1911'de inşaa edilen, 1’inci derece tarihi bina olan Paket Postanesi, Galataport projesi kapsamında yıkılıp, yeniden inşaa edidi. | Fotoğraf: Gezegen, 30 Mart 2022.

11 Şubat 2024

Küstüğümüz kamusal mekânlar: 
Bizim olan ama bize ait olmayan yerler hakkında konuşmak

Seçil Türkkan

Aklımda dönüp duran küstüğümüz kamusal mekânlar konusunu, Postane’yi kamusal bir alana çeviren, kent hakkında çalışan Yaşar Adanalı ile konuştum. Yerel seçimler de geliyor, bu konuyu açmanın tam zamanı

Mado ya da Kızılkayalar’a yönelik boykotunuz sürüyor mu? Benim cevabım evet, hatta bunlar konusunda hiç zorlanmadım. Peki İstiklâl caddesinde yürürken Demirören AVM’ye girmek hakkında ne düşünürsünüz? Çünkü Taksim’de izlemek istediğiniz film, sadece orada var.

Grand Pera’ya ne demeli? Yani kapısı sokağa açılan Emek Sineması’nın bir alışveriş merkezinin köşesine taşındığı binadan söz ediyoruz. Narmanlı’ya hiç girip baktınız mı? Hatta karşısındaki Casa Botter apartmanı İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edildi ama Narmanlı bir garip AVM hissini koruyor. Peki sadece Karaköy’de deniz kenarında, karmaşasız bir yerde kahve içmek istediğiniz için Galataport’a uğradınız mı? İskelenin yanına yığılan korkunç kalabalık değil, sakinlik, düzen, insanilik ama ille de Karaköy’den denize bakmak isteği işte. Sahile girmek için güvenlikten geçmek zorundasınız.

Ben hepsini yaptım ama aklımda hep ‘küstüğümüz tüm bu mekânlarla nasıl hesaplaşacağım?’ fikriyle. şehirde yaşamak her yeri istemekle ilgili de. Kuşkusuz küskün olmadan, İstanbul’un tümünü istiyorum. Aklımda dönüp duran küstüğümüz kamusal mekânlar konusunu, Postane’yi de kamusal bir alana çeviren, kent hakkında çalışan Yaşar Adanalı ile konuştum. Hayır suçluluk hissim azalsın diye değil, benim gibi başka insanlar olduğuna da emin olduğum için. Yerel seçimler de geliyor, bu konuyu açmanın tam zamanı.

“Kente karşı işlenen suçların, büyük yıkımların, kentsel dönüşümlerin asli sorumluları bireyler, sıradan kentliler değil. Bu yıkımın bedelini tek başına üstlenecek olan da onlar değil haliyle”

Yaşar Adanalı. | Fotoğraf: Erhan Demirtaş via Gazete Kadıköy.

> “Küstüğümüz kamusal mekânlar” başlığını Galataport, Demirören AVM, Grand Pera, Narmanlı’dan yola çıkarak, önce kamunun elinden alınan, sonra da AVM benzeri yapılar için kullanıyorum. Bu tanıma katılacağını düşünüyorum. Eğer öyleyse neden, eğer değilse neden öyle değil? 

Bence de genel olarak iyi bir tanım olmuş ‘küstüğümüz kamusal mekanlar’. Küstüğümüz mekanların hepsinin mülkiyetinin kamuya ait olmadığını düşündüğümüzde belki ‘küstüğümüz müşterek mekanlar’ veya ‘küstüğümüz hafıza mekanları’ olarak genişletmek de mümkün olabilir bu tanımı. Kullandığımız, gündelik hayatımızda yeri olan, ortak hafızamıza kazınmış, bir şekilde kendimizi ait hissettiğimiz, haklarında anlatacak hikayelerimiz olan mekanlardan bahsediyoruz sonuçta.

Küsme eylemi çok bireysel bir yerden ve spontane de gerçekleşebilir, kolektif ve organize bir şekilde de. Bir mekanın dönüşümü sonucunda artık oraya ayağınız gitmez olur mesela. Bağınız kopar bu yenilenmeyle. Diğer taraftan bir eylem olarak, boykot çağrıları sonucu kitlesel küstüğümüz mekanlar da vardır.

> Küstüğümüz mekânları sonsuza dek terk mi ettik? Onlara karşı alternatif mekânlar oluşturmak mı yoksa bu mekânları kapsamak mı gerekir? 

Ne kadar süre ile küs kalacağımızın evrensel bir kriterinin olduğunu düşünmüyorum. Küsme gerekçemiz, bu gerekçenin geçerliliği, mekan ve zamanda kendi kişisel yolculuğumuz gibi birçok farklı bileşen küslük süremizi ve şeklimizi belirleyecektir.

‘Küs kalmanın’ da tek bir şekli olduğunu düşünmüyorum. Bir mekana küs olmamız onu bir şekilde kullanmamıza engel olmaya yeter mi? Ya da bir mekana küs kalırken onu aynı zamanda kullanmak mümkün mü? ‘Kullanmayı’ özellikle vurguluyorum. Burada ‘kapsamak’ değil temel derdim çünkü. Yaşadığımız kentin bizi tamamen dışlaması karşısında bu mekanlarla daha dinamik ve diyalektik bir ilişki imkanını sorguluyorum aslında. ‘Kapsamak’ biraz sanki ‘meşrulaştırma’ da içeriyor. Ancak meşrulaştırmadan, barışmadan, küs olma sebeplerimizi hatırlayarak ve hatırlatarak, bu mekanlar nasıl ilişkilenebiliriz?

Bu arada bu sorudan bağımsız bir şekilde alternatif mekanlar oluşturmanın her zaman değerli olduğunu düşünüyorum.

> Aklımda şu hadise zaman zaman dolaşıyor; Taksim’deki AKM eski ismiyle Kültür Sarayı 1969’da açılırken sanatçıların protestosuna sahne oluyor, sanatı soylulaştıracağı gerekçesiyle. Sonra zaman geçiyor ve AKM’nin 2008’de ‘yenilenmek üzere’ kapanmaması için de bir çok protesto yapıldı, kapalı olduğu yıllar içinde de tartışıldı. Sonra, AKM açıldığında ben sadece sevinebildim, kocaman bir inşaattan kurtulduğumuza sevindim çünkü. Ve başta protesto edilen AKM, kabul edilmişti artık. Bütün bu mekânlarla da böyle bir bağ kurar mı şehrin sakinleri? Kurmasa da bu sorun sadece bir sınıfa mı ait olur? 

Güzel bir örnekmiş. Yeterince zaman geçtikten sonra, bir dönem küstüğümüz mekanları yıkılmasın diye korurken kendimizi bulabiliyoruz. Benzer bir şekilde İstanbul’un ilk çok katlı apartmanları Gümüşsuyu ve Cihangir sırtlarında yükselirken hızla dönüşen İstanbul’a karşı rahatsızlık duyan bir kitle vardı. Tarihi kentin karakterini kaybettiği endişesi ile. Bugün buraların yüzyıllık yüksek tavanlı apartmanları şehrin en cazip yaşam alanları arasında yer alıyor.

İstanbul’un modern kültürel mirasının önemli bir parçası olarak görülen AKM’nin yıkımı ve yeniden inşasını nasıl yorumlamalı peki? Öncelikle dışardan bakıldığında bina cephesinin eskisi ve yenisi arasındaki sürekliliği, tüm ’Barok Opera Binası yapacağız’ ısrarı karşısında düşündüğümüzde, bir kazanım olarak değerlendirmeyi ’seçebiliriz’. Burada gerçekleşen bir kültür sanat etkinliğine gittiğimiz için kendimizi suçlu hissetmemeliyiz. Yeni AKM’nin ‘fan club’ üyesi olmadan veya suç ortağı gibi hissetmeden de katılmak istediğimiz bir etkinliğe katılabilmeliyiz. Kente karşı işlenen suçların, büyük yıkımların, kentsel dönüşümlerin asli sorumluları bireyler, sıradan kentliler değil çünkü. Bu yıkımın bedelini tek başına üstlenecek olan da onlar değil haliyle.

Biraz iklim değişikliği karşısında bireylere ‘karbon ayak izinizi hesaplayın, aman az tüketin’ telkininde bulunup fosil yakıt endüstrisine, karar alıcılara laf etmeyen yeşil aklama sektörüne benzetiyorum bu durumu. 

> Mekânlara küsmek bir bakıma, bir bağın kopuşu demek. Bu bağlar nasıl yeniden kurulur? Ya da kurulmalı mı? Kent yaşayan bir şeyse eğer, şimdiki Kadıköy’ün yeşillenmesi yeni bir bağa mı delalet yoksa türlü gettolara sıkışıp kaldığımıza mı? Ya da neden her semtin kendine yeten bir sosyalleşme alanı yok, olsaydı bu sorunu çözer miydi?

Küstüğüm bir mekanla kurduğum bağı somut bir örnek üzerinden anlatayım. Galataport Projesi’nin Karaköy – Salıpazarı sahilini bir AVM’ye dönüştürmesi karşısında uzun yıllar mücadele ettim. Yazılar yazdım. Belgesel film çektik. Sayısız kent yürüyüşleri düzenledim. Burası benim de yaşadığım Cihangir’e 5 dakika yürüme mesafesinde deniz boyunca yaklaşık 1.5 km uzanıyor. Benim gibi bir kent aktivisti bu ‘işgal’ ile nasıl ilişkilenmeli? Tamamen yok mu saymalıyım? Kendi İstanbul’umdan çıkartmalı mıyım? Ben burayı tüm sorunlarıyla gündemde tutmaya devam ediyorum. Burada yer alan bir lokanta veya dükkandan alışveriş yapmıyorum. Her seferinde güvenlik kontrolünden geçerken sahili bu şekilde güvenlikli alana çeviremezsiniz diye rahatsızlığımı dile getiriyorum. Ancak sabah koşusu için veya zaman zaman deniz kenarında yürümek için buraya giriyorum. Yani burada kendime hak görüyorum ve kendimce de kullanmaya devam ediyorum.

İşte bu bahsettiğim ‘dinamik ve diyalektik ilişkinin’ her bir mekan ve insan özelinde değişime açık olması gerektiğini düşünüyorum.

> Bütün bu tartışmayı, Türkiye’nin AVM’lileşmesi olarak okuyorum. Camiler ve dahi evler bile AVM’ye benziyor. Sıkışık, ruhsuz, nefes almayan garip malzemelerle yapılmış alanlar. Bütün bu AVM’lileşme, kentlerin neye dönüşmesine yol açar? 

Kentin AVM’leşmesi kentlinin de tüketiciye dönüşmesini beraberinde getiriyor. Haliyle tüketim kapasiteniz kadar kent üzerinde hakkınız oluyor. Bu aşırı derecede ayrıştırıcı, dışlayışı, anti-demokratik bir kent demek. Tüketimin temel bileşen olduğu bir kent aynı zamanda tek tipleştirici bir mekan örüntüsünü de beraberinde getiriyor. İşte ‘ruhsuzluk’ hissi buradan kaynaklanıyor. Kentin üretiminde bir rolümüzün olmadığı, haliyle yaşanmışlıkların izinin kalmadığı, anlatılacak hikayelerin biriktirilemediği  birbirinin aynısı tüketim mekanları ile kuşatılıyoruz.

> Kamusal alanın kamuya ait olması konusu, nasıl tüm toplumun tartışması haline gelebilir? Bu tartışma, nasıl daha kapsayıcı yapılabilir? 

Hafıza mekanlarının ve bu mekanların hikayelerinin önemli bir ortak payda olma potansiyeli var. Buraları sadece teknik veya mimari meseleler olarak değil de bağ kurduğumuz, anılarımızı biriktirdiğimiz, geçmiş ve bugün arasında gidip gelmemize imkan sağlayan müşterek mekanlar olarak tartışmak önemli.