Fotoğraf / Markus Spiske via Pexels.

26 Nisan 2021

Uluslararası ilişkilerin
yeni oyun kurucusu: İklim krizi

Sezin Öney

Tüm dünyanın geleceğini kurtaracak uluslararası dayanışmanın ‘ucunu’ gördük, ama tünelin sonuna daha var

ABD Başkanı Joe Biden’ın davetiyle 22-23 Nisan’da sanal ortamda gerçekleşen “İklim üzerine Liderler Zirvesi”, Türkiye’de hiç de ilgi görmeden geçip gidiverdi. Üstüne üstlük, zirvenin hemen ertesinde Biden’ın “Ermeni Soykırımı”nı telaffuz etmesiyle, birden Türkiye gündemi adeta bir asrı aşkın geriye ışınlanıverdi.

Türkiye için “milliyetçiliğin” ön plana çıktığı bir dönemdeyken dünyanın önde gelen ülkeleri, sınır tanımayan ölümcül bir kriz için ortaklaşmaya çalışıyor. Biden’ın “İklim Zirvesi”, son dönemde uluslararası ilişkilerde gerçekleşen en önemli gelişmelerden biriydi.

Zirve sonrası ise ABD ve aslında dünya geneli için de işin asıl zor kısmı başlıyor: 40 liderin katıldığı bu toplantının yarattığı beklentiyi karşılamak ve dünya genelinde, iklim krizine karşı tedbir alınması için hakikaten de somut ve kalıcı ivme yaratabilmek.

Biden için iklim krizi mücadelesi hakikaten öncelik çünkü…

Biden, zirvenin açılış konuşmasını yaparken, iklim krizine karşı mücadele etmenin “ahlâki bir zorunluluk” olduğundan bahsetti. Beyaz Saray açısından bakılınca, iklim krizinin yıkıcılığı ötesinde “ahlâki” ve “zorunluluk” kavramlarının ayrı bir anlamı var. Biden ve ekibi, ülke içinde ve dışında Donald Trump yönetiminin yarattığı tahribatı onarmaya çalışırken, ellerinde iklim krizi dışında ABD’nin “ahlâki alanda öncülük” yapmasını sağlayacak fazla da bir ilham kaynağı yok. Bunun ötesinde, iklim krizine karşı önlem alınması ve hakiki bir dönüşüm sürecine girilmesi, ekonomik ve politik bir zorunluluk.

Zirveden 24 saat önce AB kendi içinde sabaha kadar uzayan bir müzakere ile “Avrupa İklim Yasası”na son şeklini verdi. Bu yasa, tüm AB ülkeleri için bağlayıcı ve dolayısıyla baştan aşağı dönüştürücü…

Biden yönetimi, Trump döneminin aksine bilimsel veriler ışığında hızlı ve etkin hareket eden, rasyonaliteye sadık kalan bir yönelim benimseme iddiası taşıdığından, iklim krizini öncelikli olarak gündeme alması kaçınılmaz. Bu politik çizginin faydasını da şimdiden gördüler: Biden ekibinin aşılamayı hızla tamamlamaya ve ekonomik destek paketlerine ağırlık vermesi ile, ABD’nin Koronavirüs pandemisinin yarattığı krizi aşmaya başlaması söz konusu olabildi. Bu da, etkin ve hızlı hareket etmenin, ülkenin akıbeti açısından ne denli belirleyici olacağının bir göstergesi oldu.

Tüm bu sebeplerle, iklim krizi ile mücadele ve tüm ABD ekonomisinin “yeşil” dönüşümle baştan aşağı değiştirilmesi, Biden yönetimi için başlıca öncelik. Sadece ABD için değil, Avrupa Birliği için de iklim krizinin ne denli ciddiye alındığı ve o taraflarda nasıl köklü bir dönüşüm başladığını Türkiye’den pek de fark etmiyoruz. AB, Biden’ın toplantısının başlamasından yaklaşık 24 saat önce, kendi içinde sabaha kadar uzayan bir müzakere ile “Avrupa İklim Yasası”na son şeklini verdi. Bu yasa, tüm AB ülkeleri için bağlayıcı ve dolayısıyla baştan aşağı dönüştürücü olacağı gibi, Avrupa ile ticaret yapan ülkeleri de yakından ilgilendirecek.

Liderler arası yeni rekabet alanı

“Liderler İklim Zirvesi”nde gözler, sera etkisine neden olan gazların atmosfere salımından tarih boyunca en çok sorumlu olan ABD’nin ve şu an için en yüksek emisyon oranına sahip Çin’in üzerindeydi.

Biden yönetimi, 2030’a kadar sera gazı emisyonlarını, 2005’teki seviyelerine göre yüzde 50-52 oranında azaltacağı gibi hakikaten çıtayı kendisi açısından yükseğe koyan bir vaatte bulundu. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ise, 2030’a kadar kömür başta olmak üzere fosil yakıtların kullanımını sınırlayacağını ve 2060’a kadar ekonominin tamamen “karbonsuz” hâle geleceğine dair sözünü yineledi.

Bu sözlerin tutulması iki ülke için de kolay değil. Biden’ın emisyonları yarılama sözü, 2015’te Paris İklim Anlaşması’na ABD taraf olurken Barack Obama’nın söz verdiği miktarı ikiye katlıyor. Obama’nın, altı yıl önce o dönem oldukça iddialı olan vaadi, ABD’nin emisyonlarını 2005’e göre %26-28 azaltmaktı. ABD’nin, bu sözün yarısına bile ulaşması henüz mümkün olmadı.

Çin ise iklim krizi ile ilgili kendisine yönelik eleştirilere karşılık, endüstrileşmeye Batı ülkelerinden çok daha geç başladığını ve halkının tümünü fakirlik çizgisinin üzerine çekme mücadalesinin öncelikli olduğunu öne sürüyordu. Ancak, 22 Eylül 2020’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı bir konuşma ile Xi Jinping büyük bir rota değişikliğine gitti. Xi, “Çin, ‘Kesin Katkılar için Ulusal Niyet Beyanı’nı genişleterek daha gayretli politikalar ve tedbirler benimseyecektir. 2030’da [karbondioksit] emisyonlarının en yüksek seviyeye ulaşıp düşmeye başlamasını, 2060’dan önce de sıfır karbon hedefine erişmeyi hedefliyoruz,” dedi.

Çin’in neredeyse Mao Zedong döneminde olduğu ölçekte bir devrimden geçmesi gerekiyor ki “sıfır karbon” hâle gelebilsin

Xi, Biden’ın davetine icabet ettiği Liderler İklim Zirvesi’nde de bu vaadini yineledi. Bir yandan bakınca, Çin’in zaten belirlediği hedeften farklı ve daha iddialı bir söz verilmemiş oldu. Öte yandan ise, Xi ilk olarak bu hedefi koyduğunda ülkesinde de şaşkınlık yaratmış ve hatta fazla iddialı bulunmuştu. Zira, Çin neredeyse Mao Zedong döneminde olduğu ölçekte bir devrimden geçmesi gerekiyor ki “sıfır karbon” hâle gelebilsin. Buna karşılık, Çin’in vaadini gerçekleştirmesi demek, küresel ısınma seviyesini yapılan projeksiyonlardan 0,3 derece aşağı çekmek anlamına geliyor. Bu da maksimum 1,5 derecelik ısınma hedefine, dünya genelinde herhangi bir ülkenin alabileceği tedbirlerin sağlayabileceğinden daha fazla yaklaşılmasını sağlayacak bir düşüş.

Yine bardağın dolu ve boş yanlarına bakarsak, ABD ve Çin’in hedefleri, şimdiye kadar yapılması ertelenenlerden hareketle hakikaten erişilebilirlikleri veya daha fazlası için neden söz verilemediği gibi bakımlardan eleştirilebilir. Başka bir açıdan bakıldığında ise, bu iki ülkenin silahlanma veya ticaret savaşları üzerinden rekabet etmesindense, küresel iklim krizi alanında yarışmaları çok daha tercih edilebilir bir durum.

Uluslararası ilişkilere “iklim krizi” şartı

Zirvede, Avustralya, Meksika ve Hindistan gibi ABD ile diğer konularda işbirliği yapan ülkelerin söz vermekten kaçınması ve hatta sadece “savunmacı” bir tutumla sıra savmaları da dikkat çekiciydi.

Avustralya’da, küresel bir medya imparatorluğuna sahip Rupert Murdoch’un sahibi olduğu sağ muhafazakar Sky News’un popüler programcısı Chris Kenny’nin “Biden’ın zirveyi düzenleyip, aptal yeşil solcu bir yola saparak kendini rezil ettiği” yorumunu yaptığını da unutmayalım. Yine Murdoch’un sahibi olduğu ve Avustralya’da ulusal çapta dağıtımı olan The Australian’da çıkan yorumlarda, “Greta Thunberg bile Biden’ın ne kadar saçmaladığını anladı” gibi alaycı ifadeler kullanılıyordu.

Bugün hayal etmesi zor olabilir ama uluslararası ilişkilerde dengeler iklim krizinin zorlaması ile çok değişebilir. Avustralya ve ABD ile geleneksel müttefik olan ülkelerin böylesi temel bir konuda anlaşamaz ve örtük olarak zıtlaşırken, Çin ve ABD gibi rakipler ortak nokta bulabiliyor. İklim krizi üzerinden yeni ilişkiler gelişeceğini ve tıpkı insan hakları gibi bu konunun da ticaretten politikaya, dış ilişkileri etkileyen boyut kazanacağını öngörebiliriz.

Hindistan ve ABD arasında, zirvenin hemen arifesinde yaşanan perde arkasındaki gerilimin iklim krizi boyutu da vardı. Bilindiği gibi Hindistan, bugünlerde COVID-19 pandemisinin en sert vurduğu ülke: 26 Nisan itibariyle son 4 gündür 350 bin fazladan yeni vaka tesbit edildi. Bu süreçte, Hindistan’a Rusya ve Çin hızla yardım teklif edip destek verirken; ABD, en son ses veren ülke oldu. Dahası, Hindistan genelinde inaktif virüs içeren aşıların hızla üretilmesi hedefi de, Washington’un bu aşıların hammaddelerine ambargo uygulaması dolayısıyla duvara tosladı. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in kökenlerinin de etkisiyle Hindistan ve ABD’nin arasının her zamankinden de iyi gitmesi beklenirken, tersine “aşı krizi” ilişkilerde ciddi bir yara açtı.

“Aşı krizi”, iklim krizi konusunda Hindistan’ın Başbakanı Naredra Modi’nin, Biden’ın beklediği desteği vermemesine de bahane oldu. Her ne kadar ABD ve Hindistan zirveyle eş zamanlı olarak “Temiz Enerji Ortaklığı” ve “İklim Hareketi Finansal Seferberlik Diyaloğu” belgelerini açıklamış olsalar da, Biden’ın tüm teşviklerine rağmen Modi tarafında ayak direme tavrı ön plana çıkıyordu. Washington’un Çin ile ABD’nin ardından, dünyanın en çok emisyona neden olan üçüncü ülkesi olan Hindistan’a yeşil dönüşüm için finansal ve ekonomik destek vermesini öngören işbirliği paketleri, beklenen sinerjiyi yaratamadı.

Öte yandan, Biden’ın toplantısı ertesinde Washington merkezli Council on Foreign Relations’ın (CFR) Pekin’deki şubesinin düzenlediği bir panele katılan Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, zirvenin iki ülke arasında dayanışmanın mümkün olabildiğini gösterdiğine işaret ederken; yine de “şartlı” bir tavır benimsiyordu. Wang, eğer ABD, Çin’in içişlerine ve “özgür modeline göre çizgisini sürdürmesine” karışmazsa, iklim krizi konusunda işbirliğinin çok daha derinleştirebileceğini söylüyordu.

Görüldüğü gibi, Biden’ın liderler zirvesi, uluslararası ilişkilerde iklim krizinin öncelik hâline gelmesi bakımından ve bu açıdan, Trump döneminin büyük tahribatının bir nebze olsun onarılmaya başlandığı bir dönüm noktası. Dediğimiz gibi, iklim krizine karşı tedbir almak ülkeler arasındaki başlıca rekabet konusu olursa, yapıcı bir değişiklik yaşanır. Buna karşılık, liderler zirvesinin şimdilik ortaya koyduğu, istisnasız olarak her tarafın, iklim krizini yaşamsal bir mesele olmaktan ziyade bir “pazarlık kozu” olarak gördüğü. Evet, tüm dünyanın geleceğini kurtaracak uluslararası dayanışmanın “ucunu” gördük, ama tünelin sonuna daha var. Ve zaman da giderek azalıyor.