Etrafı ormanla ve milyonlarca zeytin ağaçlarıyla çevrili, hemen karşısında ise bir göletin yer aldığı İzmir’in Foça ilçesindeki 2 bin 500 yıllık tarihi Pers Mezar Anıtı’nın 100 metre kadar yanına doğal taş (tüf) ocağı yapılması planlanıyor. İsmet Paşa ve Fevzi Paşa mahallelerinde 98,63 hektarlık (980 dönüm) bir alanda yapılması planlanan taş ocağı projesine ilişkin geçtiğimiz günlerde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının çevre etki değerlendirme sürecini (ÇED) başlattı. Bunun üzerine bugün (21 Ocak 2022) Foçalılar, birçok sivil toplum kuruluşu ve çevre örgütü tarihi Pers Mezar Anıtı önünde düzenledikleri basın açıklamasıyla yapılması planlanan taş ocağını protesto etti.

Taş Ocağı proje tanıtım dosyasına göre, tarihi sit alanında dünya mirası mezar anıtının hemen yanında 25 bin ton tüf taşı çıkarılması hedeflenirken, bu hıza göre de kapasite 610 yıl olarak hesaplanıyor.

Basın açıklamasında,  “Orman Alanı ve Tarım Arazisi” sınırları içerisinde kaldığı belirtilen projenin, planlama ve yer seçim ilkelerinin, bölgenin kapasite sorununun, kültürel varlıklara, su kaynaklarına, zeytinlik ve tarım alanlarına etkisinin değerlendirilmeden hazırlandığı vurgulandı. Projeye ilişkin ilk olarak ruhsat davası açılacağı, ayrıca ÇED Olumlu Kararı çıkması halinde ise idari dava ile iptal davası açılacağı belirtildi.

Foça’da, Doğa ve Tarih Talanına Hayır Platformu, Foça Belediyesi, Kent Konseyi ve çevre örgütleri, yapılması planlanan taş ocağına karşı basın açıklaması düzenledi. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022.

Yapılması planlanan taş ocağına karşı çıkanlardan biri de yüksek mimar ve restorasyon uzmanı Ercüment Kuyumcu. Tarihi Pers Mezar Anıtı’nın, 2000-2001 yılları arasında Foça Kazıları Başkanı Prof. Dr.  Ömer Özyiğit ile restorasyon çalışmalarını tamamlayan Kuyumcu ilk olarak bölgenin tarihi değerine vurgu yapıyor: “Burası Anadolu’daki en eski ayakta kalmış monolitik tek yapıdan oyulmuş 2 bin 500 yıllık bir mezar anıtıdır.  Persler bir dönem bütün Anadolu’yu ele geçirmişler. Beş tane valiliğe satraplık (Perslerin valilik atamaları) bölmüşler. Buradan daha sonra kıta Yunanistan’a kadar geçiyorlar. Maraton Muhaberesi’ne kadar giden 200 yıllık bir sürecin başlangıcı, burada önce Smyrna’yı (İzmir), ardından Lidya’nın başkenti Sfard’ı vuruyorlar. Daha sonra hemen buraya geliyorlar. Ölen bir prens kralları var, en başta da Kyros var, onunla eşinin mezarı olduğunu söylüyor, Ömer Özyiğit.”

“Bu mezarın etrafında, antik dönem taş ocakları var, başka kaya mezarları var. Araştırıldığı takdirde daha birçok şey çıkacak. Örneğin dere yatağının orada bir takım duvarlar çıktı”

Pers Mezar Anıtı restorasyonu yapan yüksek mimar ve restorasyon uzmanı Ercüment Kuyumcu. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022, Foça.

Kuyumcu, “Bu proje tam bir cinayet, neresinden tutsal elimizde kalıyor” diyor. Nedenini ise şöyle açıklıyor: “Bu mezarın etrafında, antik dönem taş ocakları var, başka kaya mezarları var. Araştırıldığı takdirde daha birçok şey çıkacak. Örneğin dere yatağının orada bir takım duvarlar çıktı. Gölet var, arpa deresi var. Hemen üstünde orman, etrafında milyonlarca zeytin ağacı var. Bu anıt, yani Pers Kralı aslında burayı koruyor diyebilirim.”

“Diktiğim ağaçlar ölsün istemiyorum. Suyun geliş noktası da tam planlanan taş ocağının açıldığı yer”

Zeytincilik faaliyeti yürüten emekli öğretmen Aynur Acar. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022, Foça.

Foça halkından, bölgede 20 yıldır zeytincilik faaliyeti yürüten emekli öğretmen Aynur Acar, taş ocağı yapılması durumunda, kendi diktiği 650 ağacın ocağın yaratacağı toz bulutundan yok olup gitmesini istemediğini vurguluyor: “Foça’nın tarım alanı çok dar. Bu dar alanda biz zeytincilik yapıyoruz. Burada taş ocağı olursa, bu dar alanı toz bulutu haline sokacağız. Dolayısıyla tarımı öldüreceğiz. Diktiğim ağaçlar ölsün istemiyorum. Suyun geliş noktası da tam planlanan taş ocağının açıldığı yer. O nedenle bu gölet (Arpadere göleti) atıl kalacak.”

“İnsan kaynaklı iklim krizi giderek büyürken, mevsim dışı hava olayları yaşarken, bu projeler doğanın bağrına hançer gibi saplanıyor”

İzmir Büyükşehir ve Foça Belediyesi Meclis Üyesi, aynı zamanda Deniz ve Kıyı Alanları Komisyonu Başkanı Hakan Barçın. | Fotoğraf: Barçın’ın arşivi.

İzmir Büyükşehir ve Foça Belediyesi Meclis Üyesi, aynı zamanda Deniz ve Kıyı Alanları Komisyonu Başkanı Hakan Barçın, öncelikle çevre halkının dayanışmasıyla söz konusu projeyi iptal ettirmek için her türlü hukuki süreci başlatacaklarını belirtiyor. “İnsan kaynaklı iklim krizi giderek büyürken, şu anda mevsim dışı hava olayları yaşarken, bu projeler doğanın bağrına hançer gibi saplanıyor” diyen Barçın, taş ocağı faaliyeti kapsamında bölgenin yeraltı sularının, toprağın kirleneceğini, bölge halkının da toz soluyacağını ve telafisi olmayan daha birçok tahribatının yaşanacağını vurguluyor.

“Toprağımızın zehirlenmesini kirlenmesini istemiyorum. İnsanlar bizden besleniyor”

Çiftçi Semih Uzun. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022, Foça.

Eylem alanına traktörüyle gelen çiftçi Semih Uzun da taş ocağına karşı çıkanlardan. Uzun, “Türkiye’de tarımcılık zaten ekonomik olarak bu kadar zor şartlar altındayken, bu ocaklara izin vererek bir de toprağımızın zehirlenmesini kirlenmesini istemiyorum. İnsanlar bizden besleniyor” diyor. Uzun, taş ocakları eğer bir ihtiyaçsa, bu ocakların tarım alanlarının dışında olması gerektiğini savunuyor.

“En önemlisi ise oluşacak toz bulutları çevredeki tüm canlıların ciğerlerine yapışacak”

Foça halkından, çevre aktivisti Işık Güngördü. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022, Foça.

Foça halkından çevre aktivisti Işık Güngördü de taş ocaklarının bilimsel değerlendirmelere göre, uzman kişilerin çalışmasıyla herhangi bir doğa tahribatı söz konusu olmadan ve bir ihtiyaç zorunluluğu varsa açılması gerektiğini belirtiyor. Güngördü, özellikle insanların ve diğer canlıların temiz hava soluma hakkına vurgu yapıyor: “Bu projeyle toprağın minerallerinin ve bitki örtüsünün yok olacağı çok net ve açık. En önemlisi ise oluşacak toz bulutları çevredeki tüm canlıların ciğerlerine yapışacak.”

“Taş ocağı istemiyoruz. Biz sağlık, eğitim, kültür alanında faaliyetler yürütmek istiyoruz”

Foça Belediyesi Başkanı Fatih Gürbüz. | Fotoğraf: Belediyenin basın birimi, 21 Ocak 2022, Foça.

Söz konusu projeyi gerçekleştirmemek için her türlü çabayı sarf edeceklerini belirten Foça Belediye Başkanı Fatih Gürbüz de proje iptali için gerekirse nöbet tutacaklarını belirterek, “Foça’da yaşayanlar tepkisiz, uyuşmuş insanlar değil denizi, havasını, köyünü seven insanlar. Belediye olarak açtığımız davaların hepsinin takipçisiyiz. Taş ocağı istemiyoruz. Biz sağlık, eğitim ve  kültür alanında faaliyetler istiyoruz. Belediye başkanı olarak burada yaşayan bütün vatandaşların sağlığından sorumluyum” diyor.

Taş ocağı projesine karşı, Pers Mezar anıtı önündeki basın açıklamasını bölge halkından Ömer Atilla gerçekleştirdi. | Fotoğraf: Gazeteci Ramis Sağlam, 21 Ocak 2022, Foça.

Aslında, Foça’da Kocamehmetler Köyü’nde Damba Madencilik İnşaat Sanayi ve Tic. AŞ’ye ait 2016’dan bu yana faaliyet gösteren bir taş ocağı da mevcut. Bu taş ocağının faaliyetinin durdurulması için de özellikle köy halkı hukuki bir mücadele sürdürüyor. Mücadeleyi sürdürenlerden biri de Kocamehmetler Köyü’nden Ömer Atilla. Bölgede arıcılık faaliyeti yürüten Atilla ise, Kocamehmetler’deki mücadele sürerken, burada ÇED süreci başladığı için burası açılmadan mücadeleye başladık. Bunun olumlu ilerleyeceğini düşünüyorum. Şu an mevcut taş ocaklarını da hep beraber durdurmamız gerekiyor. Suya, toprağa, zeytin ağaçlarına her şeye zarar veriyorlar” diyor.

Verimli topraklarda, dünya mirasının yer aldığı bir yere taş ocağı yapmak akıl almaz bir durum”

Emekli ziraat teknikeri Mehmet Yıldız. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022, Foça.

Proje çevresinde zeytin ağaçları olan emekli ziraat teknikeri Mehmet Yıldız da taş ocağı istemiyor: Doğamız zaten, hem birçok etkenlerden hem de iklim değişikliği nedeniyle bozulurken, burada verimli topraklarda havyanların gezdiği hemen yanında dünya mirasının yer aldığı bir yere taş ocağı yapmak akıl almaz bir durum. Taş ocağının buraya ciddi zararı olacak, suyumuz, topraktaki besinlerimiz hepsi zehirlenecek.”

Bartın’ın Amasra ilçesinde Türkiye Taşkömürü Kurumu’na (TTK) bağlı madende, 14 Ekim günü akşam saatlerinde yerin 300 metre altında grizu* patlaması meydana geldi. Patlama üzerine ilk açıklama Bartın Valiliği’nin Twitter hesabından yapıldı.

Açıklamada “Amasra Taşkömürü İşletme Müessesinde saat 18:15 sularında -300 kotunda henüz nedeni belli olmayan kısmi bir patlama meydana gelmiştir. Olay yerine tüm ekiplerimiz seferber edilerek gerekli çalışmalara başlanmıştır,” ifadeleri kullanıldı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, maden ocağındaki son işçiye de ulaşılmasıyla ölü sayısının 41 olduğunu açıkladı. Ağır yaralı olan 11 işçinin de tedavisinin sürdüğü belirtildi. Maden ocağına gelen Erdoğan, ayrıca “Biz kader planına inanmış insanlarız. Bunlar her zaman olacaktır, bunu da bilmemiz lazım” dedi.

Facianın hemen ardından, Sayıştay’ın 2019 yılında Bartın’da grizu patlamasının yaşandığı maden için hazırladığı denetim raporu gündeme geldi. Çünkü, raporda  patlamanın olduğu madende gaz risklerinin yanı sıra, işçi sayısının tehlikeli boyutta azaltılmış olduğu, yer altı haberleşme sisteminin uzun süre kesildiği, 24 saat takip gerektiren tehlikeli gaz ölçümü sisteminin sağlıklı işlemediği tespitleri yer alıyor. Ayrıca söz konusu rapora göre, Ocak 2019’da 190 iş kazası meydana geldi. 2020 yılında 157’si yer altında, 7’si yer üstünde olmak üzere toplam 164 iş kazasında 164 işçi ise yaralandı.

Sayıştay’dan patlama uyarısı

CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, Sayıştay’ın 2019 yılı TTK raporunu Twitter hesabından paylaştı.

Sayıştay ve TTK patlamadan 9 gün önce madendeydi

Sayıştay Başkanlığı’nın 2019 Yılı TTK Denetim Raporu’nda öne çıkan “2019 yılında müessesenin dengelenmiş üretim derinliği -300 metre olmuştur. Bu derinleşme ani gaz degajı ve grizu patlaması gibi ciddi kaza risklerinin artmasına neden olmaktadır. Çalışılan damarların tamamında gaz içeriklerinin yüksek olduğunu, dolayısıyla degaj kapasitesinin de yüksek olduğu arıza sonlarında riskin daha da arttığı bilinmektedir…” kısmı CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, patlama sonrası Twitter hesabından paylaştı.

Patlamadan 9 gün önce ise, 5 Ekim 2022 tarihinde Sayıştay Başkanlığı Enerji Grup Başkanı İbrahim Özkarcı madeni ziyaret etti. Özkarcı’nın uzman denetçiler eşliğinde TTK Genel Müdürü Kazım Eroğlu ile tam da kazanın meydana geldiği -300’de incelemelerde bulunduğu TTK’nın internet sitesinde duyruldu. Ancak, TTK patlama sonrası açıklamasında, 5 Ekim günü yaptığı inceleme için, “Söz konusu ziyaret denetim amaçlı olmayıp, sadece kurumumuza yapılan bir nezaket ziyaretidir” açıklamasında bulundu. Ayrıca TTK, Sayıştay’ın denetim raporuyla ilgili çıkan haberlere de ‘dezenformasyon’ dedi.

“Madencinin üstünün ehliyeti, emri veren kişinin liyakatı olması lazım. Ancak, bunu önleyecek mekanizmanın çürümüş olduğunu görüyoruz”

Bağımsız Maden İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Başaran Aksu

“TTK’nın kadroları boşaltıldı”

Gezegen24’e konuşan Bağımsız Maden İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Başaran Aksu, Amasya’daki maden faciasını, bir kamu kurumu olan Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun (TTK) son 20 yılda zamanla kadrolarının içinin boşaltılmasına ve madencilik faaliyetleri yerine siyasi yakınlıklara odaklanmasına bağlıyor: “Madencilik disiplin, tecrübe ve deneyim isteyen bir işkoludur. Bu işkolunda kadroların yerlerini değiştirirsen, içini boşaltırsan, geri dönüşü olmayan sonuçlar yaratırsın. Bir madenci üstünden direktif alır, o nederse onu yapar, onu uygular. Ama madencinin üstünün ehliyeti olması lazım. Emri veren kişinin liyakatı olması lazım. Ancak, yukardan aşağıya bunu önleyecek mekanizmanın çürümüş olduğunu görüyoruz.”

TTK’nın faaliyet raporuna göre, 2021 yılında Amasra işletmesinde 208 iş kazası gerçekleşti. O dönem ise işletmede 549 işçi çalışıyordu. Aksu, Zonguldak havzasında, yani Karabük, Bartın, Amasra bölgesinde 90’lı yıllarda 45 bin işçinin çalıştığını, zamanla özelleştirmeler ve çalışanların tasfiyeleri ile bu sayının 8 bine indiğini belirtiyor: “Patlamanın olduğu madende en son resmi olarak 400 madenci vardı. Eskiden bu rakam iki bindi. Siz şimdi, iki bin işçinin yaptığı işi, 400 işçiye yaptırırsanız sonuçları böyle kötü olur.”

“Cezalar caydırıcı değil”

Aksu, bir madende genelde akut bir durum söz konusu olduğu zaman denetleme yapıldığını belirterek, “Akut durumlar ortaya çıkmadıkça da rutin, boş formları doldurmak amacıyla derinlemesine bir inceleme olmadan denetleme faaliyeti yürütülür. Varsayalım bir denetim oldu, denetimi yapan müfettişler görevliler etkin bir şekilde denetlediler raporla değiştirilmesi gereken husulara dair talimatlar verdiler. Bunları bir iş yeri yapmadığında ceza ile karşılaşır ama bu cezalar caydırıcı olmaz hatta kurumun tercih ettiği bir şey olur. Çünkü, işçi sağlığı işçi güvenliği ekipmanlarını, makinalarını vesaire almak veya onarmak cezayı ödemekten daha pahalıya geldiği için iş yerleri onun yerine makul cezaları ödemeyi tercih ediyorlar” diyor.

“Manipüle yönteminin artık bir karşılığı yok”

Aksu, Erdoğan’ın açıklamalarının artık bir karşılığının olmadığını, “kader” tanımlamasını yeniden iktidar olma isteğine bağlıyor: “Çünkü, emekçi sınıfının rızasını kazanarak, ülkeyi yönetme iradesini yeniden almak istiyor. Dolayısıyla kader, fıtrat, şükür inşallah vesaire gibi tanımlamalar emekçi sınıflara bir dindar karakteri atfedip bu karakter üzerinden de bu toplumu manipüle edebilir miyiz çabasının ürünü. Ancak bu manipüle yönteminin artık bir karşılığı yok, insanlar susmuyor ve itiraz etmekten uzak durmuyor. Onun sözleri artık tükendi, eski şevklendirici misyonunu yitirdi.”

Erdoğan, 2014 yılında Manisa’nın Soma ilçesinde yaşanan ve 301 madencinin öldüğü maden faciası sonrası ise “Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok” diye konuşmuştu. Soma’daki maden faciasının da üzerinden 8 yıl geçmesine rağmen, haklarında soruşturma başlatılan devlet görevlileri için henüz bir iddianame hazırlanmadı. Soma Holding’in sahibi Can Gürkan ise 4 buçuk yıl hapis yattı, ancak iki yıl önce düzenlenen infaz yasasından yararlanarak serbest bırakıldı.

Avukatlar, delillerin karartılmasına karşı savcılığa başvurdu

Bartın Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Amasra’daki maden faciası ile ilgili soruşturma başlatıldı. Olayla ilgili 3 savcının görevlendirildiği belirtildi. DW Türkçe‘den Can Bursalı’nın haberine göre, soruşturmaya Türkiye Barolar Birliği (TBB), Bartın Barosu ve Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) üyesi avukatlar da müdahil oldu. Avukatlar, grizu patlamasıyla ilgili şüphelilerin delil karartmasının önüne geçilmesi için maden sahasına girişinin yasaklanmasını, teknik inceleme için gerekli olan bilgi ve belgelere el konulmasını istedi. Madenin içinde yapılacak keşife bağımsız bilirkişi heyetlerinin katılması gerektiğine de değinilen dilekçede, bilirkişilerin grizu patlamasının yaşandığı işletmenin yönetimleri ile bağlantısının olmamasının sağlanması talep edildi.

*Grizu: Maden ocaklarının galerilerinde bulunabilen ve belirli konsantrasyonlara eriştiğinde patlayıcı hale gelebilen yanıcı gaz. Bu gaz çoğunlukla kömür madeni metanıdır.

Türkiye’nin kuzeyinde altı ay önce Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle başlayan savaş hâlâ sürüyor. Son on gündür art arda saldırılarla gündemden düşmeyen, Avrupa’nın en büyük nükleer güç santrali (NGS) olan Zaporijya’da nükleer felaket korkusu Türkiye dahil bölgedeki ülkeleri endişelendiriyor. Özellikle, 29 Ağustos’da Zaporijya NGS tesisinin bahçesine düşen roket sonucu yaşanan elektrik kesintisi nükleer felaket riskini gündeme getirdi. Ukrayna Devlet Nükleer Enerji Şirketi Energoatom santralin elektrik şebekesiyle bağlantısının tarihte ilk defa kesildiğini belirtti.

Bunun üzerine Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan (IAEA) bir heyet santralin durumunu incelemek için 2 Eylül’de Zaporijya’ya gitti. İlk incelemelere göre, henüz bir radyoaktif sızıntının olmadığı raporlandı, ancak santralin ciddi derecede risk altında olduğu belirtildi. İlk inceleme sonrası bölgede basına açıklama yapan IAEA Genel Direktörü Rafael Grossi “Endişeliyim, daha öngörülü bir duruma sahip olana kadar da santral konusunda endişeli olmaya devam edeceğim” dedi. Heyetin tesiste araştırmaları devam ediyor.

Santral çevresinde süren çatışmalar nedeniyle olası bir radyoaktif sızıntıya karşı Ukrayna hazırlıklara başladı. AB desteğiyle, başta nükleer santrale en yakın şehir olan Enerhodar ve çevresi olmak üzere ülkede yaşayanlara iyot tabletleri dağıtılmaya başlandı. Ayrıca, Ukrayna hükümeti Eylül ayına girerken “en kötü senaryoya hazırlık için” nükleer felaket tatbikatları düzenlediğini de açıkladı.

Türkiye’nin iyot tablet stoğu ne durumda?

Avrupa ülkeleri ise Zaporijya NGS’nin Mart ayı başında Rusya’nın kontrolüne geçmesiyle iyot tableti stoklamaya başladı. Peki, Ukrayna’nın güneyindeki Kırım Adası’nın bitişiğinde yer alan, Çernobil’den daha yakın konumdaki Zaporijya NGS’de yaşanacak olası radyoaktif sızıntıya Türkiye ne kadar hazırlıklı?

Öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı’nın iyot tabletleri stoklarıyla ilgili henüz kamuoyuyla paylaştığı resmî bir açıklaması yok. Nükleer Silahlara Karşı Hekimler Birliği ve Nükleer Karşıtı Platform üyesi Dr. Ful Uğurhan da Avrupa ülkelerinin iyot tablet stokları yaptığını hatırlatarak, risk altında olan Türkiye’nin bu konuda herhangi bir çalışmasının olup olmadığına dair hekimlerin bilgi sahibi olmadıklarını belirtiyor.

“İyot tabletler tiroit kanseri riskini azaltır”

İyot tabletlerin işlevi nedir ve neden herhangi bir radyoaktif sızıntıda alınması öngörülüyor? Dr. Uğurhan, nükleer bir kazada çok sayıda radyoaktif maddenin atmosfere karıştığını, bunlardan birinin de radyoaktif iyot olduğunu belirtiyor. “İnsanlar bu maddeyi solunum yolu ile veya besin zincirine karışması sonucunda yiyecek ve içecekler aracılığı ile sindirim sistemi yoluyla alabilir. Vücuda giren radyoaktif iyot tiroit bezlerimize yerleşebilir ve tiroit dokusuna zarar vererek tiroit kanserine yol açabilir,” diyor Uğurhan. İyot tabletleri tiroit bezimizi radyoaktif iyotlara karşı korur ve tiroit kanseri riskini azaltır.” Ancak bu tabletlerin diğer radyoaktif maddelere karşı koruma sağlamayacağını da vurguluyor. Uğurhan, nükleer kaza olması durumunda tiroit kanseri olasılığını azaltmak için özellikle çocuklara, gebelere, emziren kadınlara ve 40 yaş altı nüfusuna yetecek kadar ülkelerin ellerinde iyot tableti bulundurması gerektiğinin altını çiziyor.

“Zaten bir bir miktar iyot tablet stoğumuz Metzamor santrali nedeniyle de olmak zorunda”

Metzamor Nükleer Santrali’nin Iğdır’dan görünümü. | Kaynak: Wikipedia

Uğurhan, Zaporijya NGS’den önce Türkiye’nin sınırına 17 kilometre uzaklıkta olan Ermanistan’daki Metzamor NGS nedeniyle yıllardır ciddi tehlike altında olduğunu vurgulayarak, “Zaten bir bir miktar iyot tablet stoğumuz Metzamor nedeniyle de olmak zorunda” diyor. 18 Ağustos 2020’de Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Metzamor NGS’nin Türkiye için oluşturduğu tehlikeye ve bu santralin kapatılması konusunda yapılan girişimlere ilişkin bir soru önergesi hazırlayarak konuyu Meclis’e taşımıştı. Ancak, dönemin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, CHP’nin soru önergesine ilişkin üç ay sonra verdiği cevapta “Santralin risk unsuru teşkil ettiği ülkemizce vurgulanmıştır” dedi. Avrupa Birliği’nin de Metzamor NGS’nin kapatılması yönündeki çağrılarına rağmen, santralin 2026’ya kadar faaliyette kalacağı biliniyor.

“Bu savaştan da ders alınarak Akkuyu Nükleer Santral inşaatı derhal durdurulmalı”

Akkuyu Nükleer Santrali. | Fotoğraf: Şantiyedeki yüklenici firmalardan IC Holding’in internet sayfasından alınmıştır.

Dr. Uğurhan, Mersin’de yapımı devam eden ve 2023’te faaliyete geçmesi planlanan Akkuyu Nükleer Santrali için de iyot tableti önlemi alınması gerektiğini belirtirken, “Rusya-Ukrayna savaşı herhangi bir savaş durumunda nükleer santralların bir nükleer bombaya dönüşme olasılığını bize kanıtladı. O nedenle Akkuyu’da, ülkemizin başka bölgelerinde ve dünyada nükleer santrallara ve elbette ki nükleer silahlara karşı sesimizi daha da yükseltmeliyiz” diyor.

Türk Tabipleri Birliği (TTB), “Her an Çernobil nükleer felaketinden daha büyük bir felaket ile karşılaşabiliriz” diyerek, Zaporijya NGS’nin etrafında çatışmaların artmasının ardından 3 Eylül’de yaptığı yazılı açıklamada Türkiye’de kurulması planlanan nükleer santral projelerinden vazgeçilmesi çağrısında bulundu. Açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Kuzeyimizde yaşanan bu savaştan da ders alınarak Akkuyu Nükleer Santral inşaatı derhal durdurulmalı, Sinop ve İğneada’da kurulması planlanan nükleer santral projelerinden vazgeçildiği ülkemiz yetkilileri tarafından bir an önce açıklanmalıdır. Ülkemizin topraklarına tamamen başka bir ülkeye ait olan, maddi kazancı bu ülkeye giderken, bütün riskleri ülkemize bırakılan bir nükleer santral kurdurulması yanlışına son verilmelidir.” Gerek hükümet yetkilileri gerekse inşaatı süren santralın yöneticileri açıklamalarında ilk reaktörün 2023’te devreye alınacağını belirtmişti.

Serbest gazeteciler Vedat Örüç ve Elif Kurttaş 27 Temmuz günü, küresel plastik ticareti üzerine hazırlayacakları haberler için gittikleri, Adana’da onlarca geri dönüşüm firmasının bulunduğu Kemal Deniz Geri Dönüşüm Sitesi’nde sözlü ve fiziksel saldırıya uğradıklarını duyurdular. Örüç, platformumuz Gezegen24 için orada bulunurken, Kurttaş ise başka bir platforma haberini hazırlamak için oradaydı. İki gazetecinin de ortak amacı, geri dönüşüm tesislerinde iddia ettikleri yasadışı faaliyetleri ve işçilerin çalışma koşullarını ortaya çıkarmaktı.

Gazeteciler Örüç ve Kurttaş ile 27 Temmuz günü neler yaşadıklarını konuşuyoruz. Örüç, Kemal Deniz Geri Dönüşüm Tesisi’nde gözlem yapmak için etrafı dolaştıktan sonra, röportaj yapmak üzere ilk duraklarının site içindeki Akbulut Plastik Geri Dönüşüm Firması olduğunu söylüyor. Örüç, firmanın patronlarından biriyle röportaj yaptıktan sonra görüşlerini desteklemek için tesisin içerisini dolaşmak istediklerini, ancak buna izin verilmemesi üzerine oradan ayrıldıklarını belirtiyor. Örüç ve Kurttaş o sırada, tesisin içine girişe izin alamadıkları için dışarıda karşılaştıkları, aynı firmadan başka bir yöneticiye merak ettikleri soruları sormaya başladıklarını belirtiyor. O sırada ise yöneticinin, “Buradan uzaklaşın, teröristler, ajanlar” dediğini belirtiyorlar.

“Suç işleyen, ekolojiyi kirleten ve işçileri sömüren kişileri haber yapmaya devam edeceğiz”

Gazeteci Vedat Örüç. | Fotoğraf: Elif Kurttaş. Adana Şakirpaşa Havalimanı mevkî çöp döküm alanı, 27 Temmuz 2022.

Ardından ise ikinci durakları olan Akgül Plastik Geri Dönüşüm Firması’nda hem fiziksel hem de sözlü saldırıya uğradıklarını anlatıyorlar. Kurttaş, başlangıçta her şeyin yolunda olduğunu, firmadan bir çalışanın içeriden fotoğraf çekmelerine izin verdiklerini söylüyor. Ancak daha sonra farklı yöneticiler tarafından saldırıya uğrayarak, bir odada alıkonulduklarını ve görüntülerinin silindiklerini belirtiyor. Kurttaş, “Orada biz daha kötü yaralanabilirdik. Ben hâlâ olayın korkularını üzerimde hissediyorum. Vedat’a bir şey yapacaklarından çok fazla korktum” diyerek, saldırını anını anlatıyor:

“Fotoğraf çektikten sonra, önümüze bir araç yanaştı. Bizi zorla araca bindirdiler. Bir yönetici Vedat’a doğru elindeki kameraya bakarak, seninle özel olarak odamda konuşmak istiyorum dedi. Elindeki kamerayı alıp Vedat’ı indirdi. Ben Vedat’ı bırakmadım, onunla gittim. Bizi odaya götürürken, yöneticilerden biri Vedat’ı boynundan sıkarak götürdü. 30 dakika boyunca alıkonulduğumuz odada, Akbulut Firması’ndan da bir yönetici vardı. Bize ve mesleğimize hakaretler ettiler, iktidar partisi yanlıları olduklarını belirttiler. Kameranın hafıza kartını aldılar. Sonra bizi tekrar araca bindirip tesisten çıkardılar, kendi aracımıza bindik. Bizi araçlarıyla, Adana yolunda gözden kayboluncaya kadar takip ettiler.”

“Orada biz daha kötü yaralanabilirdik. Ben hâlâ olayın korkularını üzerimde hissediyorum. Yapılan bu saldırı biz kamuoyunu bilgilendiren gazeteciler için ciddi bir saldırıdır”

Gazeteci Elif Kurttaş. | Fotoğraf: Vedat Örüç. Adana Şakirpaşa Havalimanı mevkî çöp döküm alanı, 27 Temmuz 2022.

Örüç, şehir merkezine vardıktan sonra darp raporu alarak, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin (MLSA) desteğiyle söz konusu yöneticiler hakkında suç duyurusunda bulunduklarını belirtiyor.

“O tesislerde yasadışı faaliyetler yürütülüyor. İşledikleri suçların ortaya çıkmaması için saldırıya uğradık” diyor Örüç ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Bu şirketler sadece Avrupa’dan değil, Amerika ve Kanada’dan atık ithâl ediyorlar. Konuştuğumuz şirket yetkilerinden biri Suriye savaşı nedeniyle Türkiye’ye sığınan mültecileri ucuz iş gücü olarak gördüğünü söyleyerek, onları geri dönüşüm tesislerinde kayıt dışı ve kötü koşullarda çalıştırıldığını itiraf etti. Yetkili bunun bir suç olmasına rağmen hükümet bilgisi dahilinde mültecileri çalıştırdığını söyledi. Suç işlemiyorlarsa ya da işçileri kötü koşullarda ve kayıtsız çalıştırmıyorlarsa neyi saklıyorlar? Açıkça ortadaki iktidarın gücünü arkasına alan suç işlemekten imtina etmiyor. Bunu ortaya çıkarmaya çalışan gazeteciler de ilk hedefleri oluyor. Çünkü halktan gizledikleri suçların ortaya çıkmasından korkuyorlar.”

Kurttaş, “Yapılan bu saldırı biz kamuoyunu bilgilendiren gazeteciler için ciddi bir saldırıdır” diyerek, hükümetin bu anlamda caydırıcı cezalara başvurması gerektiğini ve yerel yönetimlerin de çalışmalar başlatarak örgütlenilmesinin önemli olduğunu belirtiyor. Örüç ise, gazetecilere yönelik saldırıların herhangi bir suçun üzerini örtmeye yetmeyeceğini vurgulayarak, “Gazetecilik yapmaya devam edeceğiz. Suç işleyen, ekolojiyi kirleten, işçileri sömüren kişileri haber yapmayı sürdüreceğiz” diyor.

“Konuştuğumuz şirket yetkilerinden biri, Türkiye’ye sığınan mültecileri, ucuz iş gücü olarak gördüğünü söyleyerek tesislerinde kayıt dışı ve kötü koşullarda çalıştırdığını itiraf etti”

Kemal Deniz Geri Dönüşüm Tesisi’ndeki, Akbulut Geri Dönüşüm Firması. | Fotoğraf: Vedat Örüç. 22 Temmuz 2022.

Bildiri yayınlandı: Şeffaf bir şekilde soruşturun

Gazeteciler Örüç ve Kurttaş’ın uğradıkları saldırı sonrası, dünyanın birçok yerinden 40 çevre örgütünün temsilcisi ”Küresel plastik atık ticareti konusunda araştırma çalışmaları yapan gazeteciler saldırı altında” başlıklı bir ortak bildiri yayınladı. Küresel plastik atık ticaretini araştıran gazeteci ve aktivistlerin yanlarında olduklarını belirten 40 destekleyici, yerel ve ulusal makamları bu olayı tam ve şeffaf bir şekilde soruşturmaya çağırdı.

Bildiride, küresel plastik atık ticaretini araştıran gazetecilerin veya aktivistlerin saldırıya uğradığı veya tehdit edildiği ilk olay olmadığı da vurgulandı. Örneğin, benzer bir olayın Endonezya’da 2020’de yaşandığı da belirtildi: “Bazı gazetecilere plastik atık ticaretinde üst düzey bir Endonezyalı bakan ve siyasi liderin de karıştığı ilişkiler ağını tespit ettikleri soruşturmalarına devam etmemelerinin söylendiği bildirildi. Olayı araştırmak üzere Endonezya’nın Bangun köyünde bulunan BBC ve Nexus3 kuruluşundan bir ekibe, iki kişi çekimi durdurmalarını dayatmıştı. Benzer bir olay yine Endonezya Tangerang’da yasadışı çöp boşaltma alanlarını filme alan PBS Frontline ekibinin de başına gelmişti.”

Ayrıca bildiride, Interpol’un, 2018’den bu yana, küresel atık ticaretiyle bağlantılı yasadışı faaliyetlerde bir artış olduğunu ortaya koyduğu belirtildi.  Uluslararası Örgütlü Suça Karşı Küresel Girişim’in (GITOC) açıklamasına göre ise, Türkiye ve Endonezya dâhil çeşitli ülkelere plastik atık göndermenin, yasadışı atık kaçakçılığı, kara para aklama ve mali suçlar dâhil olmak üzere organize suçlarla güçlü bağlarının olduğu vurgulandı.

Son 10 yılda 30 çevre muhabiri öldürüldü

Sınır Tanımayan Gazeteciler’in (RSF), çevre haberleri yapan gazetecilerin risk altında olduğu ifade edilen Ağustos 2020 tarihli raporuna göre, 2015 sonrası 10 çevre gazetecisi öldürüldü, 53 gazeteci hak ihlâli yaşadı. Gazetecileri Koruma Komitesi’nin son 10 yıllık verilerine göre ise, 30 çevre muhabiri çalışmaları nedeniyle öldürüldü.

İklim krizinin, salgın hastalıkların, savaşların, siyasi ve ekonomik problemlerin neden olduğu küresel gıda krizi derinleşiyor. Bunun en somut örneği şu anda Afganistan’da yaşanıyor.

15 Ağustos 2021’de Taliban’ın Afganistan’da hâkimiyeti ele geçirmesinin ardından, ülkede açlık sınırı altında yaşayan insanların sayısı arttı. Dünya Gıda Programı’nın (WFP) son verilerine göre açlık sınırı ülke nüfusunun yüzde 81’ini oluştururken, bu rakam yüzde 98’e çıktı.

Afganistan Sağlık Bakanlığı 2022’nin Ocak ile Mart ayları arasında toplam 13 bin çocuğun ve bebeğin açlıktan ve yetersiz beslenmeden dolayı hayatını kaybettiğini açıkladı. Bu, ülkede saatte altıdan fazla bebek ve çocuğun öldüğü anlamına geliyor. Ayrıca bakanlığın verilerine göre yaklaşık 3,5 milyon çocuk acil beslenme desteğine ihtiyaç duyarken, ülke nüfusunun yüzde 95’i yeterli yiyecek bulamıyor.

Afganistan’da yetkililer açlık nedeniyle ölen çocuk sayısının artmasından endişeli. Ülkede sadece çocukları tedavi eden yedi hastane bulunuyor. O hastanelerden biri de başkent Kabil’de yer alan Çocuk Sağlık Hastanesi. Hastaneden son günlerde yaşanan gelişmeleri hem kendi sosyal medya platformlarından hem de çalıştığı medya kurumlarından aktaran Afgan gazeteci Sohrab Omar ile konuşuyoruz.

“Afganistan’da bu yıl eşi benzeri görülmemiş gıda krizi yaşanıyor. Bundan en çok etkilenen  nüfusun yüzde 35’ini oluşturan 14 milyondan fazla çocuk”

Afgan gazeteci Sohrab Omar

Omar, Taliban’ın hâkimiyeti ele geçirmesinin ardından, özellikle ABD destekli uluslararası yardımların kesilmesiyle ülkede birçok değişikliğin meydana geldiğini anlatıyor: “Ülkenin dış yardıma bağımlı sağlık sistemi parçalanmanın eşiğinde. Afganistan’da bu yıl eşi benzeri görülmemiş bir gıda krizi yaşanıyor. Bundan en çok nüfusun yüzde 35’ini oluşturan, 14 milyondan fazla çocuk ciddi oranda etkileniyor.”

Nüfusun yüzde 70’inin akut yetersiz beslenmenin eşiğinde olduğunu belirten Omar, tahminlere göre bu yıl sonuna kadar ise toplam 4,7 milyon Afgan’ın ciddi boyutlarda yetersiz beslenmeye maruz kalacağını vurguluyor. Omar, Kabil’deki Çocuk Sağlığı Hastanesi’nde ciddi bir trafik olduğunu söylüyor: “Buraya her gün her gece açlıktan ve yetersiz beslenmekten hasta olan çocuklar arabalar, taksiler, ambulanslarla getiriliyor.”

Kabil’deki Çocuk Sağlık Hastanesi. | Fotoğraf: Sohrab Omar

Hastaneler, hasta sayısını karşılayamıyor

Bu hastanenin ülkedeki en büyük çocuk hastanesi olmasına rağmen, sayıların kapasiteyi aştığını ve durumun kritik olduğunu vurguluyor Omar: “Hastalar için yeterli yatak yok. Örneğin, 500 hasta, 360 kişilik bölüme sıkıştırılıyor. Aslında günlük en fazla 300 hasta kabul edebilecek hastaneye, şu anda binden fazla hasta geliyor. Prematüre bebek koğuşunda, tek bebek için tasarlanmış bazı kuvözlere iki yeni doğan yerleştiriliyor. Hastanın yakınları yere çömelirken hastane koridorları yataklarla dolup taşıyor. Hastane bile hastalara yeterli yiyecek sağlayamıyor. İlaç eksikliği sıkıntısı yaşanıyor. Hastane gerekli ilaçların sadece yüzde 70’ini sağlayabiliyor.”

Beş yıldır başkent Kabil’de gazetecilik yapan Omar, şu ana kadar böyle bir tabloyla hiç karşılaşmadığını, yetersiz beslenmeden kaynaklı hastalıkların ülkede hep yaşandığını ancak Taliban’ın iktidarı ele geçirmesiyle bu durumun ölümlerle sonuçlanan kritik bir seviyeye geldiğini belirtiyor.

Klinik takip altındaki yetersiz beslenen çocuk sayısının geçen yıl Ağustos’tan bu yana iki katına çıktığını söyleyen Omar son olarak, “Bu çetin durum böyle devam ederse, bir insani felakete tanık olacağız ve birçok çocuk açlık ve hastalıktan ölecek” diyor.

Kuraklık da açlık krizini derinleştiriyor

İklim Güvenliği Uzman Ağı’na göre, ülkede kuraklık ve şiddetli su kıtlığı da yaşanıyor. Veriler, 1950’den bu yana yıllık ortalama sıcaklığın 1.8 derece arttığını gösteriyor. Kuraklık ülkede yaklaşık 50 yıldır süren istikrarsızlık ve çatışmayı arttırırken, açlık krizini de derinleştiriyor. Nitekim, ülke nüfusunun yüzde 80’nin geçim kaynağı yağmur suyuyla beslenen tarım faaliyeti.

Uluslararası Kurtarma Komitesi’nin (IRC) 2021 yılındaki bir araştırmasında mülakat yapılan 484 kişinin yüzde 83’ü yaşanan şiddetli kuraklık nedeniyle gıda ve suya erişebilmek için yaşadıkları yerlerden ayrıldığını söyledi. Bazı aileler ise hayatta kalabilmek için varlıklarını  sattı ya da öğün sayısını düşürdü. Çocuk yaşta evliliklerin sayısı da bu dönemde arttı.

ABD fon desteğine devam edecek mi?

Afganistan ekonomisinin yüzde 75’i dışa bağımlıydı. Ancak Taliban’ın 15 Ağustos 2021’de ülkenin kontrolünü ele geçirmesiyle ABD ve öncülüğündeki bağışçı hükümetler Dünya Bankası’na, bankanın daha önce Afganistan Yeniden Yapılandırma Güven Fonu (ARTF) aracılığıyla dağıttığı yaklaşık 2 milyar dolarlık yardımı kesmesi talimatını verdi. Bu fon kapsamında milyonlarca öğretmenin, sağlık çalışanının ve diğer çalışanların maaşları Uluslararası Kalkınma Derneği (IDA) tarafından finanse edilen projeler aracılığıyla ödeniyordu.

ABD Başkanı Joe Biden, bir ay önce (11 Şubat 2021’de) Afganistan Merkez Bankası’na ait Amerikan topraklarında dondurulan 7 milyar dolar değerindeki varlıklarının yarısını Afgan halkına yardım etmek için serbest bırakmayı planladıklarını açıkladı. ABD yönetimi, tarafsız bir vakıf kurularak fonların bu kuruluş aracılığıyla yönetilmesini sağlayacaklarını belirtti, ancak bu vakfın yapısı ve fonların nasıl kullanılacağı gibi konular henüz netleşmedi.

Taliban’ın fonlara erişmesi engellenebilir mi?

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nden yapılan açıklamaya göre, Afganistan’ın sadece ABD’de değil, dünya çapında toplam 9,5 milyar dolar değerindeki dondurulmuş varlıkları mevcut. Bu rezervlerin 2 milyar doları İngiltere, Almanya, İsviçre ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerde bulunuyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Afganistan’da yükselen açlık krizine dair ABD ile diğer hükümetlerin bu sorunu çözmek için atması gereken adımları özetleyen 12 soru-cevaba dayalı bir belge yayınladı. HRW, bu belgede büyük insani krizin asıl kaynağının ülkenin bankacılık sektörü ve uluslararası insani yardım ve kalkınma fonları üzerindeki dış kısıtlamalarda yattığını belirtiyor. Belgede, Taliban’ın fonlara erişimiyle ilgili endişeleri gidermek için, uluslararası ve yerel bağımsız denetçilerle Afgan Merkez Bankası’nı gelecekte destekleri Afgan halkı için kullanmaya “mecbur bırakacak” çözümlerin mümkün olacağı vurgulanıyor.

Dünya giderek ısınıyor. 2021 Mayıs itibariyle yıllık küresel ortalama sıcaklık, 1.2 derece daha sıcak. Dünya fosil yakıtlara bağımlı şekilde bugünkü haliyle devam ederse 2030’da 1.5 derecelik artışa ulaşacak.

Küresel ısınmanın kaçınılmaz sonuçları arasındaki otuz bir afetin en kritiği olarak gösterilen kuraklık, 2021’de hem dünyada hem de Türkiye’de somut bir tehdit haline geldi.

Ocak 2021’de, Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), Türkiye’de kuraklığın bu yıl tehlikeli bir seviyede olduğunu uydu görüntüleriyle gözler önüne serdi. NASA’nın uydu görüntüleriyle izleyip hazırladığı iklim ve çevre felaketleri raporunda özellikle Türkiye’nin yeraltı su seviyesinin düşüklüğüne vurgu yapıldı. Bu duruma aylarca devam eden düşük yağmur ve kar yağışının sebep olduğu, barajlardaki su seviyesinin son 15 yılın en düşük seviyesine gerilediği belirtildi.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün (MGM) düzenli şekilde en az üç aylık periyodlarla yayınladığı kuraklık haritaları da aslında NASA’nın uydu görüntüleri kadar sorunun gittikçe büyüdüğünü ortaya koyuyor. MGM’nin en son 13 Temmuz’da yayınladığı haritalarda Türkiye’nin doğusu, Ege’nin güneyi ve Aksaray “olağanüstü kurak” bölgeler olarak işaretlendi. Yağışlar normaline göre yüzde 56, bir önceki yılın Mayıs ayına göre yüzde 66 azaldı. Kuraklıktan etkilenen il sayısı Haziran’ın ilk haftasında 52’ye çıktı. Yağışlardaki en fazla azalma yüzde 83,3 ile Güneydoğu Anadolu, yüzde 82,7 ile Akdeniz, yüzde 69,2 ile İç Anadolu ve yüzde 65,5 ile Doğu Anadolu bölgeleri oldu.

Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu “olağanüstü” seviyelerdeki kuraklık beraberinde çok sayıda risk getiriyor. Orman yangınları bunlardan sadece biri. Yapılan araştırmalar, küresel ısınmanın sıcaklıkları ve kurak sezonları arttıracağı, yağışları dengesizleştireceği, rüzgâr yön ve şiddetinde önemli farklılıklara yol açacağı, tüm bu etkenlere bağlı olarak da gelecekte orman yangınları açısından olumsuz etkilerinin görüleceğini ortaya koyuyor. Nitekim bu yaz Türkiye’nin dört bir yanındaki ormanlarda yangın sayısında ciddi bir artış yaşanırken, özellikle Güney Ege ve Batı Akdeniz’de 28 Temmuz’dan bu yana art arda çıkan ve söndürülemeyen orman yangınları yerleşim yerlerini tehdit ediyor.

ABD’de California Kamu Politikası Enstitüsü Su Politikası Merkezi’nde araştırma görevlisi Gökçe Şencan’a göre bir türlü kontrol altına alınamayan yangınlar ciddi bir öngörüsüzlüğün sonucu. “Türkiye’de kuraklığa karşı önlem alınsaydı ve getireceği riskler daha iyi anlaşılsaydı, yangın sezonuna çok daha hazırlıklı olurduk. Can ve mal kaybını daha aza indirebilirdik. Hatta hiç olmamasını sağlayabilirdik,” diyor Şencan.

Kuraklığın zaten gittikçe derinleştiğini izliyorduk, bunun için acil önlem geçen sene alınmalıydı. Önlem açısından şu anda ne yapılıyor belli değil

İklim bilimcilerin çalışmaları, küresel ısınma sonucu Akdeniz ülkelerinde yangın sezonlarının uzayacağını ve orman yangınlarının sayısında ciddi artışlar yaşanacağını ortaya koyuyor. Bu çerçevede özellikle yangınları önceden tahmin etme, yangın-iklim ilişkini daha iyi anlama ve daha güvenilir modellerin geliştirilmesi ihtiyacı vurgulanıyor.

“Yangınlarda 2008-2020 ortalamasının üç katı alan yandı. Eşi benzeri görülmemiş bir yangın sezonundayız, bunlar normal değil fakat normal olmamasına rağmen daha sık karşılaşacağımız manzaralar,” diyor Şencan altını çizerek. “Daha önümüzde Ağustos ve Eylül ayı var. Belki de Ekim de var. Yani yangın sezonu bitmedi. Ancak, yangınlarda eyleme geçememe hâli ve yönetim boşluğu görüyoruz. Aynı durum kuraklık için de geçerli. Kuraklığın zaten gittikçe derinleştiğini izliyorduk, bunun için acil önlem geçen sene alınması gerekiyordu. Önlem açısından şu anda ne yapılıyor o da belli değil.”

Geçen yıl Haziran ayında, Tarım ve Orman Bakanlığı, 2020 yazında “İklim Değişikliği ve Tarım” başlıklı raporunda, önümüzdeki yıllarda Türkiye’de, kuraklığın geniş bölgelerde hissedileceğini ve aşırı sıcak günlerin sayısının artacağını belirtmişti.

Avrupa Orman Yangını Bilgi Sistemi (EFFIS) verilerine göre, Türkiye genelinde orman yangınlarında 2009’dan, 2021’e kadar (6 Ağustos 2021) son orman yangınlarıyla beraber yaklaşık 500 bin hektar alan yandı. 2020’de yıl boyunca 70 bin hektar alan yanarken, 2021 verileri şu anda 140 bin hektara yakın alanın yandığını gösteriyor.

Peki kuraklık neden bu kadar ciddi seviyelere ulaştı ve en başta ne yapmalı? Şencan ilk olarak şu anda yaşadığımız kuraklığın giderek derinleşmesinin sebebi “fosil yakıtlar” diyor ve ekliyor: “Artık iklim değişikliğinin etkilerini hissetmeye başlıyoruz. Bu yüzden Türkiye iklim krizini ciddiye alarak, iklim politikaları geliştirilmeli. Olabildiğince fosil yakıtlardan uzaklaşarak, acilen güneş ve rüzgar gibi yenilebilir enerji türlerine geçiş yapmalı, kömür santrallerini emekliye ayırmalı. Bunları yapmak şart oldu, birkaç sene daha bekleyemeyiz. Hepsinin hemen şimdi yapılması lazım. Geçirdiğimiz her gün bizim aleyhimize işliyor.”

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın verilerine göre, 2019 yılı Eylül ayı sonu itibarıyla Türkiye’nin enerji kaynaklarının dağılımı yüzde 31,4’ü hidrolik enerji, yüzde 28,6’sı doğal gaz, yüzde 22,4’ü kömür, yüzde 8,1’i rüzgâr, yüzde 6,2’si güneş, yüzde 1,6’sı jeotermal ve yüzde 1,7’si diğer kaynaklar şeklinde.

Acilen fosil yakıtlardan uzaklaşılmalı. Kömür santraller emekliye ayrılmalı. Her gün aleyhimize işliyor

Şencan, bu verilerin değişken olduğunu vurgulayarak, nedenini şu sözlerle açıklıyor: “Hidrolik oranı yüzde 31 gibi görülebilir fakat bu oran kuraklık zamanında çok düşüyor. Düştüğü zaman da genelde doğalgazdan elektrik üretimi arttırılıyor. Rüzgâr ve güneşin ise oranları çok düşük. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın birkaç ay önce İklim Zirvesi’nde elektrik üretimini 2030’a kadar güneş enerjisinden 10 gigavat, rüzgar enerjisinden 16 gigavat kapasitesine çıkaracağını söyledi. Bunlar çok zayıf hedefler.”

Şencan’a göre kömürü ve doğalgaz bir an önce Türkiye’nin portfolyosundan çıkartılmalı, güneş kapasitesinin daha verimli kullanılmasına çalışılmalı. “Doğalgazda dışarıya bağımlıyız, çıkarılan kömür de ise hem rezerv olarak gittikçe azalmakta hem de çok kalitesiz kömür. Yakıldığı zaman çok fazla kirlilik yaratırken, fazla enerji yaratmıyor. Bu yüzden daha fazla miktarda yakılması gerekiyor. Doğalgazda dışarıya bağımlı olmak hem enerji güvenliği açısından risk, hem de daha fazla sera gazı emisyonu demek.”

Son 10 yılda giderek artan kuraklıkla barajlarda doluluk oranlarında su seviyesi önemli ölçüde azaldı. İSKİ’nin verilerine göre bundan en çok İstanbul etkilendi. Şehrin barajlardaki son 15 yıldaki doluluk oranı yüzde 19,79’a geriledi. Şencan, Türkiye’nin su politikasının olmadığının savunuyor. “Türkiye su kaynaklarına değer vermiyor. Sular çok vahşi bir şekilde harcanıyor,” diyor Şencan. “Baraj kurma stratejimizden tarımsal sulamaya kadar suyu çok hoyratça kullanıyoruz. Halbuki Türkiye çok su zengini bir ülke değil.”

Şencan, suyun daha tasarruflu kullanılmasını sağlayan yöntemlerin bir an önce uygulamaya geçmesi gerektiğini belirtiyor ve ekliyor: “Şehirlerde su tasarrufu teşvik edilmeli. Su geri dönüşüm tesislerine ağırlık verilmeli. Arıttığımız su denize gideceğine tekrar musluklarımıza geri gelebilir. Yağmur suyunun toplanması teşvik edilmeli. Şu anki su kaynaklarımızın bütünlüğü havza çapında korunmalı, havzalara inşaat yapılmamalı. Örneğin üçüncü havalimanının en büyük zararlarından biri o bölgedeki su havzasının zarar görmesi onun bütünlüğünü bozmasıydı.”

Türkiye’nin iklim haritası incelenmeli. İklim koşullarının hangi bölgede nasıl değişeceği saptanıp tarımsal bir plan oluşturulmalı

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Ulusal Su Planı 2020 verilerine göre, yüzde 74 ile en çok su tarım sektöründe harcanıyor. Şencan’a göre bu oranın azalması için öncelikle çiftçilerin yaygın olarak kullandığı ve ‘vahşi sulama’ adıyla da bilinen salma ya da kontrolsüz sulama yönteminin sonlanması gerekiyor. “Türkiye’nin iklim haritası incelenmeli. İklim koşullarının hangi bölgede nasıl değişeceği saptanıp genel bir tarımsal bir plan oluşturulmalı. Örneğin, çok su isteyen bir ürün Konya havzasında yetiştirilmemeli. Çiftçilere iklim değişikliğine uyum destekleri sağlanmalı,” diyor.

Kuraklık ayrıca çölleşme riskini de arttırıyor. Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin (TZOB) paylaştığı 2021 Mayıs ayı kuraklık raporuna göre, Türkiye’nin yüzde 22,5’i yüksek çölleşme, yüzde 50,9’u ise orta düzeyde çölleşme hassasiyetine sahip.

Tüm bu veriler artık iklim değişikliğinin etkilerini ne kadar yakından hissetmeye başladığımızın bir göstergesi. Şencan, iklim değişikliğinin sonuçlarını yakın gelecekte çok daha hızlı bir şekilde hissedebiliriz diye uyarıyor. “İklim adaptasyonu ve iklim uyumuna ağırlık vermemiz gerekiyor,” diyor. “Hem değişen koşullara hazırlamamız hem de iklim değişikliğinin geri çevrilmesi için mücadele etmemiz şart.”

Gezegen, nesli tükenen memeli deniz hayvanlarına dikkat çekmeye devam ediyor. Geçen hafta gazeteci Emrah Temizkan’ın “Deniz sevmeyen toplumda yolculuk: Boğaz’ın yunuslarını tanıyor muyuz?” başlıklı haberinde denizsel biyolojik çeşitliliğinde önemli yeri olan yunusları uzman görüşlerle daha yakından tanımaya çalıştık.

Bu hafta ise dikkatimizi yunusların ardından bir diğer memeli deniz hayvanı olan Akdeniz foklarına çeviriyoruz.

Akdeniz foklarının ana yurdu olarak bilinen, hatta adını eski Yunancada tombul hayvan anlamına gelen ‘Foka’dan alan İzmir’in kuzeyindeki sahil ilçesi Foça’da, 90 yıllardan bu yana çalışmalar yürüten Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD) Yönetim Kurulu Başkanı Yalçın Savaş ile söyleştik.

Akdeniz foklarının yeryüzünde nesli en fazla tehlikede olan memeli ve yüzgeçayaklı türlerinden biri olduğunu vurgulayan Savaş, Foça’da, denizdeki yasadışı faaliyetler, nüfusun ve tekne sayısının artması gibi nedenlerden dolayı bölgedeki fokların varlığı için ise, “Foça’nın foklar için cazibesini kaybetmesi sürpriz olmaz” diyor.

Yalçın Savaş

› Öncelikle Foça’da fokların sayılarının azaldığına yönelik söylentiler var, doğru mu? Doğruysa, neden? Ayrıca bölgede çalışmalarınız devam ediyor mu?

Foça’daki çalışmalarımız devam ediyor. Fotokapanlar kullanarak Karaburun Yarımadası ve Foça Özel Çevre Koruma bölgelerindeki fokları izliyoruz. Her iki bölge de foklar tarafından kullanılmaya devam ediyor. Karaburun Özel Çevre Koruma Bölgesi’ndeki fok varlığı daha belirgin. Foça’da hem nüfusun hem de denizdeki tekne sayısının arttığı ve bu yoğunluğun foklar üzerinde de genel olarak deniz ekosistemi üzerinde de baskı oluşturduğunu söylemek mümkün. Ne yazık ki bu alanlardaki kısıtlamalar etkin bir şekilde denetlenemiyor. Bizim sürekli olarak bölgede var olduğumuz yıllarda denizdeki yasadışı faaliyetler devlet/stk iş birliği ile çalıştırılan yerel özel bir denetim sistemi tarafından etkin olarak denetleniyordu. Ancak bu sistem uzun yıllardır ne yazık ki çalıştırılmıyor.

Foça gibi bir Özel Çevre Koruma bölgesi içerisinde, ekosistem ağır baskı altında. Fokların da gelecekte bundan etkilenecek olmasını bekleyebiliriz

Foça İzmir Körfezi’nde yasadışı balıkçılık faaliyetlerinin merkezlerinden birisi haline geldi ve yasadışı usullerle avcılık civarda yoğun olarak yapılmaya başlandı. Yasal olarak müsaade edilen deniz patlıcanı avcılığı da tüm kıyılarımızda olduğu gibi Foça’da da bu türün ekosistemden neredeyse tamamen yok edilmesi ile ve bu avcılıkta algarna dreç gibi yasadışı dip sürütme cihazlarının da kullanılması nedeni ile deniz çayırı yataklarının ciddi şekilde zarar görmesi ile sonuçlandı. Deniz patlıcanları deniz dibindeki organik atıkların çürümeye ve oksijen kaybına neden olmaya başlamadan temizlenmeleri için çok önemli. Foça Özel Çevre Koruma Bölgesi’ndeki deniz çayırları da hasta. Bunun nedenleri arasında İzmir Körfezi’nden dışarıya taşınan kirlilik, deniz taramalarından çıkan malzemenin denize dökülmesi nedeni ile Foça’da kadar akıntılar ile taşınan askıdaki ince malzemeler ve Foça’nın atık su arıtma deniz deşarjının olası etkileri ve yasadışı dip sürütme takımları ile avcılık düşünülebilir. Foça’da, bir özel çevre koruma bölgesi içerisinde, ekosistem ağır baskı altında. Fokların da gelecekte bundan etkilenecek olmasını bekleyebiliriz.

› Peki burada kimler ne gibi önlemler alacak?

Bu konuda öncelikle İzmir Büyükşehir Belediyesi ile özel çevre koruma bölgelerinde yetkili kuruluş olan Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’ne büyük sorumluluk ve görev düşüyor.

› Akdeniz fokları elbette sadece Foça’da yaşamıyor. Hem dünyada hem de Türkiye’de popülasyonları ne durumda?

Akdeniz foku yeryüzünde nesli en fazla tehlike altında olan memeli ve yüzgeçayaklı türlerinden. IUCN (Dünya Doğayı Koruma Birliği) sınıflamasına göre Avrupa ölçeğinde nesli ileri derecede tehlike altında (Critically Endangered). Küresel ölçekte de nesli tehlike altında (Endangered) olan türler arasında. Ana popülasyonları Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs, Madeira ve Batı Sahra kıyılarında bulunuyor. Dolayısı ile bir birinden kopmuş üç popülasyondan söz etmek mümkün. Bunlardan ikisi Atlantik Okyanusu kıyılarında, diğeri de Kuzey Doğu Akdeniz kıyılarında. Bu kıyılar haricinde zaman zaman İtalya’nın güney kıyıları, Hırvatistan ve Lübnan kıyılarında da tek bireyler halinde görülüyor. Ancak buralarda bilinen yerleşik popülasyonlar yok. Bu ülkelerin kıyılarında görülen fok bireylerinin güncel bilinen popülasyonlardan gelip gittikleri düşünülüyor. Kuzey Afrika kıyılarında eskiden var olduğu bilinen popülasyonların durumu belirsiz. Tüm güncel yaşam alanlarında 700-750 civarında oldukları tahmin ediliyor. Üreme kabiliyetine sahip yetişkin nüfusunun ise 350-450 civarında olduğu düşünülüyor.

Bizim tahminlerimize göre Türkiye kıyılarında 100 civarında fok var. Ancak coğrafi devamlılık ve yakınlık nedeni ile Doğu Akdeniz’de ayrı ayrı popülasyonlardan bahsetmek çok zor. Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs kıyılarında yaşayan popülasyonlar birbiri ile irtibat içerisinde. Adriyatik kıyılarında, İtalya’nın Güney kıyılarında ve Lübnan’da zaman zaman görülen bireylerin de bu popülasyonlardan gelip gidiyor olması büyük olasılık. Türkiye kıyılarında Karadeniz’de 1997’den beri görünmüyor. Karadeniz’de başka ülkelerin kıyılarında da tükenmiş durumda. Marmara’da hâlâ az miktarda fok özellikle Marmara Adaları, Kapıdağ Yarımadası ve Karabiga sahillerinde yaşıyor. Ege ve Akdeniz kıyılarımızda ise hemen tüm kayalık sahilleri kullanıyorlar. Ancak çok az olan sayıları nedeni ile belirgin bir yoğunluk oluşturmuyorlar. Bununla birlikte bazı kıyılarda nispeten daha fazlalar.

Akdeniz foklarının tüm güncel yaşam alanlarında 700-750 civarında oldukları tahmin ediliyor. Üreme kabiliyetine sahip yetişkin nüfusunun ise 350-450 civarında olduğu düşünülüyor. Türkiye kıyılarında ise tahminlerimize göre 100 civarında fok var

Türkiye kıyılarında 100 civarında fok olduğu tahmin ediliyor. | Fotoğraf: Cem Orkun Kıraç, Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD)

› Marmara’da hâlâ yaşadıklarını söylediniz. Peki son dönemde yaşanan müsilaj sorunu bu az sayıdaki fokları etkileyecek mi veya şu an için bir etkisi gözlemlendi mi?

Müsilaj yaygın olarak Marmara’da bir sorun halinde şu anda. diğer kıyılarımızda da deniz dibinde benzer oluşumların olduğuna dair bize gelen bilgiler ve görüntüler var. Ancak Marmara’daki gibi bir bölgesel çevre felaketi boyutlarında değil henüz. Marmara’da foklar var hâlâ. Müsilaj ve ona neden olan evsel atıklar ile küresel ısınma Marmara Denizi’ni oksijene bağımlı canlılar için yaşanmaz hale getiriyor. Denizdeki çözünmüş oksijen seviyesi kritik seviyelerin altında. Henüz bunun ileri etkileri konusunda elde net bir veri yok. Ancak şu anda izlediğimizden daha ileri boyutta bir sorunun başlangıcında da olabiliriz. Foklar açısından sudaki oksijen azlığının ya da müsilajın doğrudan bir etkisi olacağını düşünmüyoruz. Ancak bu deniz onların beslenme ortamı ve ortam canlı yaşamı için uygun olmaktan uzaklaşmış durumda. Bu durum düzelecek mi, daha da kötüye mi gidecek bunu da kimse şu anda bilemiyor. Bu felaketin total etkisi ne olacak onu da kestirmek zor. Marmara’daki fokların besin bulmakta zorlanmaları durumunda ne yapacaklarını da bilemiyoruz. Daha temiz ve besin içeren suların arayışında Marmara’dan çıkarlar mı yoksa bu foklar açısından da bir felakete yol açar mı ön görmek çok zor. Marmara’da Fokların yaşadığı kıyılarda şu anda balıkçılığın durduğunu biliyoruz. Sahada uzun süreli izleme yapmak için kaynağa sahip değiliz. SAD’ın Akdeniz foku Bilgi ve Kurtarma Ağı (AFBİKA) üzerinden gelen bilgiler ile izlemeye çalışıyoruz.

Deniz kirliliği de doğrudan ya da dolaylı olarak fokları etkilemekte ve yaşam alanlarını kullanılmaz hale getirebilmektedir. Petrol ve türevi maddeleri taşıyan gemilerin kazaları sonucu fok yaşam alanlarına yayılan malzemeler nedeni ile bu tür sorun geçmişte Türkiye’de yaşanmıştır. Evsel ya da kimyasal atıkların foklar üzerinde doğrudan ya da dolaylı bir etkisi hakkında şu ana kadar elde bir kayıt bulunmamaktadır. Ancak son günlerde Marmara’da yaşadığımız bölgesel çevre felaketinin evsel atıklara bağlı olarak geliştiği, denizdeki her yaşam formunu etkileme potansiyeline sahip olduğu ve çözünmüş oksijenin tükenmesine neden olarak ortamı canlılar için yaşanmaz hale getirdiği düşünülürse, bu durumun Marmara’da yaşayan fokları da etkilemesi beklenen bir sonuç olmalıdır.

Marmara’daki müsilaj meselesi bölgede sayıları azalan Akdeniz foklarını da etkileyebilir

› Akdeniz foklarının, Foça özelinde karşı karşıya oldukları tehditleri konuştuk. Müsilaj meselesine değinmişken, Türkiye genelinde daha başka ne gibi tehditlerden bahsedebiliriz?

Akdeniz fokunun azalma nedenleri doğrudan ya da dolaylı olarak kıyısal ekosistemlerin de sorunlarıdır. Ana başlıklar halinde saymak gerekirse yaşam alanı kaybı, ölümler, aşırı ve yasadışı balıkçılık faaliyetleri, aşırı insan faaliyetleri ve deniz kirliliği temel tehdit konularıdır. Ülkemizde en önemli tehdit yaşam alanı kaybıdır. Doğal kıyı alanlarındaki her tür yapılaşma kıyı bölgesindeki doğal yaşam alanlarını tahrip eder ve o yaşam alanını kullanan türlerin bir kısmının oradan uzaklaşmasına neden olur. Akdeniz foku ve kıyı kuşları yaşam alanı tercihleri / ihtiyaçları nedeni ile bunların başında gelir. Yapılaşmış kıyılar arttıkça, fokların yaşam alanları azalır. Azalan yaşam alanı da var olan fok sayısını olumsuz etkiler. Ölümler doğal ya da insan etkisi ile olabilir.

Ülkemizde kasti fok öldürme vakaları eskisine göre çok azalmış durumda. 1997 yılı baharında Batı Sahra kıyılarındaki kolonide kısa sürede iki yüzden fazla fokun ölmesine neden olan virütik salgın / alg zehirlenmesi gibi bir olayın Akdeniz içerisinde meydana gelmesinden hep korkulur. Ancak Akdeniz kıyılarındaki fokların daha dağınık durumda olmaları, genelde koloni hayatı yaşamıyor olmaları nedeni ile büyük çapta bir salgına karşı daha dayanıklı olabilecekleri düşünülüyor. Yasadışı balıkçılık faaliyetleri ile yasal ama aşırı balıkçılığa neden olan balıkçılık faaliyetleri denizde yaşayan tüm canlılar için besin kaynaklarını tüketmektedir. Bir taraftan balıkçıların geçimi, diğer taraftan fokların ve diğer canlıların beslenmesi zora girmektedir. Bu durum balıkçı / deniz memelisi arasındaki rekabetin şiddetlenmesinin ve yunuslar ile fokların balıkçılar tarafından rakip ve zararlı canlı olarak görülmeye başlanmasının da temel nedenidir. Türkiye’de balıkçılar fokları geçmişte genelde bu nedenle öldürmüşlerdir. Balıkçılığın ekosistem temelli ve sürdürülebilirlik ilkeleri gözetilerek yönetilmesi ve kıtılamaların etkin olarak denetlenmesi bu sorunları hafifletecektir.

Kıyı alanlarındaki yapılaşmayı kesin olarak sınırlamak, atık suların denize ulaşmasını durdurmak ve yasal / yasadışı aşırı avlanmayı denetim altına almak mecburiyetindeyiz

Foça’daki Akdeniz foklarının yaşam alanı Siren Kayalıkları | Fotoğraf via focadayiz.com.

› Fokların birincil yaşam alanları mağaralara da turistik faaliyetlerle ziyaretler veya tekneyle yaklaşma gibi durumlar oluyor. Örneğin, Foça’da siren kayalıklarında yaşayan foklar da aynı durumla karşı karşıya.

Fokların yaşadığı mağaralara yapılan turistik dalışlar ve turist taşıyan teknelerin büyük mağaralara girmeleri ile meydana gelen bu rahatsızlık bazı kıyılarımızda belirli mağaralarda önemli bir rahatsızlık nedeni haline gelmiştir. Fokların mağaralarına her türlü yol ve yöntemle girmek ulusal mevzuatımıza göre yasaktır. Ancak denetlenememektedir.

› Akdeniz foklarını korumak için öncelikli olarak neler yapılmalı? Hem halk bireysel olarak, hem de yönetimler nelere dikkat etmeli? Ve genel olarak onların varlığından sizce ne kadar haberdarız ve bilgiliyiz?

Akdeniz foku kıyısal yaşam alanları, kıyısal ekosistem için bir bayrak türdür. Kıyı alanlarındaki doğal yaşamı etkileyen her şey Akdeniz fokunu da olumsuz olarak etkiler. Akdeniz fokunun korunması için kıyı alanlarımızdaki doğal yaşamı, doğal yaşam alanlarını korumak zorundayız. Kıyı alanlarındaki yapılaşmayı kesin olarak sınırlamak, atık suların denize ulaşmasını durdurmak ve yasal / yasadışı aşırı balıkçılığı denetim altına almak mecburiyetindeyiz.

› Son olarak, sanırım Muğla ili kıyılarında bir çalışmaya başladınız. Bundan biraz bahsedebilir misiniz? 

Türkiye’de ilk kez bir ilin Akdeniz Foku tür koruma eylem planı uygulaması Muğla ili kıyılarında yapılacak. Doğa Koruma ve Milli Parklar 4. Bölge Müdürlüğü ile SAD arasında imzalanan bir protokol çerçevesinde SAD bu kıyılarda devlet kurumları ile iş birliği içerisinde 2021-2024 yılları arasında izleme ve planlama çalışmaları yürütecek, Muğla İli Akdeniz Foku Tür Koruma eylem Planı’nı güncelleyecek ve en az bir bölgede zonlama çalışması yapacak. Projenin uluslararası boyutta da örnek olacağını düşünüyoruz.

Yılda 37 milyon ton plastik çöp üreten Türkiye, 2004 yılından bu yana Avrupa’dan çöp ithalatı da gerçekleştiriyor. 2019 verileri, Türkiye’nin yılda 11,4 milyon ton çöp ithal ettiğini, bunun 582 bin tonunun ise plastik olduğunu gösteriyor. Deniz biyoloğu ve mikroplastik araştırmacısı Doç. Dr. Sedat Gündoğdu’ya göre, Türkiye çöpüyle üç-beş ülkeye daha yetecek plastik atık üretmeye aday bir ülke. Plastik kirliliğine sunulan çözümlerin ise bir illüzyondan ibaret olduğunu belirten Gündoğdu ile plastiğin nasıl ve ne zaman hayatımızın her alanında yer aldığını konuştuk.

 

› Türkiye’de plastik deyince akla ilk siz geliyorsunuz. Ne zaman ve neden plastikler çalışma konunuz oldu?

Sedat Gündoğdu: 2015’te başladı. Balıkların biyolojisi ve biyoekolojisi üzerine doktora yapıyordum. Sahada trol ağlarıyla çalışma yürütürken, bir noktadan sonra denizden, balıktan çok çöp çıkmaya başladığını fark ettik. Bunun üzerine doktoram bittikten sonra da bu çöp meselesine çalışmaya başlarım diye düşündüm ancak, konum farklı olsa da hemen araştırmalara başladım. Mikroplastik diye bir şeyi fark ettim. Daha doktoram bitmeden, Prof. Dr. Cem Çevik ile birlikte bu konuyla ilgili bir proje başlattık. İskenderun Körfezi ve Mersin Körfezi’nin olduğu bölgelerde yüzeyden su numuneleri aldık, dipten trol çektik ve çöp topladık. Sahillerdeki plastikleri inceledik. Böylece mikroplastik bizim hayatımıza girdi. Çalışmalarımızla, bu bölgenin de Akdeniz’in en kirli bölgesi olduğunu tespit ettik. Sonra plastikler denizde varsa denizden elde edilen ürünlerde de vardır dedik ve tuzlarla ilgilenmeye başladık. Çünkü tuz en belirgin denizel ve biyolojik olmayan malzeme. Çalışması rahat, incelemesi daha kolaydır. Dünyada da örnekleri var, en azından karşılaştırma yapabiliriz diye düşündük. Çin’de bir çalışma yapılmıştı. Sonra bu proje kapsamında biz de çalıştık tuz üzerine, bayağı ses getirmişti. Zaten ondan sonra benim ismim ve mikroplastik aynı anda anılır olmaya başladı.

Doç.Dr. Sedat Gündoğdu

“Özellikle 90’ların başında plastik hayatımıza kitlesel olarak girdi. Bu tarih, dönüm noktası olabilir”

 

› Peki, biz plastiği ne zaman tanımaya başladık?

S.G: Ben kendimden örnek verebilirim, insanlar bununla mutlaka paralellik kuracaktır. Çocukken İstanbul, Kasımpaşa’da yaşarken, oturduğumuz mahalleye eskici gelirdi. Annem, plastik leğen ve plastik halı tarzı şeylerden alırdı. O zaman hayatımıza plastik girmeye başladı. Semt pazarına gittiğimizde de her şey kese kağıdında olurdu, poşette olmazdı. Örneğin, bakkala gittiğimizde de peynir kâğıtta verilirdi. Sonra bir anda bunların hepsi kayboldu. 90’lar, özellikle 90’ların başında plastik hayatımıza kitlesel olarak girdi. Bu tarih, dönüm noktası olabilir. Dünya için durum daha farklı. Bizde nüfusun büyük çoğunluğu köyde yaşarken, dünyanın diğer bölgelerinde kentsel hayat çok gelişkindi. Özelikle Avrupa’da ve Amerika’da alışveriş merkezleri, marketler, büyük mağazalar vs. hızla yayılmaya başlamıştı. Biz tabii bu neoliberal politikalara ayak uyduramamıştık, Turgut Özal bizi dünyaya açmamıştı tam olarak. Ama 70’lerde plastik poşet furyası başlamıştı tüm dünyada. Üzerinde gülen surat olan bir plastik poşet tüm Amerika’yı etkisi altına aldı. Geliştirilen teknolojiyle plastik, diğer ambalaj sektörüne de çok hızlı girdi. Gıdaların uzun transferi için plastik kaçınılmaz bir malzeme olarak pazarlandı. 80’lere gelince, plastiğin uygulama alanları arttı. Poşetten sonra pet şişe hayatımıza girdi, Coca Cola gibi, Pepsi gibi büyük firmalar artık cam şişede içecek satmayı bıraktı. Alüminyum teknolojisi plastikle kaplanmaya başlayınca, alüminyum da ciddi anlamda kullanılmaya başlandı. Yani hayatımızın birçok alanında aslında hiç plastik yokken o alandaki bütün tedarik zinciri plastiğe elverişli hâle dönüştü. Bugün hayatımızın her alanında plastiğin olmasının nedeni plastikle beraber dönüşen sanayi üretimi. Bugün üzerimize giydiğimiz elbiseden gözlük camına, kameradan bilgisayara, duvar boyasından koltuğa kadar her şey artık plastikten yapılma.

“Bu işin çözümü bireysel önlemler değil”

› Alternatifler var sanırım ama onlar da pahalı. Örneğin bir firma patates nişastasından çöp poşeti üretmiş. Fiyatı normal poşete göre üç kat fazla diyebilirim.

S.G: Yaşadığınız yerdeki belediyenin bir kompost tesisi yoksa, o patates nişastasından yapılmış poşetin diğer bir poşetten hiçbir farkı yok. Örneğin, benim kuzenim İspanya’da yaşıyor. Şehrin kompost sistemi var. Daha sonra onları götürüp gübre vs. yapabiliyorlar. Türkiye açısından konuşursak, verdiğiniz örnekle, doğaya saygılı yaşamak artık bir ticari faaliyet haline geldi diyebiliriz. Bugün BİM’den ve A101’den alışveriş yapan, Halk Ekmek kuyruğuna giren bir insana pet şişede su içme, cam şişede su iç diyemezsiniz. Aynı miktar su cam şişe de 5 lira, pet şişede 1 lira. Toplumun büyük kesiminde gelir seviyesi asgari ücret. Benim söylediğim şeylere uyması için öncelikle bu insanların yaşayabilir seviyede maaş alması gerekiyor. O yüzden ben bireysel önlemlere hiç girmiyorum. Hep söylüyorum bu işin çözümü bireysel önlemler değil. O yüzden plastik üretimini azaltmamız, tek kullanımlıkları yasaklamamız lâzım.

› Biraz da günlük hayatımızdan örneklerle, plastik ve mikroplastik arasındaki farkı öğrenebilir miyiz?

S.G: Beş milimetreden daha küçük plastiklere mikroplastik diyoruz. Ya doğrudan o formda üretiliyor ya da büyük plastiklerin çeşitli faktörler yardımıyla parçalanması sonucu oluşuyor. Örneğin, ben geçen gün dolapta kalmış poşete bir baktım bayağı bir mikroplastik hale gelmiş. Zaman içerisinde UV ışınları, sonra rüzgâr, başka canlıların onu parçalaması gibi faktörler, nem, denize giderse tuzluluk gibi faktörlerin etkisiyle bu plastikler daha küçük parçalara bölünüp mikroplastiğe dönüşebiliyor. Bir de doğrudan mikroplastik olarak üretilenler var. Onlar da boncuk şeklinde görünüyor. Bunlar ham pelet formundaki plastikler. İçerlerine çeşitli kimyasallar koyup bizim günlük kullandığımız plastiklere dönüştürüyorlar. Bir de yüz temizleme jelleri içerisinde “peeling” etkisi yapsın diye kullanılan mikro boncuk / mikro yatak denilen plastikler var. Onlar da doğrudan mikroplastik olarak üretiliyor. İşte bu çok duyduğumuz kot taşlama meselesinde kullanılanlar da silikon mikroplastik tanecikler, silikon da bir plastik türü çünkü. Yine benzer şekilde aşındırıcı olarak kullanılan her türlü toz aslında birer plastik. Çoğunlukla doğadaki mikroplastiklerin büyük çoğunluğu bizim ikincil mikroplastik dediğimiz daha büyük plastiklerin parçalanması sonucu oluşan mikroplastik. Yani bir yerde plastik poşet görüyorsanız orada mikroplastik kesinlikle vardır. Biz böyle diyoruz, bir yerde makro plastik varsa mikro vardır, mikro varsa nano vardır.

› İnsanların genelde plastik olacağını düşünmediği veya bilmediği şeyler de var. Neler olabilir onlar?

S.G: Sigara izmaritinin genelde plastik olduğu bilinmez ama plastik. Selüloz asetat denen bir plastik türü. Diş macunu içerisine de plastik katıyorlar. Amacının ne olduğunu ben çözemedim ama aşındırıcılık katıyor muhtemelen. Şampuanlar, bulaşık makinalarındaki tablet deterjanların kaplaması, onlar da eriyebilen plastik. Yani PLA dediğimiz, polilaktik asit denilen bir tür plastik. Onlar da plastik olabiliyor. Halı plastik. Duvar boyası plastik. Araba lastiklerinden çok ciddi mikroplastik saçılıyor etrafa. Peçete, bu aralar çok kullandığımız maskeler. Maskelerden ciddi anlamda mikroplastik soluduğumuzu gösteren bir çalışma da var. Biz de böyle bir çalışma yapmayı planlıyorduk ama bizden erken davrandılar. Aklıma bunlar geliyor. Aslında plastik olmayan şey çok az.

“Çöp ithalatı meselesi sınıfsal bir mevzu”

› Uzun yıllardır da Avrupa’dan Türkiye’ye plastik çöp ithalatı yapılıyor. Bu devam edecek mi sizce?

S.G: Burada söz konusu para. Yani birincisi alıcı için ucuz; ihraç eden ise kurtuluyor plastikten. Plastikleri yakmak ya da geri dönüşüme göndermek zorunda. Geri dönüşüm de çok maliyetli. Yakarak kendi havasını kirletmek de istemiyor. Karbon bütçesini boş yere plastik yakmaya heba etmek istemiyor. Aslında bu insanlar zaten geri dönüşmeyeceğini biliyor bu plastiklerin. Kendi ülkesinde niye yalandan bir sistem kurmaya çaba harcasın ki? Ne yapıyor? Çevre yasası olmayan, meraklı ülkere çöpünü veriyor, ki zaten bu sınıfsal bir mevzu.

“Gelişmiş ülkeler, biz daha temiz bir ortamda yaşamayı hakkediyoruz, o yüzden az gelişmiş ülkelere çöp göndermek mantıklı diye düşünüyorlar. İlk olarak termik santral atıkları ve nükleer atıklar gönderiliyor”

› Niye sınıfsal bir mevzu?

S.G: İlk olarak 1980’lerde ortaya çıkıyor bu atık ticareti mevzusu. Kabaca, gelişmiş ülkelerin ekonomistleri, yöneticileri yani biz çok geliştik, biz çok gelişmişiz, bizim çevremiz kirlenmeyi hak etmiyor az gelişmişlerin çevresine gönderelim, diyor. Çünkü onların çevre/dünya gibi bir derdi yok. Derdi olan biziz. Biz daha temiz bir ortamda yaşamayı hak ediyoruz, o yüzden az gelişmiş ülkelere çöp göndermek mantıklı, olabilir diye düşünüyorlar. Böyle başlıyor. İlk olarak termik santral atıkları gönderiliyor, nükleer atıklar gönderiliyor. Hatta bugün Basel Konvansiyonu denilen konvansiyonun çıkış nedeni de bu. Bir tane gemi Amerika’dan aldığı bir termik santral atığını boşaltamadığı için Pasifik Okyanusu’nun ortasında batırılıyor. Ondan sonra zararlı/tehlikeli maddelerin, uluslararası dolaşımı ile ilgili anlaşmalar ortaya çıkıyor. İşte o tehlikeli atık ticaretinin geldiği nokta plastik atık ticareti. Gönderen ülke kurtulmak için gönderiyor alanlarda ucuz diye alıyor, bir de para kazanıyor.

› Bizim buna herhalde ihtiyacımız yok değil mi?

S.G: Kesinlikle yok. İhtiyacımız var diyen yalan söylüyor. Açık, aleni yalan söylüyor. Çünkü ihtiyacımız var kısmının altında yatan neden “Bizim çöpümüz temiz değil.” İyi de gelen çöp de temiz değil ki. Gelen çöpün de yarısı kirli çöp. Yakın zamanda ithalat yapan bir firmadan bir arkadaşım dedi ki, bize gelen ithal atıkların, ithal çöplerin yüzde 50’sini geri veriyoruz, geri gönderip yaktırıyoruz dedi. Serbest mi, dedim. Hayır, kılıfına uydurup yaktırıyoruz, dedi.

“Türkiye’de çöp ithalatı meselesi tüccarların kontrolünde”

› Bir denetleme yok o zaman?

S.G: Yok. Denetleme o kadar zayıf ki. Yani ‘var’ da eh işte ‘var’ yani. Her şeyi ‘denetliyorlar’. Gıda sahteciliği konusundaki denetleme ne? Bakanlık her yıl bir liste yayınlıyor. Ee sonuç? Adam ismini değiştirip tekrar satıyor. Yaptırım yok çünkü. Denetlemeden kastı o. Türkiye’de şu anda çöp ithalatı meselesinde mevcut atmosfer tamamıyla şirketlerin ve yani bu tüccarların kontrolünde yürüyor. O yüzden onların denetlenip cezalandırılacağı bir ortamın şu anda oluşmasının imkânı yok. Bu yüzden biz çöp ithal etmeye devam edeceğiz. Bunların para kazanma hırsından kaynaklı.

“Bizim kendi çöpümüz emin olun bizimle beraber 3-5 ülkeye daha yetecek plastik atık üretmeye aday”

› Bir yandan da atık sorunu çözmek amacıyla Türkiye Çevre Ajansı kuruldu. Bu konuda da rant iddiaları var.

S.G: Evet. Örneğin, yakında depozito sistemi gelecek sözde. Ama çalışmayacak, amaç plastik çöp azalsın değil. Rant kaynağı olarak bakılıyor bu sisteme. Orada milyar dolarlık bir pazar varmış. O yüzden kurdular Çevre Ajansı’nı. Bizim kendi çöpümüz emin olun bizimle beraber 3-5 ülkeye daha yetecek plastik atık üretmeye aday.

› Yani, ne kadarlık bir üretim?

S.G: 2019’da Türkiye bir yılda 11,4 milyon ton çöp ithal etti, bunun 582 bin tonu ise plastik. Türkiye’nin yıllık plastik çöp üretimi ise en son 37 milyon tondu. Dünyadan senin ithal ettiğin çöp bir buçuk milyon ton. Ürettiğin çöpün de ancak sen 20-30 bin tonunu toplayabiliyorsun. Azaltmayı yapamıyorsun, toplamayı da beceremiyorsun. Ama bu noktada çöp ithal edelim, ham maddeyi karşılayalım demek aldatmacadır. Yurtdışına para ödeyen firmalar kendi çevrelerindeki plastik çöp toplama alt yapısına para harcasalar dışarıdan getirdikleri çöpün aynı miktarını toplayabilirler. Tabii dertleri o değil. Bu taraf aslında biraz karanlık.

› Bu firmalıların yurtdışı faaliyetleri ile ilgili açık veriler yok mu, ulaşamıyor muyuz?

S.G: Avrupa Birliği açıklarsa öğrenebiliyoruz. Bizde veri yok, bakanlık hiç açıklamıyor. Üstüne, “Türkiye, Avrupa’nın çöplüğü oldu” haberlerini yapan da Avrupa. Bazen biz burada kendi kendimize eğleniyoruz gibi geliyor, sadece bu ithalatın yasaklanmasını talep edebiliyoruz.

 

 

“Çöp ithalatını yasaklamak gibi bir niyet yok”

› Hiç mi kazanım olmadı?

S.G: Elde ettiğimiz tek şey kota oldu. İlk başta isteyen istediğini getirebiliyordu, hatta yasadışı faaliyetler oluyordu. Sonra yüzde 80 kotası getirdiler. Yani kapasiteniz 100 tonsa, 80 ton yurtdışından getirebilirsiniz, 20’sini içeriden alabilirsiniz. Bu kota daha sonra yüzde 50’ye indi. Daha sonra karışık plastik çöp ithalatına da yasakladılar. Ama plastik çöp ithalatını yasaklamak gibi bir niyet yok.

“Plastik tüketimine neyi alternatif koyarsanız koyun yaratacağı etki plastikten daha fazla olabilir”

 

› Ne yapmalıyızdan çok, insanların veya yönetimlerin çözüm olarak düşündüğü ancak çözüm olmayan uygulamalar neler?

S.G: Geri dönüşüm. Çünkü geri dönüşüm bir çözüm alternatifi değildir, büyük fotoğrafın içinde küçük bir ayrıntıdır. Çünkü plastik en fazla üç defa geri dönüştürülebilir. Bir pet şişe aldınız, geri dönüşüme gitti o pet şişe bir daha pet şişe olmuyor. Muhtemelen iplik olacak, halı yapılacak ve o bir daha geri dönüşüme uğramayacak.

Sıfır atık var. Plastik üretildiği müddetçe de sıfır atık da söz konusu değil. Türkiye’de sıfır atık düşüncesi, üretilen çöpün ayrı paketlere, kutulara veya konteynırlara atılması. O atıklar tekrar geri dönüşüm tesisine gidince döngüye katılmış oluyor. Döngüsel ekonomi dedikleri illüzyon da bundan ibaret.

Plastiğe alternatif malzemeler. Bu denli plastik tüketimine neyi alternatif koyarsanız koyun yaratacağı etki plastikten daha fazla olabilir. Niye? Kenevirden pet şişe üretmişler çabuk parçalanıyormuş. Yılda trilyonlarca adet plastik tüketiliyor. Bunun için ne kadarlık bir alana kenevir ekmeniz lâzım? Bunun su, alan, gübre vs. maliyeti. Bunları hesaba kattığımız zaman petrol üretmekten bir farkı kalmıyor bu işin. Bu örnekler çoğaltılabilir. Alternatifler bir çözüm değil. Aslında bunlar sorunun ortadan kaldırılmamasına hizmet eden PR çalışmaları.

“Plastik üretimin azaltılması, tek kullanımlık plastiklerin yasaklanmasını merkeze almayan hiçbir çözüm önerisinin başarılı olma şansı yoktur”

› Çözüm ne o zaman?

S.G: Plastik üretimin azaltılması, tek kullanımlık plastiklerin yasaklanmasını merkeze almayan hiçbir çözüm önerisinin başarılı olma şansı yoktur. Amerikalı bir geri dönüşüm endüstrisinin temsilcisi “İnsanlara plastiğin geri dönüştürülebilir olduğunu ve onu doğru kutulara attıklarında plastiğin geri dönüştüğü fikrini aşılarsak onu çevresel maliyeti konusunda kaygılarını da azaltırız bu konuda da çok fazla dert etmezler,” demişti. Yani plastik geri dönüşümü bir mitten ibaret.

Bugün artık dünya plastik kirliliği konusunda geri dönülmez bir aşamaya kadar geldi. Plastiği keşfettik bir hata yaptık. Mümkün olduğunca artık bundan uzaklaşmamız lâzım. Eğer bundan uzaklaşmazsak anne plasentasından doğmamış çocuğa kadar bu plastikleri bulabiliyoruz artık. Bu plastikler buzdağının görülen yüzü. Bir de nano plastik tehlikesi var. Bunun insan sağlığına etkisini bilmiyoruz, tespit edilmesi çok zor. Daha fazla gelecek nesillerden temiz doğa, temiz yaşam ve temiz çevre hakkını gasp etmemek adına bu işi ciddiye almak zorundayız. Bu herkesin sorumluluğu sadece bireysel önlemlerden ziyade karar alıcıların da önlem alması için baskı oluşturmaktan başka çaremiz yok.