Yeniköy Kemerköy Termik Santrali’ne (YK Enerji) yakıt kaynağı sağlanması için Muğla’nın Milas ilçesindeki Akbelen Ormanı’nda kömür madeni sahasının genişletilmesi girişimine karşı 730 günü aşkın bir süredir nöbet tutan İkizköylüler, 24 Temmuz Pazartesi, sabah saat 05.30’da jandarma koruması eşliğinde alana gelen ağaç kesim ekipleri ile karşı karşıya kaldı.

Köylülerin 2 yıldır nöbet tuttuğu kamp alanına Temmuz 2022’de de jandarma eşliğinde müdahale edildi. Ancak bu defa bölgeye sevk edilen jandarma ve TOMA’lar kamp alanına hiç girmeden kesimin yapılacağı bölgenin önünde barikat kurdu. Kolluk kuvvetleri, kesimi durdurmak için bölgede bulunan köylüler ile doğa ve yaşam savunucularına biber gazı ve TOMA ile saldırdı. Bu sırada yaralananlar ve gözaltına alınanlar oldu.

Kolluk kuvvetlerinin saldırısına ilişkin görüntülerin medyaya yansımasının ardından nöbet alanındaki kalabalık daha da arttı ve çok sayıda sivil toplum kuruluşu ağaç kesimlerinin durdurulması için çağrı yaptı. Ağaç kesimlerinden sorumlu olan Limak Holding ve İÇTAŞ ortaklığındaki YK Enerji, saldırıdan bir gün sonra, 25 Temmuz’da yazılı bir açıklamayla kesimleri durdurduğunu duyurdu. Ancak kesim yapılan bölge ablukaya alındığı için, açıklama doğrulanamadı.

Doğa ve yaşam savunucusu Elif Işık, bugün (26 Temmuz) kesimin hâlâ devam ettiğini belirtirken, eylem sırasında jandarma tarafından ablukaya alındıklarını ve o sırada aktivist Deniz Gümüşel’in gözaltına alındığını söylüyor. Milas Belediye Başkanı ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekillerinin de alana geldiklerini söyleyen Işık, direnişe destek olmak için Akbelen Ormanı’na ulaşmaya çalışan yurttaşların ise yollarda jandarma tarafından bekletildiğini ve girişlerine izin verilmediğini aktarıyor.

Pazartesi günü yapılan müdahale esnasında gözaltına alınan köylülerin avukatı İsmail Hakkı Atal da sabah yaptıkları eylem sırasında kesim alanına girer girmez kalan ağaçlara sarıldıklarını ancak jandarmanın kendilerini zorla söküp ablukaya aldığını belirtiyor.

Yöre halkı Akbelen Ormanı’na girerek, ağaçlara sarıldı. | Kaynak: “Akbelen Yuvamız Vermeyeceğiz” Twitter hesabı (@ikizkoydireniyo). 26 Temmuz Çarşamba. Milas, Muğla.

“Şirket seçimlerin bitmesini bekledi”

Öte yandan, Akbelen Ormanı’nı korumak isteyen köylüler ile doğa ve yaşam savunucularının mücadelesi hukuki olarak da devam ediyor.

Davaya ilişkin son gelişme Kasım 2022’de yaşandı: Bölge halkının, Muğla 1. İdare Mahkemesi’nin, Akbelen Ormanı’nda genişletilmek istenen kömür madeni sahasıyla ilgili Ağustos’ta verdiği yürütmeyi durdurma kararını kaldırmasına itirazları, İzmir Bölge İdare Mahkemesi (BİM) 7. Dava Dairesi’nce reddedildi.

Avukat Atal, 28 Mayıs’ta seçim sonuçları netleştikten sonra şirket içinden “Artık ağaçları kesebiliriz” minvalinde bazı duyumlar aldıklarını ve bu nedenle o tarihten bugüne kadar tetikte beklediklerini de belirtiyor.

Meşru anayasal haklarını kullanan bir grup olarak alanda bulunduklarını belirten Atal şirkete imtiyazlı davranıldığını, hiçbir ayrım gözetmeden kanun önünde herkesin eşit olduğunu ve Anayasa’nın 10. maddesinin ihlal edildiğini vurguluyor:

“Şu anda CHP Doğa Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı burada. Onlara da söyledim, Kılıçdaroğlu bir an evvel buraya gelmeli ve artık Türkiye’de hukuk, demokrasi varmış gibi davranışlar sergilemekten öteye geçmeli, muhalefet lideri olarak bu hukuksuzluğa, haksızlığa müdahale etmelidir. Muğla, Milas’ta beşli çeteye hiçbir anayasal hüküm uygulanmıyor. Hakimler, savcılar beşli çeteyi kanunlara rağmen koruyor.” Şu anda alanda 300 kişi civarında olduklarını belirten Atal, daha fazla kişinin desteğine ihtiyaç duyduklarını aktarıyor.

Türkiye Barolar Birliği Kent Çevre Komisyonu Yürütme Kurulu, Muğla Barosu ve İkizköylülerin avukatları ise dün (25 Temmuz)  İdare Mahkemesi önünde ‘ağaç kesiminin iptali ve yürütmesinin durdurulması’ talebiyle bir dava daha açtı.

Akbelen Ormanı’nda ağaç kesiminin ikinci gününden. | Kaynak: “Akbelen Yuvamız Vermeyeceğiz” Twitter hesabı (@ikizkoydireniyo). 25 Temmuz Salı. Milas, Muğla.

“Rehabilite mümkün değil, çöle döndü”

Limak ve İÇTAŞ ortaklığındaki YK Enerji, işlettikleri Yeniköy ve Kemerköy kömürlü termik santrallerine linyit sağlayacak açık maden ocağı yapmak için Akbelen Ormanı’ndaki 740 dönümlük alanda bulunan ağaçları kesmek istiyor.

2 yıldır bu kesimlere karşı çıkan bölge halkı ile doğa ve yaşam savunucuları ise şirketin isteğinin karşılanması durumunda Bodrum dahil birçok ilçe ve köyün susuz kalacağını, bölgedeki ekolojik dengenin bozulacağını, tarım alanlarının ve ormandaki canlı yaşamının yok olacağını söylüyor.

Ekoloji Birliği Eş Sözcüsü Süheyla Doğan, Yeniköy ve Kemerköy termik santralleri nedeniyle,  birçok insanın yerinden edildiğini, tarım alanlarının zarar gördüğünü belirtiyor ve ekliyor:

“Kömürün iklim krizini nasıl tetiklediği, insan ve çevre sağlığını ne kadar olumsuz etkilediği bütün dünyada kabul gördüğü için birçok ülke zaten kömürden çıkış kararı alıp temiz enerjiye geçmek için adımlar atmaya başladı. Ancak Türkiye’de hâlâ krizle uyumlu politikalar izlemek yerine kömür uğruna birçok canlının yuvası olan, su kaynağımız olan ormanlar yok ediliyor. Bölgedeki mevcut termik santraller nedeniyle zarar görmüş çok fazla alan var; çöle dönmüş vaziyette ve rehabilitasyon mümkün değil. Yeni çöller yaratmak yerine zaten ekolojik kayba uğramış bu alanları yenilenebilir enerji için kullanmak, güneş enerjisi santralleri açmak mümkün.”

Hükümetin bu alanları temiz enerjiye geçişte bir fırsat olarak değerlendirmesi ve yeni yıkımların önünü kesmesi gerektiğini vurgulayan Doğan, Akbelen Ormanı için de Türkiye kamuoyunu uzaktan CİMER’e yazacakları bir dilekçeyle bile olsa destek vermeye çağırıyor.

Akbelen Ormanı’nda ağaç kesimine karşı direnişin üçüncü gününden. | Kaynak: “Akbelen Yuvamız Vermeyeceğiz” Twitter hesabı (@ikizkoydireniyo). 26 Temmuz Çarşamba. Milas, Muğla.

“Devlet 80’den önce koruyordu; şimdi yok ediyor”

Akbelen Ormanı, kömür madeni sahasının kuzeybatı istikametindeki son doğal orman ve 2021’de Milas Mumcular’da çıkan büyük yangın sonrasında, pek çok canlının barınması, beslenmesi ve yuvalanması için önemli bir sığınak. Yani, Akbelen Ormanı’nın yok olması durumunda Milas’ın güneyi ve kuzeyi birbirinden ayrılacağı için doğal yaşam alanı parçalanacak, bölgenin ekolojik dengesi bozulacak ve bunun geri dönüşü asla olmayacak gibi gözüküyor.

Doğayı ve Çevreyi Koruma Derneği (DOĞADER) Başkanı Sedat Güler, bu gerçeklerin 1980’ler öncesinde devlet nezdinde değerli olduğunu ancak 80’ler sonrası neoliberal politikalarla birlikte doğaya bakışta ciddi bir dönüşüm yaşandığını anlatıyor:

“80’li yıllardan önce ağaç kesmek, orman yakmak hapisle cezalandırılan eylemlerdi. Çünkü devlet korumacıydı. Ancak 80 sonrası neoliberal politikaların etkisiyle doğa meta olarak görülmeye başlandı. 80 öncesi devletin durduğu pozisyonu vatandaş devraldı ve korumaya başladı. Devletin gözünde ise ağaçlar para eden birer madde haline geldi.”

Hükümet yetkililerinin ağaç kesimlerini “rehabilitasyon yapılacağı” yönünde söylemlerle meşrulaştırdığını savunan Güler, sözlerini şöyle tamamlıyor:

“Birincisi zaten böylesine büyük bir ekolojik yıkımın ardından rehabilitasyon mümkün değil. Mümkün olsa dahi ağaç dikmek bina dikmeye benzemez. Bunu söyleyen yetkililerin çocukları bile o ağaçları göremez. Doğayı, var olan ağacı korumanın, yeni ağaç dikmekten daha önemli olduğunu artık kavramaları gerekiyor.”

Akbelen Ormanı Davası’nda neler yaşandı? 

Maden ocağına karşı, KARDOK Derneği‘nin açtığı davalarda Muğla 3’üncü İdare Mahkemesi ve Muğla 1’inci İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi. Muğla Valiliği de kömür taşıma bandının yapımını durdurdu.

Muğla İkizköy’de yer alan ve termik santrale yakıt sağlayan linyit madeni sahasının genişletilmesi için  Akbelen Ormanı’nın kesim izninin iptali için açılan davada mahkeme tarafından atanan bilirkişi heyeti 7 Eylül 2021’de bölgede ilk keşfi gerçekleştirdi.

İlk keşif sırasında Murat Yüksel isimli hakim davacı avukatlara “ruh hastası” diyerek hakaret etti. Bunun üzerine avukatlar Arif Ali Cangı, İsmail Hakkı Atal ve Şiar Rişvanoğlu reddi hakim başvurusunda bulundu.

İtirazlar nedeniyle ikinci bilirkişi incelemesine karar verildi. Ancak bu inceleme öncesinde Resmi Gazete‘de yayınlanan maden yönetmeliğindeki değişiklikle birlikte tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlarda madencilik faaliyetlerinin önü açıldı.

İkinci keşfi yapan bilirkişilerden dördü kömürün bölgeye geri dönülmez zararlar vereceği görüşünü verirken; ikisi ekolojik yıkım olacağını ancak enerji ihtiyacı nedeniyle madene açılması gerektiği yönünde görüş bildirdi.

Akbelen’de üçüncü bilirkişi raporu ise 24 Kasım 2022’de çıktı. Raporda bir önceki keşiflerin aksine şirketin lehine karar veren heyet, ormanın kömür madenciliğine açılmaya uygun olduğu yönünde kanaat bildirdi. İkizköy Çevre Komitesi, bilirkişi raporuna gerçeği yansıtmayan bilgiler içerdiğini belirterek itiraz etti. Ayrıca avukatlar ise bilirkişiler hakkında “gerçeğe aykırı bilirkişi raporu düzenlemek” ve “görevi kötüye kullanmak” suçlamalarıyla Milas Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Savcılık bilirkişiler hakkında soruşturma başlattı.

Ancak Muğla 1. İdare Mahkemesi komitenin itirazını reddetti, bilirkişiler hakkında devam eden savcılık soruşturmasını ise dikkate almayan mahkeme, bu kişilerin hazırladıkları üçüncü rapor doğrultusunda, Kasım 2022’de yürütmenin durdurulması kararını kaldırdı.

Doğa savunucuları Erzincan’ın İliç ilçesindeki, Anagold Madencilik ve Çalık Holding işbirliğiyle işletilen Çöpler Altın Madeni’nde 21 Haziran’da meydana gelen siyanür sızıntısının bölgede sağlık sorunlarına yol açabileceği, özellikle de kanser vakalarının artmasına sebep olabileceği konusunda uyarıyor.

Gezegen’e konuşan avukat İsmail Hakkı Atal madenin etkisi altına aldığı bölgede yıllardır kanser vakalarının çok yüksek olduğunu vurguluyor. Ancak bu vakaların artışının doğrudan madencilik faaliyetiyle ilişkisinin kurulmasını sağlayacak bir kayıt bulunmuyor. İliç Çevre Platformu’ndan Füsun Kayra’nın ilçeye gittiği sırada edindiği bilgilere göre kanser hastalarının hiçbiri Erzincan’da tedavi edilmiyor. Hastalar Erzurum’a, Sivas’a veya diğer civardaki illere dağıtılıyor. “Kanser vakalarının ne kadar yüksek olduğunu sadece oraya gidip insanlarla konuştuğumuzda duyabiliyoruz çünkü şirket resmî verileri çok iyi örtbas etmiş durumda” diyor Kayra.

Sızıntının anlaşılmasının ardından Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı madendeki üretim faaliyetlerini durdurdu ve şirkete 16 milyon Türk Lirası para cezası kesti. Ancak aradan geçen bir ayda sızıntının hangi bölgeyi ne kadar etkilediği ya da yeraltı sularına karışıp karışmadığına dair şirketin gayriresmî açıklamaları dışında hiçbir bilgilendirme yapılmadı.

Siyanür sızıntısı sonrası en büyük tedirginliklerden biri, madenin tarım ve hayvancılık faaliyetlerine su sağlayan ve aynı zamanda içme suyu ihtiyaçları için kullanılan Fırat Nehri’ne sadece 300 metre mesafede olması. Avukat Atal’a göre siyanürlü solüsyonun Fırat’a sızması, oradan Keban ve Atatürk barajları ile Harran Ovası’na kadar ulaşması anlamına geliyor. Bu da siyanürün ekilen buğdaya, dolayısıyla ekmeğe, yani nihayetinde besin zincirimize karışması demek.

“Kanser vakaların ne kadar yüksek olduğunu sadece insanlarla konuştuğumuzda duyabiliyoruz, çünkü şirket resmî verileri çok iyi örtbas etmiş durumda”

Avukat Atal’ın Gezegen’le paylaştığı bir belgede Acıbadem Hastanesi’nde tedavi görürken 14 Eylül 2020’de hayatını kaybeden Fatma Tiftik’in ölmeden önce yaptırdığı tahlillerine yer verilmiş. Hastanedeki doktorların resmî değerlendirmesine göre Tiftik’in hastalığının en olası nedeni siyanür zehirlenmesi. Tiftik’in MR tahlil sonucunda şu ifadeler yer alıyor: “Tanımlanan bulgular hastanın akut kliniği ile birlikte değerlendirildiğinde geniş ayırıcı tanı skalasına sahiptir. Bulgular non-spesifiktir. Siyanür zehirlenmesi ihtimali olan hastalarda radyolojik bulgular patognomonik olmamakla birlikte bu tanı ile uyumludur. Başta siyanür zehirlenmesi olmak üzere toksik metabolik nedenler ayırıcı tanıda başta düşünülmemelidir.”

İliç’te, 14 Eylül 2020’de hayatını kaybeden Fatma Tiftik’in MR raporu sonucunda “siyanür zehirlenmesi” ifadesi geçiyor. (Avukat İsmail Hakkı Atal tarafından paylaşılan MR raporunun sonuç kısmından ekran görüntüsü)

Sızıntıyı kamuoyuna duyuranlardan İliç Sabırlı köyünde yaşayan Sedat Cezayiroğlu, 2016 yılından bu yana bölgede resmî sağlık taraması yapılmadığını ifade ediyor. “Hayatını kaybedenlerin yüzde 90’ı akciğer kanseriydi” diyor.

Cezayirlioğlu ayrıca siyanür sızıntısından kısa bir süre önce Haziran ayının başında ilçede yer alan iki eczaneden birine gidip, o gün kaç reçeteli hasta geldiğini ve onların şikâyetlerini sorduğunu anlatıyor. Sorusuna eczacının “40 reçeteli hasta var ve bunlardan 13’ü çocuk. 13 çocuğun şikayeti ise astım ya da koah” şeklinde yanıtladığını aktarıyor.

Füsun Kayra sızıntı sonrası İliç’e beş kilometre uzaklıktaki Yenişehir Mahallesi’nde bir çayda balık ölümlerinin yaşandığını söylüyor. Cezayiroğlu da Kayra’nın görüşlerine ek olarak ilçede 2020 yazında derelerden su içen kuşların öldüğünü belirtiyor. “Şimdi ise kuş bile uçmuyor” diyor. Ayrıca siyanür sızıntısından sonra, ceviz ağaçlarının kuruduğunu, çıkan cevizlerin içinin de simsiyah olduğunu söylüyor Cezayiroğlu.

Sabırlı Köyü’nden Cezayirlioğlu, siyanür sızıntısı öncesi derelerden su içen kuşların öldüğünü belirtiyor. | Fotoğraf: Sedat Cezayirlioğlu’un arşivi, 2020 yazı

Yöre halkının hak talepleri para karşılığında ellerinden alındı

Doğa sorunlarını yıllardır takip eden avukat Cömert Uygar maden açılmadan önce şirketin yörede yaşayanlara dava açmamaları karşılığında 130 bin TL dağıtılacağına dair bir protokol imzalattığını belirtiyor. Protololün adı “Ekonomik Yer Değiştirme ve Geçim Kaynakları Destek Protokolü.” Uygar, bu protokolle köylülerin gelecekteki itiraz veya hak taleplerinin ellerinden alınmış olduğunu belirtiyor. Tabii olan biten bu kadarla sınırlı değil.

“Bölgeyi bütünüyle yutmuş bir madenle ilk kez karşılaştım: İliç altın madeni kasabası haline dönüşmüş”

“Şirket ilçenin doğal sponsoru hâline gelmiş durumda” diyor Uygar. Maden şirketinin yurttaşlara bir sosyal onay fonu ayırdığını ve bu fonu nasıl dağıtacağına ilişkin Türkiye’deki bazı Avrupa Birliği uzmanlarıyla birlikte bir mekanizma kurduğunu anlatıyor. Buna göre madenin çevresinde yaşayan köylülere verilen para bir defaya mahsus değil, devamlı yineleniyor.

“Ekonomik Yer Değiştirme ve Geçim Kaynakları Destek Protokolü.” (Avukat Uygar tarafından paylaşılan protokolün, Sabırlı köyünde yaşayanların madene karşı dava açmaması için 130’ar bin lira para dağıtıcağı ifade edilen bölümünden ekran görüntüsü.)

Füsun Kayra ve Sedat Cezayiroğlu’nun söyledikleri bu iddiaları destekler nitelikte. Cezayiroğlu madenden önce sadece Sabırlı Köyü’nde ortalama 40 bin koyun olduğunu ve bu sayının şimdilerde 3 bin 600 civarına düştüğünü belirtiyor. “Artık kimse tarım ve hayvancılıkla geçim sağlayamıyor” diyor Cezayiroğlu.

Kayra ise İliç için “madenin yuttuğu bir kasaba” tanımlaması yapıyor. “Bölgeyi bütünüyle yutmuş bir madenle ilk kez karşılaştım: İliç altın madeni kasabası haline dönüşmüş durumda. Kendi doğasından, değerlerinden uzaklaşan bir hale bürünmüş. Devletin kurumlarının yapılanması ya da siyasi iktidarın devamlılığı dahi yok bölgede. Tüm yapı şirketin elinde.”

“İlk ÇED süreci halktan kaçırılarak gerçekleşti”

Çöpler Altın Madeni işletmesinin yüzde 80’ini Kanada-Avustralya ortaklığında bulunan Alecer Gold, yüzde 20’sini ise Çalık Holding’e ait Lidya Madencilik elinde bulunduruyor. 2001 yılında sondaj çalışmalarına başlanan maden işletmesinde 2010’da siyanürle altın üretimine geçiliyor. 2019’da sodyum siyanür 11 bin tona, sülfürik asit üretimi 122 bin tona çıkarılıyor. Peki, şirketin doğayı ve insanlar ile diğer canlıların sağlığını riske atan, özellikle Türkiye’nin en önemli su kaynaklarından birine bu kadar yakın bir yerdeki bu madenin faaliyetlerine nasıl izin verildi?

Avukat Atal, “ilk ÇED süreci halktan kaçırılarak, köy muhtarları bazı menfaatlerle engellenerek gerçekleşti” diyor. Atal’ın aktarımlarına göre, aynı durum madenin başlangıcı için de geçerli. Çünkü, maden açıldıktan sonra şirket iki defa da kapasite artışı başvurusu yapıyor. Üstelik bunlar için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Olumlu” raporu da alınıyor.

Çöpler Altın Madeni’nin ÇED raporunda 38 adet kimyasal var. Bu miktarın 23’ü kanserojen madde içeriyor. Bunlar arasında solunum yollarına, sudaki organizmalara, ciddi yanıklara, aşındırıcı etkilere, cilt ve gözde aşırı tahrişlere neden olan sodyum siyanür, nitrik asit, bakır sülfat, sodyum hidrosülfit gibi tehlikeli maddeler de bulunuyor.

Avukat Atal belirttiğine göre bakanlık, şirketin 66 milyon ton siyanürlü sülfürik asitli atık havuzunun kapasitesini yaklaşık 200 milyon ton siyanürlü havuz kapasitesine çıkarmasına izin veriyor. Avukat Uygar ise bu kapasite artışları dışında şirketin İliç’e komşu Divriği, Kemaliye ve yer yer Arapgir ilçelerinde sondaj çalışmaları yaptığını ancak bununla ilgili bir bilgi olmadığı için ÇED raporu alınmadığını söylüyor. “Görüntü kirliliğini temizlemek için çalışıyorlar. Fakat sızan kimyasala dair detaylı inceleme yok” diye ekliyor sözlerine.

Şirketin hazırladığı protokolü imzalamayan birkaç kişiden biri olduğunu söyleyen Cezayirlioğlu, avukat Atal ile birlikte şirketin kapasite artışı için aldığı “ÇED Olumlu” kararına karşı dava açmaya hazırlandıklarını belirtiyor. Atal 23-24 Mayıs tarihlerinde çalışma yapmak üzere ilçeye gidiyor.

Atal ve Cezayiroğlu’nun ÇED kararının iptal edilmesini talep ederken dikkat çektikleri en önemli noktalardan bir tanesi bölgedeki deprem tehlikesi. Madenin işletildiği alan Bingöl–Yedisu fay hattının etki alanında kalıyor. Nitekim Atal’ın ilçeye gelişinden üç gün sonra, yani 27 Mayıs’ta bu fay zonunda 4,2 büyüklüğünde bir deprem yaşanıyor.

“İşçiler, siyanür sızıntısı olan bölgede bakanlık gözetiminde büyük bir temizlik yapıldığı yönünde bilgiler verdi”

Depremle ilgili Twitter’dan açıklama yapan Prof. Dr. Naci Görür, “1794’ten bu yana yedi şiddetinden büyük bir deprem görmeyen bu zon üzerinde 4,2 şiddetindeki deprem olması 7 şiddetinde bir depremin habercisi olabilir” diyor.

Atal ve Cezayiroğlu, 30 Mayıs’ta Erzincan Valiliği’ne idari başvuru yaparak “Bölgede daha büyük bir deprem meydana gelirse 66 milyon ton siyanürlü sülfürik asitli zehirli atığın 300-500 metre aşağıda olan Fırat’ın Karasu koluna ve oradan da besin zincirine karışacağı, madenin ülkeyi hem ekonomik hem de halk sağlığı yönünden çöküşe götürebileceği” gerekçeleriyle madenin kapatılmasını istediklerini belirtiyor ancak, valilik herhangi bir işlem yapmıyor.

10 Haziran’da ise madende çalışan işçilerden aldıkları “siyanürle yıkanmış topraklardan oluşan pasa yığınlarının heyelanla çöküp kaydığı ve başka yerlere karıştığı” bilgisiyle İliç Asliye Hukuk Mahkemesi’nde delil tespit davası açıyorlar. Davadan 10 gün sonra da siyanür sızıntısı gerçekleşiyor.

İşçiler siyanüre maruz kalıyor, maaşlarını alamıyor

“Felaket göz göre göre geldi” diyor Atal. Sızıntının yaşandığı gece siyanürlü su kayacın, altı metre genişliğinde yarık oluşturarak yapıyı aşağıya indirdiğini belirtiyor. Suyun önemli bir bölümünün de yeraltı sularına karıştığını vurgulayarak “Sabırlı deresine gece boyunca siyanür aktı” diyor Atal.

Atal, 8 Temmuz’da keşfe gelen heyette siyanür miktarını belirleyecek ağır teknolojik ekipmanın olmadığı söylüyor

Olayın sabahında Cezayiroğlu, avukat Atal ile hemen suç duyurusunda bulunduklarını belirtiyor. Mahkeme, 8 Temmuz’u yani sızıntıdan 18 gün sonrasını keşif günü olarak belirliyor. Bu sırada Atal ve Cezayirlioğlu, madende çalışan işçilerden bilgi akışı almaya devam ettiklerini söylüyor: “İşçiler, siyanür sızıntısı olan bölgede bakanlık gözetiminde büyük bir temizlik yapıldığını, yani bütün delillerin karartıldığını yönünde bilgiler verdi.”

Öte yandan Atal, 8 Temmuz günü keşfe gelen heyette çevre mühendisi ve siyanür miktarını belirleyecek ağır teknolojik ekipmanın olmadığı söylüyor. Atal ve Cezayiroğlu, bütün bu nedenlerle keşfin iptal edilmesini istediklerini ancak mahkeme talebi reddedince keşfin, davanın bir tarafı olmadan gerçekleştiğini belirtiyor.

Atal ve Cezayirlioğlu’nun aktarımlarına göre, madende çalışıp dışarıyla bilgi paylaşan işçilerin mağduriyeti çok yönlü. Füsun Kayra’nın da ifadelerine göre, siyanür sızıntısına müdahale ettirdikleri kepçe operatörleri ya da çalıştırdıkları işçiler de birebir siyanüre maruz kalıyor, üstelik temizliği yaptıkları sırada üzerlerinde hiçbir koruma kıyafeti dahi bulunmuyor.

Siyanür sızıntısı sonrası bakanlık madenin faaliyetlerinin geçici süreyle durdurulması kararı alıyor. Atal, şirketin bu süreçte işçileri ücretsiz izne çıkardığını, yaklaşık 3 bin 700 işçinin maaş alamadığını söylüyor.

Maden faaliyetlerinin durdurulması işçileri mağdur ederken madene karşı verdiği mücadeleyle nedeniyle Cezayiroğlu da kendisine yönelik tehditlerin arttığını belirtiyor. Bunun üzerine, Cezayiroğlu avukatı Atal ile sızıntı olayından önce tehditler nedeniyle valiliğe ve kaymakamlığa başvurarak koruma talep ediyor. Ancak 4 Temmuz haftası bu talebinin iki kurum tarafından da reddedildiğini söylüyor. Bu yüzden Cezayiroğlu, bayramda dahi ailesinin yanına gidemediğini belirtiyor: “Madene iş yaptıkları için ilkokuldan terk olan insanlar bile üç milyon liralık arabaya biniyor burada. Şimdi maden kapanınca şirket onlara ‘Sedat yüzünden siz işinizden olacaksınız, evinizi, arabanızı satacaksınız’ diyerek tepkileri bana yönlendiriyor,” diyor Cezatiroğlu. “Ben hayatımda duymadığım tehdit ve hakaretleri maden kapatıldıktan sonra almaya başladım. 93 yaşında yatalak babamla 88 yaşındaki annemi gidip köyde göremiyorum. Bayramda ellerini öpemedim. Köyüme gidemiyorum.”

Cezayiroğlu, şirketin hazırladığı protokolü imzalamadığı için dönemin İliç kaymakamı Hicabi Aytemur ve makinist olarak çalıştığı Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları (TCDD) müdürlüğü tarafından emeklilik ile kovulma seçenekleri arasında bırakıldığını belirtiyor. Bunun üzerine emekliliğini isteyip, madene karşı mücadelesine devam etmeye karar verdiğini söylüyor.

Maden kapatılacak mı?

Peki, faaliyetlerinin durdurulmasının ardından maden yeninden eskisi gibi işletilmeye devam edilecek mi? Avukat Uygar, resmî olmamakla birlikte bakanlığın şirkete bir kez daha şans verebileceği, ikinci kez böyle bir olay yaşanması durumunda madenin kapatılacağı yönünde duyumlar aldıklarını söylüyor.

Avukat Atal’a göre ise madenin kapatılmaması için hiçbir sebep yok. “Karşımıza çıkarttıkları en önemli argüman halkın ekmeğiyle oynadığımız ve ülkenin gelişmesini istemediğimiz iddiası. Oysa bir ay ya da bir yıl sonra Harran’dan yetişen buğdayı, ekmeği zehirliyor bu su. Şu anda farkında değiliz ancak sonuçlarıyla yüzleşeceğiz,” diyor Atal.

Atal’a göre toplumsal maliyet analizi yapıldığı zaman madenin zehirlediği topraktan, ekosistemlerden elde edilecek tarımsal ve hayvancılık geliri, madenin işçilere verdiği ücretten çok daha fazla: “Enerji Bakanı Fatih Dönmez’in CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in soru önergesine verdiği yanıta göre yabancı maden şirketlerinin Türkiye’ye kârlarından sadece yüzde 1,5 pay bıraktığı ortaya çıktı. Yani madenin Türkiye’ye bıraktığı bir gelir de yok.”

Füsun Kayra ise ekoloji örgütleri olarak bugüne kadar kapasite artışına karşı mücadele yürüttüklerini belirtiyor. Ancak bölgeyi inceledikten sonra artık madenin tümüyle kapatılması gerektiğini savunuyor: “Bu sadece Erzincan’ın sorunu değil, Fırat’ın ulaştığı bütün uluslararası sulara kadar giden her bölgenin sorunu.”

İstiklâl Caddesi’ndeki Beyoğlu Sineması’ndayım. Dışarıda gazetecilerden, politikacılardan, çevre aktivistlerinden oluşan bir grup toplanmış, gösterimin başlamasını bekliyor. Tanıdığım birkaç kişiye selam verdikten sonra, sinemanın içine doğru yöneliyorum. Merdivenlerden salonun olduğu alt kata inince gelenleri iki yuvarlak masa üzerinde #BüyüknohutçuCinayeti yazan stickerlar ve küçük bir kese içerisinde tohumlar karşılıyor.

Keseye iliştirilen kâğıtta, içindekinin karaçam tohumu olduğu yazılmış. Tohumları nasıl yetiştirmeniz gerektiğine dair bilgiler de verilmiş. Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun Antalya’nın Finike ilçesinde, mermer ocakları onları yok etmesin diye bütün tehditlere rağmen kesilmelerine engel olmaya çalıştıkları karaçam ağaçlarının tohumu…

Belgeseli izlemeye gelenlere karaçam tohumu dağıtıldı. | Fotoğraf: Tansu Pişkin

Slot Medya yapımı Büyüknohutçu Cinayeti belgeseli 9 Mayıs 2017’de öldürülen doğa savunucuları Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun cinayetini ve ardından geçen beş yıllık sürede sorumluların cezalandırılması için verilen hukuk mücadelesini anlatıyor. İnsanlar yavaş yavaş ilk gösterim için sinema salonuna yerleşirken onları çiftin en büyük kızları Emine Büyüknohutçu karşılıyor. Yıllardır anne ve babasının ölümünün aydınlatılması için mücadele veren Emine Büyüknohutçu, gösterimden dolayı heyecanlı ama metin duruşunu koruyor.

Bütün koltuklar dolmaya başlıyor. Yanımda Büyüknohutçu çiftinin bir diğer kızı Elif oturuyor. Ablası Emine de Elif’in diğer yanında. Cinayet gecesi cenazelerin evden çıkarılma görüntüleriyle açılıyor perde, arka fonda anlatıcı olarak Emine Büyüknohutçu’nun sesi var. Belgesel, ilk günden başlayarak yaşananları bir de onun gözünden izletiyor bize. O ilk an… Telefonların çok iyi çekmediği bir köyde, mermer ocaklarına karşı verdikleri mücadele nedeniyle tehditler alan anne ve babalarına ulaşamayan çocuklarının endişe dolu o ilk anına tanık oluyoruz.

Belgesel gösterimine katılım büyüktü. | Fotoğraf: Tansu Pişkin

Emine, 40 dakikalık belgesel boyunca gerçek hayattakinin aksine, savcı titizliğiyle cinayeti soruşturuyor. Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun dostları ve komşuları, mücadelelerini topluma duyuran gazeteciler, avukatları Tuncay Koç ve cinayeti işleyen Ali Yamuç’un ailesi eşlik ediyor ona. Ki benim için belgeselin en şaşırtıcı kısmı burası. Emine’yi, Tuncay Koç ile görüştükten sonra bir evin kapısında bir kadına sarılırken görüyoruz. Yanlarında başka bir kadın daha var. Sarıldığı kadın, cezaevinde intihar ettiği iddia edilen Ali Yamuç’un annesi, onları evin içine alan da teyzesi.

Acının hiyerarşisi olmaz. Burası işte tam o nokta. Bir yanda jandarmanın keşif sırasında sorduğu “Sen mi yaptın bak? Emin misin?” sorusuna duraksayarak cevap veren, cezaevinden yazdığı mektuplarda da “Elimi kana bulamadım” diyen, ama ardından teyzesinin evde sakladığı eşofmanının ipiyle her nasıl olduysa kendini astığı iddia edilen bir evlat; diğer yanda karaçam ve sedir ağaçlarının kurtulmasından, yaşadıkları dünyanın iyiliğinden başka istekleri olmayan ve tam da bu yüzden canlarından olan bir anne ve baba…

“Bu belgesel umarım hepimiz için, öncelikle bu dava ve onun devamındaki cezasızlığın son bulması için iyi bir sıçrayış olur”

Karşılıklı oturdukları koltuklarda heybelerinde taşıdıkları yükleri döküyorlar birbirlerine. Annenin verdiği dilekçeler, Yamuç’un yolladığı mektuplar, olaydaki çelişkiler… Hepsi bu kısacık anda ortaya saçılıp farklı kapıların aralanmasını sağlıyor. Ama acı bir gerçeği de aklınızdan çıkaramıyorsunuz: Ali Yamuç’un şüpheli ölümünün ardından Büyüknohutçu çiftinin cinayeti ile ilgili açılan dava düştü. Eşi Fatma Yamuç ise yargılandığı Elmalı Ağır Ceza Mahkemesi’nde “cinayete yardım etmek” suçundan beraat etti. Azmettiriciler hakkında herhangi bir işlem yapılamadı ve böylelikle cinayetlerin üstü örtüldü.

Bu sahnenin tam ardından Büyüknohutçu’ların avukatı Tuncay Koç giriyor söze. Soruşturma ve kovuşturma sürecini anlatan Koç, doğrudan söylemese de etkin bir soruşturma sürecinin yürütülmediğini, delillerin ve tanıklıkların karartıldığını, ve yargının da bu dosyanın bir an evvel kapatılması için var gücüyle çalıştığını satır aralarında duyabiliyorsunuz.

Belgesel bittiğinde salonda alkışlar başlıyor. Elif başını ablası Emine’nin omzuna yaslıyor. Emine, kardeşinin saçlarını okşayarak “Bir şey yok” diyor. Kafasını kaldırdığında kısa bir sohbet geçiyor aramızda:

“İyi misin,” diye soruyorum.

“Sindirmeye çalışıyorum.”

“Bu belgesel ve kalabalık, verilen mücadele iyi geliyor mu?”

“Bir amaç veriyor. Hayatta tutuyor aslında.”

Yapımcı Ümit Oktay Aymelek, yönetmen Mail Murad, yapımcı Murat Sercan Subaşı, avukat Tuncay Koç ve Emine Büyüknohutçu. (soldan, sağa) | Fotoğraf: Tansu Pişkin

Bu sırada belgeselin yapımcıları Murat Sercan Subaşı ve Ümit Oktay Aymelek, yönetmen Mail Murad, Emine ve Tuncay Koç seyircilerin sorularını yanıtlamak için salondaki beyaz perdenin önüne geliyor. Avukat Koç, adil yargılanma hakkının ihlal edildiği ve cinayetinin üstünün örtülmek istendiği gerekçeleriyle dosyayı Anayasa Mahkemesi’ne taşıdıklarını ve sürecin halen devam ettiğini söylüyor.

Son sözü alan Emine “Bu kadar kalabalığı bir de cenazede görmüştüm” sözleriyle hem kendi hem de anne ve babası adına teşekkür ediyor: “Bu bir son değil. Noktayı koymuyoruz. Bu belgesel umarım hepimiz için, öncelikle bu dava ve onun devamındaki cezasızlığın son bulması için iyi bir sıçrayış olur.”

Elif ve Emine Büyüknohutçu, ellerinde Büyüknohutçu çifti cinayetiyle ilgili yazılmış şiir kitabını taşıyordu. | Fotoğraf: Tansu Pişkin

Sadece soruları yok izleyicilerin. Aralarında sözünü söylemek isteyenler de var. Kuzey Ormanları Savunması’ndan Onur, güçlü bir konuşmayla Büyüknohutçu cinayetinin aydınlatılmasının tüm toplum açısından önemine işaret ediyor: “Ekolojik gelecek bu dünyanın yaşam kavgasıdır. İklim meselesi dünyanın var olma kavgasıdır. Büyüknohutçu cinayetinin arkasındaki matematiğin, siyasetin, adını ne koyarsanız koyun, yaşadığımız karanlığın bir parçası olduğunu hatırlayın, bilin ve Büyüknohutçu cinayetini unutmayın.”

Bu kısa konuşmalar ve soru-cevapların ardından salon yavaş yavaş dağılmaya başlıyor. Benim ise belgeseli izlerken aklıma bir soru takılmıştı. Büyüknohutçu çiftinin evinin kapısında büyükçe bir köpekleri var. Jandarmanın Yamuç ile olay yerinde keşif yaptığı sırada Büyüknohutçu’ların birkaç komşusu köpeğin o sırada nasıl sessiz kaldığını anlamadıklarını söylüyordu. Çünkü jandarmaya anlattığına göre Yamuç evin bahçesine dikenli telleri tırmanarak ulaşmış. O sırada köpek Yamuç’a saldırmamış. Köylüler köpeğin sesini hiç duymamış bile.

İlaçla uyuşturulmuş olabileceği belgeselde bir ara konuşuluyor. Ancak akıbeti belirsiz. İnsanlar salondan çıkmadan önce Emine ile sohbet ederken ben de belgeselin yapımcılarından Murat Sercan Subaşı’ndan köpeğin şimdi ne yaptığını öğrenmeye çalışıyorum. “Cinayetten çok kısa bir süre sonra kanser olup öldü” diyor.

“Büyüknohutçu cinayetinin arkasındaki matematiğin, siyasetin, adını ne koyarsanız koyun, yaşadığımız karanlığın bir parçası olduğunu hatırlayın, bilin”

Emine’nin etrafındaki kalabalık biraz azalınca salondan beraber çıkmak üzere yanına gidiyorum. Soru-cevap kısmında gözlerinin dolduğunu fark eder gibiyim. “Çok güçlü görünüyorsun” diyorum. “Birinin güçlü olup bu işlerin üstesinden gelmesi gerekiyordu” diyor Emine.

Zamanın bazı acılara merhem olmadığı hepimizin malûmu. Fakat hayatı bizim için her gün daha da zorlaştıran bir adalet mücadelesinin içine düşmek yas tutmamıza bile müsaade etmiyor. Adaletin yerini bulması, gerçeklerin ortaya çıkması için öfke ve kararlılıkla karışık büyük bir güç doğuyor içimizde. Emine’nin gücünün kaynağı da bu. Anne ve babalarını kaybetmelerinin ardından bile aldıkları tehdit telefonlarına aldırmadan kardeşlerine kol kanat geren bir ablanın, adalet isteyen bir evladın gücü ondaki.

Dilerim, mermer ocaklarının yerine karaçamların, şirketlerin yerine canlıların yaşamının yüceltildiği günleri hepimiz görürüz. Emine’nin söylediği gibi, bu belgesel bugün Büyüknohutçu’ların haklı mücadelelerinin kazandığı, adaletin yerini bulması için onca çaba harcamanın gerekmediği ve sedir ağaçlarının gölgesinde kayıplarımızın yasını tutabildiğimiz bir gelecek ısrarını da taşıyor.

Hayvanları Koruma Kanunu, 2004 yılında ilk yürürlüğe girdiği dönemde sokak hayvanları başta olmak üzere bütün hayvanlar için bir umut ışığı olmuştu. Temmuz 2021’de bu kanun üzerinden bir değişiklik yapıldı. Hayvan hakları savunucularına göre, bu süreçte hayvanlar için değişen tek şey şiddetin boyutu ve şekli oldu. Özellikle baroların, STK’ların ve yerel hayvan koruma gönüllülerinin hayvana tecavüz, işkence ve öldürme vakalarında şikâyetçi olma haklarının ellerinden alınması hak savunucularının tepkisini bir hayli çekti ve bu tepkiler henüz dinmiş değil.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 25 Aralık 2021 günü Gaziantep’te yaptığı bir açıklamada “Belediyeleri sahipsiz hayvanları sokaktan alacak adımları atmaya çağırıyorum, sahipsiz hayvanların yeri sokaklar değil, barınaklardır” şeklindeki ifadeleri yasa değişikliğine yönelik eleştirileri arttırdı. Nitekim Erdoğan’ın hemen bu konuşmasının ardından Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı valiliklere 17 maddelik bir genelge gönderdi. Pitbull başta olmak üzere beş ırktan köpeğin daha sokaklarda “sahipsiz” bulunmaması, sokak hayvanlarının da “rehabilite olmadıkça” alındıkları ortamlara bırakılmaması talimatı veren genelgeyle belediyeler sokak hayvanlarını geçici bakımevlerine götürmek üzere şiddet ve işkenceyle toplamaya başladı. Ancak, Türkiye Hayvanları Koruma Vakfı’nın tahminlerine göre ülkede yaklaşık 6 milyon sokak hayvanı nüfusuna karşılık 1003 belediyeden sadece 256 belediyede geçici bakımevi bulunuyor ve bu bakımevlerinin mevcut kapasite sayısına dair resmî bir veri de yok. Erdoğan’ın “barınakları” işaret etmesinin ardından bu durum değişmedi.

Hayvanların sokaklardan toplanmaya başlamasının üzerinden dört ay geçti. Mevcut bakımevi sayısı, zorla ve şiddetle toplanan hayvanların barınması için yeterli değil. O zaman belediyelerin topladığı hayvanların hepsi şimdi neredeler? Kaç hayvan öldürüldü veya öldü? Kaç hayvan terk edildi? Birçok hak ihlâlinin ve işkencenin belgelendiği bakımevlerinin koşulları iyileşti mi? Daha birçok sorunun yanıtını almak için, bu süreci yakından takip eden hayvan hakları savunucuları ile konuşuyoruz.

Barınaklar rutin hizmetlerini yerine getiremiyor

Şu an Türkiye’de Erdoğan’ın açıklaması sonrası açılan bir bakımeviyle beraber toplam 257 bakımevi bulunuyor. Bu barınakların bir kısmının tamamında, bir kısmının ise yarıdan fazlasında bakanlığın “yasaklı” olarak tanımladığı ırklar bulunuyor. Ancak ne belediyeler ne de bakanlık bilgi paylaştığı için somut verilere ulaşmak mümkün değil. Veri eksikliğinin bir örneği olarak Türkiye Hayvanları Koruma Vakfı Başkanı Erman Paçalı Gaziantep’teki bakımevinde son bir haftada 200’den fazla köpeğin kaybolduğunu ve nerede olduklarına dair bilgi alamadıklarını söylüyor.

Sokak hayvanlarının şiddet ve işkenceyle toplandığına dair teyit edilmiş birçok görüntü ve belge mevcut. Peki, tüm bunlarla ilgili bir soruşturma başlatıldı mı? Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM) Koordinatörü Fatma Biltekin, bakanlığın şimdiye kadar harekete geçtiği ve takip ettiği bir vakanın olmadığını söylüyor. Aslında bu da, değişen kanunda kaldırıldığı iddia edilen sahipli-sahipsiz hayvan ayrımı uygulamasının devam ettiğini gösteriyor.

“Hayvanların yaşadığı şiddetin önüne geçmek için göstermelik değil gerçek cezalar verilmeli, belediyeler soruşturulabilmeli”

İstisnalar hariç belediyelerin bakımevi ve rehabilitasyon merkezi kurmayı bir “külfet” olarak gördüğünü belirten Erman Paçalı, çok az sayıdaki bakımevlerinden neredeyse hiçbirinin şu anda kısırlaştırma hizmeti vermediğini aktarıyor. Sebebi ise dört ay önce yayımlanan 17 maddelik genelge ve bu genelgeyle el konulan tüm hayvanların bakım sorumluluğu bu bakımevlerine yüklenmesi.

Neticede, asli işi popülasyon kontrolü olan bakımevleri, sokaklardan zorla alıkonulan hayvanların barınma ihtiyacına tahsis edildikleri için tam kapasiteye ulaştı. Bunun sonucunda rutin hizmetlerin önü tıkandı.

En çok hak ihlalinin yaşandığı yerlerin barınaklar olduğuna işaret eden Fatma Biltekin, insanların hayvanlarla ortak yaşam kültürü kurması gerektiğini vurguluyor: “Hayvanların yeri barınaklardır diyen herkese barınak ziyareti yapmasını söylüyoruz. Bir kere bile barınağa gitmemiş insanların sokakta bir merdiven altında, açlık ve hastalıklar ile mücadele etmeye çalışarak yaşayan hayvanları bu korkunç yerlere kapatmak istemeleri kabul edilebilir değil. Kentler sadece bizlere ait değil. Sorumluluğunu yerine getirmeyen kamu kurumları ile mücadele etmemiz gerekiyor.”

Hayvanlar bakımevlerinde barınamıyor

Paçalı’ya göre belediyelerin hayvanlara yönelik uygulamaları keyfî ve hukuksuz. “Her idare kafasına göre canı nasıl isterse öyle işlem yapıyor. Kimsenin kanuna uyduğu yok. Canı isteyen belediye toplayıp başka bölgeye atıyor, canı isteyen katlediyor, öldürüyor. Kimi yakalanıyor kimi yakalanmıyor bile, yakalansa da gereği yapılmıyor, kimi gerçekten hakkıyla kanun çerçevesinde disiplinli çalışıyor ama ülke genelinde bir disiplin olmayınca işini iyi yapanın emeği de değersiz kalıyor.”

Peki, Paçalı’nın bahsettiği keyfî işlemlerden bazıları neler? Örneğin 21 Ocak 2022’de Konya, Akşehir’deki katı atık tesisinin bitişiğinde,  Akşehir Belediyesi’ne ait resmî araçtaki görevlilerin, yine belediyenin resmî çöp aracına “yasaklı” ilân edilen ırklardan hayvanların cansız bedenlerini taşıdıkları görüntüler hayvan hakları savunucuları tarafından kayda alınmıştı.

26 Ocak 2022’de Adıyaman, Kahta’da bakımevine alınan bir köpek, buradaki fizikî koşullar elverişli olmadığından yeterli tedbir alınmadan bir kafese konuldu. Kafesi parçalayan köpek ile bir başka köpek arasında çıkan kavgada, bir köpek, diğer köpeğin saldırısı sonucu öldü. 28 Mart 2022’de de Çanakkale’deki bakımevinden bazı görüntüler sosyal medyaya yansıdı. Görüntülerde köpeklerin ölü bedenleri yer alıyordu ve aç bırakıldıkları için birbirlerine saldırdıkları söylendi.

Katliamlar ve cezasızlık

Paçalı, bakanlığın 17 maddelik genelgesi nedeniyle kaydedilemediği için ceza korkusuyla bilinçsizce hâlâ sokağa, ormanlık veya kırsal alanlara terk edilen köpeklerinin olduğunu da vurguluyor. “Katliam çığırtkanlığı yapmak yerine idareleri göreve çağırmak için çalışmalıyız ve bundan herkes sorumlu,” diyor.

Hayvanlara Adalet Derneği’nden Hülya Yalçın ise kanunun caydırıcı olmadığı görüşünde. Kanun ve sonraki düzenlemelere ilişkin değerlendirmesinde yasanın hayvanları korumakta yetersiz olduğunu söyleyen Yalçın, hayvan hakları konusunda etkin bir mücadelenin, insanların cezasızlığa ses çıkartarak yetkilileri göreve zorlamaktan geçtiğini savunuyor. “İnsanları her şeyi bu yasayla halledebiliriz diye kandırmaktan ar ederim,” diyor Yalçın. “Sosyal mücadele, devlet kurumlarını çalıştırmak önemli. Mücadeleyi sadece hayvan hakları yasası kapsamıyla değil, kendi haklarımızı kullanarak ve sosyal etkinliği yükselterek ilerletebiliriz.”

Yalçın’a göre, yasa değişikliği “zaten göstermelik”, çünkü hayvanlara yönelik hak ihlallerinde hâlâ ceza uygulanamıyor. “Bir kanun varsa, orada bir suç tanımlanıyorsa, cezası da aynı şekilde tanımlanarak bu sürecin en kolay şekilde işlemesi sağlanmalıydı,” diyor Yalçın. “Oysa tam tersi, el titreyerek belirlenen suç tarifleri, asla uygulanamayan cezalar düştü kucağımıza.”

“Mücadeleyi sadece hayvan hakları yasası kapsamında değil, kendi haklarımızı kullanarak ve sosyal etkinliği yükselterek ilerletebiliriz”

Devletin hayvanlara işkenceyi bir sorun olarak gördüğünü ancak aynı noktadan bakmadıklarını ekliyor Yalçın. “Hayvanların varlığından ve onlara yapılanlardan doğan itirazlardan keyfi kaçıyor devletin. Yoksa biz tecavüzü, işkenceyi, ihlalleri konuşmasak, bunları yapanlara tepki göstermesek, devlet umursamayacak,” diyor.

Yalçın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerinin ardından “sokaklarda köpek linçi” başladığını söylüyor. “Bu kişiler gruplar oluşturmaya, sahte profillerle hayvanlar üzerinden aslında hayvan seven kişilere saldırmaya başladılar. Münferit bazı olayları da sürekli ajitasyonla gündemde tutarak, acılı aileleri kendi amaçları doğrultusunda yönlendirerek çabalarını sürdürüyorlar. Yasanın boşlukları, koruma ruhu taşımaması ve uygulanabilir olmaması işlerini kolaylaştırıyor.”

Fatma Biltekin ise belediyelerin bu vakalar karşısında soruşturulması gerektiğini belirterek, değişen kanunun “cezasızlık” getirdiğini savunuyor. “Hayvanların yaşadığı şiddetin önüne geçmek için eğitimler düzenlenmeli ve yeni yasada olduğu gibi göstermelik değil gerçek cezalar verilmeli, belediyeler soruşturulabilmeli,” ifadelerini kullanıyor. Bunun için de önleyici ve koruyucu çalışmalar yapılmasını öneriyor. “Hayvanları canavarlaştırarak, katliam çağrıları yaparak bu meseleyi çözemeyiz.”

Rize’nin İkizdere ilçesinde yerel halkın yaklaşık bir yıldır eylemlerini sürdürdüğü taş ocağı için bilirkişilerin verdiği “Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) gerekli değildir” kararının teknik olarak yeterli ve uygun olmadığını belirtmesinin üzerinden neredeyse beş ay geçti ancak hâlâ bir işlem yapılmadı.

Bilirkişi 14 Ekim 2021 tarihli raporunda, proje tanıtım dosyasının eksik ve yetersiz olduğuna dikkat çekmiş, yapılacak taş ocağının ekosisteme zarar verecek yapıda olduğunu kaydetmişti. Raporda vurgulanan bir diğer nokta, alternatif alanlar konusunda yeterince inceleme yapılmadığı ve projenin usulsüz olduğu yönündeydi. Rapor, Cengiz İnşaat’ın projesine karşı aylarca direnen bölge halkı için bir umut kaynağı olsa da yürütmenin durdurulması ve iptal talepleriyle açılan davanın görüldüğü Rize İdare Mahkemesi henüz bir duruşma tarihi dahi açmadı.

Tabii bu sırada önünde yasal olarak hiçbir engel olmayan şirket, çalışmalarına durmak bilmeden devam etti. Önündeki tek engel nöbetlerle, eylemlerle direniş gösteren insanlardı. Köylülerin taş ocağına karşı bir araya geldikleri direniş alanı bir gece acele kamulaştırma kararıyla halkın olmaktan çıkıp Cengiz İnşaat’ın himâyesine geçti. Acele kamulaştırma kararları sadece bu alanla sınırlı kalmadı, sayısını net olarak öğrenemesek de çok sayıda köylünün tarlalarının bulunduğu araziler için de bu karar verildi. Suyu kirlenen, doğası katledilen bölge halkı bir gecede geçim kaynaklarını da kaybetmiş oldu.

Mahkeme ek bilirkişi raporu istedi

Bilirkişi raporuna rağmen mahkemenin adım atmaması üzerine İkizderelilerin avukatlarından Yakup Okumuşoğlu, herhangi bir işlem yapılmamasını gerekçe göstererek dosyada aşama kaydedilmesi, dosyanın tekemmül ettirilmesi talepleriyle çok sayıda dilekçe yazdı. Nihayet mahkeme, Ulaştırma Bakanlığı ve Rize Valiliği’nin dosyaya sunduğu itirazları da göz önüne alarak bir ara karar verdi ve ek bilirkişi raporu alınmasını istedi. Dosya yaklaşık bir ay önce bilirkişiye gitti, ancak bilirkişiler raporu hazırlayamadıklarını söyleyip bir ay ek süre istedi. Vadideki yıkım da bu sürede devam etti.

“Ocak 2021’de açtık davayı, bir yıl geçti üzerinden. İki yıl da yargı süreçlerinde geçer derken istediklerini yine yaparlar. Çünkü Türkiye’de uygulama bu”

“İktidarla yakınlığı ile bilinen Cengiz İnşaat işin içinde. Bu nedenle mahkeme için de oldukça güç bir karar, arada kaldıklarını düşünüyorum,” diyen avukat Yakup Okumuşoğlu, böyle bir durumda hukukun alması gereken tavrı bir kanun maddesiyle hatırlatıyor. “İdari yargılama usul kanunu 27. Maddesinde denir ki ‘etkisi tükenecek işlemlerde idarenin savunması dahi alınmadan yürütmeyi durdurma kararı verilebilir’ Şimdi bütün dünyanın gözü önünde o ağaçlar kesildi. Yerine koymak mümkün mü? Hayır, değil. O kadar dağ taş patlatıldı, hafriyatlar çıkarıldı. Bunu mahkeme duymadı mı? Mutlaka duydu. Ancak bir yürütmeyi durdurma kararı dahi verilemiyor” diyor Okumuşoğlu. “Mahkemeyi de mevcut siyasi konjonktürü de anlıyorum fakat adalet de hukuk da bu değil.”

“Rize İdare Mahkemesi’ni Yeşil Yol’dan tanıdık”

Özellikle Doğu Karadeniz olmak üzere Karadeniz Bölgesi’nin tamamı çok sık yol, tünel, taş ocağı, maden, hidroelektrik santraller (HES), baraj gibi birçok projeyle gündeme gelirken, bu projelerin en büyüklerinden biri Yeşil Yol’du. Yakup Okumuşoğlu, yaylaları geniş, asfalt yollarla birbirlerine bağlamayı hedefleyen ve yaklaşık 2 bin 600 km uzunluğundaki bu yola karşı açılan davanın da avukatlarından biriydi. Dava dosyası ise yine Rize İdare Mahkemesi tarafından incelenmişti.

Okumuşoğlu’nun aktardığına göre Rize İdare Mahkemesi, Yeşil Yol’un yürütmesinin durdurulması ve iptali talebiyle açılan davayı bilirkişi görüşü dahi almadan “yol mera alanlarından geçiyor ve bu alanlarda da vatandaşların hakkı yok” diyerek reddetti. Avukatlar itiraz ederek kararı istinafa taşıdı ve istinaf, idare mahkemesinin kararını kaldırdı.

İkizdere’de çok sayıda köylünün köylünün tarlalarının bulunduğu araziler için de bu karar verildi.| Fotoğraf: Osman Baş, İkizdere Çevre Derneği

Dava tekrar başlayınca mahkeme bu defa bilirkişi raporu istedi ancak uzun bir süre keşfe gidilmedi. Nihayet bir sürü dilekçeden sonra bilirkişi incelemesine karar verildi. Rapor, Yeşil Yol projesi hakkında olumsuz görüş verdi ancak mahkeme tıpkı İkizdere’de olduğu gibi uzun bir süre karar vermedi.

Avukatlar projenin yapımının sürdüğünü belirterek “artık yol bitti, karar verin” diye dilekçe verince duruşma yapıldı. Mahkeme hemen karar vereceğini söyledi ancak bu ara kararın ardından da üç aylık bir zaman daha geçti ve karar açıklanana kadar yol bitti. Avukatlar “yol bitti, artık karar verebilirsiniz” deyince mahkeme o beklenen kararını nihayet açıkladı: “Çevreye zarar olabilir ama ekonomik faaliyetler çevreye verilecek zarardan daha önemlidir. Kamu yararı ekonomik faaliyetlerdir” diyen mahkeme en sonunda davayı reddetti. Karar tekrar istinafa taşındı ve istinaf, idare mahkemesinin kararını yine kaldırdı. Rize İdare Mahkemesi bu defa proje için iptal kararı verdi, fakat yol çoktan bitmişti.

“Biz idare mahkemesinin bu pratiklerini biliyoruz” diyen avukat Okumuşoğlu, İkizdere için de benzer bir sürecin işletileceğini öngörüyor. “Zaten üç yılda projenin biteceği söyleniyordu. Biz Ocak 2021’de açtık davayı. Bir yıl geçti üzerinden ve geriye kaldı iki yıl,” diyor. “İki yıl da yargı süreçlerinde geçer derken istediklerini yine yaparlar. Çünkü Türkiye’de uygulama bu.”

Taş ocağı Bakanlığa sunulan ÇED dosyasında yoktu

Projedeki en büyük usulsüzlüklerden bir tanesi Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın lojistik liman için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na başvururken hazırladığı ÇED dosyasında gösterdiği taş ocağı açılmayacağı taahhüdüne karşılık taş ocağı açılması. Bakanlık ÇED dosyasında lojistik liman için ihtiyacı olan taşı, yakın civardaki mevcut izinli ve ruhsatlı taş ocaklarından karayolları nizamnamesine uyarak taşıyacağını beyan ediyordu. Dolayısıyla ÇED kararını veren Çevre Bakanlığı da taş ocağıyla ilgili herhangi bir çevresel değerlendirme yapmadı ve lojistik limanla ilgili “ÇED Olumlu” kararı verdi.

Fakat aynı Ulaştırma Bakanlığı daha sonra Rize Valiliği ile iletişim halinde lojistik liman için taş ocağı açmak istedi ve alanın büyüklüğünü 25 hektarın altında tutarak ÇED sürecinden muaf oldu, “ÇED Gerekli Değildir” kararı aldı. “Koskoca bakanlığın diğer bakanlığa yapmayacağını söyleyip arkasından gidip valilikten taş ocağı izni almak suretiyle yürüttüğü bir faaliyet söz konusu. Yüz kızartıcı. Bunlar bir devletin ciddiyetiyle bağdaşmayacak hareketler,” diyor Okumuşoğlu. “Ne savunma verirlerse versinler hangi piyasa bilimcisinden rapor alırlarsa alsınlar orada bir görüntü var ve hepimiz görüyoruz onu. O görüntüyü bilirkişi raporuyla, ÇED süreciyle, mahkeme kararıyla vesaire kimse açıklayamaz. Kral çıplak.”

Funda Okyar | Fotoğraf: Osman Baş, İkizdere Çevre Derneği

“Elimiz kolumuz bağlı, bizim devletimiz de Cengiz’den yana.”

Avukat Okumuşoğlu, bölgede geriye kalan araziler için de acele kamulaştırma girişimlerinin devam ettiğini ve onlarla ilgili ayrıca davalar açtıklarını söylüyor. “Bazen Karayolları yapıyor bu işi bazen de Ulaştırma Bakanlığı. Acele kamulaştırma dediğiniz şey el koyma işi. Milletin arazilerini düşük fiyatlarla ellerinden alıp şirketlere veriyorlar” diyor.

“Bir baktık ki tapulu arazimiz bizim değilmiş…”

Funda Okyar 44 yaşında, İkizdereli bir kadın. Kendisi şu an Tokat’ta yaşasa da her yaz ailesinin yaşadığı köyüne, İkizdere’ye gidiyor. Direniş sürecinde de İkizdere’deymiş Okyar. Hatta geçtiğimiz günlerde maliyeden kendisine gelen bir yazıda o günlerde “sokağa çıkma yasağını deldiği” gerekçesiyle dört ayrı para cezası kesildiğini öğrenmiş. Toplam 3600 lira borç çıkarılmış Funda Okyar’a. Şimdi de annesinin arazileri acele kamulaştırmayla ellerinden alınıyor: “Annem sabaha karşı bir ses duyup dışarı çıkıyor ve jandarmanın etrafı sardığını görüyor. Çalışmaya müdahale edilmesin diye kimseyi evden de çıkarmıyorlar. Bir de bakıyoruz ki sonunda tapulu arazimiz bizim değilmiş.”

Köyde yaşayan insanların bütün varlığı toprakları. “Annemin çayı, patatesi, soğanı, fasulyesi her şeyi vardı. Geçim kaynağıydı orası annemin ve artık yok. Ceviz ağaçlarımızı, üzümlerimizi yok ettiler. Annem artık evi de gidecek diye korkarak bekliyor ama ‘Ölürsem de burada ölürüm bırakmam’ diyor. Bir aylığına İstanbul’a gitse orada bile duramıyor bu kadın,” diyor Okyar. Yaz sonunda Tokat’a geri dönen Okyar, “fotoğrafları gördükçe, yıktıkları yerlere baktıkça çocukluğumuzun gittiğini hissediyoruz” diyor.

Sadece acele kamulaştırma kararları değil. Musluktan akan suyu her türlü ihtiyaçları için kullanan İkizdereliler artık sularını da içemiyor. Okyar’ın söylediğine göre, Ekim 2021’in sonlarında Sağlık Bakanlığı’ndan yetkililer köye gidip sudan numune almış ve su için “kesinlikle kullanılamaz” kararı vermiş. Köylüler artık diğer köylerden su taşıyarak ya da hazır su alarak ihtiyaçlarını karşılıyor: “Ben şu an 44 yaşındayım, doğup büyüdüğüm o yerde bir gün hazır su aldığımı bilmem. Şimdi ya hazır alıyoruz ya da karşı köye gidip el arabasıyla bidonları doldurup taşıyoruz. Hayvanlarımıza da içiremiyoruz bu suyu. Ama elimiz kolumuz bağlı, bizim devletimiz de Cengiz’den yana.”

Terhan Baş | Fotoğraf: Osman Baş, İkizdere Çevre Derneği

“Sadece benim 500 cevizimi kesti, öbür komşularınkini demiyorum bile. Bunlardan ne bir kuruş verdi ne de başka bir şey”

80 yaşındaki Terhan Baş ise sabah namazı için kalktığında abdest alırken fark ediyor sudaki kirliliği. “Bizim oranın suyu o kadar güzeldi ki tatlı bir suyu vardı. Bir gün sabah kalktım abdeste ağzıma su verirken bir şeyler geliyor, dilim acıyor. Dedim bakayım toprak, taş. Bizim İkizdere’miz bitti. Millet gelip bizim dereden arabalarla su taşırlardı. Şimdi su içen hasta oluyor. Bizi yıktı kapattı, Allah ocağını yıksın kapatsın onun.”

Baş’ın 60 senedir nice emeklerle ekip biçtiği tarlaları, ağaçları da acele kamulaştırma kararıyla el konulan araziler içinde kalmış. Mart ayının sonunda evini de bırakıp yaylaya gideceğini anlatıyor: “60 senedir biz burada mısır ektik, çay ektik. Büyüklerimiz biraz toprak buldular mı bizi çağırıp derdiler ki gelin şu toprağı koyun da iki mısır olsun orada. Öyle yaptık ne hallerle yaptık biz bu tarlaları. Üzüm diktim, incir diktim, her şeyi yetiştirdim. Sabaha yarım saat kala kalkardık giderdik meşeye, toprağın altını gözümüz görmezdi ellerimizle bula bula ekerdik o bahçeleri. Şimdi geldi kırdı oraları. Sadece benim 500 cevizimi kesti, öbür komşularınkini demiyorum bile. Bunlardan ne bir kuruş verdi ne de başka bir şey. Ağaçları kesti odununu da aldı gitti.”

Baş, İkizdere’nin eski halinden eser kalmadığını söylüyor. “Yolları kestiler. 30-40 araba taş toprak çekiyor. Aramızda 10 metre yok. Şimdi ben burada yatıp nasıl rahat edeyim sesten, kokudan, tozdan. O kadar güzeldi ki bizim orası gelen bayılırdı. Güzel ormanın içiydi, şimdi gör orayı oldu soyulmuş bir dağ. Arazimizi alıp yol ettiler. Evin karşısından yol, altından yol, üstünden yol. Yol baba yol. Mazot kokusundan ne balkonda oturabilirsin ne keyif edebilirsin. Bir evimiz kaldı elimizde. Şimdi Mart ayının sonunda gideceğim, çaylık yok, tarla yok bir şey yok gidip yaylada kalacağım. Benim zamanım geldi ben öleceğim ama çocuklarımı düşünüyorum. O kadar kişinin ahını aldılar illaki bulurlar. Biz görmeyiz ama çocuklarımız görürler.”

Dağıstanlı: Vadinin ruhu yok oldu

Ekolojist Eren Dağıstanlı ise İkizdere’nin geleceği için hâlâ umutlu. Mahkemenin şu an yürütmeyi durdurma kararı vermesi ve kararın hemen uygulanması durumunda “biz el ele verir doğayı yeniden yeşertiriz” diyor. Ancak bölgede artık arıcılık yapılamayacağına emin olduklarını ve derede bir canlı yaşamı kalmadığını da ekliyor. Yıkımın doğal hayatı nasıl etkilediğinin ancak bahar aylarında görülebileceğini belirtiyor Dağıstanlı.

“Dereler kirlendi, hafriyatla dolduruldu. Kestane, kayın, gürgen gibi çok sayıda ağaç yok edildi ve hala yok ediliyor. İnsanlar tozun toprağın içine gömüldü ve kamyonların, yıkımın gürültüsüne hapsedildi. Son olarak da insanların yaz boyu nöbet tuttukları fiili bir direniş alanına döndürdükleri eski bir fabrika alanı olan yer de acele kamulaştırmayla el konularak yıkıldı,” diye özetliyor bölgedeki son durumu. “Büyüleyici bir faunası vardı buranın. Şimdi aynı dağa dönüp baktığında zikzak çıkan çıplak bir yol ve tırmanan iş makinalarından başka bir şey göremiyorsunuz. Vadinin ruhu yok olmuş durumda.”

Taş ocağı ve ağaç kesimleriyle beraber yollar İkizdere ve İşkencedere Vadisi’nin bütün çehresini değiştirdi. | Fotoğraf: Osman Baş, İkizdere Çevre Derneği

İkizdere direnişi Nisan 2021’den beri sürüyor

Rize’nin İkizdere ilçesinde yapılacak olan lojistik liman inşaatında kullanılmak üzere ihtiyaç duyulan taş ocağı için Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, ilçedeki İşkencedere Vadisi’nde 22 Mart 2021’de acele kamulaştırma kararı alındı. Bunun üzerine köylüler harekete geçerek, vadinin girişine çadır kurup nöbet tutmaya başlarken, alınan kararı da yargıya taşıdı. Ancak inşaatı gerçekleştirecek olan Cengiz Holding çalışanları 21 Nisan 2021’de vadiye girerek taş ocağı için yol açma çalışmalarına başladı.

Jandarma eşliğinde gelen şirket çalışanları, vadi girişine çadır kurup nöbet tutan vatandaşlardan çadırlarını kaldırmalarını istedi. Nöbet tutan vatandaşların tepkilerine rağmen çadırlar kaldırılırken, jandarma vadi girişine barikat kurdu.

Kısa sürede iş makineleri çalışmaya başlarken, bölge halkı da vadiye akın etti. Vatandaşlar, vadide çalışma yapan firma yetkilerinin herhangi bir izinlerinin olmadığını, yapılan çalışmanın yasa dışı olduğunu söyledi. Direnen köylüler, eylemleriyle iş makinalarının alandan ayrılmasını sağladı.

Kolluk kuvvetleri köylülere sokağa çıkma yasağına uymamaktan dolayı para cezası uyguladı. Köylüler cezalara rağmen direnmeye devam etti. 25 Nisan 2021’de yolları kesilen köylüler orman içlerinden iş makinalarının yanına geldi ve faaliyetin durmasını ve jandarmanın çekilmesini istedi.

Jandarma çekilmedi ve direnişin sürmesi üzerine köylülere biber gazı ile müdahale etti. Müdahale esnasında bazı kadınlar yaralandı, köylüler de gözaltına alındı. Aralarında İkizdere Dernekleri Federasyon Başkanı Ziya Yıldırım’ında olduğu köylüler daha sonra serbest bırakıldı. Köylülere üç günlük sokağa çıkma kısıtlaması nedeniyle de para cezası kesildi.

Direnişe rağmen inşaat sürerken Cengiz İnşaat’ın 3 Mart 2021’de kapasite artışı talebiyle başvuru yaptığı ve Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı 11. Bölge Müdürlüğü’nün, şirkete yeni bir taşocağı açması için izin verdiği ortaya çıktı. Bu sırada köylüler avukatları aracılığıyla projeyi yargıya taşıdı.

Bilirkişi ne dedi?

Davanın görüldüğü Rize İdare Mahkemesi bilirkişi keşfi yapılmasına karar verdi. Ekim ayında bölgede incelemeler yapan bilirkişiler hazırladığı raporu 14 Ekim 2021’de mahkemeye sundu. Raporda, şirketin sunduğu proje tanıtım dosyasının (PTD) eksik ve yetersiz olduğuna, madenin bölgenin ekosistemine zarar verileceğine dikkat çekildi.

PTD’de bölgedeki orman varlığına ilişkin eksik bilgiler yer aldığını belirten bilirkişiler, dosyada yer almayan Kızılçam gibi 20’nin üzerinde yapraklı ağaç bulunduğunu ve oluşacak tahribatın yöre halkı açısından yaşam alanları yönüyle kabul edilemez olduğunu vurguladı. Faaliyet sonrasında ise bölgenin ağaçlandırılması süreci ile ilgili yeterli bilgi olmadığı ifade edildi.

Bilirkişiler, arazinin eğimli olması erozyon riski taşıdığını ve bitki örtüsünün kaldırılması riski artırdığını belirtti. Ayrıca PTD’de, yer altı ve yer üstü sularına ilişkin bilgilerin bilimsel ve teknik anlamda eksik olduğu ifade edildi.

Cengiz Holding’in açmak istediği taş ocağı, doğal sit alanı olan İkizdere-İşkencedere Vadisi’nde yer alıyor. Vadi, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından “Termal ve Kış Turizmi Yeni Destinasyonu” olarak belirlenmiş durumda. Yörede bir yandan da Bakanlık tarafından “örnek yayla” modeli uygulanacak. Dolayısıyla bölge hem örnek yayla hem doğal sit alanı hem de turizm alanı olarak geçiyor. Ünlü Anzer ballarının yapıldığı Anzer Yaylası, Çamlık Mesiresi, Çağrankaya Yaylaları ve Ovit sınırları da İkizdere içinde yer alıyor.

İlçenin ekonomisi genel olarak tarıma dayalı. Başlıca tarım ürünleri çay ve patates ancak az miktarda kivi, mısır, armut ve fındık da yetiştiriliyor. Yaylacılık metoduyla sığır ve koyun beslenirken arıcılık da bölgedeki bir diğer geçim kaynağı. Dünyada koruma altında olan 200 vadiden biri olan ve Cengiz İnşaat tarafından taş ocağı için kullanılacak olan İkizdere Vadisi’nde altı adet Hidroelektrik Santrali çalışırken, iki taş ocağı da aktif olarak faaliyette.

Glifosat, ekosistemi tahrip eden ve sağlığa zarar veren yüzlerce pestisitten, yani tarım zehrinden sadece bir tanesi. Ancak doğa ve insan sağlığı üzerindeki etkileri itibariyle bu kadar basite indirgenemeyen bir tanımı var. Uluslararası Pestisit Eylem Ağı (PAN International), glifosatın hormonal sistemi bozduğuna dikkat çekiyor. Glifosat, sadece tüketiciler için değil, üreticiler açısından da ciddi sağlık sorunlarına neden oluyor. Çiftçilerde, tarım işçilerinde ve çocuklarında kanser riskini artıran tarım ilaçları arasında yer alıyor. Ancak bütün bunlara rağmen tarımda en çok kullanılan zehirlerden biri.

Türkiye açısından durum çok daha kritik. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın son tarım ilacı kullanım verilerini paylaştığı 2013’te, glifosat kullanımı 4 bin 500 tondu. Uzmanlara göre bu miktar her geçen yıl katlanarak artıyor.

Öte yandan glifosata karşı birçok ülkede bir hukuk mücadelesi yürütülüyor. ABD ve Fransa’da birçok kişi ve kurum eskiden Monsanto olarak bilinen kimya şirketinin ürettiği glifosat etken maddeli Roundup adlı ilaçtan şikayetçi oldu. Şirket 2018’de Alman ilaç ve kimya şirketi Bayer tarafından satın alındı. Bayer, ABD’de satılan glifosat etken maddeli tarım kimyasalı Roundup’a karşı kansere yol açtığı gerekçesiyle açılan davalarda anlaşma yoluna gitmek zorunda kaldı. Yani glifosatın sağlığa zararı hukuki olarak onaylanmış oldu.

Bu sırada glifosat etken maddeli Roundup tarım ilacı Türkiye’de hiçbir denetime tabi tutulmadan herhangi bir alışveriş sitesinden dahi satın alınabiliyordu. Avukatlar Senih Özay ve Hazar Kıpçak Türkiye’de bu tarım ilacının hiçbir kısıtlamaya tabi tutulmaksızın kullanımına karşı hukuki süreç başattı. Özay, ABD’de üretici şirketin tazminatlara mahkûm edilmesini gerekçe göstererek Tarım ve Orman Bakanlığı’na başvuru yaparak glifosat etken maddeli ilaçların kullanımının yasaklanmasını, toplatılmasını ve ruhsatının iptal edilmesini istedi.

Bakanlığın 60 gün içerisinde bu talebe “evet” ya da “hayır” şeklinde yanıt vermesi gerekiyordu. Hiçbir şekilde cevap vermemesi ise başvuruyu susma yoluyla reddettiği anlamına geliyordu. Söz konusu başvuruda da bu durum gerçekleşti; bakanlık susarak talebi reddetti.

Şirketin taraf olma talebine onay

Kendiliğinden oluşan bu idari işlem aleyhine avukat Kıpçak’ın da devreye girmesiyle bakanlık aleyhine dava açıldı. Avukatlar bu dava öncesinde Roundup ürününü kullanan iki çiftçinin de sürece katılmasını istedi. Fakat mahkeme iki çiftçinin zamanında Bakanlığa herhangi bir başvuru yapmadığını gerekçe göstererek, “davada taraf olmaları mümkün olmadığına” hükmetti. Böylece dava sadece Senih Özay’ın başvuruları temel alınarak Ankara 18. İdare Mahkemesi’nde görüldü.

“Mahkeme kararında ilacın kanserojen olabileceği ve bakanlığın bu ilaca onay verirken yeterli laboratuvar ve komisyon incelemelerini yapmadığı yer aldı”

Avukat Hazar Kıpçak davanın dayandığı noktaları ve sonrasında gelişen süreci şöyle anlatıyor: Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) Kanser Araştırmaları Ajansı glifosatın muhtemel kanser olduğunu söylüyordu. Buna karşılık Avrupa gıda otoritesinin ve Amerika’daki gıda otoritelerinin maddenin kanserojen olmayabileceğine dair ifadeleri vardı. Türkiye’nin de taraf olduğu Rio Sözleşmesi’ne göre, ihtiyatlılık prensibi var. Yani, bir bilimsel konuda tereddüt varsa hemen konunun yürütmesini durdurup önce bir araştırma yapılmalı. Bu nedenle biz yargılama sona erene kadar en azından satışı dursun diye yürütmeyi durdurma talep ettik. Ancak bu talebimiz reddedildi.”

Kıpçak, çiftçilerin davaya taraf olmaları reddedilirken, şirketin taraf olma talebinin ise kabul edildiğini anlatıyor. “Bu sırada Bakanlık savunmasını gönderdi ve şirketin Türkiye ayağı da davaya Bakanlık yanında müdahil oldu. Çünkü ilaçlar yasaklanırsa onların da maddi kayıpları söz konusu olacaktı. Bakanlık savunmasında ‘Biz AB müktesebatına uyuyoruz, AB bu ilaca beş yıl daha ruhsat vermiş, o yüzden biz de veriyoruz’ dedi. Yasakladığı birkaç maddeyi de savunmasına ekledi. Şirket ise ilaçlarının kanserojen olmadığını savunan bir savunma yaptı. Fakat bu süreçte Amerika’da ve Fransa’da bu ilaçlar üzerinden yürüyen davalarda çeşitli tazminatlar verilmeye devam ediyordu.”

Bu sırada mahkeme Ziraat Mühendisleri Odası, Ziraat Odası, Hacettepe Eczacılık Fakültesi, Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi, Türk Onkoloji Derneği ve Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinden uzman görüşleri istedi. Özellikle Ziraat Mühendisleri Odası’ndan ve Hacettepe Eczacılık Fakültesi’nden olumlu cevaplar geldi. “Cevaplarda dünyadaki gelişmelerden, Amerika’daki yasaklardan, eyalet bazında yasaklamalardan bahsedildi, DSÖ’nün görüşlerine yer verildi ve neticede bir duruşma açıldı,” diye anlatıyor Hazar. Bilirkişi raporlarının incelenmesiyle de sürecin ilk aşaması davacı avukatlar açısından olumlu sonuçlanıyor: “Bu duruşmaya Ankara’daki bir avukat arkadaşımız katıldı, hâkimler heyet olarak katıldı ve nihayetinde bakanlığın [glifosat bazlı tarım ilaçlarının sağlığa zararlı olduğunu reddettiği yönündeki] işlemi iptal etmeye karar verdi. Kararın gerekçesinde de Türkiye’deki otoritelerden yazı alındığı ve ilacın gerçekten de kanserojen olabileceği, dolayısıyla ileride telafisi güç zararlar doğabileceği ve bakanlığın bu ilaca onay verirken yeterli laboratuvar ve komisyon incelemelerini yapmadığı, sadece AB’yi baz alarak verdiği ifadeleri yer aldı.”

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de 2020 yılında toplam 53 bin 672 ton pestisit kullanıldı. | Fotoğraf: Meriç Tuna via Unsplash

Fakat süreç bu kararla bitmedi. Bakanlık ve şirket, yerel mahkemenin kararını itiraz ederek istinafa taşıdı. İstinaf yerel mahkemenin kararını, kararın içeriği itibariyle değil ama usûl yönünden bir eksikliğe işaret ederek bozdu. Gerekçesi, yerel mahkemenin avukatların yanında davaya müdahil olmak isteyen iki çiftçiye kararında yer vermemesiydi. “Kararı düzelterek onaylayabilirdi ancak kararı bozup, bu kişiler hakkında hüküm vermesi için dosyayı yerel mahkemeye gönderdi,” diyor Kıpçak.

Bakanlık dava sürerken yönetmelik değiştirdi

Dosya istinafa gitmeden önce, yani dava sürerken avukat Kıpçak ve Özay’ın dayandığı konulardan biri de bu ilacın internet üzerinde her şekilde satılabilmesiydi. Öyle ki PTT’nin sitesinde bile satışı vardı ve kullanımı hiçbir şekilde denetlenmiyordu.

Fakat bakanlık verilen hükmün ardından dosya istinafa gitmeden yönetmeliği değiştirdi. “Bitki koruma ürünlerinin toptan ve perakende satılması ile depolanması hakkında yönetmelik” üzerinde ilaçların internetten satılamayacağı, reçeteye uygun satılmak zorunda olduğu, hangi tarım ilaçlarının reçeteyle satılacağını Bakanlığın belirleyeceği ve bu ilaçları kullanan kişinin önlemini alması gerektiğine dair kısıtlamalara gidildi. Yani bakanlık, Roundup ilacının vereceği zararlardan doğacak sorumluluğu bir anlamda kullananlara bırakmış oldu.

Dosya istinaftan yerel mahkemeye geri gönderildi. Bu sırada Ankara 18. İdare Mahkemesi’nin iki üye hâkimi de değişti. Ruhsat iptali hükmü veren heyette eski üyelerden sadece mahkeme başkanı kaldı. Kıpçak, bu süreci şu ifadelerle anlatıyor: “Bakanlık duruşma yeniden açıldığında Komisyon kurduğunu, glifosata ilişkin toplantılar yaptığını, maddenin bir zararı olmadığını ve Avrupa’da yeniden kullanım onayı aldığını gösteren belgelerle yeni savunmasını sundu. Yani ‘üzerimize düşeni yaptık’ dedi kısaca.”

Fakat mahkeme heyetinin değişmesi sadece usulden bozulan davanın nihai kararına da doğrudan etki ediyor. “Yerel mahkeme dosya istinaftan döndükten sonra bizim talebimizi ikiye bir oyla reddetti. Heyet başkanı bizim lehimize oy kullanırken, değişen üye hâkimler aleyhimize karar verdi. Başkan karşı oy yazısında glifosata ilişkin yeterli araştırma yapılmadığını, maddenin sağlık üzerinde etkili olabilme ihtimalinin bile zararlı olduğunu söyledi.” Avukatlar karara itiraz ettiler, ama sonuç alamadılar. “Biz kararı tekrar istinafa taşıdık, yeterli inceleme yapmadan bozulamayacağını, esasa girilmesine gerek olmadığını, giriliyorsa da laboratuvar ve bilirkişi incelemesi yapılmadığını söyledik. İstinaf da itirazımızı reddetti ve önümüz kapanmış oldu.”

Dava ilk aşamada glifosatın kullanılmaması doğrultusunda sonuçlandıktan sonra avukatlar Kıpçak ve Özay, Tarım ve Orman Bakanlığı’na karara uymaları talebiyle dilekçe verdi. Bakanlık verdiği yanıtta “gereğini yapıyoruz” demekle yetindi ancak istinaf sürecinden başlayıp dosya tekrar yerel mahkemeye dönene kadar ilaçları toplama işlemini hiçbir zaman gerçekleştirmedi.

Avukat Hazar Kıpçak

“Bakanlığın hiçbir bilimsel inceleme yapmadan sadece bir komisyon kurmasıyla fikri mi değişti mahkemenin?”

Buna karşılık Seni Özay idari mahkemenin kararının uygulanmamasından dolayı ABD’de çıkan 289 milyon dolarlık tazminata istinaden 89 bin TL’lik bir tazminat davası açtı. Bu dava hâlâ devam ediyor. Ana davanın yeniden görülebilmesi için ise avukatlar Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurdu ve başvuru numarası aldı. Davanın esasının görüşülüp görüşülmeyeceğinin bilgisini ise henüz almadılar.

“Ekonomik fayda insan sağlığının önüne geçti”

Peki, kazanılan davanın önce istinafta teknik bir gerekçeyle bozulması, yeniden yapılan yargılama sürecinde ise yeni mahkeme heyetinin bakanlık lehine karar vermesini avukatlar nasıl değerlendiriyor? Avukat Kıpçak, sürecin hukuki açıdan bazı sorunlar içerdiğini belirtiyor. “İstinafın verdiği ilk kararı biz usûl açısından bir kriz olarak görüyoruz. İstinaf bunu çok kolay bir şekilde aşabilecekken dosyanın geri gönderilmesi, dosya geri döndüğünde tam tersi yönde bir karar kurulmuş olması, eğer ki döndüyse de bir bilimsel araştırma yapılmadan ilacın kullanılması yönünde bir karar verilmesi de işin başka bir boyutu,” diyor Kıpçak.

Kıpçak, bakanlığın yerel mahkeme ilk kararını verdikten sonra komisyon kurma yoluna gitmesinin hukuki sürece etki etmesini de eleştiriyor: “Eğer ki bu genel geçer bir şey olursa, yani bunun hukuki yolu açılırsa o zaman bütün idareler dava sürecinde eksikliklerini fark edip, eksiğini düzeltip davayı tam tersi yönünde sonuçlandırabilir. Biz AYM’ye başvurumuzda da bu durumun sakıncalarından bahsettik. Kurum yazıları sonuç olarak hâlâ dosyada mevcuttu, bakanlığın hiçbir bilimsel inceleme yapmadan sadece bir komisyon kurmasıyla fikri mi değişti mahkemenin?”

Kıpçak, dava sürecinde bakanlığın glifosat kullanımını ısrarla savunmasının perde arkasında Türkiye’de tarımın bu ilaca olan bağımlılığım önemli etkisinin olduğunu kanısında. “Bakanlığın, bu ilaçların kullanımını yasaklamaları halinde Türkiye’de tarımın durma noktasına geleceği şeklinde bir düşüncesi vardı. Hem bakanlığın hem şirketin mahkemeye sundukları çeşitli yazılar ve savunmalar bu sonuca çıkıyordu,” diyor. Bakanlığın sunduğu gerekçeleri ise şöyle açıklıyor: “İlacın çiftçinin çapa yapmasını engellediğini, makinalı tarımı azalttığını, ilaçla traktör sürmenin bile engellendiğini ve dolayısıyla egzoz gazı salımını azalttığını savundular. Oysaki glifosat birikme yoluyla toprakta kaldığı için çok zararlı. Biz sadece tarımdan da bahsetmiyoruz aslında. Bu ilacı şu anda bir vatandaş bile bahçesine atabilir, belediyeler yol kenarlarına atıyor vesaire ama Bakanlığın genel yaklaşımı tarımın çok büyük etkileneceği yönündeydi. Çünkü bu ilaç piyasayı domine ediyor.”

“Tarım ve Orman Bakanlığı üretici, uygulamacı ve tüketici sağlığını firma mümessillerinin insafına terk etti”

Tam da bu nedenle Kıpçak için ilacın konuşulması büyük önem taşıyor. Zira tarımda yaygın ve denetimsiz kullanımının yol açtığı zarar her gün artıyor: “Bakanlığın biraz da ekonomik kaygılarla bu ilacın kullanımına bu kadar önem verdiğini düşünüyorum. Hatta çiftçi de kısa vadede ekonomik açıdan fayda sağladığı için kullanıyor olabilir. Fakat ekonomik fayda sağlıyor oluşu bu ilacın kullanımının sağlık açısından ikinci plana atılmasını gerektirmez. Öncelik insan sağlığı olmalı. Biz dünyada bu kadar konuşulurken Türkiye’de de konuşulmasını, bu ilaçtan zarar görenlerin ortaya çıkmasını istedik. Fakat şu ana kadar birkaç telefon dışında kimseden bir geri dönüş de alamadık. Dolayısıyla nihai tüketici aşamasındaki görüş nedir emin değiliz. Ama dediğim gibi, ekonomik faydasının insan sağlığının öneminin önüne geçmiş olduğunu düşünüyoruz.”

“Ekosistemde geri dönüşsüz bir kırım”

Davaya bilirkişi olarak katılan kurumlardan biri Ziraat Mühendisleri Odası’ydı ve glifosat kullanımının zararları konusunda onlar da mahkemeyi uyarıyordu. Peki, glifosat etken maddeli ilaçların kullanımı başta Akdeniz ve Ege olmak üzere Türkiye’nin tüm bölgelerinde nasıl bu kadar yaygınlaştı?

Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Murat Kapıkıran’ın yanıtı şöyle: “Yıllardır uygulanan tarım politikaları ve buna uygun olarak çıkarılan tohumculuk yasası, çiftçilere dayatılan endüstriyel tarım ve özendirilen herbisit kullanımına dayalı yabani ot mücadelesi, kullanılan endüstriyel tohum çeşidine göre tavsiye edilerek başladı ve giderek alışkanlık hâline gelmesi sağlandı.” Böylece ilacın kullanımının hızla yaygınlaştığını söylüyor Kapıkıran: “Sertifikalı hibrit tohum çeşidi ve çeşide göre uygulanan hastalık, zararlı ve yabani ot zehirlerinin kullanımı adeta çaresizlik yaşatılan çiftçilerin değiştirilemez kaderi hâline getirildi. Günümüz Türkiye’sinde isteyen kendi karar verdiği dozda ve zamanda denetimsiz olarak kullanabiliyor. Tarım ve Orman Bakanlığı, tarımla ilgili her alanda olduğu gibi üretici, uygulamacı ve tüketici sağlığını, ekosistem açısından yaşamsal önemde olan bitki koruma ürünleri kullanımını, ve bundan korunmak için gerekli eğitim ve yayım faaliyetlerini firma mümessillerinin insafına terk etti.”

Kapıkıran, İkinci Dünya savaşından sonra başlayan tarımda verim artışı yaratacak, “Yeşil Devrim” adıyla dünyaya servis edilen tarım zehirleri kullanımının her geçen yıl katlanarak arttığını belirtiyor ve diyor ki “ekosistemde geri dönüşümsüz kırımlara neden oldu”. Şöyle devam ediyor Kapıkıran: “Biyoçeşitlilik, toprakta mikrobiyolojik kapasite ve çiçeklerde polinasyon (tozlaşma) kaybı bir süre sonra verim düşmesine ve hatta yeniden üretim yapabilme maliyetlerinin orantısız olarak artmasına neden oldu. Kullanıcı çiftçi ve tüketici sağlığı, yerel tohum çeşitleri ve tarımsal üretim kültürleri de yok oldu. Küresel tarım sisteminin egemenliği altına girildi.”

Glifosat kullanımı çiftçilere dayatıldı mı?

Çiftçinin ürün yetiştirmek için tarlasındaki otlardan kurtulabilmesi gerekiyor. Bu nedenle glifosat etken maddeli ilaçların kullanımı da elzem hâline geliyor gibi düşünülebilir, fakat öyle değil. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Gıda Çalışma Grubu Sorumlusu Yasemin Kireç, çiftçilerin karşılaştıkları durumu bir dayatmadan ziyade “zorunda bırakılma” olarak açıklıyor: “AB’de bir zehir yasaklandığı zaman yerine alternatif biyolojik, biyoteknik ve mekanik mücadele çeşitleri öneriliyor. Türkiye’de bu yetersiz kalıyor. Her şey birbiri ile bağlantılı. Şöyle açıklayayım: Baktığınız zaman dünyadaki tarım ilacı piyasasının yüzde 65’ine, ticari tohum piyasasının da yüzde 61’ine çok uluslu beş şirketin hâkim olduğunu görebilirsiniz.”

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği Gıda Çalışma Grubu Sorumlusu Yasemin Kireç

“Tohum ve pestisit üreticileri kirlilik ve sağlık zararlarından ziyade kârlılıklarını sürdürmekle ilgililer”

Tarımda kullanılan tohum ve ilaçları da bu şirketlerin ürünleri belirliyor. “Tarım kimyasalı üreten şirketlerin çoğu aynı zamanda tohum da üreten şirketler olduğu için, pestisite ihtiyaç duymayan dayanıklı tohumlar üretmekle pek ilgilenmiyorlar. Konvansiyonel tarımda yürütülen bitki ıslah çalışmaları ticari bir bakış açısı ile yüksek randımanlı çeşitlere odaklı. Yüksek randımanlı/verimli çeşitler pestisitler başta olmak üzere kimyasal girdilerle birlikte iyi çalışıyor ancak yerel/atalık tohumlara nazaran zararlı ve hastalıklara karşı daha dayanıksız oluyorlar. Dolayısıyla üreticiler mecburen glifosat ve diğer zehirlerden kullanmak zorunda kalıyorlar,” diyor Kireç. “Özetle, şirketlerin ürettiği tohumlar; ideal toprak, yeterli su, uygun sıcaklık, nem ve rüzgâr gibi ideal koşullarda yetiştirilmek üzere üretildikleri için iklim değişiklikleri, doğal afetler, kuraklık, aşırı yağışlar ve bunlara bağlı gelişen hastalıklara karşı dayanıklı değiller. Bu sebeple de glifosat gibi zehirlere muhtaçlar.”

Kim kâr ediyor, kim zarar ediyor?

Aslında sonuç itibariyle çiftçi ürününü yetiştirebildiği için kâr eden tarafta görünse de bu maalesef böyle değil. Kireç şöyle açıklıyor: “Endüstriyel tohum ve pestisit üreten şirketler, tohumun besin değeri, pestisitlerin neden olduğu kirlilik ve sağlık zararlarından ziyade değişen şartlarla mücadele etmek zorunda kalan çiftçiye tohum ve pestisit satmak, dolayısıyla kârlılıklarını sürdürmekle ilgililer. Yeşil Devrim başlığı altında açlığa çare diye sunulan hibrit tohumlar ve pestisitler sadece şirketlerin kârlılıklarına hizmet ediyor.”

“Altyapı problemleri bu otları yok edemememizin asıl sebebi. Bu da bize ilaç kullanmaktan başka şans bırakmıyor”

Bu ilaçların uzun vadede doğaya etkisi de büyük. “Dünya Gıda ve Tarım Örgütü son raporlarında 2014’ten bu yana açlık sorununun tekrar yükselişe geçtiğini görüyoruz. Meselenin özü bu zehirler kısa vadede verim sağlıyor ve gıda piyasasındaki rekabet şartları sebebi ile bunları kullanmayan çiftçiler de kullanmak zorunda kalıyor. Arka planda ise, uzun vadede ekosistemi, toprağı, suyu yok ediyor, doğadaki av avcı dengesini bozuyor ve bitki zararlıları bu zehirlere direnç geliştirdiği için sürdürülebilir değil,” diyor Kireç. “Sonuç olarak, biz yani tüketiciler zarar ediyoruz, üreticiler zarar ediyor, biyolojik çeşitlilik ve ekosistem zarar görüyor ama zehir satan şirketler kazanıyor.”

Çiftçiler: “Ne kadar tedbir alsak da korkuyoruz”

Hamdullah Ekim Amasya, Merzifon’a bağlı Karatepe köyündeki 130 dekarlık arazisinde arpa, buğday, mısır, soğan, şekerpancarı, ayçiçeği, yonca tarımı yapan 48 yaşında bir çiftçi. Glifosat etken maddeli ilaçları kullanıyor ama kendi deyimiyle “korkarak ve çekinerek”… Ekim, ABD’deki davalardan, sonuçlarından ve ilacın kanserojen maddeler içerdiğinden haberdar. Ürünü kullanırken gözlükten maskeye kadar bütün önlemleri alıyor fakat “başka çare de alternatifi de yok” diyor: “Çok yıllık zararlı otlarda, kamış, ayrık gibi mücadelesi zor olan otlarda tarla ekilmeden önce ot mücadelesi yapmamız gerektiği için toprağın üzerine bu ilacı istemeyerek de olsa uyguluyoruz.”

“Bizim asıl sorunumuz tarımsal arazilerimizde çözülmeyen altyapı problemleri. Mesela kamış gibi otlar taban suyu yüksek, sulak arazilerde oluşur. Drenajlarımız yapılmadı, sulama sistemlerimiz hâlâ kapalı sisteme geçmedi. Vahşi sulama yapıyoruz, damla sulama sistemine geçemedik. Yani altyapı problemleri bu otları yok edemememizin asıl sebebi,” diyor Ekim. “Bu da bize ilaç kullanmaktan başka şans bırakmıyor.”

Glifosat bazlı tarım ilaçlarının kullanım alanları narenciye, bağ, fındık, zeytin gibi dikili tarım arazileri ile kültür bitkisi yetiştirilmeyen alanlar olarak belirtiliyor. | Fotoğraf: Rebecca Georgia via Unsplash

Ekim’in şu an bir sağlık problemi yok. “Ama bu olmayacak anlamına gelmiyor. Sonuçta zehirli bir maddeyle muhatap oluyoruz. Ne kadar tedbir alsak da korkuyoruz” diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Üretici olarak dünya piyasasıyla rekabet edebilmemiz için aynı imkânlara sahip olmamız gerekiyor. Benim çiftçi olarak yabancı ot mücadelemin ya da böceklerle mücadelemin dünya standartlarına getirilmesi gerekiyor. İki tane yarış atını yarışa sokuyorsunuz: Biri çim pistte, biri kum pistte koşuyor. Tabii ki çim pistinde koşan kazanır.”

“1300 dekar arazi işliyorum, girdi maliyetleri şu anki ekonomik koşullarda iyice yükseldi. Ben zaten geçimimi kıt kanaat sağlıyorum. Bir de altyapıya kendim ödenek ayırmaya kalksam altından kalkmam mümkün değil. Ne yapıyorum, mecburen ilaca başvuruyorum.” Her ne kadar glifosatın Ekim’in sağlığı üzerinde bir etkisi olmasa da, aynı durum yetiştirdiği ürünler için geçerli değil. “İlacı kullandıktan sonra toprağı hemen ekerseniz belki gözle görülür bir etki olmuyor ama toprakta kalıntı yapan bir ilaç olduğu için dolaylı yoldan etkiliyor. Mesela ürünlerin raf ömrünü kısaltıyor ve bir yıl sonra fark edebiliyorsunuz bunu. Kullanmadığım zaman böyle etkiler olmuyor. Ertesi sene ektiğim mahsulü bile etkiliyor, mahsule zarar veriyor. İlacı yaparken tarlanın her tarafına homojen atamıyorsunuz, biraz çok olduğunda mahsul kurumaya başlıyor.”

Glifosatın sağlık ve doğa üzerindeki etkileri neler?

İlk olarak 1950 yılında İsviçreli kimyager Henry Martin’in sentezlediği glifosat, Martin’in bünyesinde olduğu ilaç firması Cilag tarafından hiçbir zaman piyasaya sürülmedi. 20 yıl sonra bu çalışmadan bağımsız olarak kimyager John E. Franz, ABD’li tohum ve bitki koruma firması Monsanto için 1970’te bitki koruma amaçlı olarak glifosatı geliştirdi.

Glifosat (N-fosfonometilglisin), kararlı karbon-fosfat (C-P) bağlı, sentetik ve seçici olmayan total herbisit (ot öldürücü) olarak tanımlanıyor. Glifosat maddesi, sistematik olarak yabancı otlarla mücadelede kullanılan etkili bir bitki zehri. Bitkinin yeşil aksamından alınıp yaprağına ve köküne nüfuz eden “sistemik” (bir başka deyişle bitkinin bünyesine giren) bir ilaç olarak tanımlanıyor. Yabani ot mücadelesinde tüm otları istinasız öldürüyor. Bu nedenle hububat tarımında kullanıldığında tahılların etkilenmemesi için genetik kodları ile oynanıyor. Böylece GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) ürünlerin yaygınlaşmasına da yol açıyor.

Dünyada pestisit piyasasına hâkim olan beş şirketin sadece glifosat etken maddesinden 2018’de elde ettikleri gelir yaklaşık 1 milyar dolar

DSÖ’ye bağlı Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC) Mart 2015 tarihine kadar yapılan birçok çalışmayı değerlendirerek, glifosatı Grup 2A ‘‘insanda karsinojenik etki olasılığı bulunan ajanlar’’ olarak sınıflandırdı. IARC tarafından hazırlanan raporda glifosatın insanlar için kanser yapma riski taşıdığı dile getirildi. Uluslararası Pestisit Eylem Ağı (PAN International), glifosatın hormonal sistem bozucu olduğuna dikkat çekti.

Kanser yapıcı pestisitler solunduğunda, ağız yoluyla alındığında veya deriye nüfuz ettiğinde zamanla kanser oluşumuna neden olabiliyor. ABD’de yürütülen araştırmalara göre pestisitlerin çevre, biyoçeşitlilik kaybı ve toplumsal zarar üzerindeki maliyeti 12 milyar dolar. Birleşik Krallık ve Almanya’da yürütülen çalışmalar, pestisit kullanımının senelik dış maliyetini sırasıyla 257 milyon dolar ve 166 milyon dolar olarak açıklıyor.

Üretici firmalar ve kazançları

Glifosat ilk olarak Monsanto firması tarafından Roundup adı ile piyasaya sunuldu. Ancak firmanın bugün itibariyle ilaç üzerinde bir patent hakkı yok. Birçok tarım ilacı üreten şirketler farklı isim altında aynı etken madde veya türevlerini içeren (Örneğin Zeneca firması glifosat içeren glyphosatetrimesium ismi ile) herbisit üretiyor.

Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı’nın Mart 2020’de yayımladığı “Dünyayı Zehirleyerek Milyarlarca Dolar Kazanıyorlar” adlı basın bültenine göre, dünya genelinde pestisit piyasasına hâkim olan beş şirket (Bayer, BASF, Syngenta, FMC ve Corteva), 2018’deki 37,2 milyar dolarlık ürün satışlarının yüzde 35’ini glifosat gibi yüksek seviyede zararlı pestisitlerden elde ettiler. Adı geçen beş şirketin sadece glifosat etken maddesinden 2018’de elde ettikleri gelir yaklaşık 1 milyar dolar.

Dünyada glifosat

ABD’nin California eyaletinde bahçıvan Dewayne Johnson’un glifosatın kansere neden olduğu iddiası ile açtığı davada, 2018’de mahkeme Monsanto’yu 289 milyon dolar tazminat ödemeye mahkûm etti. Bu davayı emsal göstererek çok sayıda yeni dava açıldı.

Monsanto’yu 2018’de 65 milyar dolara satın alan Bayer, dava açanlarla anlaşarak 10 milyar 900 milyon dolar ödemeyi kabul etti. 2 Temmuz 2019’da Avusturya Parlamentosu aldığı bir kararla AB içinde glifosat kullanımını yasaklayan ilk ülke oldu.

Türkiye’de glifosat

Tarım Bakanlığı’nın eski verilerine göre 2001’de tarımda yıllık 305 ton glifosat kullanılıyordu. Bu sayı 2013’te 15 kat artarak 4 bin 500 tona çıktı. 2019 yılı için ise yıllık glifosat bazlı tarım ilacı kullanımının 8 bin tona ulaştığı tahmin ediliyor.

Türkiye’de tarımda kullanılan yıllık pestisit miktarı 60 bin ton civarında iken bunun yaklaşık olarak yüzde 13’ünü, yani 7 bin 800 tonunu glifosat oluşturuyor. Dünyada yılda 3 milyon ton civarında pestisit kullanıldığı tahmin ediliyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de 2020 yılında toplam 53 bin 672 ton pestisit kullanıldı.

Dünyadaki 860 milyon çiftçi ve tarım işçisinin yarısına yakını (yüzde 44’ü) her yıl zehirleniyor

Prospektüsünde kullanım alanları narenciye, bağ (yaprak tarımı hariç), fındık, zeytin gibi dikili tarım arazileri ile kültür bitkisi yetiştirilmeyen alanlar olarak belirtilse de, glifosat bazlı ilaçların ekim-dikim öncesi tüm tarım arazilerinde kullanılma alışkanlığı var.

Dünyada glifozat etken maddeli tarım ilaçları, glifosata toleranslı olacak şekilde genetik olarak modifiye edilmiş soya ile mısırın yanı sıra pamuk, kanola gibi tarla bitkileri tarımında ve süs bitkileri yetiştiriciliğinde olmak üzere 110’dan fazla yabani ot türü için kullanılıyor.

Tarım ilaçları kaynaklı zehirlenmeler artıyor

Wolfgang Boedeker, Meriel Watts, Peter Clausing ve Emily Marquez’in yaptığı ve BMC Public Health adlı hakemli dergide yayımlanan araştırmaya göre, 1990’da yıllık yaklaşık 25 milyon olan pestisit zehirlenmesi sayısı, 2020’de 385 milyona yükseldi. Bu yükselişin nedeni, 30 yıl içerisinde pestisit ve herbisit kullanımının dünya genelinde yüzde 81 artmış olmasıydı.

Araştırmaya göre, dünyadaki 860 milyon çiftçi ve tarım işçisinin yarısına yakını (yüzde 44’ü) her yıl zehirleniyor. 141 ülkeye ait verilerin incelendiği araştırmada pestisit zehirlenmelerinin yol açtığı ölüm sayısı ise yılda yaklaşık 11 bin olarak veriliyor.

“Az önce kendi tapulu arazimizin bahçesinde türkü söyledik hep beraber. Jandarmalardan biri hemen telefon görüşmesi yaptı. Özel tim yığıldı ardından. Duyuyor musunuz bilmiyorum, anons geçiliyor. Bize kendi evimizin bahçesinden dağılmamız gerektiğini, gitmezsek müdahale edeceklerini söylüyorlar.”

Rize, İkizdere’de haftalardır Cengiz Holding ve şirketin desteğini arkasına aldığı AKP hükümeti ortaklığında yürütülen taş ocağı projesine karşı direnenlerden, ağacın kesilmesine ağaca çıkarak engel olan Zeynep Baş ile görüşmemiz esnasında yaşandı bu konuşma.

İyidere sahiline yapılacak olan lojistik limanın inşaatında kullanılmak üzere “ihtiyaç duyulduğu” gerekçesiyle açılacak taş ocağına karşı İkizdere halkının direnişi bir aydır devam ediyor.

Ağaç kesimlerinin başlamasıyla birlikte jandarma İkizdere’yi abluka altına aldı. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

Köylülerin büyük bir kararlılıkla yürüttüğü mücadele karşısında Cengiz Holding ısrarla, hız kesmeden ağaç kesme çalışmalarını sürdürüyor. Yurttaşların tepkisi dinmeyince hükümet de Cengiz Holding’in yanında seferber oldu. Köyde 16 Mayıs’ta Rize Valiliği kararıyla “kısmî olağanüstü hâl (OHAL)” ilan edildi. Yürüyüş ve basın açıklaması yapmak 15 gün süreyle yasaklandı.

Zeynep Baş ile yaptığımız görüşme de bu kısmî OHAL sürecinde gerçekleşti. “Öyle bir OHAL ki kendi evimizin önünde türkü söylememiz yasak,” dedi Baş.

İkizdereli kadınlar anlatıyor

İkizdere’de direnişin başladığı ilk günden bugüne ağaçların tepesinde, dere eteğinde, dozer önünde hep en çok kadınları gördük. Jandarma müdahalesiyle beraber bu kadınların yerlerde sürüklendiğini ve gözaltına alındığını da… Yaşam alanlarına sahip çıkmak, geçim kaynaklarını korumak için her zorluğu göze alan kadınlar Zeynep Baş ve Nazire’nin ağzından İkizdere direnişini dinledik. Söz İkizdereli kadınlarda:


Zeynep Baş: Doğanın siyaseti olmaz

“Yaşam alanlarımızın, organik çay bahçelerimizin, derelerimizin yok olmasını, doğamızın katledilmesini istemiyoruz. Toz bulutu içerisinde yaşamak, kirli hava solumak istemiyoruz. Bizler suyumuzu derelerimizden alıp içiyoruz. Şu anda sularımız kirli akıyor. Çoğumuzun geçim kaynağı tarım ve hayvancılık. Yoğurdumuzu, peynirimizi, sütümüzü hazır almayız, kendimiz yaparız. Zengin insanlar değiliz biz, her şeyimizi doğadan kazanıyoruz. Dolayısıyla yaşam alanımızı terk etmek, geçim kaynaklarımızı bırakmak, bir santimetrenin dahi yok edilmesini istemiyoruz.

Eskencidere Vadisi’ndeki derenin inşaattan önceki ve sonraki hâli.

“Hükümet buraya göz koydu ama biz burayı vermeyeceğiz. Buradaki tavır bir oy veya parti meselesi değil. Doğanın siyaseti olmaz. İkizdere için birçok şey söylediler. Doğru, İkizdere yüzde 95 civarında AKP’ye oy vermiş bir bölge ama bu demek değil ki doğasını savunmayacak.

“Öyle bir OHAL ki evimizin önünde türkü söylememiz yasak”

“Dolayısıyla hükümetin tavrını doğru bulmuyoruz, mana da veremiyoruz, çocukluğumuzu bizden almasınlar. Atalarımızdan kalan mirasımız, kendi çocuklarımıza da bırakacağımız yerler bunlar. Cumhurbaşkanımızın bu alanı görse böyle bir doğa katliamına izin vereceğini de düşünmüyoruz hiçbirimiz.”

Vadi girişine barikat kuran jandarma köylülerin alana girişini engelledi, biber gazına başvurdu, zor kullandı ve gözaltılar yaptı. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

Nazire: Allah’ın yarattığını kul yapamaz ki

“Biz çocukken deprem nedir bilmezdik, yıllar önce hemen evimizin 100 metre ötesinde bir taş ocağı açtılar. Orada patlattıkları dinamitler yüzünden depremi yaşadık, bütün eşyalarımız gitti. Yabani hayvanlar ormanda barınamadığı için köyün merkezine indi. Hem hayvanlar yuvasından oldu hem de bizler ne geceleri ne gündüzleri rahatça sokağa çıkamadık. Bu taş ocağının da başımıza aynı şeyleri getireceğini biliyoruz. Suyumuz, tarım alanlarımız yok olacak evimizde rahat oturamayacağız. Şu anda patlama olmadığı halde biz o kepçelerin sesinden bile uyuyamıyoruz. Sabaha kadar çalışıyorlar, hiçbir şekilde huzurumuz yok. Gece kalkıyoruz su içmeye, bakıyoruz su yok. Derelerimizi kurutuyorlar. Her türlü korkunç şeyi yaşatıyorlar bize burada. Çocukluğumuzun geçtiği yerleri talan ediyorlar.

“Ağaç dikeceksin ama kaç yılda büyüyecek o ağaç? 250 yaşında ağacımız var burada. Şimdi ekseniz ağacı, hangimiz görecek onu bir daha?”

“Ulaştırma Bakanı geldiğinde biz ona sadece üç tane soru sorduk. Neden burayı seçtiklerini, açılmış taş ocaklarından neden almadıklarını, yukarılardaki kullanılmayan çorak arazilerden neden taş alınmadığını öğrenmek istedik. Bakan bizi dinlemedi bile ama biz onu yuhalamışız gibi gösterildi. Biz sadece derelerimize, vadimize dokunulmamasını istedik, bir saygısızlık yapmadık. Biz devlete karşı gelmiyoruz, sadece doğamızı korumak istiyoruz.

Çocukluğumuzun geçtiği yerleri talan ediyorlar. İkizdereli kadınlar eylemlerde hep ön saflardaydı. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

“Benim annem yaz kış orada yaşıyor. Çayla, mısırla, hayvancılıkla geçiniyor. Bugüne kadar devletten yardım beklemeden ayakları üstünde kavrulan bir insan. Şimdi diyorlar ki onları yok edip düzelteceğiz. Ama Allah’ın yarattığını kul yapamaz ki. Ağaç dikeceksin ama kaç yılda büyüyecek o ağaç? Orada sadece çam ağacı yok ki; gürgen var, kestane var, ceviz ağaçları, meyve ağaçları var. Şimdi hepsi gitti. 250 yaşında ağacımız var bizim burada. Şimdi ekseniz ağacı, hangimiz görecek onu bir daha? Zaten bugüne kadar hangi taş ocağında rehabilitasyon yapılmış? Onlar yapana kadar bizim burada yaşayacaklarımız ne olacak? Yağmur yağmadığı halde her gün heyelan oluyor burada. Yağmur yapınca dağ olduğu gibi aşağı gelecek, ne yapacağız biz?”

İkizdere’nin siyaseti

Yaşadıkları toprakları savunan kadınlar “doğanın siyaseti olmaz” dese de, hükümet bugüne kadar Türkiye’nin dört bir yanında kamu yararıyla çelişen sayısız projeyi ısrarla destekledi. Doğal kaynakları korumak yerine kazanç sağlamanın yolları arandığında, işin içine siyasetin girmesi de kaçınılmaz oluyor.

Nitekim İkizdere’deki taş ocağı projesinde ortaya çıkarılan usulsüzlükler bunun en canlı kanıtı. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Milletvekili Ali Öztunç’un kamuoyu ile paylaştığı bir belge gösterdi ki taş ocağı projesinin sahibi Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı. Bakanlık iletişim adresi olarak ise Cengiz Holding’in mail adresini gösteriyor…


Ali Öztunç: Talan projesi

CHP Doğa Hakları ve Çevreden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Öztunç, direnişe destek vermek için bölgeye ziyarette de bulundu, burada köylüleri dinledi ve onlarla nöbet tuttu. “Ben ilk gittiğimde bir şelale vardı bölgede, artık o şelale yok. Yolu açmak için ağaçların hepsini kestiler. Şu an varmak istedikleri yere sadece 200 metrelik bir mesafeleri kaldı,” diyen Öztunç, bölge halkının direnişinin siyasi görüş fark etmeksizin sürdüğünü ancak hükümetin hiçbir şekilde dinlemediğini belirtiyor:“Çünkü hükümetin gözünde Mehmet Cengiz, Rize’den daha değerli, Rize’den daha büyük, hatta Türkiye’den dahi daha büyük.”

“Bakan araştırma yaptıklarını, en iyi taşın burada olduğunu söyledi; ÇED raporunda alan araştırmasına gerek olmadığına dair bir ibare gördük”

Öztunç projedeki usulsüzleri ise şu sözlerle özetledi: “Son 8-10 yıldır AKP özellikle Karadeniz’e göz dikmiş durumda. Karadeniz Bölgesi’ndeki pek çok vadide, derede yatırımlara izin verdiler. Bir çayın üzerinde beş ya da altı HES projesi olduğuna dahi şahit oluyoruz. Yeşil Yol projesinden hidroelektrik santrallere (HES) taş ocaklarından altın madenlerine kadar bunların tamamı Karadeniz’i talan etme projesidir. İkizdere de tabii ki bunların içinde. Lojistik limanı projesi yapılabilir fakat başka yer yokmuş gibi ihtiyaç olan taşı ısrarla tarımın, hayvancılığın yoğun yapıldığı, yaşam alanı olan bir yerden yapmak istiyorlar. Halk direniş halinde fakat hükümetten hiçbir şekilde geri adım yok.

CHP Doğa Hakları ve Çevreden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Öztunç.

“Öte yandan her gün yeni bir skandalla karşılaşıyoruz. Bakan önce araştırma yaptıklarını, en iyi taşın burada olduğunu söyledi; ÇED raporunda alan araştırmasına gerek olmadığına dair bir ibare gördük. Lojistik limanında 8 bin kişinin çalışacağını ve bu yüzden mecbur olduklarını söyledi; limanın ÇED raporunda 300 kişi yazdığını gördük. Kendisinin bakan olarak Cengiz Holding adına dilekçe verdiğini ortaya çıkarttık, ona cevap dahi vermedi. Ancak belli ki Cengiz Holding çok bastırıyor ve onu kırmamak için Bakanlık böylesine güzel bir bölgeyi talan ediyor.

“Sadece Karadeniz değil sahil bölgelerinin tamamına göz dikmiş durumdalar. Bodrum’da 1 milyon metrekarelik bir araziyi, Datça’da Kargı Koyu’nu özelleştirmeye açtılar, sanayi tesislerinin tamamını sattılar… 128 milyar doları buharlaştırdıkları için para arıyorlar. Bulamayınca da elde kalan koyları, ormanları satıyorlar.”

 

Murat Çepni: İnsanlar işleriyle tehdit edildi

Aslen İkizdereli olan Halkların Demokratik Partisi (HDP) Milletvekili ve Ekolojiden Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Murat Çepni ise dozerlerin jandarma eşliğinde köye girmeye başladığı 23 Nisan’dan itibaren bir hafta boyunca köylülerin yanında kaldı.

İkizdere köyünün Eskencidere Vadisi’nin bir kolu olduğunu söyleyen Çepni, vadinin birbirine bağladığı iki köyde yaşayanların arıcılıkla, hayvancılıkla ve tarımla geçimini sağladığını, aynı zamanda köylüler içme suyunu da bu vadiden karşıladığını hatırlattı.

“Karadeniz sahil yolu, HES’ler, Yeşil Yol, taş ocakları, dolgu limanlar… Karadeniz bir saldırı konseptiyle karşı karşıya”

Çepni, proje sürecine ilişkin bir diğer usulsüzlüğe de dikkat çekti. Bundan iki yıl önce başka bir şirket aynı yerde taş ocağı açmak istedi. Ancak şirket proje dosyasına İkizdere’den değil de İzmir’de ağaçsız, düz bir araziden fotoğraflar koydu. Projeye itiraz edilmesiyle başlayan mahkeme sürecinde fotoğrafların başka bir yere ait olduğu anlaşılınca yürütmeyi durdurma kararı verildi. Aynı yerde iki yıl sonra, bugün, Cengiz Holding çalışmalarına başlamış oldu.

HDP Ekolojiden Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Murat Çepni.

Çepni, İkizdere’de 23 Nisan’dan itibaren başlayan direnişi, Karadeniz’de yıllardır süren doğa talanını şu sözlerle anlattı:

“23 Nisan’da dozerler alana girmeden önce köylüler köyün girişinde projeye karşı çadırlarla bir direniş alanı kurmuştu. Dozerler 23 Nisan’da o günkü sokağa çıkma kısıtlamasını fırsat bilerek çalışmaya başladı ve yollar jandarma tarafından tutuldu. Köylüler dağlardan alana geldi. 3-4 gün boyunca dozerin çalışması bu şekilde engellendi. Çok yoğun bir asker ablukası yaşandı. Dozer çalıştırılmak istendi. Karşımızda şirketten ya da devletten bir muhatap da yoktu. Sadece askerler ve dozer vardı. 26 Nisan’da köylülere gazlı ve fiili bir saldırı gerçekleşti. Altı köylü gözaltına alındı. Yaşlı insanlar yerlerde sürüklendi, yaralandılar. Saldırıdan sonra her gün asker ablukası biraz daha arttırıldı. Köylülerin alana gelişi zorlaştırıldı. İnsanlara evlerinin bahçelerinde olmalarına rağmen kısıtlamadan ötürü para cezaları yazıldı. Karakol görevlileri köylüleri işleriyle ve kazançlarıyla tehdit etmeye başladı. Her türlü kirli yöntem devreye sokuldu.”

“Bu taş ocağı da yapıldığı takdirde vadideki çay üretimi, bal üretimi bitmiş olacak”

“Karadeniz’i betonlaştırdılar”

İkizdere’nin sadece taş ocaklarıyla değil genel bir talanla karşı karşıya olduğunu söyleyen Çepni, Karadeniz’in derelerini tutan HES’lerden, “duble yol” çalışmalarıyla ile delinen dağlardan, açılan tünellerden de söz etti.

Karadeniz’de korkunç bir inşaat yükü ve orman katliamı yaşandığını vurguladı ve ekledi:

“Bu taş ocağı da yapıldığı takdirde vadideki çay üretimi, bal üretimi bitmiş olacak. Su zaten çalışma başlar başlamaz kirlendi ve son noktada dere tamamen kapandı. İki yıl boyunca burası tamamen bir inşaat alanına dönecek.

“Karadeniz sahil yolu, HES’ler, Yeşil Yol, taş ocakları, dolgu limanlar… Karadeniz bir saldırı konseptiyle karşı karşıya. Tümden betonlaştırılmış ve peşkeş çekilmiş bir halde. İnsanlar yoksullaşıyor. Tarım ve hayvancılık bitme aşamasına gelmiş. Hiçbir yatırımın olmadığı tam tersi insanların göç etmek zorunda kaldığı bir bölge. Ama AKP iktidarı her yerde olduğu gibi Karadeniz’de de nerede bir ağaç bir su görse orayı ranta çevirmek için kırk dereden su getiriyor. Şirketler para kazansın, palazlansın diye halkı açlığa, yoksulluğa mahkûm eden bir siyaset sahibi AKP.”

Taş ocağı inşaatının sürdürdüğü alanın önünde jandarma nöbet tutuyor. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

“Bakanlık şirketleşmiş”

Sahte bir fotoğrafla başlanan işin, yıllar sonra başka bir şirket tarafından, bu defa bilgilendirme dahi yapılmadan devralındığını vurgulayan Çepni, bölgeye gelen yetkililerin tavır ve tutumlarına da değindi:

“Yetkililer köylülere sadece iki yıl kalacaklarını, ondan sonra da bölgedeki tahribatı ‘rehabilite edeceklerini’ söylediler ve oradaki insanlar için bu ocağın bir iş imkânı olduğu gibi aşağılayıcı, onur kırıcı tekliflerde bulundular. İnsanlar ‘burada doğduk, burada yaşıyoruz, karnımızı burada doyuruyoruz’ demelerine rağmen onlar yapılacak olan lojistik liman inşaatını bir devlet bekası hâline getirdiler.”

“Hangi proje olursa olsun hangi yatırım olursa olsun doğanın ve insanların yaşamlarını sıkıntıya sokacaksa eğer, o projeyi savunmak mümkün değil. İnsanların yaşam alanlarını, geleceğini yok eden, ekosistemi yok eden bir projeyi devlet savunmamalıdır. Devlet ormanları korumakla yükümlüdür. Tam tersi olması gerekirken insanlar ormanları, tarımı devletten korumaya çalışıyor. Ortada bir şirket de yok çünkü bunun devlet projesi olduğunu söylüyorlar. Bakanlık şirketleşmiş, şirket bakanlık hâline gelmiş demektir bu.”

Talan 90’larda başladı

İkizdere direnişi en çok da Karadeniz’de yıllardır devam eden doğa talanı sonucunda meydana gelen sellerin, heyelanların, yıkımların, kayıpların geniş bir tablosunu önümüze koyması açısından sarsıcı oldu. HES’lerdi, madendi, yoldu derken bitmeyen inşaat hâli, daralan yaşam alanları bir şekilde herkesi ses çıkarmaya itti. Karadeniz’de 1990’lardan itibaren başlayan ve bugün İkizdere ile “bak bu da olmuştu” diye hatırladığımız o tablonun ayrıntılarını yazar ve ekolojist Cemil Aksu anlattı:

“Karadeniz’de artık tarımın son demlerinin yaşandığı bir süreç hâkim. 12 Eylül’den beri tarıma verilen destekler kesildiği için çay tarımı da fındık tarımı da ve bu ikisi altında teşvik edilen kivi üretimi gibi tarımsal faaliyetler de Karadeniz’in geçimini sağlayamadı. Bu yüzden birçok köy boşalmış ya da yazlık hâline dönüşmüş durumda.

“Cengiz Holding, Kolin gibi birçok şirketin devletten aldığı ihalelerle zengin olma macerasının başlangıç noktası Karadeniz sahil yoluydu”

“Şu an taş ocağının etkileyeceği köy ise yaz kış dolu olan bir köy ve vadideki en büyük köylerden birisi. Bu açıdan köylülerin son tarım alanlarını yok olmasını kaygı ve tepkiyle karşılamalarını anlamak gerekiyor. Orada sadece bir çevre direnişi yok aslında, emekçi köylüler yaşam alanlarını ve geçim kaynaklarını koruma mücadelesi veriyor.

Yazar ve ekolojist Cemil Aksu.

“Kirazlıyayla’dan Bodrum’a kadar ülkenin birçok yerinde verilen mücadeleler hem çevre hem emekçi halk mücadelesi aslında. Karadeniz açısından ise İkizdere’deki bu isyan yılların birikimini ifade ediyor. İkizdere vadisinde şu an neredeyse 15 tane HES var. 2005’ten beri başlayan bu HES’lerin yapımı sırasında da bir sürü tüneller açıldı, yan yollar yapıldı. Bu liman projesi için de aynı şey geçerli. Şirketler kendi alacakları paraları yüksek göstermek için bir sürü keyfî düzenlemeler yapıyor ve bunu da çok rahatlıkla ilgili bakanlıklarda, çevre ve şehircilik il müdürlüklerinde onaylattırabiliyorlar. İkizdere şu an tam bir talan vadisi durumunda. Tünellerden etrafınızdaki doğayı bile göremiyorsunuz ve bu İkizdere’de 2005’ten beri sürüyor.

Cemil Aksu: İkizdere şu an tam bir talan vadisi durumunda. Tünellerden etrafınızdaki doğayı bile göremiyorsunuz. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

“Mesut Yılmaz döneminde başlatılan Karadeniz sahil yolu projesi vardı. Denize dolgu yapılarak yol inşa edildi. O dönemde birçok bilim insanı raporlarla projeye itiraz etti. Sahilde dolgu yapılması yerine kuzeyde yol yapılması ya da karayolu yerine demiryolu gibi önerilerde bulundular. Siyasi iktidar Karadeniz’i doldurmayı tercih etti ve bu krizin hikâyesi de orada başladı. Karadeniz sahil yolunda yapılan yolsuzluklardan dolayı o dönemin bir bakanı Yüce Divan’da yargılandı. Fakat sonuçta Karadeniz sahil yolu açıldığı zaman da yine bir bakan ‘yanlış bir projeydi ama çok para harcandığı için biz de bitirmek zorunda kaldık,’ diye bir açıklama yaptı.

“İkizdere’de taş ocağı açılması tamamen Cengiz Holding’in iş ritmine göre verilmiş bir karar. İdare, Cengiz Holding’in boş kalmaması için uğraşıyor”

“İşte bugün karşımızda olan Cengiz Holding, Kolin gibi birçok şirketin devletten aldığı ihalelerle zengin olma macerasının başlangıç noktası da Karadeniz sahil yoluydu. Bu yol toplamda üç etapken 13 etaba bölünerek hiçbir ihale kanununa uyulmadan 13 şirkete dağıtıldı ve bu şirketler bu yol üzerinden zenginleşmeye başladı. Ardından, Karadeniz’de hem bilime akla hem de ekolojiye aykırı projelerin arkası kesilmedi. Yol bitti, HES’ler başladı, Giresun’da deniz doldurularak havaalanı yapıldı, şimdi Rize’de aynı şekilde bir havaalanı yapılıyor… yani 90’lardan beri Karadeniz’de dolgu yapılıyor ve bunu yapmak için de envai çeşit bitkinin, canlının yuvası olan vadilerde taş ocağı gibi tarumar etme yöntemleri kullanılıyor.”

“Bütün projeler durmalı”

Aksu, yetkililerin tüm açıklamalarında ısrarla vurguladıkları “rehabilitasyon” söylemlerine de değindi ve Türkiye’de bugüne kadar taş ocağı ya da maden ocağı gibi orman alanlarında tahribat yaratan projelerden sonra hiçbir ıslah çalışması yapılmadığını, “rehabilite edeceğiz” sözlerinin “açık açık yalan söylemek” olduğunu ifade etti.

“Zararın neresinden dönülse kardır denilerek tüm projeler durdurulmalı,” diyen Aksu, felaketlerin önüne ancak bu şekilde geçilebileceğini söyledi:

“İkizdere’de taş ocağı açılması tamamen Cengiz Holding’in iş ritmine göre verilmiş bir karardır. Rize-Artvin Havalimanı dolgusu bitti, artık üst yapının inşa sürecine gelindi ve hemen İyidere Lojistik Limanı devreye sokuldu. İdare, Cengiz Holding’in boş kalmaması için uğraşıyor. Bugün artık İkizdere’de şu gerçek görüldü; Cengiz değil hükümet var. Jandarmasıyla, bakanlarıyla, bürokratlarıyla hatta yandaş medyasıyla hükümet orada. Bugün İkizdere’de katliam yapan Cengiz Holding değil bizzat hükümettir.

İkizdere’de ağaç kesimlerinin başlamasını mümkün kılan acele kamulaştırma kararnamesi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan imzasıyla 19 Mart 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

“Karadeniz yıllardır AKP’ye en çok oy veren bölge oldu ama şimdi görüyoruz ki AKP’ye verilen desteğin bedelini ödüyor. Kaybolan doğayla, her sağanaktan sonra oluşan sel felaketiyle biz bunu ödüyoruz ve ödemeye de devam edeceğiz. Karadeniz daha kıyamet yaşayacak, bu artık kaçınılmaz. Doğadan ne alırsan doğa onu senden geri alır. Kırk yıl uğraşır bir bina yaparsınız dört dakika sallantıda o bina canınla birlikte gider. Biz bunu Rize’de, Trabzon’da, Giresun’da yaşadık. Dolayısıyla bu iktidara, bu iktidarın yanlış politikalarına desteğin bedeli Karadeniz’e ağır oldu ve olmaya da devam edecek. Susuzluğun, sellerin, orman katliamının önünü açan bu felaketlerden kaçınmanın tek yolu da doğa talanı temalı tüm projelerin durdurulmasıdır.”

Cumhurbaşkanı kararıyla acele kamulaştırma

Rize’nin İkizdere ilçesine bağlı İyidere sahiline yapılması planlanan lojistik liman için 2020’de ihaleye çıkıldı. İhaleyi 1 milyar 719 milyon lira karşılığında iktidara yakınlığıyla bilinen Cengiz İnşaat ve Yapı&Yapı A.Ş. ortaklığı kazandı.

Projede deniz dolgusu öngörülüyordu. Bu nedenle ham madde temini için taş ocakları ve bağlantı yoluna ihtiyaç duyuldu. Ham madde ihtiyacının karşılanabilmesi için Eskencidere Vadisi’nde bulunan Cevizlik ve Gürdere köylerinde 17 adet parsel için acele kamulaştırma kararı çıkarıldı. Karar Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan imzasıyla 19 Mart 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı.

Bunun üzerine köylüler harekete geçerek, vadinin girişine çadır kurup nöbet tutmaya başlarken, alınan kararı da yargıya taşıdı. Ancak inşaatı gerçekleştirecek olan Cengiz Holding çalışanları 21 Nisan’da jandarma eşliğinde vadiye girerek taş ocağı için yol açma çalışmalarına başladı.

Vadi girişine barikat kuran jandarma köylülerin alana girişini engelledi. Direniş süresince köylülere gazlı ve fiili müdahaleler gerçekleşti. Gözaltına alınanlar oldu, birçok kişiye de koronavirüs tedbirleri kapsamında uygulanan sokağa çıkma kısıtlamasına uymadığı gerekçesiyle para cezası kesildi.

İkizdereliler ağaçların kesilmesini ağaçlara tırmanarak protesto etti. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

Bu sırada Cengiz İnşaat’ın 3 Mart 2021’de kapasite artışı talebiyle başvuru yaptığı ve Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı 11. Bölge Müdürlüğü’nün, şirkete yeni bir taş ocağı açması için izin verdiği ortaya çıktı.

Eylemlere rağmen çalışmalarına aralıksız devam eden Cengiz İnşaat, konuya ilişkin ilk kez yaptığı yazılı açıklamasında “hammadde temin edilmesi planlanan” taş ocağının yerinin Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı tarafından seçildiğini söyledi.

İkizdere-Eskencidere Vadisi dünyada koruma altındaki 200 vadiden biri ve aynı zamanda doğal sit alanı

İkizdere’de direnen halk için “marjinal gruplar” ifadesini kullanan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu da 10 Mayıs’ta köylüleri ikna etmek için bölgeye gitti. “İkizdere Lojistik Limanı için almamız gereken en uygun taşın olduğu bölgede yaşayan bazı vatandaşlarımızın rahatsızlığı oldu,” diyen Karaismailoğlu, “Eğer 10 tane ağaç etkilenecekse yerine 100 tane ağaç ekeceğiz. 13,5 hektarlık bir alanda liman için olmazsa olmaz olan taşın dolgusu için burası kullanılıp, iki yılı doldurmadan buradan çıkmayı taahhüt ediyoruz,” diye konuştu.

Karaismailoğlu bölgeden protestoyla uğurlandı, sonra da halkın kandırılmaya çalışıldığını öne sürdü.

Rize Valiliği 16 Mayıs’ta İkizdere ilçesi sınırlarında polis ve jandarma sorumluluk bölgelerinin tamamında “kamu düzeninin sağlanması” gerekçesiyle eylem ve etkinlikleri 15 gün süreyle yasakladığını duyurdu.

İkizdere neden önemli?

İkizdere-Eskencidere Vadisi Türkiye’nin eşsiz doğal alanlarından biri. Dünyada koruma altındaki 200 vadi arasında ve aynı zamanda doğal sit alanı. Ayrıca, Kültür ve Turizm Bakanlığınca “Termal ve Kış Turizmi Yeni Destinasyonu” olarak belirlenmiş durumda. Yörede bakanlık tarafından “örnek yayla” modeli uygulanması planlanıyor.

Dolayısıyla bölge hem örnek yayla hem doğal sit alanı hem de turizm alanı olarak geçiyor. Ünlü Anzer ballarının yapıldığı Anzer Yaylası, Çamlık Mesiresi, Çağrankaya Yaylaları ve Ovit Dağı da İkizdere içinde yer alıyor.

İlçenin ekonomisi genel olarak tarıma dayalı. Başlıca tarım ürünleri çay ve patates ancak az miktarda kivi, mısır, armut ve fındık da yetiştiriliyor. Yaylacılık metoduyla sığır ve koyun beslenirken arıcılık da bölgedeki bir diğer geçim kaynağı.

Vadide şu anda faal 15 adet HES, iki adet de taş ocağı bulunuyor.