17 Nisan 2021
‘İş payı’, ‘yaşam payı’na karşı: Kalorideki sınıf savaşı
Bahadır ÖzgürTemel bir hak ve ihtiyaç, aynı zamanda verimliliği arttırmak için bir araç: Asgari ücret ve yoksulluk sınırı hesaplamalarının temelindeki günlük kalori miktarı, yaşamı ve sömürüyü önceleyen iki zıt ideolojinin bir tezahürü
İnsanca yaşayabilecek düzeyde ücret almak, temel bir insan hakkı sayılıyor. Asgari ücret tartışmalarını önemli kılan da bu. Zira en vasıfsız, en yeni işçinin asgari düzeyde yaşamını idame ettirecek bir ücreti belirlemek değil mesele; tüm çalışanlar için asgari “insani sınır”ın nereye çekileceğine karar vermek. Asgari ücretin temelinde yatan kök fikir, emekçinin kendi bedeni üzerindeki hakimiyetiyle ilgili çünkü. Enerjisinin ne kadarını yaşamaya, ne kadarını üretime ayıracağına dair bir pazarlık.
İşte asgari ücret belirlenirken karşımıza çıkan “kalori hesabı”, tam burada anlam kazanıyor. Görünüşte bilimsel yaklaşım gibi görünen kalori düzeni, esasında emekçi beden üzerinde durmaksızın süren sınıf savaşının ideolojik ve politik bir tezahürüdür.
Türkiye’de her yıl asgari ücrete karar verilirken, ücretin ana çıkış noktasını Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nün hazırladığı “kalori tablosu” oluşturur. Hafif, orta ve ağır iş kolunda çalışan erkek, kadın ve çocuk işçilerin günlük ihtiyaç duydukları protein, sebze-meyve, süt ve süt ürünleri, yağ, karbonhidratın asgari miktarı belirlenir. Bu tabloda, Türkiye İstatistik Kurumu’nun enflasyonu ölçerken kullandığı sepetten gıda maddeleri seçilir. TÜİK, seçilen gıda maddelerinin günlük parasal değerini hesaplayarak işçi, işveren ve hükümet yetkililerinden oluşan Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na gönderir. Baz rakam böyle hesaplandıktan sonrası artık işçinin ailesi, kirası, temel bazı hizmetler de dikkate alınarak bunun üzerine eklenir.
Örneğin; 2021 yılı asgari ücreti vergileri sigorta primi dahil brüt 3.577,50 TL’dir. İşçinin eline net geçen ise 2.825,90 TL. Sonra evli olup olmadığına ve çocuk sayısına bakılarak “Asgari Geçim İndirimi” adı altında bir teşvik verilir. Bekar 220,73, evli ama eşi çalışmayan 264,87, evli ve bir çocuğu olan 297,98 TL gibi… Lakin asıl olan kalori hesabıdır yine de.
Serbest piyasanın ücret konusundaki felsefi yaklaşımı “bilimsel” temele oturtulur: Asgari ücretteki “yaşam payı”nı ne kadar gasp edip “iş payı”na dahil ederseniz, daha fazla ücret vermeden üretimi en az maliyetle, o kadar artırırsınız!
Gelin asgari ücret ile kalori arasındaki muammayı çözmeye çalışalım.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi Almanyası’nın maden cenneti Ruhr bölgesinde, kömür üretimiyle işçilerin harcadıkları günlük kalori arasındaki korelasyonu ortaya koyan araştırmalar yapıldı. İktisatta üretim ve kalori arasındaki ilişkiyi inceleyen yeni bir literatürün de temelini attı buradan elde edilen bulgular.
1939 yılında bölgedeki kömür işçilerine ortalama 4 bin 500 kalorilik beslenme olanağı tanıyan ücret ödeniyordu. Hesaplamaya göre işçi, 2 bin 200 kaloriyi “yaşam payı” olarak tüketirken, 2 bin 300 kaloriyi de “iş payı” olarak harcamaktaydı. Bu kalori sayesinde her işçi, bir iş gününde yaklaşık 1.9 ton kömür üretiyordu. 1942 yılına gelindiğinde ise ağırlaşan savaş koşulları nedeniyle beslenme imkanlarının bozulması, iş için ayrılan kaloriyi bin 700’e, sonrasında 900’e kadar düşürdü. Aynı düzeyde üretimin de azaldığı ortaya çıktı tabi. 1944’te “iş payı” yeniden bin 900 kaloriye yükseltildiğinde, üretim 1.65 tona yükseldi. Benzer araştırmalar çelik sektöründe de yapıldı.
Sonuçta şu “bilimsel” yönteme ulaşıldı: 2 bin 200 kalori vücut ısısının sabit tutulması; kalbin çarpması, bağırsakların çalışması vb. nedenlerle yaşamsaldır. İnsanı ayakta tutan enerjinin sıfır noktasıdır bir bakıma. Üretimi artırmanın yolu, hayati sınırın üzerindeki kaloriyi, yani “yaşam payı”nı artırmaktan geçer. Dolayısıyla ücreti belirleyen ana faktör “iş payı”dır.
Ne var ki Nazilerin pek çok konuda olduğu gibi asgari ücretin felsefesi konusundaki keşfi de “özgür dünya”nın sermayedarlarına ilham verir. Serbest piyasanın ücret konusundaki felsefi yaklaşımı “bilimsel” temele oturtulur: Asgari ücretteki “yaşam payı”nı ne kadar gasp edip “iş payı”na dahil ederseniz, daha fazla ücret vermeden üretimi en az maliyetle, o kadar artırırsınız!
Asgari ücreti bir ücret olmaktan çıkarıp, insanın yaşam ve haysiyet mücadelesi haline getiren şey de kalori üzerinde süren bu sınıf kavgasıdır. Kavgayı kaybetmek, emekçileri sadece daha kötü koşullara mahkûm etmez, yaşamını da tehlikeye atar.
1975 yılında Maden Mühendisleri Odası, Zonguldak’ta hızla artan iş kazalarının nedenlerini araştırırken, Ruhr bölgesindeki incelemelerden faydalandı. Hazırlanan rapor, 21 Kasım 1975 günü odanın yayın organı Birlik Haber’de yayınlandı. SSK’ya kayıtlı 1 milyon 800 bin kadar işçinin ücret ortalamasının, üçü çocuk beş nüfuslu bir işçi ailesinin beslenme ihtiyacını karşılayamadığı tespit edilirken; ortalama ücretin ancak dörtte birini alabilen asgari ücretli çalışanların ise açlık çektikleri belirtiliyordu.
Görünüşte onları ayakta tutacak, her gün kömür ocağına girip çalışacak kadar beslenmekteydiler fakat, gerçekte bu bir “yalancı tokluk”tu. İşçiler bedenlerini sağlıklı kılacak enerjinin yanında işin gerektirdiği enerjiyi alamadıklarından dolayı giderek daha fazla “yaşam payı”nı işe harcıyorlardı. Emekçi beden bir anlamda kendi kendini yemeye başlıyordu. Mühendisler buna “otofaji hali” diyorlardı.
Henüz 1975’te, Zonguldak’taki iş kazalarını inceleyen bir raporda kullanılan “otofaji”nin, bugün sağlıklı beslenme konusu her açıldığında başvurulan mucizevi bir kavram haline gelmesi, oldukça manidar. Sözlük anlamı “kendi kendini yemek” anlamına gelen “otofaji”nin tıbbi açıklaması kabaca şöyle: Otofaji sürecine giren hücreler, içlerindeki lizozom isimli yapıların da yardımıyla kendi atıklarını, yaşlanmış parçaları, döküntüleri yiyerek yaşamlarını sürdürmeye başlar. Beden böylece “beslenme zahmetine” girmeden toksik atıklardan kurtulur, arınır. Daha anlaşılır söylersek, “detoks” modasının doğal olanıdır. Çağın furyası olan “açlık diyetleri”nin formülleri buraya dayanır zaten. Otofajinin bilimsel faydasını araştıran Japon bilim insanı Yoshinori Ohsumi’nin 2016 yılında Nobel Tıp Ödülü aldığını ve yıllarca oruç tutmanın bilimsel açıklamasını arayanların da hayli rahatladıklarını hatırlatalım. Ekonomik kriz dönemlerinde açlığın faydalarına işaret eden haber ve yorumların ucunun da buralara uzandığını not edelim. Bilimsel bir bilginin emekçi üzerindeki tahakküm ilişkisinde oynadığı rolden, toplumu kuşatan ideolojik örüntülere uzanan serüveni bakımından çarpıcı bir örnek olsa gerek.
1970’lerin ithal ikameci modelinin sağladığı korumacı avantajlarla temel mal ve hizmetlere sürekli zam yapılmasına karşın, ücretlerin baskılanması sayesinde sermaye birikiminin hızlanmasının, emekçi bedendeki tahribatı kademe kademe artırdığına dikkat çekiliyordu. Eğer yaşamak için gerekli kalorinin yüzde 10’u “iş payı”na ayrılırsa, verim yüzde 20 düşüyordu. Oran yüzde 15’e çıktığında verim yüzde 50; kayıp yüzde 20’yi bulduğunda verim yüzde 80 eriyordu. Yarı açlık halinin iş ve iş yetisinde yol açtığı tahribatın sosyal ve psikolojik sonuçları da şu şekilde tarif ediliyordu: “Kötü beslenme öncelikle depresyona yol açar. Başkalarıyla iletişim ve sosyal ilişki zayıflar. Zihinsel kapasite daralırken, yetiler aşınır.”
Asgari ücretin düzeyinin, iş kazalarından işçinin iş ve sosyal yetilerini etkilemesine uzanan belirleyiciliği üzerine çalışmanın gösterdiği hayati konu, asgari ücretin “yaşamak için gerekli kalori” hesabıyla yapılamayacağı, beden sağlığının asla pazarlık konusu olamayacağıydı. Böyle bir pazarlık, bizatihi işçinin varlığının tartışmaya açılması demekti. Herkesin sahip olması gereken temel bir insan hakkının üzerine eğer bir de üretim isteniyorsa, karşılığı ödenmeliydi ve ücret denilen geçim imkanının sınırı buradan başlamalıydı.
Kalorinin kendisinin de manipüle edilebilir olması sorunun bir başka boyutu elbette. Hemen her yıl asgari ücret değişirken ihtiyaç duyulan kalorinin de değişmesi dikkat çekici
Bugün kaloriye dayalı asgari ücret sisteminin, insan hakları ihlali sayılması bundan dolayıdır. Üstelik asgari ücret üretimde tek kişiyi kapsarken, emeğin yeniden üretiminde tüm bir aileyi kapsıyor. “Aile Geçim İndirimi” adı altında yapılan cüzi ek ödemeler de bu gerçeğin manipüle edilmesi anlamına geliyor ve orada kalori, hiç hesaba katılmıyor. Nitekim Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) asgari ücret belirlenirken, ülkelerdeki geçim koşullarının tamamının ve ailenin de geçiminin göz önüne alınmasının zorunlu olduğunu öngören düzenlemesini Türkiye imzalamadı. Ücret tespit edilirken ekonomik koşullara göre hareket edildiği iddia edilse de kalori hesabı daima ana kıstas olmayı sürdürüyor.
Kalorinin kendisinin de manipüle edilebilir olması sorunun bir başka boyutu elbette. Hemen her yıl asgari ücret değişirken ihtiyaç duyulan kalorinin de değişmesi dikkat çekici. 2010’larda 4 bin kalori ihtiyaç görülürken, bugün nasıl oluyor da 3 bin 500 kalori yeterli olabiliyor?
Türkiye’de devletin sağlıklı beslenme konusundaki resmî belgesi, 2003’te ilk kez Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nün hazırlayıp, Sağlık Bakanlığı’nın yayınladığı “Türkiye’ye Özgü Beslenme Rehberi”dir. (2) Son olarak 2015’te revize edildi ve sağlık konusundaki resmi yaklaşımın da temeli kabul ediliyor. Tabii, kâğıt üzerinde. Rehberin iddiaları ile fiiliyattaki sosyal politikalar ve toplumun geniş kesiminin yaşam koşulları arasındaki uçurum, asgari ücret-kalori ilişkisinin insanlık dışı yüzünü daha da gün yüzüne çıkarıyor.
Rehbere bakılırsa beden sağlığı için 70’e yakın farklı besinin alınması şart. Yetişkin bireylerde enerjinin yüzde 10-15’i proteinlerden, yüzde 55-60’ı karbonhidratlardan, en fazla yüzde 30’u yağlardan sağlanmalı. Böyle bir beslenme imkânı, mevcut asgari ücretle sağlanabilir mi? Devletin kendi vatandaşına tavsiye ettiği listeye bakmak dahi bu sorunun yanıtını kolayca veriyor.
Mesela; yetişkin bir insanın, bırakın ağır çalışma koşullarını, gündelik yaşamını normal sürdürebilmesi için gereksinim durduğu kalori miktarı 2000-3000 arası. Bunun en az 400-600’ünün kahvaltıda alınması beden için zorunlu. Bugünkü fiyatlarla parasal değeri 7-8 TL civarında. Bütün ay yapılacak ortalama harcama 200 TL demek. Sadece bir kişinin yaşamak amacıyla tüketeceği kalorinin bedeli bu. Türk-İş Konfederasyonu’nun son yaptığı hesaplamaya bakarsak eğer, yetişkin bir işçinin gıda harcaması bir ayda 745 TL’ye ulaşıyor. Aile dikkate alındığında 2 bin 719 TL bırakın çalışmayı, günlük yaşamda ayakta kalmanın maliyeti, açlık sınırı yani.
Ücret; türlü rakamların, tanımların vb. oluşturduğu bir kalabalığın gizlediği “yaşam payı” ve “iş payı” arasındaki kavganın ürünü olarak ortaya çıkar. Ve kalori hesabı da bu savaşta işçinin doğal hakkı olan “yaşam payı”nın ne kadarının daha onun aleyhine gasp edilip üretime sevk edileceğinin formülünü oluşturur. Asgari ücretin ardında, insanın yaşam hakkının pazarlığı yatar. Dolayısıyla herkesin fiziki varlığını sürdürecek bir ücret alması tartışması, emek karşılığı ödenecek ücret sorunu değil, temel insan haklarıyla ilgili bir sorundur.