Fotoğraf via Pixabay.

2 Mayıs 2021

Sürdürülebilir bir gıda tedarik zinciri hayal mi?

Can Koyuncu

Modern yaşamın ve süpermarket kültürünün hafızalarımızdan sildiği kültürel bilgi ve süreçleri nasıl yeniden canlandırırız? İlk hedef toprak ve onun mevsimsel ritimleriyle yeniden bağlantı kurmak

Mevsimsel ve yerel gıdaya verilen önemin tavan yaptığı bir dönemden geçiyoruz ki, en azından COVID-19 pandemisi sürdüğü müddetçe, böyle olacak gibi duruyor. Ancak, birçok ülke ihracata kapalı modellere geçerken, bunun biraz da zorunluluktan ötürü olduğunu kabullenmek gerek. Elbette bu kapalı model, 1980 sonrası yerleşmeye başlayan neoliberal gıda tedarik zincirini yıpratmıyor değil. 1980’lerden günümüze kadar yavaş yavaş ithalatın sınırlandırılması, tarımsal ürün fiyatlarının yüksek tutulması ve üreticilerin çeşitli girdi sübvansiyonlarıyla desteklenmesi gibi iç pazara yönelik korumacı önlemler kaldırılmışken, son bir senedir bütün dünya ülkelerinin bu politikaları terk ederek, antik zamanlarda insanların yaşadığı gibi yeniden bir “ilkelleşmeye” doğru yol aldığını gözlemleyebiliyoruz.

Mevsimsel gıdaları tanıyor muyuz?

COVID-19’u bir kenara bırakacak olursak, küresel gıda tedarik zincirinin bizleri hâkimiyeti altına aldığı kaçınılmaz bir gerçek. Herhangi bir ülkeden, birkaç prosedürü aştıktan sonra istenilen her gıda ürünü tedarik edilebiliyor. Oysa eğer Paleolitik kökenlerimize kadar geri dönersek, bunun tam tersi bir tablo karşımıza çıkıyor. Avcı-toplayıcı toplumlarda insanlar sahip oldukları role göre sebze-meyve ve tohumları toplarken, bir yandan avlanıp et tedarikini sağlıyor, bunlara gerekli işlemi uygulayıp uzun süreli tüketime uygun hale getiriyorlardı. Öyleyse, devletlerin yaşadığı değişimler gibi, bireylerin de tarihte ikinci -aslında üçüncü- kez ilkelleşmeye doğru bir yol izlediğini öne sürebiliriz. Ancak tarımdan bu denli uzak kalmış modern insanın, devletlerde olduğu gibi bir yasa değişikliğiyle hızlı bir dönüşüm yaşayabilmesi çok da kolay değil.

Modern insanın tarımdan uzak kalışının kanıtına bir örnek olarak, BBC’nin 2000 denekle yaptığı bir anket verilebilir. Ankete katılan kişilerden yalnızca yüzde 5’i böğürtlenin ne zaman olgunlaştığı hakkında doğru tahminde bulunabilmiş. Konu eriğe gelince, bu oran yalnızca yüzde 4. İşin ironik tarafı şu ki, ankete katılan insanların yüzde 86’sı mevsiminde beslenmeye önem verdiğini söylerken, yüzde 78’i de mevsimsel şekilde alışveriş yaptığını iddia etmiş.

Neden mevsiminde tüketmeliyiz?

Gelişen gıda teknolojisi sayesinde yıl boyunca her ürüne ulaşabilme şansımız var. Ancak, mevsimi olmadığı halde marketten aldığınız bir domatesin besin değeri, yaz domatesiyle aynı mıdır?

7/24 ulaşabildiğimiz bir meyveyi, mesela elmayı ele alalım. Sürdürülebilir bir şekilde dünyanın her bir noktasına ulaşılabilir kılınması için elmaların soğuk hava depolarında stoklanması gerekir. Tabii depolamakla bitmiyor. Marketlere ulaşması için güzergâh mevsim zamanına kıyasla çok daha uzun. Elmalar ortalama olarak 1600 kilometre daha fazla yol kat etmek zorunda. Taze ve sağlam durmaları için yüksek miktardaki balmumu kaplamalarını, koruyucuları ve olgunlaştırıcı maddeleri işin içine katınca, aslında elmadan daha farklı bir ürün geliyor sofralarımıza. Ayrıca bekledikçe kaybedilen besin değerini de hesaba katmak gerekiyor.

California Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, ıspanak ve taze bakla gibi sebzelerin içerdiği C vitamini, hasattan bir hafta kadar sonra üçte iki oranında azalmış. Yalnızca bir haftada besin değerinde böylesine bir azalmanın yaşandığını düşünecek olursak, binlerce kilometre seyahat etmek için soğuk hava depolarında haftalarca bekleyen ürünlerde geriye çok az bir besin kaldığını iddia edebiliriz.

Gıdaları mevsiminde tükettiğimizde, yerli üreticiyi desteklemiş oluruz. Aynı zamanda ulaşım, soğutma ve ısıtma (seracılık için) gibi kalemleri ortadan kaldıramasak da azalttığımız için, çevreye verdiğimiz hasar önemli ölçüde azalır.

BÜTÜN BU İHRACATLAR, İKLİM KRİZİ İLE BİR KÖPRÜ KURMAMIZI SAĞLIYOR: BİNLERCE KİLOMETRE KAT ETMESİ GEREKEN ÜRÜNLER VE ORTAYA ÇIKAN ZİYADESİYLE FAZLA KARBON AYAK İZİ…

Ancak mevsimsel beslenmenin bir de karanlık tarafı var. Türkiye gibi gelişmekte olan ve Avrupa’ya yakın ülkeler, en değerli tarım ürünlerini Avrupa ülkelerine ihraç ediyor.

1987 yılından itibaren Türkiye, başta Almanya olmak üzere AB ülkelerine organik sebze ve meyve ihraç etmeye başladı. Ekonomist dergisinin 1997’de yayımladığı rapora göre, 1990’ların ortasında ihracat rakamları 1 milyon dolardan 6.5 milyon dolara yükselmişti. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın 2019 verilerine göre ise 149 milyon doları aşmış durumda.

Karanlık yüz ise burada ortaya çıkıyor, çünkü bütün bu ihracatlar, iklim krizi ile yeni bir köprü kurmamız sağlıyor: Binlerce kilometre kat etmesi gereken ürünler ve ortaya çıkan ziyadesiyle fazla karbon ayak izi, daha fazla plastik ambalaj kullanımı da cabası. Fakat burada suçlanması gereken kişiler üreticiler değil. Çünkü doğal olarak kim daha fazla para verirse, ürünü ona satıyor. Peki ihracat yapmayıp, bunları ekolojik pazarlarda satanlar kaç liradan vermek durumda kalıyor yetiştirdiği ürünleri? En son üç ay kadar önce Tangör Tan ile Feriköy Ekolojik Pazarı’na gittiğimizde restoran için aldığımız üç adet karnabahara ödediğimiz fiyat kaçtı dersiniz? 86 lira!

Burada devreye ülkedeki gıda politikaları giriyor. Aslında AKP yönetimindeki Türkiye’nin uzun süredir genelgeçer bir gıda politikasına sahip olduğunu söylemek zor. Çünkü bugüne kadar yapılan müdahaleler yalnızca maddiydi. Ya çiftçiye doğrudan ödeme sistemiyle ekilen alan başına destek verildi, ya da raflardaki fiyatlar üzerinden ithalata gidildi.


EKONOMİK REFORMLAR NÜFUSUN YOKSULLAŞTIRILMASINA DEĞİL DE, EKONOMİDE AKTİF ROL ALMASINA VE ELDE ETTİKLERİ GELİRİN DENGELENMESİNE YÖNELİK UYGULANIRSA, ANCAK O ZAMAN İKİNCİ ADIM OLAN GIDAYI ERİŞİLEBİLİR KILMAKTAN SÖZ EDEBİLİRİZ


Gıda güvenliği nasıl sağlanır?

Gıda güvenliği, ülkelerin ekonomik güvenliğinin önemli bir parçası. Kısaca gıda güvenliği sağlıklı yaşam için önemli ve gerekli ürünlerin insanlara sağlanması olarak tanımlanabilir. Dört ana bileşenden meydana geliyor: Gerçeklik, erişilebilirlik, tüketim ve istikrar.

Gıda güvenliği ile ekonomik gelişim doğru orantılı iki kavram. Bu nedenle ekonomisi kırılgan bir ülkede, gıda güvenliğinden söz etmek oldukça zor. Ekonomik reformlar nüfusun yoksullaştırılmasına değil de, ekonomide aktif rol almasına ve elde ettikleri gelirin dengelenmesine yönelik uygulanırsa, ancak o zaman ikinci adım olan gıdayı erişilebilir kılmaktan söz edebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, bugün Türkiye’de gıda güvenliğinin sağlandığı söylenemez.


Sürdürülebilirliğin gerçekliği nedir?

Sürdürülebilir bir gıda tedarik zincirine geçmek, sistemin bu denli derinleştiği bir noktada çok basit görünmüyor. Süpermarket kültürünün hafızalarımızdan sildiği kültürel bilgi ve süreçleri tekrardan canlandırmamız gerek. Toprak ve onun mevsimsel ritimleriyle yeniden bağlantı kurmak, önümüzdeki ilk hedef olmalı.

ABD’deki seçimlerde kazanan taraf demokratlardı ve kampanya sırasında Green New Deal’ı imzalama sözü vermişlerdi. Green New Deal, temel olarak iki ana fikir üzerine kurulu: İlk olarak, iklim krizini çözüme kavuşturmamız için yapılması gerekenleri ele alıyor. Bunun için de “kullandığımız araçları, malzemeleri, yakıtları, yapıları ve gıda sistemini yeniden nasıl tasarlayabiliriz” sorusuna odaklanıyor.

Diğeri ise daha çok, bu değişimler sonrası insanlara ne olacağı ve geçiş süresinden nasıl en az hasarla çıkabilecekleri ile ilgili. Her şeyin sonucunda görüyoruz ki önümüzdeki büyük krizi yeni bir fırsata dönüştürmek için hâlen şansımız var, ancak kolay olmayacak. Bu yüzden gereken adımları bugünden atmaya başlamalı ve çözüme bütünsel bir yolla, dört elle sarılmalıyız.


Fotoğraf / Can Koyuncu, Urla’da padron biberi  yetiştiriyor. Can Koyuncu’nun arşivinden.