31 Ocak 2023
Marmara’dan okyanuslara:
Yük gemileri ve deniz kirliliği
Bundan iki sene önce müsilajla kaplanan Marmara’da petrol kirliliğinin boyutu ne? Okyanus bilimci Mcdonald’ın incelediği uydu görüntülerine göre çok büyük. İyi haber ise bu kirliliğin izi sürülebilir ve yaptırım uygulanabilir
Fosil yakıt kirliliğini genellikle karbon emisyonları veya plastik kullanımı üzerinden tartışıyoruz. Petrol yakıt kullanımının yan etkileri daha az gündeme gelen kirliliklere de yol açabiliyor. Bunlardan en önemlisi deniz kirliliği. Sadece tankerler değil – satın alıp tükettiğimiz ürünlerin çoğu dünyanın bir ucundan bir diğer ucuna yük gemileriyle naklediliyor. Bu gemiler güzergâhlarında denizlere ince petrol tabakaları bırakıyor. Ancak, bu petrol sızıntıları ve bertarafı özellikle gemi trafiğinin yoğun olduğu güzergâhlarda ciddi bir kirliliğe sebep oluyor. Gemi taşımacılığında henüz petrol dışında bir yakıtın kullanılabileceği yakın bir gelecek görünmezken, bu kirliliğin boyutu her geçen gün artıyor. Hele hele, kapalı bir deniz olan Marmara’da.
Amerikalı okyanus bilimci Profesör Ian Mcdonald, yıllardır gemilerden kaynaklı petrol sızıntılarının çevreye etkisini araştırıyor. McDonald, 2010 yılında BP’ye ait bir petrol platformunda meydana gelen sızıntının, uydu görüntülerine dayanarak gerçek boyutunu ortaya çıkaran ve şirketin verdiği verileri güncellemesini sağlayan bilim insanları arasındaydı. Son on yıldır da gemilerin yol açtığı sızıntıların uydu görüntüleri üzerinden izlenmesini ve kirliliğin ölçülmesini sağlayan çeşitli projelere katkı sunuyor.
Marmara Denizi’nde müsilaj felaketinin üzerinden daha iki yıl geçmedi, ki müsilaj tabakaları denizin dibinde yoğunluğunu koruyor. Denizsel ekosistemin böylesine zarar gördüğü bir durumla karşı karşıyayken McDonald’ın anlattıkları çarpıcı, zira denizde gemilerden kaynaklı petrol kirliliğinin izini sürmenin ve hangi sızıntının hangi gemiden kaynaklandığını saptamanın mümkün olduğunu söylüyor bizlere. Bu görüntüler sayesinde cezai yaptırım uygulanmasını sağlayacak kadar iyi bir delil elde edebileceğini söylüyor McDonald. “Daha sonra mahkemede itiraz edebilirler vesaire, ancak bu deliller hükümetlere gemi geçişlerini denetleme ve kontrol etme imkânını verebilir. Ve bu uygulamanın gayet işlerliği olabilir,” diyor. Burada da görev yöneticilere düşüyor. Denizdeki petrol kirliliğinin hem Marmara özelinde hem de küresel ölçekteki etkileri göz ardı edilemeyecek kadar ciddi.
> Karbon kirliliği dediğimizde, genellikle karbonun yanmasından bahsediyoruz: Kömür ya da doğalgaz yakıtlı termik santrallerden kaynaklı kirlilikten arabaların egzoz gazlarına, petrokimya endüstrisinin yaydığı karbondioksite kadar. Petrol sızıntılarını nadiren konuşuyoruz. Bu sızıntılardan ne anladığımızı ve daha genel karbondan kaynaklı kirlilikteki payını kısaca anlatabilir misiniz?
Ian Mcdonald: Karbon kirliliği, genellikle ve gezegen açısından vahamet taşıyan şekliyle, küresel ısınmanın da en büyük etkeni olan karbondioksitin atmosfere salımını ifade ediyor. Ama bunun yanında petrolün yol açtığı kirlilik de var. BP petrol sızıntısı gibi büyük bir sızıntının sebep olduğu kirliliği, bu kirliliğin doğayı, ekonomiyi ve kamu sağlığını ne kadar olumsuz şekilde etkilediğini anlamak çok zor değil. Bu çok önemli bir örnek. Ancak bu tür sızıntılar kısa bir zaman diliminde belirli bir bölgede binlerce metreküp petrolün denize karıştığı ender yaşanan akut olaylar. BP sızıntısında olduğu gibi kontrol etmekte zorlanıldığı durumlarda daha uzun sürebiliyor, ancak bölgesel sonuçları olsa da bunlar sınırlı bir alanda gerçekleşen olaylar. Örneğin, yakın zamanda Hürmüz Boğazı’nda terk edilmiş bir tankerin haberini okudum. Tankerde bir milyon varil petrol bulunuyor. Geminin batıp içindeki petrolün denize karışması bekleniyor. Hürmüz Boğazı’nda tuzdan arındırma tesislerinden deniz canlılarına ciddi zararlar verebilir. Akut bir olay, akut bir risk dediğimiz bu.
Tarımda, ulaşımda ve sanayide petrole olan bağımlılık nedeniyle olağanüstü bir petrol nakliyesi var. Bunun yanı sıra deniz taşımacılığında gıdadan tutun her türlü işlenmiş ürün nakliye eden ve petrol yakıt kullanan gemiler var. Hâlihazırda gemi yakıtı olarak petrolün alternatifi yok. Arabalarda var, uçaklarda belki ama gemilerde henüz değil. Küresel ekonomi olduğu müddetçe de deniz taşımacılığı olacak.
Gemi motorlarında yakıt olarak kullanılan petrolün bir bölümü yanmıyor ve gemilerin sintinesinde birikiyor. Sintineler gemilerin su hattı altında kalan kısmını oluşturur. Her gemide sintinelerde su birikir ve bu suyun denize boşaltılması gerekir. Bu su boşaltıldığında beraberinde (motorda yanmayan) petrol de denize karışır. Peki, bu petrolün miktarı ne kadar? Çok fazla değil. Ancak petrolün şöyle bir özelliği var: Bir çanağa bir damla petrol damlattığınızda, bütün çanağı kaplar. Evyede bulaşık yıkarken yağın nasıl suya yayıldığını hepimiz görmüşüzdür. Dolayısıyla küçücük bir miktar petrol bile, suyla karışmadığı için yerçekiminin etkisiyle büyük bir alana yayılıyor. Petroldeki hidrojen molekülleri arasındaki bağ viskoelastik (ağdalı ve yoğun kıvamda) bir tabaka oluşmasına yol açıyor.
> Çok ince tabakalardan bahsediyoruz, değil mi?
I.M: Evet, çok ince ama yapışık, birleşik bir tabaka bu. Tabakada bulunan petrol son derece yoğun, ama tabaka son derece ince – 1 mikron ölçeğinde bir incelikten söz ediyorum. İnsan saçı aşağı yukarı 100 mikrondur, dolayısıyla bu mikroskopik bir petrol tabakası. Bir petrol tabakası, büyük bir petrol sızıntısının sebep olduğu gibi akut bir kirliliğe yol açmaz. Ancak, besin zincirinin en alt basamağı üzerinde çok zararlı etkileri olabilir. Zooplanktonlar üzerinde, balık larvaları üzerinde.
> Peki, petrol tabakasıyla ya da molekülleriyle temas ettiklerinde bu zooplanktonlar ve balık larvalarına ne oluyor?
I.M: Mesela BP petrol sızıntısının etkileri üzerine yapılan araştırmanın sonuçlarından biri bize, petrolün suda milyarda bir yoğunluk oranlarında bulunması halinde balık larvalarının kalbine saldırdığını ve kalp gelişiminin durmasına sebep olduğunu gösterdi. Yani bunun sonucunda larvalar gelişip balık olamıyorlar.
> Dolayısıyla bu petrol tabakaları bulundukları bölgelerin besin zincirini değiştirme potansiyeline sahip.
I.M: Evet, yani tahrif edebilir. Öldürmez ya da yok etmez, ama farklılaşmasına sebep olur. BP petrol sızıntısı çok büyük bir alan yayıldığı için trilyonlarca ve trilyonlarca balık larvasının ölümüne yol açtı. Sızıntının yaşandığı dönemde gelişmekte olan balık popülasyonlarına zarar verdi. Bu akut bir olay örneği. Ancak deniz taşımacılığının sürekli olması nedeniyle, kentsel ve sanayi kirliliği sonucu denize karışan petrol bileşenlerinin de etkisiyle akut bir kirlilik değil ama kronik bir kirlilikten bahsedebiliriz. Akut, kısa bir süreliğine yüksek yoğunlukta bir kirlilik. Kronik ise az yoğunlukta ancak uzun bir süreye yayılan bir kirlilik.
> Bu kronik kirlilik başlıca deniz taşımacılığı hatlarında gözlemleniyor mu?
I.M: Evet, kesinlikle. Çok yakın zamanda Science dergisinde meslektaşım Liu Dong tarafından yayınlanan bir makale deniz yollarındaki kronik kirliliğinin ne kadar yaygın olduğunu çarpıcı şekilde ortaya koydu. Bu bölgede de: Marmara Denizi’nde, Karadeniz’de, Akdeniz’de gemilerin güzergâhlarında kronik dozlarla petrol sızıntısı meydana geliyor.
Bu sızıntıların ekosisteme etkisi var mı? Kısa cevap: bilmiyoruz. Daha önceki araştırmalarımıza dayanarak bu sızıntıların denizsel ekosistemlere zarar verebilme potansiyeli olduğunu biliyoruz. Bir felakete sebep olacak şekilde değil tabii, ama kademeli şekilde ekosistemin sağlığının bozulmasına sebebiyet verebilir. İnsanlar üzerinden şu şekilde düşünebiliriz: Sigara dumanına maruz kaldığınızda hemen ölmezsiniz ancak bünyeniz zamanla sigara dumanına kronik bir şekilde maruz kalmaktan zarar görüyor. Ekolojik sistem de petrole kronik bir şekilde maruz kalmaktan dolayı zarar görüyor. Ne kadar sorusuna iyi bir cevabım yok. Ancak araştırma yapılan bölgelerde, kirliliğe maruz kalmayan bölgelerle karşılaştırıldığında, planktonların ve denizsel toplulukların farklı olduğu ortaya çıkmış. Dolayısıyla, suda petrol olması gibi bir etkenden dolayı ekositem tahrifata uğramış. Mikrop toplulukları arasında da ölçülebilir farklar görülebiliyor, suda yaşayan ve petrolle ilişkisi olan mikroplar var. Başlı başına bir felaket değil belki ama artık elimizde düzenli olarak topladığımız veriler var ve kronik petrol kirliliğinin denizsel ekosistemlerin sağlığına nasıl etki ettiğini incelememiz gerekiyor.
> Verilerden söz ettiniz ve Marmara Denizi ile Karadeniz’deki petrol sızıntılarına değindiniz. Bu verileri nasıl topluyorsunuz ve petrol kirliliğinin yoğun olduğu bölgeleri nasıl gözlemliyorsunuz?
I.M: Avrupa Uzay Ajansı, Century I ve Century II adında iki uyduyu uzaya gönderdi. Maalesef Century II bozuldu ama Century I faal ve çok yakın zamanda iki uydu daha göndermeyi planlıyorlar. Bu uyduların temel amaçlarından biri de deniz kirliliğinin sebeplerini, denizsel ekosistemlerin sağlığını, denizlerdeki gemi trafiğini izleyebilmek. Çin’de, Nanjing Üniversitesi’nde bir grup araştırmacı verileri inceleme konusunda bize seviye atlattırdı: 2014 ile 2019 arasındaki bütün verileri analiz ettiler ki bu başlı başına muazzam bir iş. 500 bin ila 600 bin arasında, her biri onlarca gigabit büyüklüğünde uydu görüntüsüne bakıp, üzerlerinde işlem yaptılar. Araştırmanın bu aşamalarına dâhil olmadım ama yaptıklarından çok etkilendim. Ben ise onlara petrol sızıntısını tespit etme, doğrulama konusunda destek oldum, özellikle de petrol sızıntısının kaynağının belirlenmesi konusunda.
Uydu, yeryüzüne radar dalgaları gönderiyor ve dalgalarının geri yansımasını kaydediyor – tıpkı bir gemideki ya da uçaktaki radar gibi. Berrak bir su kütlesi radar verisinde karanlık olarak görünür. Radar enerjisi suya temas ettiğinde her yöne saçılır ve doğrudan alıcıya yansımaz. Ancak petrol tabakasına temas ederse, enerji başka yöne doğru gider. Dolayısıyla petrol sızıntısının çevresindeki alan daha aydınlık, tabakanın kendisi ise daha karanlık görülür. Aynalı yansıtıcı ile aynı prensip.
Okyanus yüzeyinin pürüzsüz görülmesinde farklı etkenler olabilir. Burada asıl mesele bazı özellikleri tanıyan algoritmalar geliştirmek, örneğin bir petrol sızıntısı. Eğer denize petrol boşaltan gemiler varsa, gemi geçişlerinden kaynaklı petrol tabakaları düz ve uzun çizgiler şeklinde belirir. Gemilerin ayak izidir bu.
> Yani bu ayak izleri sayesinde petrol sızıntılarının gemiler sonucu ya da başka bir nedenle oluştuğunu saptayabiliyoruz.
I.M: Evet, mesela doğal sızıntıların da benzer ayak izleri var. Doğal kaynaklarda sızıntı okyanusun diplerinde meydana gelir. Dolayısıyla petrol suyun içinde 5 bin metre yüzeye doğru çıkar. Petrol yüzeye çıktığında rüzgârın etkisiyle bu tabakalar bir hali gibi denizin üzerine serilir, yayılır. Kaynağın çevresinde rüzgârın estiği yöne doğru eğri büğrü izler bırakır. Birkaç gün boyunca çekilmiş birden fazla görüntüye baktığınız zaman petrol sızıntısının kaynağının akıntıyla beraber birazcık hareket ettiğini de görürsünüz. Ancak sızıntının kaynağı aynıdır. Ama eğer kaynağı bir açık deniz petrol platformu ya da petrol boru hattıysa, bunların yer aldığı haritalardaki bilgilerle görüntüleri kesiştirebilirsiniz. Söz konusu bir boru hattıysa, belki bir sızıntı olduğunu düşünebilirsiniz. Platformlar ise büyük metal kütleler olduğu için radarlarda aydınlık noktalar olarak görülür ve etrafında yayılan petrol sızıntılarını görmek bu şekilde mümkündür. Bunlar haritalar üzerinde gözlemlemeye çalıştığımız özelliklerden bazı örnekler.
> Bu devasa bir proje. Uydu görüntülerine dayanarak Basra Körfezi, Java Denizi gibi kirliliğin yoğunlaştığı bölgeleri saptayabiliyorsunuz. Kirliliğin yoğun olduğu bölgelerden bir tanesi de Marmara ile Karadeniz. Edindiğiniz bulgular üzerinden İstanbul çevresinde gemilerden kaynaklı ciddi bir petrol kirliliği olduğunu söyleyebilir miyiz?
I.M: Kesinlikle öyle görünüyor, özellikle de başka bölgelerle karşılaştırdığımız zaman. Marmara, Boğaz ve Çanakkale Boğazı gibi iki dar geçit arasında kaldığından ötürü Karadeniz’e, Odessa’ya, Kırım’a giden her gemi buralardan geçiyor. Trafik yoğunlaştığında kirlilik de artıyor. Ama bu durum coğrafî özelliklerin yanı sıra, uygulanan politikaların da bir sonucu. Hükümetler kirliliğin önüne geçen kuralları nasıl tatbik etmeli ve kirleticiler üzerinde ne tür yaptırımlar uygulamalı? Bence son derece katı davranmalılar, çünkü bu geçişler bu bölgede ciddi bir tehlike arz ediyor ve de burası (Marmara Denizi) deniz trafiğinin çok yoğunlaştığı bir bölge.
> Tam da sorularımdan birine değindiniz: Hükümetlerin bu trafiği düzenlemesi ve belki de azaltması gerektiğini düşünüyor musunuz – ki Türkiye’nin Montreux Anlaşması’ndan kaynaklı hukuki olarak çok sınırlı bir müdahale hakkı var. Ancak sizce Türkiye’nin önünde en azından bu geçişleri denetleyip, denize petrol bırakan gemilere yaptırım uygulaması gibi bir olasılık var mı?
I.M: Bence var. Tabii Türkiye’deki ulusal kanunların buna izin verip vermediğini bilmiyorum ama her ülke münhasır ekonomik bölgesinde örneğin balıkçılık gibi faaliyetleri denetleyebiliyor. Herhangi bir balıkçı teknesi Türkiye’nin sularına gelip izin almadan balık tutamaz, bunu kaçak olarak yaptıkları halde de cezaya tabi tutulabilirler. Bu argümanı bütün gemiler için de kullanabiliriz. Merak ediyorum, şayet bir gemiye el konsa ya da para cezası verilse acaba bir şeyler değişebilir mi?
> Zira Marmara Denizi özelinde yılda geçiş yapan 40-50 bin gemiden söz ediyoruz. Bu denli kapalı ve küçük bir deniz için çok büyük bir sayı bu. Bunu yapmak için gerekli teknolojik imkânlara sahip miyiz?
I.M: Otomatik Tanımlama Sistemleri’nin [Automatic Identification System – AIS] aktardıkları verileri son derece kesin. Telefonunuzdaki GPS verileri gibi. Mesela sokakta çöp var değil mi? Telefonunuz, çöpün sokağa atıldığı sırada sizin orada olduğunuzu gösteriyor. Tıpkı bunun gibi.
> Dolayısıyla hangi geminin denizi kirlettiğine dair delil elde edilebilir.
I.M: Son derece iyi bir delil elde edebiliriz. Daha sonra mahkemede itiraz edebilirler vesaire, ancak bu deliller hükümetlere gemi geçişlerini denetleme ve kontrol etme imkânını verebilir. Ve bu uygulamanın gayet işlerliği olabilir. Bunu nasıl mı biliyorum diye soracak olursanız: Mesela kıyı ötesi platformlardan kaynaklı kirliliğe baktığımızda, petrol sızdıran çok sayıda platform var. Sızıntıya nadiren rastladığımız yerlerden biri Meksika Körfezi. Bunun nedeni de hükümetin petrol sızdıran platformlara karşı ciddi yaptırımlar uygulaması.
> BP sızıntısından sonra mı yoksa öncesinde de mi böyleydi?
I.M: Hep böyleydi. ABD kanunlarına göre suda yansımaya sebep olan her sızıntı – bu şekilde ifade ediliyor, suda gökkuşağı yansıması – mutlaka yetkililere bildirilmeli. Bildirirseniz sorun yok, ancak bildirmezseniz ve fark edilirse cezaya tabi tutulursunuz. Bildirirseniz, “bu bir kazaydı, temizlemeye çalışıyoruz, şunları yapacağız” deme imkânınız oluyor. Kazara meydana gelen sızıntılara çoğu zaman ceza uygulanmıyor. Belirli bir seviyenin üzerine çıkarsa, o zaman Sahil Güvenlik ceza verebiliyor. Uygulamada çok sık ceza verildiği söylenemez, ancak böyle bir mekanizmanın, bir kanunun ve bir yetkili birimin olması nedeniyle her ne kadar Meksika Körfezi’nde kirlilik ve sızıntı olsa da – ki bunlar üzerine çalıştım, zira bir dönem ABD Adalet Bakanlığı’nın bu sızıntıları soruşturan biriminin bir parçasıydım – Java Denizi, Hürmüz Boğazı ve çok sayıda platformun bulunduğu ve herhangi bir yaptırım uygulanmayan başka bölgelerle karşılaştırıldığında çok daha az var. Yani yaptırımlar işe yarıyor.
> Daha iyi anlayabilmek için: Diyorsunuz ki ABD’de savcıların şirketleri soruşturabildiği ve dava açabildiği yetkili bir birim var.
I.M: Evet, ABD Sahil Güvenliği. ABD’de askerî bir teşkilattır. Ama Deniz Kuvvetleri’nden ayrıdır, uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele eden aynı zamanda bir kurtarma birimi rolü olan bir teşkilattır. Deniz kirliliğine karşı da yaptırım uygulama yetkisi vardır. “Dişleri” de vardır: Soruşturma başlatma, gemilere el koyma, dava açma gibi yetkilerle donatılmıştır.
> Başka konulara geçmeden Marmara Denizi ve İstanbul’un çevresindeki deniz kirliliği ile ilgili bir-iki soru daha sormak istiyorum. Muhtemelen haberlerini görmüşsünüzdür, geçtiğimiz yıl Marmara’da büyük bir müsilaj istilası meydana geldi. Her en kadar bu sene yüzeyde görülmese de, deniz biyologları denizin diplerinde çok ciddi bir müsilaj tabakasının bulunduğunu söylüyorlar. Daha önce müsilaj konusunda uluslararası bir uzmanla konuşmuştuk ve bize sebeplerini detaylarıyla anlatmıştı [bkz. “İtalya’da müsilaj temizlenmedi, sebepleri ortadan kaldırıldı”]. Tek bir sebebe bağlanamayacağını o da vurgulamıştı. Ancak gemi geçişlerinden kaynaklı petrol sızıntılarının denizin kimyasal kompozisyonunu etkilediğini ve başta da belirttiğiniz üzere besin zincirinde yol açtığı tahrifatların müsilajı oluşmasında bir payı olduğunu düşünüyor musunuz?
I.M: Alg çoğalmasına yol açan etkenlerin arasında – mesela Florida’da benim yaşadığım bölgede yine alg çoğalmasından kaynaklı “kızıl gelgit” adını verdiğimiz bir sorun var – belirli türde planktonların çoğalması var. Normalde planktonların sayısı denizsel sistemlerde besin maddelerinin (özellikle fosfat ve nitratlı bileşenler) belirli bir miktarda olmasıyla sınırlıdır. Ancak sanayi atıkları sonucu planktonların tüketebileceği nitrat miktarı artarsa, alg çoğalmasıyla karşılaşabiliyoruz. Bu küresel, bütün su sistemlerini etkileyen ciddi bir sorun. Sadece kıyıları değil, nehirleri de. Eminim siz de görmüşsünüzdür, İstanbul’da yürürken içindeki suyun yemyeşil olduğu küçük göletler gördüm. Bunun sebebi suda gübre kullanımı ve yağmurlardan kaynaklı nitratların yüksek miktarda olması.
Peki planktonları ve algları ne yer? Zooplanktonlar. Daha önce de dediğim gibi petrol zooplanktonları etkileyebiliyor. Bunu tamamen spekülatif bir şekilde söylüyorum, ama eğer algları tüketen zooplanktonların sayısı petrol kaynaklı toksik kimyasallar nedeniyle azaldığını varsaydığımız bir durumda, müsilaja neden olan algların çoğalabileceği koşullar oluşabilir. Ama bu bir varsayım, çünkü denizsel sistemler son derece karmaşık sistemler. Bazen küçücük bir ipliği söktüğünüzde bile büyük sorunlar çıkabiliyor. Bizlerse aynı anda birden çok ipliği çekiyoruz. Ama eğer bir karşınızda bir sorun varsa, onu büyütmemek gerek.
> Açıkçası yetkililerin en küçük etken olarak gösterdiği sorunlar sanayi atıkları ve gemi trafiği idi. Her ne kadar Marmara havzasında sanayi üretiminin sınırlanmasına yönelik fikirler ortaya atılsa da, herhangi somut bir adım atma iradesi görmedik. Üstüne üstlük Türkiye’nin tek rafinerisi de (TÜPRAŞ) Marmara Denizi kıyısında. Bu da denize petrol sızma riskini besleyen bir durum.
I.M: Marmara Denizi uzmanı olmasam da böylesine kalabalık bir nüfusun, büyük bir sanayinin ve bütün bu gemi trafiğinin denizdeki sistem üzerinde büyük stresler oluşturduğu aşikâr. Ve bu streslerin sonuçları doğrusal olmuyor. Parça parça tahribatlar toplanınca büyük bir sorun, bir tepki ortaya çıkıyor.
> Gemi trafiğinden kaynaklı sorunları gidermek için de yaptırım içeren politikaların uygun olduğunu düşünür müsünüz?
I.M: Politikaya dönüşmesi belki kolay olmayabilir, ama kesinlikle uygulanması mümkün. Elinizde delil var, kaynağını saptayabiliyorsunuz. Dolayısıyla sorumluları belli. Sorumluların ellerinde çok değerli olan büyük gemileri var. Yani kaybedecek bir şeyleri var. Bugüne kadar gemi kirliliğinin bu seviyede olmasının sebebi gemilere yaptırım uygulayan kimsenin olmaması. “Küçük bir petrol sızıntısı” denip geçiştirilmesi. Hele hele şimdi savaşla birlikte, batma tehlikesiyle karşı karşıya çok sayıda gemi varken (Karadeniz’de) petrol kirliliğinin artması işten bile değil. Gemiler battığında hemen hemen her zaman petrol sızıntısı meydana gelir, çünkü en azından makinelerde yanmakta olan petrol denize sızar.
> Peki, İstanbul’a veda edelim ve Meksika Körfezi’ne dönelim. Biraz bahsettiniz, BP sızıntısı çok önemli bir örnek. 12 sene önce meydana gelmişti ve kıyı ötesi petrol platformlarının tartışılmasına yol açmıştı. Siz BP sızıntısının açık bir ihmal sonucu meydana geldiğini belirtiyorsunuz. Neden böyle düşündüğünüzü açıklayabilir misiniz?
I.M: Evet, sızıntının ardından tazminat konusunda yetkililerle bir anlaşma yapıldı. BP suçlu gösterilmedi ama sorumluluğunu kabul etmiş oldu. Bulgu olduğundan şirket milyonlarca dolar ödedi. BP’nin, Macondo Prospect adı verilen Mississippi deltasının yaklaşık 200 kilometre açıklarındaki bölgede petrol çıkarma operasyonları var. Burada Deepwater Horizon (“Derinsu Ufuğu”) adındaki tarama gemisini işletiyorlardı. Bir petrol tarama gemisinin maliyeti günde 100 bin dolardan başlar, çok pahalıdır. Bir kuyu kazarken, denizin derinliklerine doğru inecek şekilde bir petrol boru hattı yerleştirmeye çalışırsınız. Her sekiz metrede bir sanırım yeni bir boru ilave edersiniz. Deniz derinliği o bölgede yaklaşık bin 500 metreydi. Petrol elde etmek için deniz seviyesinin altını da yaklaşık 4 bin 500 metre kadar kazdılar. Toplam mesafeyi ve hedefledikleri petrolün derinliğini düşündüğünüzde bu tür kazıların teknik zorluklarını tahayyül edebilirsiniz.
Bu kazması son derece zor bir kuyuydu. Sürekli sert katmanlara çarpıyorlardı. Kazma boruları zarar gördü, parçalandı. Hem takvimlerinde geciktiler hem de bütçelerini çok aştılar. Ama en sonunda yüzlerce hektarlık, yaklaşık 10 metre derinliği olan bir petrol yatağına erişmeyi başardılar. Neredeyse bir mahalle büyüklüğünde. Tahminlerine göre az bir milyar varil petrole denk geliyordu, muhtemelen daha da fazla.
> Devasaymış.
I.M: Ayrıca az miktarda sülfürü olan, kalitesi yüksek bir petroldü bu. Milyonlara dolar bütçeyi aştıktan sonra başarmışlardı. Fakat petrol yatağında çok fazla gaz vardı, bu da tehlike oluşturuyordu. O kadar gaz vardı ki, basınç çok yüksekti.
Bunun gibi tarama kuyuları kazdığınızda normal prosedüre göre açılan delik baştan sona çimentoyla doldurularak kapatılır. Böylece daha sonra kalıcı bir kıyı ötesi platform inşa edilerek üretim için kuyular kazılır. Bu platformlar devasa sütunlar üzerinde inşa edilirler, denizin dibine de demirlenirler. Sadece birini kurmak yüzlerce bin dolara mal olur ve ciddi bir mühendislik çalışması gerektirir. Ardından da üretim platformundan kazılan kuyularla petrol çıkarılır.
BP’nin büyük olasılıkla yönetim katında bir yerlerde birileri şöyle dedi: “Bu tarama kuyusunu kazmak o kadar zordu ve maliyetliydi ki, bütün kuyuyu çimentoyla kapamak yerine sadece dipteki son 100-200 metresini çimentoyla tıkayalım. Böylece üretim platformunu kurduğumuzda tek yapmamız gereken o küçük çimento tıkacı çıkarmak olur ve kuyuyu işletebiliriz.” Mali açıdan avantajlıydı, çünkü platform kurulduğunda hemen petrol çıkarmaya başlayabileceklerdi. Dolayısıyla standartların dışında bir prosedür uygulama kararı aldılar. Tipik bir uygulama değil. Denetlenmedi, yetkililerin dikkatinden kaçtı. Teknik açıdan önce hiç yapılmamış bir şey yapmaya çalışıyorlardı.
> Ve risklerden bahsettiniz. Riskli olduğu biliniyordu muhtemelen.
I.M: Tarama kazısı platformunda çalışanlar bile “bu delilik, bizi öldüreceksiniz” demişler. Deneyimli uzmanlar bunun çok riskli olduğu konusunda uyarmışlar. Ama yaptılar, nitrojen gaz takviyesiyle daha kolay doldurulması için köpüksü bir kıvam verilen özel bir çimento kullandılar. Kuyudaki tıkacı stabilize edebilmek için özel sondaj milleri vardı. Sonunda bu tıkacı yaptılar.
Peki, böyle bir kuyunun patlamasını önleyecek şekilde basıncı nasıl kontrol edebilirsiniz diye soracak olursanız… Kuyudaki çimentonun üzerini kazı çamuru adını verdiğimiz bir sıvıyla dolduruyorlar. Bu çok katı bir sıvı, çimento gibi sertleşmiyor ancak sudan çok daha yoğun. Eğer suyun litresi bir kilo ağırlığındaysa, bir litre çamurun ağırlığı bir buçuk kilo civarındadır. Eğer kuyuyu bu çamurla doldurursanız, çamur sütununun ağırlığı kuyudaki basıncı tutuyor. Bu çamuru yerleştirmişlerdi ve çimentoyla kuyunun dibini tıkamışlardı ancak basıncın sızıp sızmadığına dair ellerinde güvenilir bir veri yoktu.
İşin devamı daha da büyük bir delilik. Verilerinden emin değillerdi ve test etmek için çamuru çıkarmaya karar verdiler. Çamuru çıkardıklarında da basıncı tutacak deneysel çimento tıkaç dışında hiçbir şey kalmadı. Ve tutmadı.
> Basit bir plastik tıpayla kapattığınız gazlı bir içeceği çalkalayınca fışkırması gibi…
I.M: Çimento dayanmadı, gaz daha hızlı ilerlediği için kuyudan çıkar çıkmaz büyük bir patlama meydana geldi. 11 kişi öldü, tarama gemisinde yangın çıktı. Mürettebatın kurtarılması gerekti. Büyük bir karışıklık vardı ve petrol sızmaya başladı.
Asıl ilginci ve benim devreye girmem şundan dolayıydı: Sızıntının hemen ardından Sahil Güvenlik, BP’nin petrol sızıntısı olmadığı yönünde verdiği bilgiyi kabul etti. Fakat daha sonra BP küçük bir sızıntı olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı. Bense SkyTruth adı verilen program çerçevesinde kamuya açık uydu görüntülerinin verilerini ve Sahil Güvenlik ekiplerinin sızıntı gördükleri yerlere dair yayınladığı haritaları inceledim. doğal petrol kaynakları ve sızıntılar üzerinde çalışmalar yaptığım için deneyimime dayanarak bir mikron kalınlığındaki petrol sızıntısının yaklaşık 1 kilometre karelik bir alan kapladığı ve bir metreküp petrole tekabül ettiği şeklinde bir tahminden yola çıktım. Haritaları inceledikten sonra vardığım sonuç şuydu: Bu devasa alandaki petrol eğer 1 mikron kalınlığında bile olsa, BP’nin açıkladığından çok daha büyük bir sızıntı olması gerekirdi.
Bilim insanlarına gittik. İkna olmak istemediler. Siyasi sonuçları olan bir pozisyon almak istemediler. Gazeteciler ikna oldular. Amerika Jeofizik Birliği (American Geophysics Union) verileri yayınlamak istemeyip beni geri çevirince medya ile temasa geçtim.
> Sizi neden geri çevirdiler?
I.M: Devam etmekte olan bir sorun olduğunu ve bu tür olaylara karışmadıklarını söylediler.
> Büyük petrol şirketlerinin çok prestijli enstitüleri ve bilim insanları desteklediklerini de biliyoruz…
I.M: Belki, ama sebebinin bu olduğunu düşünmüyorum.
> Biliyorum, biraz kışkırtıcı bir soruydu. Ama böyle bir gerçek de var.
I.M: Herkes petrol sızıntısının bin ya da beş bin varil kadar olduğunu söylüyordu. BP sonunda günde sızıntının beş bin varile denk düştüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Ancak verilere baktığımda yapılabilecek en muhafazakâr tahmin sızıntının günde en az 27 bin varile eşdeğer olduğuydu.
Şirket yanlış bilgi paylaşıyordu ve uzun bir süre boyunca insanlar olup biteni incelemeyi reddetti. Ben sızıntının günde en az 27 bin varil olduğunu açıkladım. Bütün yetkililer – Sahil Güvenlik Kurumu, Adalet Bakanlığı – ve şirket bunun yanlış olduğunu söyledi. Aradan üç hafta geçti.
> Bu epey uzun bir inkâr süresi bu, zira muhtemelen helikopterle gözlem yapıyorlardı.
I.M: Uzun bir süre. Söyledikleri şuydu: Ne kadar sızıntı olduğuna dair bir tahmin yapmanın bir manası yok, çünkü elimizden geleni yapıyoruz. Eğer bir tahmin yapmaya vakit harcarsak, sızıntıyı durdurmak için operasyonel olarak yapmamız gerekenlere yeterince dikkat ayırmamızı engeller.
> Bunu duymak çok ilginç, 2010’a geri dönecek olursak Obama’nın ilk dönemini yarısına yaklaşıyordu. Demokratlar henüz Kongre seçimlerini kaybetmemişler. Obama yönetimi iklim konusuna yatırım yapıyordu. Bu olaydı küresel iklim değişikliği ajandaları için kullanabilirlerdi.
I.M: Aynı fikirde değilim. İlk başta Sahil Güvenlik ve BP ortak açıklama yaptı ama bir hafta ya da 10 gün sonra, sızıntının ne kadar ciddi olduğunu fark ettiler. İlk başta safları sıkı tutsalar da, sonradan ayrıştılar. Çözümleri yoktu. Dönemin Enerji Bakanı Steven Chu, Nobelli bir fizikçi ve çok zeki bir insan, bu olayla ilgili benim kahramanım. Verilere baktı ve “bir şeyler yapmamız gerekiyor” dedi. Beş, altı hafta sonra sızıntının ne kadar olduğunu saptamak için özel bir konsey – teknik bir çalışma grubu – toplandı. BP’yi, ellerindeki sızıntının hızını gösteren fotoğrafları yayınlamaya mecbur ettiler. Bunlar yayınlanır yayınlanmaz, bu konuda asıl uzman olan kişiler fotoğrafları inceledi ve sızıntının günde yaklaşık 50 bin varile eşdeğer olduğunu saptadı. Yani benim açıkladığımın neredeyse iki katı. Nihai resmî sayı ise günde yaklaşık 60 bin varildi.
Sızıntının miktarını saptayınca, durumun bundan daha kötü olamayacağını anladılar. Kuyunun kapağını tutan gemileri, ki devasa kapaklar bunlar, oradan çektiler. Gemiler çekilince petrol kuyudan fışkırmaya başladı. Fotoğrafları şok edici. Bunun yerine devasa bir subap yerleştirdiler ve sızıntıyı durdurdular. Ardından da kuyuyu çimentoyla doldurdular. Sorunu (verileri) incelemeseler bu çözüm mümkün olmazdı.
> Tabii daha erken inceleseler bu kadar gecikmeyebilirlerdi.
I.M: Sızıntının hızını bilemeyiz derken birkaç hafta kaybettiler. Bu süre zarfında kuyuya plastik parçacıkları, eski lastikler pompalamak gibi garip işlere kalkıştılar. Bu tıpkı deliği olan bir borunun sızdırmasını içine kamış parçaları sokarak durdurmaya benziyor.
Bakmak, incelemek konusundaki isteksizlik nedeniyle bunun çok önemli bir olay olduğunu düşünüyorum. Bu yaygın bir şey. BP çok ciddi, korkunç bir örnek. Ama çoğu zaman yetkililer bir sorunu incelemek istemiyorlar. Bilmek istemiyorlar, çünkü bildikleri zaman bir şeyler yapmaları gerekecek.
> O halde daha siyasi bir soru sormak istiyorum: Neden bakmak istemiyorlar? Büyük petrol şirketlerinin lobilerinin, ekonomik baskının bununla bir ilgisi olduğunu düşünüyor musunuz?
I.M: Ben olduğunu düşünüyorum. Yerel yönetimler çoğu zaman bu şirketlerden büyük gelirler elde ediyor – sadece kampanya bağışlarından bahsetmiyorum, aynı zamanda yerel ekonominin büyük kâr elde etmesini sağlayan vergi gelirleri de çok yüksek. Bu ilişkiyi bozmak istemiyorlar. Bakmamanın sebeplerinden bir bu.
Bir diğeri ise baktığınız zaman, kontrolü sağlayamadığınızı kabul etmeniz gerekecek. Bir şeyler yapmanız şart olacak, ki bu yapacağınız çok zor ve pahalı bir şey olabilir. İklim değişikliği, kirlilik, petrol sızıntısı, fabrikalar ve gemiler nedeniyle denizlere kronik petrol bertarafı gibi konularda verilere bakma isteksizliği var. Benim de parçası olduğum kuruluşlar insanların verilere bakmalarını sağlıyorlar. SkyTruth da bakmamızı sağlıyor, “işte veri burada” diyor. Bu çok etkili olabilir, hem yetkililer hem de bir şeyler yapılması talebinde bulunabilecek halk nezdinde.
> Eğer bunları soruşturmayı düşünürseniz, bu sayede delillere dayanan bir dosya hazırlayabilirsiniz.
I.M: Evet, ama bunların hiçbiri suçu saptamadıkça olmaz.
> Verdiğiniz örneğin bu denli önemli olmasının nedeni petrol şirketlerinin on yıllarca fosil yakıtlar ve iklim değişikliği arasında bir bağ olduğunu reddettiği bir ortamda, petrolün deniz kirliliğine nasıl yol açtığına dair bir bulgu sunmanız.
I.M: Şirketler önce sorunu görmezler, sonra sorunu küçümserler, ardından sorunun çözümünün fazla maliyetli olacağını iddia ederler… Bütün bunlar hemen, şu anda yapmamız gereken tercihlerin yavaşlatılmasına yol açar.
Amerika’da devlet ve din arasında keskin bir ayrım vardı. Anayasa Mahkemesi bu ayrımı zayıflattı. Silah konusunda eyaletler tarafından düzenlemeler yapılıyordu, mahkemeler silah sahibi olmanın bunun bir hak olduğuna ve federal yönetim tarafından korunması gerektiğine hükmetti. Ardından kürtaj hakkıyla ilgili tam tersi bir karar alarak, eyaletlerin bu hakkı yasaklamasına ön ayak oldu. Silahlar merkezi yönetim tarafından korunurken, kadınlar eyalet kanunlarına tabi.
Korkarım haftaya West Virgina vs. EPA davasında – EPA, Amerika’nın Çevre Koruma Ajansıdır ve fabrikalar, santrallerin karbondioksit salımlarını düzenleme yetkisiyle de donatılmıştır – Anayasa Mahkemesi’nin federal yönetiminin böyle bir yetkiye sahip olmadığına hükmetmesi bekleniyor [editör notu: Anayasa Mahkemesi Temmuz 2022’de Çevre Koruma Ajansı’nın yetkisini iptaline hükmetti]. Böyle bir karar neticesinde karbondioksit salım miktarlarının eyalet bazında düzenlenmesi gerekecek. Yani, federal hükümet karbondioksit salımlarıyla ilgili söz sahibi olamayacak. Bunun sonucunda kömür madenlerinin bulunduğu West Virginia, petrol platformlarının bulunduğu Teksas gibi eyaletler salımları azaltmayacak. Ayrıca karbondioksit sadece ulusal değil, küresel bir sorun. ABD de dünyada karbondioksit salımının en yüksek olduğu ülke. Anayasa Mahkemesi, teknik ve yasal argümanlarla muhtemelen federal düzeyde böyle bir politika uygulamanın anayasaya uygun olmadığını söyleyecek. Bu gezegen açısından büyük bir trajedi. Oysa karbondioksit kontrol etmek için gerekli adımların dün atılması gerekirdi.
Fosil yakıtlardan vazgeçmemiz, artık petrol yemeyi bırakmamız gerek.
> Son sorum tam da buydu: Nasıl petrol yemeyi bırakabiliriz?
I.M: Bu sadece bilimsel bir soru değil, aynı zamanda kültürel bir soru da. Gezegeni nasıl etki ettiğimiz konusunda bizi bilinçlendiren, sorumluluğumuzu hatırlatan bir kültüre sahip olmamız gerekiyor. 8 milyar kişiyiz, kaçınılmaz olarak bu sayı 9 milyara çıkacak. Tarımsal toprakların büyük bölümü susuzluk, kuraklık, aşırı sıcaklık nedeniyle verimli kullanılamazken bu kadar kişi nasıl beslenecek? Rusya-Ukrayna krizinde bu sorunun bir yansımasını görebiliyoruz: Yeterince enerji olmadığında cevap petrole, doğalgaza ve kömüre daha fazla yatırım oluyor.
> Tıpkı Türkiye hükümeti gibi: Paris Anlaşması’nı nihayet onaylamışken ve net sıfır emisyon hedefi belirlemişken, Karadeniz’de ısrarla doğalgaz aramak enerji politikasının başlıca hedeflerinden biri haline geldi.
I.M: Paris Anlaşması ve net sıfır emisyon hedefine doğru hiçbir ilerleme kaydedilmedi. Bana göre çözüm doğaya hükmetmek yerine, doğadan ve bitkilerden öğrenmek. İyi haber, buna imkân verecek yeni teknolojilere sahibiz. Bu yeni bir fikir değil, herkes bunu söylüyor. Ama böyle bir ihtimal var. Petrol yemeyi bırakmanın yolu, doğayı taklit edip petrolü sistemli bir şekilde kullanmak. Besinlerimizi üretebilmenin sürdürülebilir yollarını bulmak.