklim ve çevre konularını tartışırken çok telaffuz ediyoruz: o zaman, neden COP28’de “malumun ilanı” neden bu kadar önemli?

Şimdiye değin, “fosil yakıtlar” kavramı COP’ların sonuç bildirgelerinde ve iklim krizine dair kilit belgelerde mümkün olduğunca az kullanılıyordu. Şimdi gerçekten de, 195 ülkenin küresel ısınmanın sanayi devrimi önceki seviyelere göre 1,5 derece ile sınırlanmasını sağlama taahhütünü sağlayan Paris İklim Anlaşması’ndan bu yana ilk büyük küresel “söz” verildi.

Dubai Mutabakatı, “fosil yakıtlara” veda dedi

Paris İklim Anlaşması’nın kabul edildiği COP21’den bu yana ilk kez yapılan, “Küresel Durum Değerlendirmesi” (Global Stocktake-GST) ile beraber, COP28 Konferansı’nın kapanışımda “Dubai Mutabakatı”na varılmış oldu.

21 sayfalık “Dubai Mutabakatı”nın 196 paragrafında öne çıkan madde şu: “Enerji sistemlerinde fosil yakıtlardan, adil, düzenli ve hakkaniyetli bir şekilde geçiş yapılması, bu kritik on yılda adımların hızlandırılması ve bilime uygun olarak 2050 yılına kadar net sıfıra ulaşılması”.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (Intergovernmental Panel on Climate Change-IPCC) bilimsel değerlendirmelerine göre, 2050 yılına kadar “net sıfır” sera gazı emisyonu hedefine erişilebilmesi, 21. yüzyılın sonuna kadar küresel sıcaklıkların 1,5 derecenin üzerine çıkmasını önlemek için elzem. 2050’ına değin net sıfır sera gazı salınımı hedefinin gerçekleştirebilmesi için de, öncelikle emisyonların 2030 yılına kadar 2019 seviyelerinin yüzde 43’üne ve 2035 yılına kadar da yüzde 60’ına düşürülmesi gerekiyor. Oysa, sera gazı emisyonları her sene artmaya devam ediyor: 2030’a sadece 7 yıl kaldı.

1995 yılında Berlin’de düzenlenen ilk COP’tan bu yana ilk kez, “fosil yakıtlar”, konferansın nihai metnin odağından yer aldı

Bardağın dolu tarafı: dönüm noktası

Yapılması gerekenlerle yapılanlar arasındaki uçurum böyleyken, COP28’de, fosil yakıtlardan daha temiz enerji kaynaklarına geçiş çağrısında bulunan yeni bir küresel nihai metni üzerinde anlaşmaya varılması gerçekten de önemli. Hatta, fosil yakıt kullanımının sona ermesi konusunda böyle bir anlaşmaya varılması tarihi bir dönüm noktası.

Dönüm noktası çünkü bu noktaya yaklaşık 30 yılda gelinebildi: 1995 yılında Berlin’de düzenlenen ilk COP’tan bu yana ilk kez, “fosil yakıtlar”,  konferansın nihai metnin odağından yer aldı. “Daha temiz alternatiflerle değiştirilmesi gereken enerji kaynakları” olarak “kömür, petrol ve doğal gazdan” özellikle bahsedildi.

2021’deki COP26 Glasgow İklim Paktı’nda, kömür kullanımının “azaltılması” için taahhütte bulunulmuştu. COP26 başlarken Konferans Başkanı Alok Sharma, Glasgow’un “kömürün geride bırakıldığı” yer olmasını umduğunu söylemişti. Ancak, görüldüğü gibi “kömürsüz” bir dünya bile çok yükseklerden uçan bir hedef olmuştu. Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentinde gerçekleşen COP27’de fosil yakıtlara söz verilmesi dahi mümkün olamamıştı.

28. COP’ta, fosil yakıtların sonunda geride bırakılması konusunda anlaşmaya varılması için bir uzlaşı sağlanması da kolay olmadı. Üstelik de, fosil yakıt endüstrisi ve Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün (OPEC) temsilcileri böyle bir adıma karşı yoğun lobi faaliyetleri yürüttü. Ortak bir bildiri üzerine uzlaşılamadığı için, COP28’in noktalanması 36 saat uzadı.

Azerbaycan’ın da COP29’a ev sahipliği yapacak olmasıyla beraber, fosil yakıt lobisinin alınan kararlarda etkisinin artacağı endişesi de yaşanıyor

COP28 ile de ilgili, “bardağın dolu kısmı” diyebileceğimiz diğer nokta, iklim krizi ile ilgili her farklı tarafı bir araya getirebilmesi. İnanç gruplarından yerli halklara, 97 bin kişi COP28 için Dubai’de buluştu.  Tabii, bu kişiler arasında 2456 fosil yakıt şirketinin temsilcisi de vardı. Fosil yakıt şirketlerinden katılımcıların tam sayısını Büyük Kirletenleri Atın (Kick Big Polluters Out-KBPO) Koalisyonu’nun araştırıp açıkladığı verilerden biliyoruz. 2021’de Glasgow’daki COP26’da sadece 503 ve Şarm el-Şeyh’teki COP27’de 636 fosil yakıt şirketi temsilcisi vardı. Dubai’deki konferansta ise, rekor sayıdaki katılımla, fosil yakıt lobisinin en büyük ülke delegasyonlarıyla yarışır hale geldiğine dikkat çekelim. Belki de, bu duruma şaşmamak lazım. Malum COP28’in Başkanı Sultan el Cabir’in kendisi bir fosil yakıt şirketinin yöneticisi: Birleşik Arap Emirlikleri’nin petrol şirketi Adnoc’un başında. Fosil yakıt şirketlerinin katılımı konusunda el Cabir, bu COP’un “en herkesi içeren” iklim konferansı olduğunu öne sürüyordu.

Elbette, fosil yakıtlar geride bırakılacaksa, o sektör ile de diyalog kurulması gerekiyor. Ancak Birleşik Arap Emirlikleri’nden sonra, Azerbaycan’ın da COP29’a ev sahipliği yapacak olmasıyla beraber, fosil yakıt lobisinin alınan kararlarda etkisinin artacağı endişesi de yaşanıyor. Mısır’ın 2022’deki ev sahipliğini de sayarsak, COP toplantılarının ev sahipleri de artık fosil yakıt zengini ülkeler.

El Cabir’i ve onun gibi fosil yakıt şirketlerinin çalışanlarının COP’ta yükselen profilini eleştirenler ise, durumu sıklıkla, “Barış konferansına silah tüccarlarını davet etmeye” benzetiyorlar

Bardağın boş tarafı…

Tam da, bu noktada “bardağın boş tarafına” geliyoruz.

Tamam, fosil yakıtların geride bırakılmasına yönelik taahhüt sonunda yapıldı. Ama, fosil yakıtların azaltılarak geride bırakılmaya başlanması aslında söz konusu olan taahhüt.  Dubai Mutabakatı metninde “phase out” yerine “phase down” kelimesinin kullanılması bile, başlıbaşına ciddi bir ödün. “Phase out” kullanılmış olsaydı, “aşamalı olarak geride bırakmak” kastedilmiş olacaktı. “Phase down” ise aşamalı olarak azaltmak manasına geliyor. Suudi Arabistan’ın metinde “fosil yakıtlar” kelimelerinin geçmesini dahi istemediği, Rusya’nın ise “phase out” kavramına sert biçimde muhalefet ettiği düşünülürse, ortaya çıkan metin kazanım sayılabilir mi? Durumu böyle görenler var. Ama metnin sulandırıldığını ve son halinin, gerçekten de fosil yakıtların terkedilmesi anlamına gelmediğini öne sürenler hiç de haksız değil.

Dahası artık, fosil yakıt şirketlerinin temsilcilerinin bilfiil ülke delegasyonlarının parçası olarak COP’a katıldığını görüyoruz. Avrupa Birliği’nin kendisi BP, ExxonMobil gibi fosil yakıt şirketleri delegasyonunun parçası olarak Dubai’deki COP’a getirdi.

COP28 ile dünya çapında en çok ses getiren haberlerden bir tanesi, Sultan el Jaber’in, “küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlandırmak için fosil yakıtların aşamalı olarak kullanımının sonlandırılması gerektiğini gösteren hiçbir bilim ya da senaryo olmadığını iddia etmesi” idi. Bu açıklamasında el Cabir, fosil yakıtların kademeli olarak ortadan kaldırılmasının, “dünyanın mağaralara geri götürülmesi istenmediği sürece”, sürdürülebilir kalkınmaya olanak sağlamayacağını da söylemişti.

Sultan el Cabir, Birleşik Arap Emirlikleri’nin kraliyet ailesinden değil. “Liyakat” yoluyla, ülkesinin fosil yakıt şirketi Adnoc ile beraber yenilebilir enerji şirketi Masdar’ın da yöneticisi. Diğer bir deyişle, Birleşik Arap Emirlikleri’nin yenilebilir  kaynaklara geçiş sürecini de el Cabir yönetiyor. ABD’nin İklim Değişikliği Özel Temsilcisi John Kerry’ye göre, el Cabir’in kariyeri, COP başkanlığı ve ötesinde de iklim krizindeki değişime öncülük için ideal bir bileşim sunuyor. El Cabir’i ve onun gibi fosil yakıt şirketlerinin çalışanlarının COP’ta yükselen profilini eleştirenler ise, durumu sıklıkla, “Barış konferansına silah tüccarlarını davet etmeye” benzetiyorlar.

“Şu anki verilere göre, 3 derece bir ısınma ile karşı karşıyayız. Bu da, hala çok ağır ölçüde ve kitlesel olarak insanların acı çekmesi demek…”

COP eşittir “halkla ilişkiler” mi?

Sonuçta, COP28 de önceki konferanslar gibi bir kez daha, “bardağın dolu tarafını görmeyi seçenler” ve “bardağın boş tarafının ağır bastığını” düşünenler arasında bir bölünme ile sonlandı.

Dünyanın önde gelen iklim aktivistleri, özellikle de genç kuşaklar, anlaşmanın yetersizliğini ve iklim değişikliğiyle mücadeledeki yavaş ilerlemeyi eleştiriyorlar.

Örneğin iklim aktivisti Greta Thunberg, 2018 yılından bu yana ilk kez bir COP toplantısına katılmayarak, “yeşil aklama” olarak adlandırdığı “yanıltıcı” uygulamaları protesto etti. Thunberg, COP buluşmalarının, “halkla ilişkiler toplantılarına” dönüştüğünü öne sürüyor.

Öte yandan, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Genel  Sekreteri Simon Stiell, (görevi gereği de) umutlu olmayı seçenlerden. Stiell, “Fosil yakıtların defterini Dubai’de tamamen kapatmadık ama sonuç, sonun başlangıcı” diyordu.  Buna karşılık Stiell, “Şu anki verilere göre, 3 derece bir ısınma ile karşı karşıyayız. Bu da, hala çok ağır ölçüde ve kitlesel olarak insanların acı çekmesi demek…Küresel durum değerlendirmesi bize açıkça yeterince hızlı ilerlemediğimizi gösterdi-ancak ilerlemeye doğru ivme de kazanılıyor.”

Görüldüğü gibi, bardağın dolu kısmına vurgu yaparken bile, “şüphecilikle” yaklaşılıyor. COP28 ile ilgili  konuşulacak başka konular da var: Konferansın ilk gününde onaylanan “Kayıp ve Zarar Fonu” ve tabii, 2024’te COP28’de verilen sözlerle ilgili neler yapıldı konularını da başka bir  yazıda ele alalım.

Birleşmiş Milletler’in İklim Değişikliği Zirvesi COP28’e geri sayım başladı. “Hükümetler, COP 28’e hazırlık için neler yaptı?” konusunu kaleme alsak, oldukça kısa bir yazı olurdu: Çünkü pek bir şey yapıldığını söyleyemeyiz. Aralık 2023’te Birleşik Arap Emirlikleri’nde gerçekleşecek olan COP28 için şimdilik yapılan tek hazırlık, toplantılar ve daha fazla toplantılar.

Son olarak COP28’in delegeleri, 5 Haziran’da Almanya’da Bonn İklim Konferansı için toplandı. Bu konferans, COP 28’de alınacak kararların altyapısını hazırladığından dolayı önemliydi. Tahmin edilebileceği gibi, COP28’in nasıl geçeceğinin ipuçlarını Bonn İklim Konferansı’nda bulmak mümkün. Bir yandan bakıldığında, şimdiye kadar ki en yoğun ilginin gösterildiği Bonn Konferansı gerçekleştirilmiş oldu. Buna ek olarak, bir kısmı sanal ortamdan toplantıya katılanların yüzde 51’ini kadınlar oluşturuyordu. Zaten, iklim krizi politikalarına yönelik çalışmaların önemli bir kazanımı, kadınların katılımının yüksek olması.

Fakat, iklim krizine yönelik tedbirlerin tartışıldığı uluslararası toplantılarda bardağın boş tarafı ağır basıyor: 15 Haziran’da biten Bonn Konferansı’nda da böyle oldu. COP28’in gündemini belirleyen bu konferansta, ortak hedefler oluşturmakta ortak noktaya varabilmek gene pek mümkün olmadı. Üstelik, gerçekleşmesine beş ay kala COP28 gündeminin, Bonn’da nihayet biçimlendiğini de söyleyemeyiz. BM İklim Değişikliği İcra Sekreteri Simon Stiell, Bonn’daki görüşmeler ile ilgili şöyle diyor: “Dünyayı değiştiren anlaşmalar, müzakereciler duruma ayak uydurup uzanıp uzlaşmalar bulduktan sonra başkentlerini bu uzlaşmaların değeri ve gerekliliği konusunda ikna etmeyi başardıklarında gerçekleşir.” Bu sözlerden anlaşılabildiği gibi, gündemin oluşturulabilmesi sadece COP28’in çerçevesini çizebilmek için atılan adımlardan sadece biri: Daha üzerine uzlaşılan gündemi, hükümetlere kabul ettirmek var sırada.

Bonn’da da, “bedeli kimin ödeyeceğine” ilişkin herhangi bir aşama kaydedilmiş değil. Bu demek ki, COP28’de de “ellerin cebe gitmesini” beklememek zor. İlerleme sağlanamayan önemli bir diğer konu da, fosil yakıtların kullanımının geride bırakılması

Öncelikle, Bonn Konferansı’nda “gündeme alınamayanlardan” bahsedelim: İklim kriziyle mücadele için finansman gerekiyor. Ve Bonn’da da, “bedeli kimin ödeyeceğine” ilişkin herhangi bir aşama kaydedilmiş değil. Bu demek ki, COP28’de de “ellerin cebe gitmesini” beklememek zor. Öte yandan, ilerleme sağlanamayan önemli bir diğer konu da, fosil yakıtların kullanımının geride bırakılması.

Şimdi de, bardağın dolu tarafına bakalım: Bonn Konferansı’nda üzerine anlaşılan gündem maddelerinin başını “Küresel Durum Değerlendirmesi” çekiyor. “Global Stocktake”; yani “Küresel Durum Değerlendirmesi”, COP28’de üzerine en çok konuşulacak gündem maddesi olacak. 2023’te iklim kriziyle mücadele konusunda küresel çapta gerçekleşmesi en muhtemel “kazanım” olan Küresel Durum Değerlendirmesi’ni biraz daha yakından inceleyelim.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği İcracı Sekreteri Simon Stiell ve COP28 Başkanı Dr. Sultan Al Jaber ile “Durum Değerlendirmesi” toplantısı. | Fotoğraf: Birlemiş Milletler İklim Değişikliği Başkanlığı. 8 Haziran, 2023. Bonn, Almanya.

Küresel Durum Değerlendirmesi: Kazanım mı, oyalama taktiği mi?

“Global Stocktake”, küresel iklim krizine yönelik olarak son dönemde en çok kullanılan terimlerden biri. “Stocktake”, iş dünyasından alınmış bir terim: “envanter çıkarma”. Her ne kadar Türkçe’ye çevrilirken “Durum Değerlendirmesi” benimsense de, işin özünde iklim krizi ile ilgili küresel çapta envanter çıkarılması kastediliyor.

Paris Anlaşması’nın 14. Maddesi, 2023 yılında “Küresel Durum Değerlendirmesi”nin gerçekleştirilmesini öngörüyordu. Diğer bir deyişle, anlaşmaya taraf ülkeler ve ilgili kurumların paylaştığı veriler üzerinden Paris’te 2015’te kararlaştırılan hedeflere ulaşmaya doğru nasıl bir ilerleme kaydedildiğinin analizinin yapılması söz konusu. Çıkarılan “küresel envanter”, dünya genelinde iklim konusundaki “büyük resmi” ortaya koyacak ve ne gibi trendlerin oluştuğunu gösterecek. Küresel tablo üzerinden de ülkeler, 2025’te “Ulusal İklim Taahhütleri”ni (National Climate Commitments) sunacaklar.

Envanteri oluşturacak veriler, “anonim” biçimde işlenecek-yani hangi taraftan geldiği belli olmayacak biçimde bir havuzda biriktirilecek. Küresel Durum Değerlendirmesi’nin çalışmaları 2022’de başlamıştı; Aralık’taki COP28’in sonuna kadar tamamlanacak. Bonn’dan bakınca, COP28’in en büyük sonucunun şimdiden Küresel Durum Değerlendirmesi olacağını söyleyebiliriz. Paris Anlaşması’nın şu hedeflerine ulaşılıp ulaşılmadığı araştırılacak: küresel sıcaklık artışını 2 C° ve ideal olarak 1,5 C° derece ile sınırlamak için sera gazı emisyonlarını azaltılması, iklim etkilerine karşı tedbir alınması ve iklim kriziyle mücadele etmek için gerekli finansmanın sağlanması.

Açıkçası, bu tür bir envanterin anlamı ancak bundan sonra alınacak tedbirlere hız kazandırdığı takdirde olabilir. Öteki takdirde, sadece durumun “iyi olmadığını” bir kez daha öğrenmenin kimseye bir faydası yok. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği İcracı Sekreteri Simon Stiell’in deyişiyle, “Hükümetler ve temsil ettikleri yetkililer Küresel İklim Değerlendirmesi’ne sadece göz gezdirip nihai olarak bunun kendileri için ne anlama geldiğini, bundan sonra ne yapabileceklerini ve yapmaları gerektiğini anlamadıkları sürece; bu da yalnızca başka bir rapor olarak kalacak.”

İsviçre’nin Davos kasabasında gerçekleşen “Dünya Ekonomik Forumu”nun (Word Economic Forum), bu seneki başlığı “Parçalanmış bir dünyada işbirliği” idi. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ikinci yılına girdiği 2023’te, uluslararası ilişkilerde işbirliği ve dayanışmanın giderek “ender” hale geldiği bir dünyada oldukça yerinde bir seçim. İklim Krizi’nin de, Davos 2023’ün başlıca gündem maddelerinden biri olduğu düşünülünce, başlığın seçimi kulağa daha da anlamlı geliyor.

Ne var ki, “karar vericiler” ve “güç sahiplerinin” buluştuğu Davos’taki “işbirliği”, iklim krizi aktivistlerinin eleştirdiği gibi, “Yeşil Aklama” (Green Washing) konusunda gerçekleşti. Davos, “yeşil göz boyama”nın gerçekleştiği; yani, sözde iklim krizinin başlıca gündem maddesi olacağı öne sürülen uluslararası toplantılarına eklenen halkaların sadece en son örneği. Dünyanın önde gelen ekonomik fosil yakıt şirketlerinin yöneticileri ve üst düzey politikacıların bir araya geldiği ortamlar zirvelerde, iklim krizi üzerine bol bol konuşuluyor-ama sadece konuşuluyor.

İklim krizinin genç aktivistleri, Greta Thunberg, Vanessa Nakate, Helena Gualinga ve Luisa Neubauer de, Davos’taydı. Ve hatta, daha zirve başlamadan da, “Yeşil Aklama” tuzağına düşülmemesi için uyarılarda bulunmuşlardı. Genç aktivistler, zirvedeki fosil yakıt şirketlerinin “ağır toplarına” hitaben kaleme aldıkları mektupta, şöyle diyorlardı:

“Derhal harekete geçmezseniz, dünyanın dört bir yanındaki vatandaşların sizi sorumlu tutmak için her türlü yasal işlemi yapmayı düşüneceklerini unutmayın. Ve büyük kalabalıklar halinde sokaklarda protestolara devam edeceğiz.”

ABD’nin “petrol devi” ExxonMobil’in, kendi bilim insanlarının gerçekleştirdikleri araştırmalar 1970’lerden beri, iklim krizinin ne kadar ciddi bir tehlike oluşturduğunu açıkça kanıtlıyordu

| Fotoğraf: Boris Baldinger via World Economic Forum. Davos, İsviçre.

Zirvenin başlamasına günler kala “Science” dergisinde yayınlanan bir makale, ABD’nin “petrol devi” ExxonMobil’in, 1970’lerden beri iklim krizinin şirket bünyesindeki araştırmalar nedeniyle gayette farkında oldukları halde, inkâr ettiğini ortaya koyuyordu. Diğer bir deyişle, Exxon’un kendi bilim insanlarının gerçekleştirdikleri araştırmalar 1970’lerden beri, iklim krizinin ne kadar ciddi bir tehlike oluşturduğunu açıkça kanıtlıyordu. Ancak, şirket bu konuda alabileceği önlemleri almadığı gibi, yıllarca iklim krizinin “varlığını” yalanladı.

Fosil yakıt şirketlerinin sicili bu kadar kötü olunca, iklim aktivistlerinin de, devasa maddi imkânlara ve nüfuza sahip bu kurumlara güvenmemesi son derece doğal. Üstelik de, Dünya Ekonomik Forumu’nun Davos arifesinde yayınlanan raporu, gerek şirketlerin yöneticilerine gerekse de “yakın fikirdeki” siyasetçilere gayet güzel bir mazaret sunuyordu: küresel çapta başlıca risk arzeden konu, “artan pahalılık ve temel ihtiyaçları karşılamanın yükselen bedeli” idi. 1200 uzmanın görüşlerine başvurarak hazırlanan raporun bütününe bakıldığındaysa, dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük tehdidin iklim krizi olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

İklim krizi, “ikinci sırada”

Dünya Ekonomik Forumu’nun “Yeni Küresel Krizler” başlıklı bu raporu, “doğal afetler ve aşırı hava koşulları”nı, güncel risk sıralamalarında ikinci sırada. Belirttiğimiz üzere, günümüz ve “yakın” vadedeki başlıca riskleri, “artan hayat pahalılığı” ve “şiddetli meteorolojik vakalar” oluşturuyor. Uzun döneme bakıldığında ise, “İklim krizini durdurmayı başaramamak”, dünyayı bekleyen risklerin baş sırasına oturuyor.

“Uzun vade” ile kastedilen de, 10 yıl…

Raporu hazırlayan Marsh McLennan ve Zurich de dev şirketler: ilki, “risk” konusunda uzmanlaşan 85 bin profesyoneli bir araya getiriyor; ikincisi de, dünyanın önde gelen sigortacılarından. Dolayısıyla, uzun vadede iklim krizinin yarattığı küresel riske dikkat çekerken, gelecek on yıllarda kendi kurumsal kimliklerini de korumaya yatırım yapmış oluyorlar. Exxon Mobil örneğinde gözlendiği gibi, gerçekler nasılsa bir gün ortaya çıkıyor.

Dahası, “Yeni Küresel Krizler” raporunun, uzun vadedeki riskler sıralamasındaki 10 meselenin altısını da, “Yeşil Sorunlar” oluşturuyor. Yani, iklim krizi kaynaklı riskler.

Dünya Ekonomik Forumu’nun ilk günü (16 Ocak) Davos’ta iklim aktivistleri birçok protesto düzenledi. | Kaynak: “Strike WEF” isimli oluşum.

Gelecek 10 yılda dünyayı bekleyen risklerin ilk başında, “İklim krizini durdurmayı başaramamak” demiştik: ikinci sırada ise, “İklim krizinin getirdiği değişikliklere ayak uydurmayı becerememek” yer alıyor. Görüldüğü gibi, iki risk de aslında birbirine bağlanıyor.

Üçüncü sıradaki risk de tanıdık, günümüzdeki en büyük ikinci tehlike: doğal afetler ve aşırı hava koşulları. Dördüncü sırada ise, “Biyoçeşitlilik kaybı ve ekosistemin çöküşü” var. Altıncı büyük risk de, “Doğal kaynaklara yönelik krizler”.

Ve 10. olarak, “Çevreye büyük çaplı zararların gerçekleştiği olaylar”, uzun vadeli riskler arasında sıralanıyor. Listedeki, “büyük çaplı göç hareketleri” ve “sosyal kutuplaşma” gibi durumları tetikleyen faktörler arasında iklim krizinin de olacağını görmek zor değil.

“Çoklu kriz” dönemi ve yeni inkârlar

2022’de uluslararası ilişkilerde en çok kullanılan kelimelerden biri, “Polycrisis” (Çoklu kriz) idi. Davos’ta da, “Polycrisis” sözcüğü dillerden düşmedi. Aslında, “bu Davos’ta ‘Polycrisis’in değeri keşfedildi” desek belki de daha doğru. Zira, iktisat tarihçisi Adam Tooze, 2022’deki Davos’a katıldığında, dünyanın “Polycrisis” döneminde olduğunu öne sürmüştü. Yani, eş zamanlı olarak gerçekleşen ve birbirlerinin içine geçen krizler dönemi. COVID-19 pandemisi, Ukrayna’daki savaş, enflasyon artışları, iklim krizi, demokrasinin dünya genelinde yaşadığı krizler ve daha niceleri, iç içe geçerek “Çoklu krizler” yaratıyor.

Bu Davos’ta da, “Yeni Küresel Krizler”” raporunu hazırlayan kurumlardan Zürih Sigorta’nın uzmanlarından John Scott, “İklim değişikliğinin etkileri, biyolojik çeşitlilik kaybı, gıda güvenliği ve doğal kaynak tüketimi arasındaki etkileşim tehlikeli bir kokteyl” diyordu.

Görüldüğü gibi, “kriz algısında” ortaklıkta bir sorun yok. Üzerine anlaşılamayan konu ise, “Çoklu kriz”in tam odağında yer alan iklim krizine karşı ne yapılacağı. Daha doğrusu, bir şey yapılıp yapılmayacağı…

John Kerry, Davos Zirvesi’nde fosil yakıt şirketlerinin yöneticileriyle işbirliğini savunanlardandı

ABD’nin İkim Krizi Özel Temsilcisi John Kerry, Dünya Ekonomik Forum’unda “Protecting Our Planet” oturumunda konuşuyor. | Fotoğraf:  Valeriano Di Domenico via World Economic Forum. Davos, İsviçre.

ABD’nin İkim Krizi Özel Temsilcisi John Kerry, Davos Zirvesi’nde fosil yakıt şirketlerinin yöneticileriyle işbirliğini savunanlardandı. Kerry, Birleşmiş Milletler’in 2023 İklim Zirvesi’nin Birleşik Arap Emirlikleri’nde gerçekleşmesini desteklediğini güçlü biçimde seslendirdi. Kerry, BM Zirvesi’nin sorumluluğunun Birleşik Arap Emirlikleri’nin ulusal petrol şirketi Adnoc’un yöneticisi, Endüstri ve İleri Teknoloji Bakanı Sultan el Cabir’e verilmesinin “doğru bir seçim olduğunu” da ileri sürdü. Kerry’nin iddiasına göre BAE, fosil yakıtlardan uzaklaşmak için büyük bir çaba gösteriyor ve bu nedenle de, dünyaya örnek teşkil edebilir.

İklim aktivistleri ise, Kerry ile aynı fikirde değil.

Greta Thunberg, Davos’ta diğer genç iklim aktivistleri Vanessa Nakate, Helena Gualinga, Luisa Neubauer ile Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) Direktörü Fatih Birol ile beraber katıldıkları panelde, BAE’nin BM Zirvesi’ne ev sahipliği için seçilmesini eleştirdi.

Thunberg, BAE’nin fosil yakıtlara yatırım yapanların başını çekerek “gezegenin yok edilmesini büyük ölçüde körüklediğini” ve “iklim krizinin tam da merkezinde” olduğunu söyledi. Thunberg, iklim krizine karşı tedbir almakta söz hakkı ve iradenin, “Her nasılsa, sorunlarımızı çözmek için onlara öncelik vermediklerini defalarca kanıtlamış gibi göründüğümüz insanlara” bırakılmasını “saçma” bulduğunu da sözlerine ekledi. Davos’a katılmadan önce, Almanya’da Lützerath Köyü’ndeki kömür madenin genişletilmesine karşı yapılan bir gösteriye katılmış ve diğer göstericilerle beraber polis tarafından gözaltına alınmıştı. Thunberg, gözaltına alındıktan sonra, Twitter’da “iklimi korumak suç değil” mesajını paylaşmıştı.

“Dünyanın dört bir yanındaki vatandaşların sizi sorumlu tutmak için her türlü yasal işlemi yapmayı düşüneceklerini unutmayın. Ve büyük kalabalıklar halinde sokaklarda protestolara devam edeceğiz”

IEA Direktörü Fatih Birol, iklim aktivistleri Almanya‘dan Luisa Neubauer, Ekvador‘dan Helena Gualinga, Uganda‘dan Vanessa Nakate ve sveç‘ten Greta Thunberg. (soldan, sağa). | Fotoğraf: World Economic Forum. Davos, İsviçre.

Thunberg ile aynı panelde konuşan IEA Direktörü Birol, dünyanın şu anda temiz enerjiye yaklaşık 1,5 trilyon dolar yatırım yaptığını ancak iklim hedefleri doğrultusunda bunun 4 trilyon dolara çıkması gerektiğini söyledi. Birol, “Enerjiyi temiz, karbon içermeyen enerji kaynaklarından elde etmemiz gerekiyor ve bunu yapmak için sihirli kelime yatırım” diye de ekledi.

Belki de, “yatırımın” gerçekten sihirli kelime haline gelebilmesi için, yanına diğer bir sihirli kelimenin de gelmesi gerekiyor; o da “yaptırım”.

Davos’un krizi

Davos’un başlamasına günler kala Greenpeace’in yayınladığı bir araştırma, 2022’deki zirvenin davetlilerinden önemli bir kısmının, özel uçaklarla seyahat ederek katılım sağladığını ortaya koymuştu. Greenpeace’e göre, 2022’deki Davos’un davetlileri, zirveye katılmak için özel uçaklarla 1040 uçuş gerçekleştirmişti.

Greenpeace’in raporunda, “Tüm bu uçuşların yüzde 53’ü, 750 km’nin altında; tren veya araba ile kolayca yapılabilecek kısa mesafeli yolculuklardı. Yüzde 38’si ise 500 km’nin altındaki kısacık mesafelerdi. Kaydedilen en kısa uçuş ise, sadece 21 km idi.” deniyor. Tabii, mesele sadece “özel uçuşlar” da değil. Davos gibi uluslararası zirvelerde, bir yandan iklim krizi tartışılırken, bir yandan da katılanların karbon ayak izlerini düşürmek için hiçbir çaba göstermediklerine tanık oluyoruz.

Thunberg’in Davos’ta her zamanki açık sözlülüğü ile, “Kendi hırsına, kurumsal açgözlülüğe ve kısa vadeli ekonomik kârlara insanların ve gezegenin üzerinde öncelik veriyorlar” diyerek işaret ettiklerinin listesi çok uzun. Ve Greenpeace’in araştırmasının gibi, Davos gibi uluslararası zirvelerin katılımcılarının önemli bir kısmı bu listeye girebilir.

2023’ün son günlerinde BM’nin COP28’inin de, aynı tuzağa düşmesi mümkün. Dahası, 2023’ün başlıca risklerinden biri, Davos ve COP28 gibi uluslararası zirvelerin, “çözüm” sunmaktan çok; “yeşil göz boyama buluşmalarına” dönüşerek sorunun parçası haline gelmeleri.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 27. Taraflar Konferansı’nı da (COP27) geride bıraktık. Mısır’ın sayfiye merkezlerinden Şarm el-Şeyh’de düzenlenen zirvenin sonuçları, 20 Kasım Pazar günü açıklandı. 6 Kasım’da başlayan görüşmeler, “tarihi sonuçlar” elde etme mücadelesiyle öngörülenden iki gün daha uzun sürdü. Elimizde hakikaten de, tarihi sonuçlar var mı peki?

Evet; bir yandan önemli bir kazanım var: COP27’ye katılan delegasyonların temsilcileri, iklim krizinin yoksul ve “gelişmekte olan” ükelerde yarattığı “kayıp ve zararların” karşılanması için bir fon kurulması konusunda anlaşmaya varıldı. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, 1992’de Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde imzalandığından beri, böylesi bir “kayıp ve zarar” tazmin fonunun oluşturulması için çaba gösteriliyor. Sözleşmenin imzalandığı, 30 yıl önce gerçekleşen Yeryüzü Zirvesi’nden bugüne verilen mücadele sonunda meyvesini verdi (mi acaba?).

COP27, Mısır’nın Şarm El-Şeyh şehrinde 6 – 18 Kasım 2022 tarihleri arasında gerçekleşti. | Fotoğraf: Indigenous Climate Action via Flickr.

COP27’nin “kayıp ve zarar” odağı

Öncelikle, COP27’ye damgasını vuran, “kayıp ve zarar” konusu nedir? Bu kavramla, iklim krizinin önlenemeyecek etkilerine maruz kalan ve risk yönetimini maddi imkansızlıklar nedeniyle uygulamaya koyamayan ülkelerin mağduriyeti kast ediliyor. Zarar ve kayba yol açan, iklim krizinin şiddetlendirdiği tayfunlar, kasırgalar gibi afetler de olabilir; yükselen deniz seviyeleri, artan erozyonla tuzlanan toprağın tarıma elverişsiz hale gelmesi gibi uzun vadeye yayılan sonuçlar da…

“İklim Değişimi Kaynaklı Kayıp ve Zarar” (Loss and Damage from Climate Change) adlı kitapta yeralan araştırmalara göre, sadece “gelişmekte olan” ülkelerin uğradıkları maddi zararın 2030’a kadar 580 milyar doları bulabileceği hesaplanıyordu. 2050’ye kadar ise, bu zarar 1,8 trilyon dolara çıkabilirdi. Üstelik, bu araştırma 2019 tarihli bir kitaptan: güncel tablonun vehameti giderek artıyor. Elbette, “gelişmekte olan” ülkelerde yaşanan iklim kaynaklı kriz ve zorluklar, sadece ateşin düştüğü yeri yakması manasına gelmiyor: göçün tetiklenmesi ve üretim zincirlerinin kopması gibi, bugünden yaşanmaya başlanan küresel krizlere de neden oluyor.

İklim aktivistleri COP27’nin gerçekleştiği alanda birçok eylem ve basın açıklaması gerçekleştirdi.  | Fotoğraf: Indigenous Climate Action via Flickr. 11 Kasım 2022.

COP27’de, en azından “gelişmekte olan” ülkelerin kayıp ve zararlarını tazminine yönelik bir fon oluşturma kararı alınabilmesinin ardında, Pakistan’da bu yaz yaşanan sel felaketi yatıyor. Pakistan’da bu yaz düşen muson yağmuru oranı, normaldekinin 3,5 katı fazlaydı. Ülkenin üçte birinin sular altında kalmasına yol açan sel felaketi, bilim insanlarının kanıtlarını sunduğu üzere, iklim krizinin etkisiyle gerçekleşmişti. Sonuçta, yaklaşık bin 300 insan hayatını kaybettiği ve 33 milyondan fazla insan mağdur olduğu halde Pakistan, büyük ölçüde yalnız kaldı. Ülkede, iki milyon ev, 24 bin okul, 13 bin kilometre yol, bin 500 sağlık merkezi zarar gördü. Dünya genelindeki emisyonlarının sadece yüzde 0, 8’inin sorumlusu olan Pakistan’ın ödemek zorunda kaldığı bedelse sadece bu yazın felaketinin sonuçlarını tazmin etmek için 30 milyar dolar. Bu da ülkenin gayrisafi milli hasılasının yüzde 10’u demek.

Pakistan’da hükümetin geri kalanı Rehman kadar dava yoluyla hak aramaya meraklı değil; daha ziyade, gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olanlara “ahlaki borcundan” dem vuruyorlar

Pakistan’ın İklim Krizi Bakanı Sherry Rehman’ın COP27’deki kapanış konuşması. | Fotoğraf: L&DC.  20 Kasım, 2022.

Pakistan’ın bu faturayla başbaşa kalması, sadece bu ülkeyi değil; yaklaşık 130 diğer “gelişmekte olan” ülkeyi de harekete geçirdi. Zirve sonunda, Pakistan’ın İklim Krizi Bakanı Sherry Rehman, “En azından Kayıp ve Zarar fonunun kurulması kararı, COP27’ye biraz da olsun kredibilite kazandırdı” diyordu. Haksız da değil. Şimdi, Rehman’ın da vurguladığı gibi, gelecek Kasım’daki COP28’de fonun işleyişinin detaylarının belirlenmesi ve Aralık 2023’te fonun hayata geçirilmesi gibi bir kritik süreç söz konusu. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dubai’de ev sahipliği yapacağı COP28, Kayıp ve Zarar Fonu’nun hakikaten bir başarı hikayesi olup olmayacağının belirlendiği yer olacak.

Rehman, COP kapısı kapanırsa, Pakistan gibi iklim krizi mağduru ülkelerin, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yolunu tutmak zorunda kalacağına dikkat çekti. Ancak, Çin ve ABD gibi ülkelerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taraf olmaması, bu seçeneği çok da etkin kılmıyor. Rehman’ın diğer önerisiyse, sigara şirketlerine açılan davalar gibi, “iklim krizi mağduriyet davaları” açılması. Pakistan’da hükümetin geri kalanı Rehman kadar dava yoluyla hak aramaya meraklı değil; daha ziyade, gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olanlara “ahlaki borcundan” dem vuruyorlar ve desteği böyle arıyorlar.   

Rehman’dan önce ve hâlâ “uluslararası hukuk yoluyla” iklim krizi mağduriyetinin tazmin edilmesini savunanlar, “Küçük Ada Devletleri İttifakı”. Pasifik Okyanusu’nda, iklim krizinin etkisiyle sular altında kalma tehdidiyle yüzyüze olan küçük ada devletler de, 30 yıldır haklarını aramaya çalışıyor.

Kayıp ve Zarar Fonu’na maddi destek verebileceği taahhüdünde bulunanlar Almanya, Belçika, Danimarka ve İskoçya oldu. Kurumsal olarak da Avrupa Birliği. Fakat, onların taahhütleri sembolik olmaktan öteye gitmiyor henüz

Indigenous Environmental Network’ten iklim aktivisti Casey Camp Horinek “Daha fazla toprak çalınmasın” yazılı pankartı. | Fotoğraf: Lise Masson via Flicker. 15 Kasım, 2022.

Faturayı kim ödeyecek?

Kayıp ve Zarar Fonu projesini hayata geçirmenin önündeki en büyük engel, kimin finansmanını karşılayacağı sorusu. Tabii bununla beraber, gelişmekte olan ülkelerin hangileri sayılacağı gibi meseleler de var. ABD ve Avrupa Birliği, “gelişmekte olan ülkeler” kategorisindeki Çin’in, böylesi bir fondan yararlanmak bir yana, fona destek olması gerektiğini öne sürüyorlar.

Şimdiye kadar, Kayıp ve Zarar Fonu’na maddi destek verebileceği taahhüdünde bulunanlar Almanya, Belçika, Danimarka ve İskoçya oldu. Ve, kurumsal olarak da Avrupa Birliği…Fakat, onların taahhütleri de sembolik olmaktan öteye gitmiyor henüz.

2014’te Barack Obama’nın başkanlık döneminde ABD, Birleşmiş Milletler’in iklim değişikliği konusunda imkanları kısıtlı ülkelere destek vermek için 3 milyar dolar kaynak sağladığı zaman; Çin de, aynı fona 3,1 milyar dolar bağışta bulunmuştu. COP27 de ise, ABD ve Çin iklim krizi konusunda herhangi dişe dokunur bir temasta bulunmadı. Buna karşılık, ABD’nin İklim Özel Temsilcisi John Kerry ve Çin’in aynı konumdaki ismi Xie Zhenhua, hiç olmazsa yeniden diyalog kurmaya başladı. Üstelik de Kerry’nin COVID-19 testinin pozitif çıkması sonucu, COP27’yi izole geçirmesine rağmen…

Kayıp ve Zarar Fonu’nu hayata geçirmenin önündeki en büyük engel, kimin finansmanını karşılayacağı sorusu. Tabii,  “gelişmekte olan” ülkelerin hangileri sayılacağı gibi meseleler de var

ABD’nin İklim Özel Temsilcisi John Kerry “Ormanlar ve İklim Liderleri Ortaklığı” (FCLP) etkinliğinde konuşuyor. Fotoğraf: Lydia Handford via Birleşik Krallık Hükümeti. 7 Kasım 2022.

Gelişmiş ülkeler, 2009’da gelişmekte olan ülkelere, 2020 yılına kadar yılda 100 milyar dolar, “yeşil enerji sistemlerine geçmek” ve “iklim krizine adapte olmak” için destek verecekleri taahhüdünde bulunmuşlardı. Hepimizin gözleri önünde, 2020 geldi geçti ve ortada hâlâ hiçbir şey, “anlamlı” sayılabilecek bir destek yok.

BM Genel Sekreteri António Guterres, COP27 sonrasında Twitter hesabından şöyle yazdı: “Kayıp ve zarar için bir fon gerekli – ancak iklim krizi, haritadan küçük bir ada devletini silerse veya bir Afrika ülkesini tamamen çöle çevirirse, bir cevap da değil. Dünyanın hâlâ, iklim krizi konusunda dev bir sıçramaya ihtiyacı var.”

İşte Guterres, bu konuda hiç de haksız değil…

Guterres ayrıca, fon kararına ilişkin Twitter hesabından bir video da paylaştı. Orada ise, “ Önümüzdeki dönemde kayıp ve hasar fonu kurulması ve faaliyete geçirilmesi kararını memnuniyetle karşılıyorum. Açıkçası bu yeterli olmayacak, ancak kırılan güveni yeniden inşa etmek için çok ihtiyaç duyulan siyasi bir işaret” diye konuştu

Fosil yakıt kullanımının dünya genelinde azaltılması; “bırakılması” bile değil, sadece azaltılması, bu COP’un es geçtiği temel tedbirlerden oldu

İskoçya’nın başkenti Edinburgh’ta iklim adaleti yürüyüşü. | Fotoğraf: Connal Hughes via Flickr. 13 Kasım 2022.

Somut sonuçlar elde edilmedi

COP27’deki büyük eksiklik, iklim krizini durdurmaya yönelik tedbirler üzerine somut sonuçlar elde etmemek oldu. Fosil yakıt kullanımının dünya genelinde azaltılması; dikkat çekelim “bırakılması” bile değil, sadece azaltılması, bu COP’un es geçtiği temel tedbirlerden oldu.

Daha da düşündürücü şekilde, geçen sene Glasgow’da gerçekleşen COP26’da ulaşılan taahhüt ve hatta tartışma seviyesinin gerisine düşülmemesi mücadelesi ön plana çıktı. COP26’nın yürütücü ismi, “zirve başkanı” olan İngiliz politikacı Alok Sharma’nın deyişiyle, “Glasgow’un kazanımlarının kaybedilmemesi için müthiş çaba gösterildi.”

COP27’de Mısır gibi, Doğu Akdeniz’deki doğal gaz; yani fosil enerji kaynaklarına büyük önem veren bir ülkenin ev sahipliği yaptığı bir ortamda, belki de farklı bir tablo beklemek zordu. Ve tabii, dünyanın önde gelen “emisyon rekortmeni” şirketlerinin de, COP27’ye sponsor olmak için yarıştığını unutmayalım. Seneye de, başka bir fosil yakıt bağımlısı Birleşik Arap Emirlikleri COP28’e ev sahipliği yaparken, bakalım ne gibi “gelişmeler” kaydedilebilecek…

COP26, sadece bir “halkla ilişkiler zirvesi” miydi? Greta Thunberg’in ifadesi ile, COP26’nın tek başarısı “tam bir başarsızlık olduğunun kabul edilmesi” mi olabilir? Uzatmalardan sonra sona erdiğinde de, Thunberg’in deyişiyle, “Yeşil Aklama” (greenwashing) silsilesi mi başlayacak? Yani, COP26’nın “ne kadar başarılı” olduğunu konuşarak, beyaz yalanlarla kendi kendimizi teselli mi edeceğiz?

COP26 Başkanı Alok Sharma’nın kapanıştaki gözyaşları aslında herşeyi açıklıyordu. Maalesef, başta ortaya konan hedeflere ulaşılamadı. 12 Kasım Cuma günü bitmesi beklenen zirvenin uzatmalara gitmesi de “son dakika golünü” getiremedi.

Toplantının sonuç belgesi Glasgow İklim Paktı’nda, kömür kullanımının “azaltılması” için taahhütte bulunuldu. Ancak, COP26 başlarken Sharma, Glasgow’un “kömürün bittiği yer” olmasını istediğini ifade etmişti. Bu hedef gerçekleşmiş değil.

Paktın öngördüğü, ülkelerin “azaltılmamış kömür enerjisi ve verimsiz fosil yakıt sübvansiyonlarını aşamalı olarak azaltmaları” kararı elbette “devrimci” olmaktan çok uzak. Çin ve Hindistan’ın itirazları, daha kapsamlı bir karar alınmasını engelledi. Hindistan, gelişmekte olan ülkelerin önünde “fakirlikle mücadele ve kalkınma gibi konular varken”, kömür kullanımını bırakmalarının çok zor olduğunu öne sürdü. Gelişmekte olan ülkelerle, zengin ve gelişmiş olanların ortak taahhütlere varabilmeleri, zaten bana kalırsa COP26’daki en büyük mesele idi.

COP26’nın elde edilen her “başarısının” sonuna bir soru işareti koymadan edemiyoruz. Asıl mesele de bu işte

Bir yandan bakıldığında COP26, şimdiye kadarki iklim zirvelerine nazaran en çok taahhüdün yapıldığı küresel buluşma. Örneğin, 40 ülkenin, kömür kullanımının kademeli olarak sona erdireceklerine “söz vermesi”, başlı başına büyük bir ilerleme sayılabilir. Veya 100 ülkenin “ormansızlaştırmayı sona erdirecekleri” taahhüdünde bulunması bir dönüm noktası addedilebilir.

Elbette, Brezilya gibi Amazon Ormanları’nın kesildiği, yakıldığı bir ülkenin ormansızlaştırmayı durdurmaya dair taahhütte bulunması tamamen önemsiz değil. Benzer şekilde kömürü en çok kullanan ülkelerden Şili, Vietnam ve Polonya’nın da “bırakma” sözü vermesi geçmişten farklı bir sayfanın açılması demek.

… mi acaba?

COP26’nın elde edilen her “başarısının” sonuna bir soru işareti koymadan edemiyoruz. Asıl mesele de bu işte.

Ormansızlaştırmaya bu kez son mu?

COP26’nın “2030’a ormansızlaştırmaya son vermeye ilişkin” taahhüdü, iklim zirvesinin ilk ve en büyük “sözü” idi.

Öncelikle, dünya genelindeki ormanların yüzde 85’inin bulunduğu 100 kadar ülkenin 2030’a kadar “ormansızlaştırmayı durdurma” sözünü vermesini bir kalemde silip önemsizleştirmek mümkün değil. Türkiye’nin de ormansızlaştırmaya son verme taahhüdünde bulunan ülkeler arasında olduğuna dikkat çekelim.

Bu taahhütle ilgili en önemli kısım, ormansızlaştırmayı sağlayabilmek için ortaya maddi kaynak da konulması. Avrupa Birliği Komisyonu, Almanya, ABD, Belçika, Birleşik Krallık, İsveç, Güney Kore, Norveç, Japonya ile beraber Amazon’un sahibi Jeff Bezos’un vakfı, ormansızlaştırmaya karşı, 12 milyar dolar kamu kaynağı tahsisi ve 7,2 milyar dolar özel yatırım yapmayı vaat etti.

Bu kaynakların bir kısmı, gelişmekte olan ülkelere yönlendirilecek; oralarda ormanların kaybı ile zarar görmüş arazilerin doğaya kazandırılması, yangınlarla mücadele ve ormanların yok olmasından zarar gören yerel çevrelere destek için kullanılacak. Dünyanın ikinci büyük yağmur ormanlarının bulunduğu Kongo Havzası’nın korunması da, vaat edilen maddi kaynakların kullanılacağı başka bir alan.

2014’te verilen sözlere rağmen, 2014-2018 yılları arasında tüm dünyada Türkiye’nin coğrafi alanının yaklaşık iki katı kadar orman yok oldu

Yukarıda bahsettiğimiz kaynaklar dışında, dünyanın en büyük finansal kurumlarından 30’u da ormansızlaştırmaya 1,5 milyar euroya yakın kaynak tahsis etme sözünü verdi.

Ayrıca, 28 hükümetin bir adım daha ileri giderek, ormanların tarım arazisine döndürülmesine engel olacaklarına söz vermesi de kilit bir adım. Soya, kakao ve palm yağı gibi gıda sanayiinde yoğun biçimde kullanılan tarım ürünleri için ormanlık alanlar kesilip biçilip tarlaya dönüştürülüyor. Benzer şekilde, et endüstrisi ormanlık alanların, hayvanların beslenmelerinde kullanılan yemlik tarım ürünlerinin ekim dikimi için kesilmesine aracı oluyor. Bu gibi “tüketici” üretim alışkanlıklarından vazgeçilmesi, ormanların geleceği için hayatî.

Eğer ki, bu taahhütlerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini denetleyebilecek bir mekanizma oluşturulabilirse, bu seferki “ormansızlaştırma” taahhüdü belki gerçekleşebilir.

2014’teki “Ormanlar üzerine New York Deklarasyonu” da ormansızlaştırma konusunda bir dönüm noktası kabul ediliyordu. New York Deklarasyonu’nun aralarında 40’tan fazla hükümetin de olduğu 200’ün üzerinde destekçisi vardı -ama o zamandan bu yana ormanlar korunamadığı gibi, tersine daha da büyük bir “yokoluş” tehlikesi ile karşı karşıyalar. New York Deklarasyonu’nun “Değerlendirme Ortakları” olarak nitelenen 25 kuruluşun 2019’da yayınladığı bir rapor da, tam olarak bu bahsettiğimiz tabloyu ortaya koyuyordu: 2014’te verilen sözlere rağmen, taahhütte bulunan ülkeler başta olmak üzere dünya genelinde ormanlar ciddi biçimde azaldı. 2014-2018 yılları arasında tüm dünyada Türkiye’nin coğrafi alanının yaklaşık iki katı kadar orman yok oldu. Ve bu dönemde ormansızlaşmadan kaynaklanan karbon emisyon, Avrupa Birliği’nin yıllık sera gazı salınımıyla eşit miktarda.

“Ormansızlaştırma”, ormanların tamamen yok edilmesiyle sınırlı değil; aynı zamanda var olan ormanların “işlevlerini yitirip” karbon salınımına katkıda bulunur hâle gelmesiyle de söz konusu olabiliyor. Günümüzde ABD’nin Yosemite Ulusal Parkı ve Büyük Kanyon gibi doğal alanlarındaki ormanlar, karbondioksiti emmek yerine üretiyor.

Gelişmekte olan ülkeler ne olacak?

Öte yandan, karbon emisyonlarını temizlemek konusunda en “bereketli” ormanlara sahip ülkelerden biri olan Endonezya’dan itirazlar geldiğini de göz önüne almak gerek. Üstelik Çevre Bakanı Siti Nurbaya Bakar, ülkesinin verdiği sözü çürütürcesine yaptığı bir Twitter paylaşımında şöyle diyor: “Ormansızlaştırma, yolların olmaması anlamına geliyorsa; insanlar ne olacak, izole mi kalacaklar?” Bakar ayrıca, iklim kriziyle mücadele için Endonezya’nın “kalkınmadan fedakârlık etmesinin beklenmesinin adaletsiz olduğunu” da öne sürüyor.

Bakar’ın itirazı, son derece yersiz görünse de, gelişmekte olan ülkeler arasında benzer şekilde düşünüp dile getirmeyen çok sayıda politikacı olduğu kesin. Hatta gelişmiş ülkelerin liderleri arasında da “önce ekonomik büyüme, sonra iklim krizi tedbirleri” diye düşünenler olduğu da…

Dahası, başta Afrika’dan olmak üzere gelişmekte olan ülkelerden Glasgow’a aşıları olmadığı için seyahat edemeyenler olduğunu da vurgulayalım. COVID-19 aşısına erişimdeki adaletsizliklerin gözden kaçan böyle yönleri var. Hâl böyle olunca, gelişmekte olan ülkelerle gelişmişler arasındaki uçurumu dikkate alan küresel politikalara ve tedbirlere ihtiyaç artıyor, zira uçurum sürekli büyüyor.

Sharma’nın kendisi, COP26’yı kapatırken gözyaşlarını tutamadı. Bahsettiği tekerlek de havada kaldı

“Zengin ülkeler” 2020’den itibaren gelişmekte olan ülkelere yılda 100 milyar euroya yakın kaynak ayırmaya söz vermişlerdi. Ancak, 2009’da Kopenhag’da ve ardından 2015’te Paris’te verilen bu söz gerçekleşmedi. COP26 öncesi, zirve yönetiminin hazırladığı bir rapora göre, gelişmiş ülkelerden diğerlerine kaynak aktırımı bugünkü hızı ile devam ederse, ancak 2023’te bu hedefe ulaşılabilecek. Oysa, gelişmekte olan ülkelerin bir yandan fosil yakıtlar, ormansızlaştırma gibi “bağımlılıklarından” vazgeçmeleri gerekecek. Öte yandan da, zaten iyi durumda olmayan altyapılarını, iklim krizinin yaratacağı afetler ve zararlara karşı güçlendirmek zorunda kalacaklar.

Şimdi, İsviçre, Japonya ve hatta İspanya, gelişmekte olan ülkelere verilecek “yıllık 100 milyar euro” sözünün en azından 2022’de gerçekleşebilmesi için katkılarını arttırmaya söz verdi.

Mesele şu ki, tüm bu taahhüt ve sözlerin hiçbirini zorunlu kılan yaptırım mekanizmaları yok -şu aşamada da olması mümkün gözükmüyor. COP26 sürecinde verilen sözler ötesinde Glasgow İklim Paktı da yaptırım gücü olmayan bir belge.

Daha kaç COP26 olabilir?

COP26 Başkanı Alok Sharma, 8 Kasım 2021’de, dünyanın en büyük iklim konferansının 9. gününde “artık taahhütlerin somutlaşması gerektiğini” dile getiriyordu. İronik biçimde, Sharma’nın bu vurguyu yaparken kullandığı niteleme, “lastiğin yola değmesi gereken noktaya geldik” (“the point where rubber hits the road”) idi. Aslında bu ifade, her ne söz verilirse verilsin, bu değişimi gerçekleştirmek için mücadele verenlerin bile bazen eskinin paradigmalarıyla düşünüp, konuşup hareket ettiğinin bir kanıtıydı.

Sonuçta başta vurguladığımız gibi Sharma’nın kendisi, COP26’yı kapatırken gözyaşlarını tutamadı. Bahsettiği tekerlek de havada kaldı.

Acaba kaç daha COP olabilecek önümüzde? COP27, COP28 derken iklim krizine yönelik hakiki ve samimi değişimi gerçekleştirebileceğimiz, sonunda “devrim” niteliğinde sözlerin verilebileceği daha kaç zirve var?

 

İsviçre, tarihi bir fırsatı kaçırdı. 13 Haziran 2021 günü yapılan bir referandumda, sentetik tarım ilaçlarının yasaklanıp yasaklanmaması oylandı. Sonuç ise, “tarım ilaçları” lehine oldu: Yüzde 61’lik bir çoğunluk, yasaklanmalarını reddetti. Eğer ki İsviçre, yasaklanmalarını kabul etseydi, bu adımı atan ilk Avrupa ülkesi olacaktı. Şimdiye kadar dünyada, tamamen organik tarıma yönelen ilk ülke, Himalayalar’daki Butan. 2013’te alınan kararla Butan, 20 yıl içinde tamamen organik tarıma yönelecek.

İsviçre ise sadece Avrupa’da organik tarımın tamamen egemen olacağı ilk yer olmayı reddetmekle kalmadı, iklim krizine yönelik iki teklife daha sırtını çevirdi. Benzin, dizel, ısınmada kullanılan yakıtlar, bir başka deyişle fosil kaynaklı tüm enerjilere ve uçak biletlerine ek vergi getirilmesi teklifleri de geri çevrildi. Her iki teklif, İsviçre’nin Paris Anlaşması çerçevesinde üstlendiği yükümlülüklere erişebilmesini sağlamayı amaçlıyordu. Seçmenler, tekliflere yüzde 51 gibi bıçak sırtı bir oranla “Hayır” oyu verdi.

Bu durumda, İsviçre Çevre Bakanı Simonetta Sommaruga’nın ifadesiyle, ülkenin Paris Anlaşması’nı imzalayarak belirlediği 2030 yılı hedeflerine ulaşması “çok zor” hâle geliyor. İsviçre’nin hedefi 2030’da, karbon emisyonlarını 1990’daki seviyenin yarısına indirmekti. İsviçre, 2050’ye kadar da “sıfır karbon” noktasına gelmeyi hedefliyordu.

İsviçre Halk Partisi fosil yakıtları savunan lobilerle oldukça sıkı fıkı, Yeşiller ise ortak bir kampanya stratejisi bile oluşturamadılar

İsviçre, Paris Anlaşması’na 2017’de taraf oldu. Benzin ve uçak biletlerine uygulanmak istenen çevre vergisi ile beraber, tarım ilaçlarının yasaklanmasın reddedilmesi, öncelikli olarak seçmenlerin, “İsviçre’nin zaten yeşil ve çevreci bir ülke olduğu” algısına sahip olmalarından kaynaklanıyor. Referandumda oylanan çevre odaklı maddelere muhalif olanlar, İsviçre’nin küresel çaptaki emisyonların sadece yüzde 0,1’inden sorumlu olduğunu ve ülkenin daha fazla çaba göstermesi gerekmediğini öne sürüyordu. Ayrıca, seçmenlerin COVID-19 pandemisinin ülke ekonomisini daha kırılgan hâle getirmesinden endişe ettikleri de belirtiliyor.

Buna karşılık İsviçreli seçmenler, terörle mücadele konusunda emniyet ve yargıya daha kapsamlı yetkiler verilmesini onayladı. Yüzde 57’lik bir çoğunluğun onayladığı terörle mücadele düzenlemelerine göre, 12 yaşındaki çocukların bile “terörist” olarak yargılanması mümkün olacak. Avrupa’da 2015’ten sonra gerçekleşen radikal İslamcı terörizm saldırılarının yarattığı negatif algının etkisi altındaki seçmenler, son derece sert tedbirleri onaylamakta tereddüt etmedi. Böylece İsviçre, Avrupa’nın organik tarım konusunda öncü ülkesi olmaya sırtını dönerken, Avrupa’nın en sert terörizm yasasına sahip ülkesi olmakta beis görmedi.

İsviçre’de “yeşil dalga” neden duraksadı?

Oysa, 2019’daki İsviçre federal seçimlerinde Yeşiller’in çıkışından bahsediyorduk. Ne oldu da İsviçre’de siyasette “yeşil dalganın yükselişi” böyle kritik bir noktada duvara tosladı? Üstelik de, Almanya’nın yeni şansölyesinin Yeşiller’den olabileceği konuşulurken ve Avrupa Birliği kurumsal çatısı çerçevesinde son derece iddialı İklim Yasası’nı geçirirken…

Ekonomik kaygıların İsviçreli seçmenler üzerinde ciddi bir etkisi bulunmaması gerekir. İsviçre bilindiği gibi, dünyanın en gelişmiş ekonomilerinden ve gayrisafi milli hasılası 76 bin dolara yakın. Bunun ötesinde, referandumda oylanan karbon emisyonlarına yönelik vergilerin çoğunluğu İsviçre halkının kendi cebine geri dönecekti. Karbon kaynaklı yakıtlara ve uçak biletlerine uygulanan ek vergiden elde edilen maddi kaynak, ağırlıklı olarak sağlık sistemine ve “yeşil ekonomi” için teknolojik yatırımlara harcanacaktı. Bugün İsviçre’nin ekonomisi, ağırlıklı olarak bankacılık sektörü nedeniyle son derece sağlam olsa da, “yeşil dönüşüme” kaynak ayırmayan ülkeler ister istemez, gelecekte sıkıntılar yaşayacaklar. Yeşil ekonomik dönüşüme öncelik veren ülkelere ayak uyduramayacakları gibi, ahlakî ve ilkesel olarak da dışlanır hâle gelecekler.

Dahası, eğer ki referandumda söz konusu vergiler onaylansaydı, yaşam tarzlarında hiçbir değişiklik yapmayıp fosil yakıtlara ve uçak seyahatlerine ağırlık veren bir İsviçreli aile yılda yaklaşık 100 CHF (yaklaşık 1000 TL/100 Euro) fazladan vergi ödemiş olacaktı.

Tüm bu tablo, “yeşil” gözüken İsviçre’nin gerçekte hiç de azımsanamayacak çevre sorunları olduğunu gösteriyor

Öte yandan, tarım ilaçlarının yasaklanması teklifi, bu tür kimyasalların hem kullanımını hem de ithalatının sonlandırılmasını öngörüyordu. Bu teklif, ağırlıklı olarak Cenevre, Zürih ve Basel gibi kentlerde onaylanırken, ülke genelindeki kırsal kesimde reddedildi. Çiftçiler başta olmak üzere, ülkenin kırsalındaki “Hayır” oyunun gerekçesi, İsviçre’nin zaten az tarım ilacı kullanan bir ülke olduğu. Ancak, gerçek hiç de böyle değil: OECD verilerine göre, İsviçre’nin boyutuna ve nüfusuna oranla kullanılan tarım ilacı, Türkiye’den bile fazla. Birleşmiş Milletler’in Tarım ve Gıda Kurumu FAO’ya göre, İsviçre’de hektar başına 5 kiloya yakın pestisit kullanılıyor. Türkiye’de ise bu oran, 2,7 kilogram. Avrupa Birliği’nin İstatistik Ofisi Eurostat’a göre de, 2011-2019 döneminde İsviçre’nin tarım ilacı kullanımı azalmasına rağmen, Avrupa genelindeki azalmanın gerisinde kaldı. Dahası, Türkiye’nin karbon emisyonları ile İsviçre’ninki arasında uçurum yok.

Tüm bu tablo, “yeşil” gözüken İsviçre’nin gerçekte, hiç de azımsanamayacak çevre sorunları olduğunu gösteriyor. Mesele olansa, siyaseten yeşil çizgiyi savunanların kamuoyuna gerçek tabloyu yeterince aktarıp, onları ikna edememesi. İsviçre’nin yeşil politikacıları arasında referandum ile getirilen tekliflerin “çok zayıf” olduğu düşüncesi hâkimdi. Yeşillerin liberal kanadında ise, vergilerin “yeşil fonda” toplanmasına fazla müdahaleci olduğu kaygısıyla soğuk bakılıyordu. Yeşillerin kendi aralarında referandum tekliflerinin üzerinde anlaşamaması, kamuoyunu da ikna edememelerine neden oldu.

Ülkenin en çok oy alan partisi ve hükümetteki dört partinin başını çeken İsviçre Halk Partisi’nin (SVP) yeşillikler arasından doğan bir güneşten oluşan logosuna bakılınca “çevreci” sanılabilir. Oysa bu parti, sağ popülizmin aşırıya kaçan temsilcilerinden ve İsviçre’nin son derece tartışmalı “göç karşıtı” politikalarının mimarlarından. 2009’daki minare yasağı referandumunun arkasında da SVP vardı. İsviçre Halk Partisi, aynı zamanda fosil yakıtları savunan lobilerle de oldukça sıkı fıkı. Referandumda SVP gibi partiler, bu gibi lobilerin desteğiyle büyük imkânlara sahipken, Yeşiller ortak bir kampanya stratejisi bile oluşturamadılar.

Böylelikle de, iklim krizi ve çevre koruma yolunda dünyaya örnek olabilecek yasal düzenlemeler İsviçre için şimdilik hayal oldu. Ancak, diğer ülkelerin İsviçre’nin bu hezimetine bakarak öğrenbileceği çok şey var.

ABD Başkanı Joe Biden’ın davetiyle 22-23 Nisan’da sanal ortamda gerçekleşen “İklim üzerine Liderler Zirvesi”, Türkiye’de hiç de ilgi görmeden geçip gidiverdi. Üstüne üstlük, zirvenin hemen ertesinde Biden’ın “Ermeni Soykırımı”nı telaffuz etmesiyle, birden Türkiye gündemi adeta bir asrı aşkın geriye ışınlanıverdi.

Türkiye için “milliyetçiliğin” ön plana çıktığı bir dönemdeyken dünyanın önde gelen ülkeleri, sınır tanımayan ölümcül bir kriz için ortaklaşmaya çalışıyor. Biden’ın “İklim Zirvesi”, son dönemde uluslararası ilişkilerde gerçekleşen en önemli gelişmelerden biriydi.

Zirve sonrası ise ABD ve aslında dünya geneli için de işin asıl zor kısmı başlıyor: 40 liderin katıldığı bu toplantının yarattığı beklentiyi karşılamak ve dünya genelinde, iklim krizine karşı tedbir alınması için hakikaten de somut ve kalıcı ivme yaratabilmek.

Biden için iklim krizi mücadelesi hakikaten öncelik çünkü…

Biden, zirvenin açılış konuşmasını yaparken, iklim krizine karşı mücadele etmenin “ahlâki bir zorunluluk” olduğundan bahsetti. Beyaz Saray açısından bakılınca, iklim krizinin yıkıcılığı ötesinde “ahlâki” ve “zorunluluk” kavramlarının ayrı bir anlamı var. Biden ve ekibi, ülke içinde ve dışında Donald Trump yönetiminin yarattığı tahribatı onarmaya çalışırken, ellerinde iklim krizi dışında ABD’nin “ahlâki alanda öncülük” yapmasını sağlayacak fazla da bir ilham kaynağı yok. Bunun ötesinde, iklim krizine karşı önlem alınması ve hakiki bir dönüşüm sürecine girilmesi, ekonomik ve politik bir zorunluluk.

Zirveden 24 saat önce AB kendi içinde sabaha kadar uzayan bir müzakere ile “Avrupa İklim Yasası”na son şeklini verdi. Bu yasa, tüm AB ülkeleri için bağlayıcı ve dolayısıyla baştan aşağı dönüştürücü…

Biden yönetimi, Trump döneminin aksine bilimsel veriler ışığında hızlı ve etkin hareket eden, rasyonaliteye sadık kalan bir yönelim benimseme iddiası taşıdığından, iklim krizini öncelikli olarak gündeme alması kaçınılmaz. Bu politik çizginin faydasını da şimdiden gördüler: Biden ekibinin aşılamayı hızla tamamlamaya ve ekonomik destek paketlerine ağırlık vermesi ile, ABD’nin Koronavirüs pandemisinin yarattığı krizi aşmaya başlaması söz konusu olabildi. Bu da, etkin ve hızlı hareket etmenin, ülkenin akıbeti açısından ne denli belirleyici olacağının bir göstergesi oldu.

Tüm bu sebeplerle, iklim krizi ile mücadele ve tüm ABD ekonomisinin “yeşil” dönüşümle baştan aşağı değiştirilmesi, Biden yönetimi için başlıca öncelik. Sadece ABD için değil, Avrupa Birliği için de iklim krizinin ne denli ciddiye alındığı ve o taraflarda nasıl köklü bir dönüşüm başladığını Türkiye’den pek de fark etmiyoruz. AB, Biden’ın toplantısının başlamasından yaklaşık 24 saat önce, kendi içinde sabaha kadar uzayan bir müzakere ile “Avrupa İklim Yasası”na son şeklini verdi. Bu yasa, tüm AB ülkeleri için bağlayıcı ve dolayısıyla baştan aşağı dönüştürücü olacağı gibi, Avrupa ile ticaret yapan ülkeleri de yakından ilgilendirecek.

Liderler arası yeni rekabet alanı

“Liderler İklim Zirvesi”nde gözler, sera etkisine neden olan gazların atmosfere salımından tarih boyunca en çok sorumlu olan ABD’nin ve şu an için en yüksek emisyon oranına sahip Çin’in üzerindeydi.

Biden yönetimi, 2030’a kadar sera gazı emisyonlarını, 2005’teki seviyelerine göre yüzde 50-52 oranında azaltacağı gibi hakikaten çıtayı kendisi açısından yükseğe koyan bir vaatte bulundu. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ise, 2030’a kadar kömür başta olmak üzere fosil yakıtların kullanımını sınırlayacağını ve 2060’a kadar ekonominin tamamen “karbonsuz” hâle geleceğine dair sözünü yineledi.

Bu sözlerin tutulması iki ülke için de kolay değil. Biden’ın emisyonları yarılama sözü, 2015’te Paris İklim Anlaşması’na ABD taraf olurken Barack Obama’nın söz verdiği miktarı ikiye katlıyor. Obama’nın, altı yıl önce o dönem oldukça iddialı olan vaadi, ABD’nin emisyonlarını 2005’e göre %26-28 azaltmaktı. ABD’nin, bu sözün yarısına bile ulaşması henüz mümkün olmadı.

Çin ise iklim krizi ile ilgili kendisine yönelik eleştirilere karşılık, endüstrileşmeye Batı ülkelerinden çok daha geç başladığını ve halkının tümünü fakirlik çizgisinin üzerine çekme mücadalesinin öncelikli olduğunu öne sürüyordu. Ancak, 22 Eylül 2020’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı bir konuşma ile Xi Jinping büyük bir rota değişikliğine gitti. Xi, “Çin, ‘Kesin Katkılar için Ulusal Niyet Beyanı’nı genişleterek daha gayretli politikalar ve tedbirler benimseyecektir. 2030’da [karbondioksit] emisyonlarının en yüksek seviyeye ulaşıp düşmeye başlamasını, 2060’dan önce de sıfır karbon hedefine erişmeyi hedefliyoruz,” dedi.

Çin’in neredeyse Mao Zedong döneminde olduğu ölçekte bir devrimden geçmesi gerekiyor ki “sıfır karbon” hâle gelebilsin

Xi, Biden’ın davetine icabet ettiği Liderler İklim Zirvesi’nde de bu vaadini yineledi. Bir yandan bakınca, Çin’in zaten belirlediği hedeften farklı ve daha iddialı bir söz verilmemiş oldu. Öte yandan ise, Xi ilk olarak bu hedefi koyduğunda ülkesinde de şaşkınlık yaratmış ve hatta fazla iddialı bulunmuştu. Zira, Çin neredeyse Mao Zedong döneminde olduğu ölçekte bir devrimden geçmesi gerekiyor ki “sıfır karbon” hâle gelebilsin. Buna karşılık, Çin’in vaadini gerçekleştirmesi demek, küresel ısınma seviyesini yapılan projeksiyonlardan 0,3 derece aşağı çekmek anlamına geliyor. Bu da maksimum 1,5 derecelik ısınma hedefine, dünya genelinde herhangi bir ülkenin alabileceği tedbirlerin sağlayabileceğinden daha fazla yaklaşılmasını sağlayacak bir düşüş.

Yine bardağın dolu ve boş yanlarına bakarsak, ABD ve Çin’in hedefleri, şimdiye kadar yapılması ertelenenlerden hareketle hakikaten erişilebilirlikleri veya daha fazlası için neden söz verilemediği gibi bakımlardan eleştirilebilir. Başka bir açıdan bakıldığında ise, bu iki ülkenin silahlanma veya ticaret savaşları üzerinden rekabet etmesindense, küresel iklim krizi alanında yarışmaları çok daha tercih edilebilir bir durum.

Uluslararası ilişkilere “iklim krizi” şartı

Zirvede, Avustralya, Meksika ve Hindistan gibi ABD ile diğer konularda işbirliği yapan ülkelerin söz vermekten kaçınması ve hatta sadece “savunmacı” bir tutumla sıra savmaları da dikkat çekiciydi.

Avustralya’da, küresel bir medya imparatorluğuna sahip Rupert Murdoch’un sahibi olduğu sağ muhafazakar Sky News’un popüler programcısı Chris Kenny’nin “Biden’ın zirveyi düzenleyip, aptal yeşil solcu bir yola saparak kendini rezil ettiği” yorumunu yaptığını da unutmayalım. Yine Murdoch’un sahibi olduğu ve Avustralya’da ulusal çapta dağıtımı olan The Australian’da çıkan yorumlarda, “Greta Thunberg bile Biden’ın ne kadar saçmaladığını anladı” gibi alaycı ifadeler kullanılıyordu.

Bugün hayal etmesi zor olabilir ama uluslararası ilişkilerde dengeler iklim krizinin zorlaması ile çok değişebilir. Avustralya ve ABD ile geleneksel müttefik olan ülkelerin böylesi temel bir konuda anlaşamaz ve örtük olarak zıtlaşırken, Çin ve ABD gibi rakipler ortak nokta bulabiliyor. İklim krizi üzerinden yeni ilişkiler gelişeceğini ve tıpkı insan hakları gibi bu konunun da ticaretten politikaya, dış ilişkileri etkileyen boyut kazanacağını öngörebiliriz.

Hindistan ve ABD arasında, zirvenin hemen arifesinde yaşanan perde arkasındaki gerilimin iklim krizi boyutu da vardı. Bilindiği gibi Hindistan, bugünlerde COVID-19 pandemisinin en sert vurduğu ülke: 26 Nisan itibariyle son 4 gündür 350 bin fazladan yeni vaka tesbit edildi. Bu süreçte, Hindistan’a Rusya ve Çin hızla yardım teklif edip destek verirken; ABD, en son ses veren ülke oldu. Dahası, Hindistan genelinde inaktif virüs içeren aşıların hızla üretilmesi hedefi de, Washington’un bu aşıların hammaddelerine ambargo uygulaması dolayısıyla duvara tosladı. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in kökenlerinin de etkisiyle Hindistan ve ABD’nin arasının her zamankinden de iyi gitmesi beklenirken, tersine “aşı krizi” ilişkilerde ciddi bir yara açtı.

“Aşı krizi”, iklim krizi konusunda Hindistan’ın Başbakanı Naredra Modi’nin, Biden’ın beklediği desteği vermemesine de bahane oldu. Her ne kadar ABD ve Hindistan zirveyle eş zamanlı olarak “Temiz Enerji Ortaklığı” ve “İklim Hareketi Finansal Seferberlik Diyaloğu” belgelerini açıklamış olsalar da, Biden’ın tüm teşviklerine rağmen Modi tarafında ayak direme tavrı ön plana çıkıyordu. Washington’un Çin ile ABD’nin ardından, dünyanın en çok emisyona neden olan üçüncü ülkesi olan Hindistan’a yeşil dönüşüm için finansal ve ekonomik destek vermesini öngören işbirliği paketleri, beklenen sinerjiyi yaratamadı.

Öte yandan, Biden’ın toplantısı ertesinde Washington merkezli Council on Foreign Relations’ın (CFR) Pekin’deki şubesinin düzenlediği bir panele katılan Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, zirvenin iki ülke arasında dayanışmanın mümkün olabildiğini gösterdiğine işaret ederken; yine de “şartlı” bir tavır benimsiyordu. Wang, eğer ABD, Çin’in içişlerine ve “özgür modeline göre çizgisini sürdürmesine” karışmazsa, iklim krizi konusunda işbirliğinin çok daha derinleştirebileceğini söylüyordu.

Görüldüğü gibi, Biden’ın liderler zirvesi, uluslararası ilişkilerde iklim krizinin öncelik hâline gelmesi bakımından ve bu açıdan, Trump döneminin büyük tahribatının bir nebze olsun onarılmaya başlandığı bir dönüm noktası. Dediğimiz gibi, iklim krizine karşı tedbir almak ülkeler arasındaki başlıca rekabet konusu olursa, yapıcı bir değişiklik yaşanır. Buna karşılık, liderler zirvesinin şimdilik ortaya koyduğu, istisnasız olarak her tarafın, iklim krizini yaşamsal bir mesele olmaktan ziyade bir “pazarlık kozu” olarak gördüğü. Evet, tüm dünyanın geleceğini kurtaracak uluslararası dayanışmanın “ucunu” gördük, ama tünelin sonuna daha var. Ve zaman da giderek azalıyor.