Mado ya da Kızılkayalar’a yönelik boykotunuz sürüyor mu? Benim cevabım evet, hatta bunlar konusunda hiç zorlanmadım. Peki İstiklâl caddesinde yürürken Demirören AVM’ye girmek hakkında ne düşünürsünüz? Çünkü Taksim’de izlemek istediğiniz film, sadece orada var.
Grand Pera’ya ne demeli? Yani kapısı sokağa açılan Emek Sineması’nın bir alışveriş merkezinin köşesine taşındığı binadan söz ediyoruz. Narmanlı’ya hiç girip baktınız mı? Hatta karşısındaki Casa Botter apartmanı İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edildi ama Narmanlı bir garip AVM hissini koruyor. Peki sadece Karaköy’de deniz kenarında, karmaşasız bir yerde kahve içmek istediğiniz için Galataport’a uğradınız mı? İskelenin yanına yığılan korkunç kalabalık değil, sakinlik, düzen, insanilik ama ille de Karaköy’den denize bakmak isteği işte. Sahile girmek için güvenlikten geçmek zorundasınız.
Ben hepsini yaptım ama aklımda hep ‘küstüğümüz tüm bu mekânlarla nasıl hesaplaşacağım?’ fikriyle. şehirde yaşamak her yeri istemekle ilgili de. Kuşkusuz küskün olmadan, İstanbul’un tümünü istiyorum. Aklımda dönüp duran küstüğümüz kamusal mekânlar konusunu, Postane’yi de kamusal bir alana çeviren, kent hakkında çalışan Yaşar Adanalı ile konuştum. Hayır suçluluk hissim azalsın diye değil, benim gibi başka insanlar olduğuna da emin olduğum için. Yerel seçimler de geliyor, bu konuyu açmanın tam zamanı.
“Kente karşı işlenen suçların, büyük yıkımların, kentsel dönüşümlerin asli sorumluları bireyler, sıradan kentliler değil. Bu yıkımın bedelini tek başına üstlenecek olan da onlar değil haliyle”

Yaşar Adanalı. | Fotoğraf: Erhan Demirtaş via Gazete Kadıköy.
> “Küstüğümüz kamusal mekânlar” başlığını Galataport, Demirören AVM, Grand Pera, Narmanlı’dan yola çıkarak, önce kamunun elinden alınan, sonra da AVM benzeri yapılar için kullanıyorum. Bu tanıma katılacağını düşünüyorum. Eğer öyleyse neden, eğer değilse neden öyle değil?
Bence de genel olarak iyi bir tanım olmuş ‘küstüğümüz kamusal mekanlar’. Küstüğümüz mekanların hepsinin mülkiyetinin kamuya ait olmadığını düşündüğümüzde belki ‘küstüğümüz müşterek mekanlar’ veya ‘küstüğümüz hafıza mekanları’ olarak genişletmek de mümkün olabilir bu tanımı. Kullandığımız, gündelik hayatımızda yeri olan, ortak hafızamıza kazınmış, bir şekilde kendimizi ait hissettiğimiz, haklarında anlatacak hikayelerimiz olan mekanlardan bahsediyoruz sonuçta.
Küsme eylemi çok bireysel bir yerden ve spontane de gerçekleşebilir, kolektif ve organize bir şekilde de. Bir mekanın dönüşümü sonucunda artık oraya ayağınız gitmez olur mesela. Bağınız kopar bu yenilenmeyle. Diğer taraftan bir eylem olarak, boykot çağrıları sonucu kitlesel küstüğümüz mekanlar da vardır.
> Küstüğümüz mekânları sonsuza dek terk mi ettik? Onlara karşı alternatif mekânlar oluşturmak mı yoksa bu mekânları kapsamak mı gerekir?
Ne kadar süre ile küs kalacağımızın evrensel bir kriterinin olduğunu düşünmüyorum. Küsme gerekçemiz, bu gerekçenin geçerliliği, mekan ve zamanda kendi kişisel yolculuğumuz gibi birçok farklı bileşen küslük süremizi ve şeklimizi belirleyecektir.
‘Küs kalmanın’ da tek bir şekli olduğunu düşünmüyorum. Bir mekana küs olmamız onu bir şekilde kullanmamıza engel olmaya yeter mi? Ya da bir mekana küs kalırken onu aynı zamanda kullanmak mümkün mü? ‘Kullanmayı’ özellikle vurguluyorum. Burada ‘kapsamak’ değil temel derdim çünkü. Yaşadığımız kentin bizi tamamen dışlaması karşısında bu mekanlarla daha dinamik ve diyalektik bir ilişki imkanını sorguluyorum aslında. ‘Kapsamak’ biraz sanki ‘meşrulaştırma’ da içeriyor. Ancak meşrulaştırmadan, barışmadan, küs olma sebeplerimizi hatırlayarak ve hatırlatarak, bu mekanlar nasıl ilişkilenebiliriz?
Bu arada bu sorudan bağımsız bir şekilde alternatif mekanlar oluşturmanın her zaman değerli olduğunu düşünüyorum.
> Aklımda şu hadise zaman zaman dolaşıyor; Taksim’deki AKM eski ismiyle Kültür Sarayı 1969’da açılırken sanatçıların protestosuna sahne oluyor, sanatı soylulaştıracağı gerekçesiyle. Sonra zaman geçiyor ve AKM’nin 2008’de ‘yenilenmek üzere’ kapanmaması için de bir çok protesto yapıldı, kapalı olduğu yıllar içinde de tartışıldı. Sonra, AKM açıldığında ben sadece sevinebildim, kocaman bir inşaattan kurtulduğumuza sevindim çünkü. Ve başta protesto edilen AKM, kabul edilmişti artık. Bütün bu mekânlarla da böyle bir bağ kurar mı şehrin sakinleri? Kurmasa da bu sorun sadece bir sınıfa mı ait olur?
Güzel bir örnekmiş. Yeterince zaman geçtikten sonra, bir dönem küstüğümüz mekanları yıkılmasın diye korurken kendimizi bulabiliyoruz. Benzer bir şekilde İstanbul’un ilk çok katlı apartmanları Gümüşsuyu ve Cihangir sırtlarında yükselirken hızla dönüşen İstanbul’a karşı rahatsızlık duyan bir kitle vardı. Tarihi kentin karakterini kaybettiği endişesi ile. Bugün buraların yüzyıllık yüksek tavanlı apartmanları şehrin en cazip yaşam alanları arasında yer alıyor.
İstanbul’un modern kültürel mirasının önemli bir parçası olarak görülen AKM’nin yıkımı ve yeniden inşasını nasıl yorumlamalı peki? Öncelikle dışardan bakıldığında bina cephesinin eskisi ve yenisi arasındaki sürekliliği, tüm ’Barok Opera Binası yapacağız’ ısrarı karşısında düşündüğümüzde, bir kazanım olarak değerlendirmeyi ’seçebiliriz’. Burada gerçekleşen bir kültür sanat etkinliğine gittiğimiz için kendimizi suçlu hissetmemeliyiz. Yeni AKM’nin ‘fan club’ üyesi olmadan veya suç ortağı gibi hissetmeden de katılmak istediğimiz bir etkinliğe katılabilmeliyiz. Kente karşı işlenen suçların, büyük yıkımların, kentsel dönüşümlerin asli sorumluları bireyler, sıradan kentliler değil çünkü. Bu yıkımın bedelini tek başına üstlenecek olan da onlar değil haliyle.
Biraz iklim değişikliği karşısında bireylere ‘karbon ayak izinizi hesaplayın, aman az tüketin’ telkininde bulunup fosil yakıt endüstrisine, karar alıcılara laf etmeyen yeşil aklama sektörüne benzetiyorum bu durumu.
> Mekânlara küsmek bir bakıma, bir bağın kopuşu demek. Bu bağlar nasıl yeniden kurulur? Ya da kurulmalı mı? Kent yaşayan bir şeyse eğer, şimdiki Kadıköy’ün yeşillenmesi yeni bir bağa mı delalet yoksa türlü gettolara sıkışıp kaldığımıza mı? Ya da neden her semtin kendine yeten bir sosyalleşme alanı yok, olsaydı bu sorunu çözer miydi?
Küstüğüm bir mekanla kurduğum bağı somut bir örnek üzerinden anlatayım. Galataport Projesi’nin Karaköy – Salıpazarı sahilini bir AVM’ye dönüştürmesi karşısında uzun yıllar mücadele ettim. Yazılar yazdım. Belgesel film çektik. Sayısız kent yürüyüşleri düzenledim. Burası benim de yaşadığım Cihangir’e 5 dakika yürüme mesafesinde deniz boyunca yaklaşık 1.5 km uzanıyor. Benim gibi bir kent aktivisti bu ‘işgal’ ile nasıl ilişkilenmeli? Tamamen yok mu saymalıyım? Kendi İstanbul’umdan çıkartmalı mıyım? Ben burayı tüm sorunlarıyla gündemde tutmaya devam ediyorum. Burada yer alan bir lokanta veya dükkandan alışveriş yapmıyorum. Her seferinde güvenlik kontrolünden geçerken sahili bu şekilde güvenlikli alana çeviremezsiniz diye rahatsızlığımı dile getiriyorum. Ancak sabah koşusu için veya zaman zaman deniz kenarında yürümek için buraya giriyorum. Yani burada kendime hak görüyorum ve kendimce de kullanmaya devam ediyorum.
İşte bu bahsettiğim ‘dinamik ve diyalektik ilişkinin’ her bir mekan ve insan özelinde değişime açık olması gerektiğini düşünüyorum.
> Bütün bu tartışmayı, Türkiye’nin AVM’lileşmesi olarak okuyorum. Camiler ve dahi evler bile AVM’ye benziyor. Sıkışık, ruhsuz, nefes almayan garip malzemelerle yapılmış alanlar. Bütün bu AVM’lileşme, kentlerin neye dönüşmesine yol açar?
Kentin AVM’leşmesi kentlinin de tüketiciye dönüşmesini beraberinde getiriyor. Haliyle tüketim kapasiteniz kadar kent üzerinde hakkınız oluyor. Bu aşırı derecede ayrıştırıcı, dışlayışı, anti-demokratik bir kent demek. Tüketimin temel bileşen olduğu bir kent aynı zamanda tek tipleştirici bir mekan örüntüsünü de beraberinde getiriyor. İşte ‘ruhsuzluk’ hissi buradan kaynaklanıyor. Kentin üretiminde bir rolümüzün olmadığı, haliyle yaşanmışlıkların izinin kalmadığı, anlatılacak hikayelerin biriktirilemediği birbirinin aynısı tüketim mekanları ile kuşatılıyoruz.
> Kamusal alanın kamuya ait olması konusu, nasıl tüm toplumun tartışması haline gelebilir? Bu tartışma, nasıl daha kapsayıcı yapılabilir?
Hafıza mekanlarının ve bu mekanların hikayelerinin önemli bir ortak payda olma potansiyeli var. Buraları sadece teknik veya mimari meseleler olarak değil de bağ kurduğumuz, anılarımızı biriktirdiğimiz, geçmiş ve bugün arasında gidip gelmemize imkan sağlayan müşterek mekanlar olarak tartışmak önemli.
Fosil yakıt kirliliğini genellikle karbon emisyonları veya plastik kullanımı üzerinden tartışıyoruz. Petrol yakıt kullanımının yan etkileri daha az gündeme gelen kirliliklere de yol açabiliyor. Bunlardan en önemlisi deniz kirliliği. Sadece tankerler değil – satın alıp tükettiğimiz ürünlerin çoğu dünyanın bir ucundan bir diğer ucuna yük gemileriyle naklediliyor. Bu gemiler güzergâhlarında denizlere ince petrol tabakaları bırakıyor. Ancak, bu petrol sızıntıları ve bertarafı özellikle gemi trafiğinin yoğun olduğu güzergâhlarda ciddi bir kirliliğe sebep oluyor. Gemi taşımacılığında henüz petrol dışında bir yakıtın kullanılabileceği yakın bir gelecek görünmezken, bu kirliliğin boyutu her geçen gün artıyor. Hele hele, kapalı bir deniz olan Marmara’da.
Amerikalı okyanus bilimci Profesör Ian Mcdonald, yıllardır gemilerden kaynaklı petrol sızıntılarının çevreye etkisini araştırıyor. McDonald, 2010 yılında BP’ye ait bir petrol platformunda meydana gelen sızıntının, uydu görüntülerine dayanarak gerçek boyutunu ortaya çıkaran ve şirketin verdiği verileri güncellemesini sağlayan bilim insanları arasındaydı. Son on yıldır da gemilerin yol açtığı sızıntıların uydu görüntüleri üzerinden izlenmesini ve kirliliğin ölçülmesini sağlayan çeşitli projelere katkı sunuyor.
Marmara Denizi’nde müsilaj felaketinin üzerinden daha iki yıl geçmedi, ki müsilaj tabakaları denizin dibinde yoğunluğunu koruyor. Denizsel ekosistemin böylesine zarar gördüğü bir durumla karşı karşıyayken McDonald’ın anlattıkları çarpıcı, zira denizde gemilerden kaynaklı petrol kirliliğinin izini sürmenin ve hangi sızıntının hangi gemiden kaynaklandığını saptamanın mümkün olduğunu söylüyor bizlere. Bu görüntüler sayesinde cezai yaptırım uygulanmasını sağlayacak kadar iyi bir delil elde edebileceğini söylüyor McDonald. “Daha sonra mahkemede itiraz edebilirler vesaire, ancak bu deliller hükümetlere gemi geçişlerini denetleme ve kontrol etme imkânını verebilir. Ve bu uygulamanın gayet işlerliği olabilir,” diyor. Burada da görev yöneticilere düşüyor. Denizdeki petrol kirliliğinin hem Marmara özelinde hem de küresel ölçekteki etkileri göz ardı edilemeyecek kadar ciddi.

Amerikalı okyanus bilimci Profesör Ian Mcdonald. | Fotoğraf: Özgün Özçer via Gezegen.
> Karbon kirliliği dediğimizde, genellikle karbonun yanmasından bahsediyoruz: Kömür ya da doğalgaz yakıtlı termik santrallerden kaynaklı kirlilikten arabaların egzoz gazlarına, petrokimya endüstrisinin yaydığı karbondioksite kadar. Petrol sızıntılarını nadiren konuşuyoruz. Bu sızıntılardan ne anladığımızı ve daha genel karbondan kaynaklı kirlilikteki payını kısaca anlatabilir misiniz?
Ian Mcdonald: Karbon kirliliği, genellikle ve gezegen açısından vahamet taşıyan şekliyle, küresel ısınmanın da en büyük etkeni olan karbondioksitin atmosfere salımını ifade ediyor. Ama bunun yanında petrolün yol açtığı kirlilik de var. BP petrol sızıntısı gibi büyük bir sızıntının sebep olduğu kirliliği, bu kirliliğin doğayı, ekonomiyi ve kamu sağlığını ne kadar olumsuz şekilde etkilediğini anlamak çok zor değil. Bu çok önemli bir örnek. Ancak bu tür sızıntılar kısa bir zaman diliminde belirli bir bölgede binlerce metreküp petrolün denize karıştığı ender yaşanan akut olaylar. BP sızıntısında olduğu gibi kontrol etmekte zorlanıldığı durumlarda daha uzun sürebiliyor, ancak bölgesel sonuçları olsa da bunlar sınırlı bir alanda gerçekleşen olaylar. Örneğin, yakın zamanda Hürmüz Boğazı’nda terk edilmiş bir tankerin haberini okudum. Tankerde bir milyon varil petrol bulunuyor. Geminin batıp içindeki petrolün denize karışması bekleniyor. Hürmüz Boğazı’nda tuzdan arındırma tesislerinden deniz canlılarına ciddi zararlar verebilir. Akut bir olay, akut bir risk dediğimiz bu.
Tarımda, ulaşımda ve sanayide petrole olan bağımlılık nedeniyle olağanüstü bir petrol nakliyesi var. Bunun yanı sıra deniz taşımacılığında gıdadan tutun her türlü işlenmiş ürün nakliye eden ve petrol yakıt kullanan gemiler var. Hâlihazırda gemi yakıtı olarak petrolün alternatifi yok. Arabalarda var, uçaklarda belki ama gemilerde henüz değil. Küresel ekonomi olduğu müddetçe de deniz taşımacılığı olacak.
Gemi motorlarında yakıt olarak kullanılan petrolün bir bölümü yanmıyor ve gemilerin sintinesinde birikiyor. Sintineler gemilerin su hattı altında kalan kısmını oluşturur. Her gemide sintinelerde su birikir ve bu suyun denize boşaltılması gerekir. Bu su boşaltıldığında beraberinde (motorda yanmayan) petrol de denize karışır. Peki, bu petrolün miktarı ne kadar? Çok fazla değil. Ancak petrolün şöyle bir özelliği var: Bir çanağa bir damla petrol damlattığınızda, bütün çanağı kaplar. Evyede bulaşık yıkarken yağın nasıl suya yayıldığını hepimiz görmüşüzdür. Dolayısıyla küçücük bir miktar petrol bile, suyla karışmadığı için yerçekiminin etkisiyle büyük bir alana yayılıyor. Petroldeki hidrojen molekülleri arasındaki bağ viskoelastik (ağdalı ve yoğun kıvamda) bir tabaka oluşmasına yol açıyor.
> Çok ince tabakalardan bahsediyoruz, değil mi?
I.M: Evet, çok ince ama yapışık, birleşik bir tabaka bu. Tabakada bulunan petrol son derece yoğun, ama tabaka son derece ince – 1 mikron ölçeğinde bir incelikten söz ediyorum. İnsan saçı aşağı yukarı 100 mikrondur, dolayısıyla bu mikroskopik bir petrol tabakası. Bir petrol tabakası, büyük bir petrol sızıntısının sebep olduğu gibi akut bir kirliliğe yol açmaz. Ancak, besin zincirinin en alt basamağı üzerinde çok zararlı etkileri olabilir. Zooplanktonlar üzerinde, balık larvaları üzerinde.
> Peki, petrol tabakasıyla ya da molekülleriyle temas ettiklerinde bu zooplanktonlar ve balık larvalarına ne oluyor?
I.M: Mesela BP petrol sızıntısının etkileri üzerine yapılan araştırmanın sonuçlarından biri bize, petrolün suda milyarda bir yoğunluk oranlarında bulunması halinde balık larvalarının kalbine saldırdığını ve kalp gelişiminin durmasına sebep olduğunu gösterdi. Yani bunun sonucunda larvalar gelişip balık olamıyorlar.

Meksika Körfezi’nde BP’ye ait petrol platformunda meydana gelen sızıntıdan etkilenen kaplumbağa. | Fotoğraf: Blair Witherington via Florida Fish and Wildlife. 6 Temmuz 2010, Mississippi Deltası.
> Dolayısıyla bu petrol tabakaları bulundukları bölgelerin besin zincirini değiştirme potansiyeline sahip.
I.M: Evet, yani tahrif edebilir. Öldürmez ya da yok etmez, ama farklılaşmasına sebep olur. BP petrol sızıntısı çok büyük bir alan yayıldığı için trilyonlarca ve trilyonlarca balık larvasının ölümüne yol açtı. Sızıntının yaşandığı dönemde gelişmekte olan balık popülasyonlarına zarar verdi. Bu akut bir olay örneği. Ancak deniz taşımacılığının sürekli olması nedeniyle, kentsel ve sanayi kirliliği sonucu denize karışan petrol bileşenlerinin de etkisiyle akut bir kirlilik değil ama kronik bir kirlilikten bahsedebiliriz. Akut, kısa bir süreliğine yüksek yoğunlukta bir kirlilik. Kronik ise az yoğunlukta ancak uzun bir süreye yayılan bir kirlilik.
> Bu kronik kirlilik başlıca deniz taşımacılığı hatlarında gözlemleniyor mu?
I.M: Evet, kesinlikle. Çok yakın zamanda Science dergisinde meslektaşım Liu Dong tarafından yayınlanan bir makale deniz yollarındaki kronik kirliliğinin ne kadar yaygın olduğunu çarpıcı şekilde ortaya koydu. Bu bölgede de: Marmara Denizi’nde, Karadeniz’de, Akdeniz’de gemilerin güzergâhlarında kronik dozlarla petrol sızıntısı meydana geliyor.
Bu sızıntıların ekosisteme etkisi var mı? Kısa cevap: bilmiyoruz. Daha önceki araştırmalarımıza dayanarak bu sızıntıların denizsel ekosistemlere zarar verebilme potansiyeli olduğunu biliyoruz. Bir felakete sebep olacak şekilde değil tabii, ama kademeli şekilde ekosistemin sağlığının bozulmasına sebebiyet verebilir. İnsanlar üzerinden şu şekilde düşünebiliriz: Sigara dumanına maruz kaldığınızda hemen ölmezsiniz ancak bünyeniz zamanla sigara dumanına kronik bir şekilde maruz kalmaktan zarar görüyor. Ekolojik sistem de petrole kronik bir şekilde maruz kalmaktan dolayı zarar görüyor. Ne kadar sorusuna iyi bir cevabım yok. Ancak araştırma yapılan bölgelerde, kirliliğe maruz kalmayan bölgelerle karşılaştırıldığında, planktonların ve denizsel toplulukların farklı olduğu ortaya çıkmış. Dolayısıyla, suda petrol olması gibi bir etkenden dolayı ekositem tahrifata uğramış. Mikrop toplulukları arasında da ölçülebilir farklar görülebiliyor, suda yaşayan ve petrolle ilişkisi olan mikroplar var. Başlı başına bir felaket değil belki ama artık elimizde düzenli olarak topladığımız veriler var ve kronik petrol kirliliğinin denizsel ekosistemlerin sağlığına nasıl etki ettiğini incelememiz gerekiyor.

Marmara Denizi’nde bir geminin bıraktığı yakıt atıkları. | Kaynak: İHA. 13 Ocak 2021.
> Verilerden söz ettiniz ve Marmara Denizi ile Karadeniz’deki petrol sızıntılarına değindiniz. Bu verileri nasıl topluyorsunuz ve petrol kirliliğinin yoğun olduğu bölgeleri nasıl gözlemliyorsunuz?
I.M: Avrupa Uzay Ajansı, Century I ve Century II adında iki uyduyu uzaya gönderdi. Maalesef Century II bozuldu ama Century I faal ve çok yakın zamanda iki uydu daha göndermeyi planlıyorlar. Bu uyduların temel amaçlarından biri de deniz kirliliğinin sebeplerini, denizsel ekosistemlerin sağlığını, denizlerdeki gemi trafiğini izleyebilmek. Çin’de, Nanjing Üniversitesi’nde bir grup araştırmacı verileri inceleme konusunda bize seviye atlattırdı: 2014 ile 2019 arasındaki bütün verileri analiz ettiler ki bu başlı başına muazzam bir iş. 500 bin ila 600 bin arasında, her biri onlarca gigabit büyüklüğünde uydu görüntüsüne bakıp, üzerlerinde işlem yaptılar. Araştırmanın bu aşamalarına dâhil olmadım ama yaptıklarından çok etkilendim. Ben ise onlara petrol sızıntısını tespit etme, doğrulama konusunda destek oldum, özellikle de petrol sızıntısının kaynağının belirlenmesi konusunda.
Uydu, yeryüzüne radar dalgaları gönderiyor ve dalgalarının geri yansımasını kaydediyor – tıpkı bir gemideki ya da uçaktaki radar gibi. Berrak bir su kütlesi radar verisinde karanlık olarak görünür. Radar enerjisi suya temas ettiğinde her yöne saçılır ve doğrudan alıcıya yansımaz. Ancak petrol tabakasına temas ederse, enerji başka yöne doğru gider. Dolayısıyla petrol sızıntısının çevresindeki alan daha aydınlık, tabakanın kendisi ise daha karanlık görülür. Aynalı yansıtıcı ile aynı prensip.
Okyanus yüzeyinin pürüzsüz görülmesinde farklı etkenler olabilir. Burada asıl mesele bazı özellikleri tanıyan algoritmalar geliştirmek, örneğin bir petrol sızıntısı. Eğer denize petrol boşaltan gemiler varsa, gemi geçişlerinden kaynaklı petrol tabakaları düz ve uzun çizgiler şeklinde belirir. Gemilerin ayak izidir bu.
> Yani bu ayak izleri sayesinde petrol sızıntılarının gemiler sonucu ya da başka bir nedenle oluştuğunu saptayabiliyoruz.
I.M: Evet, mesela doğal sızıntıların da benzer ayak izleri var. Doğal kaynaklarda sızıntı okyanusun diplerinde meydana gelir. Dolayısıyla petrol suyun içinde 5 bin metre yüzeye doğru çıkar. Petrol yüzeye çıktığında rüzgârın etkisiyle bu tabakalar bir hali gibi denizin üzerine serilir, yayılır. Kaynağın çevresinde rüzgârın estiği yöne doğru eğri büğrü izler bırakır. Birkaç gün boyunca çekilmiş birden fazla görüntüye baktığınız zaman petrol sızıntısının kaynağının akıntıyla beraber birazcık hareket ettiğini de görürsünüz. Ancak sızıntının kaynağı aynıdır. Ama eğer kaynağı bir açık deniz petrol platformu ya da petrol boru hattıysa, bunların yer aldığı haritalardaki bilgilerle görüntüleri kesiştirebilirsiniz. Söz konusu bir boru hattıysa, belki bir sızıntı olduğunu düşünebilirsiniz. Platformlar ise büyük metal kütleler olduğu için radarlarda aydınlık noktalar olarak görülür ve etrafında yayılan petrol sızıntılarını görmek bu şekilde mümkündür. Bunlar haritalar üzerinde gözlemlemeye çalıştığımız özelliklerden bazı örnekler.
> Bu devasa bir proje. Uydu görüntülerine dayanarak Basra Körfezi, Java Denizi gibi kirliliğin yoğunlaştığı bölgeleri saptayabiliyorsunuz. Kirliliğin yoğun olduğu bölgelerden bir tanesi de Marmara ile Karadeniz. Edindiğiniz bulgular üzerinden İstanbul çevresinde gemilerden kaynaklı ciddi bir petrol kirliliği olduğunu söyleyebilir miyiz?
I.M: Kesinlikle öyle görünüyor, özellikle de başka bölgelerle karşılaştırdığımız zaman. Marmara, Boğaz ve Çanakkale Boğazı gibi iki dar geçit arasında kaldığından ötürü Karadeniz’e, Odessa’ya, Kırım’a giden her gemi buralardan geçiyor. Trafik yoğunlaştığında kirlilik de artıyor. Ama bu durum coğrafî özelliklerin yanı sıra, uygulanan politikaların da bir sonucu. Hükümetler kirliliğin önüne geçen kuralları nasıl tatbik etmeli ve kirleticiler üzerinde ne tür yaptırımlar uygulamalı? Bence son derece katı davranmalılar, çünkü bu geçişler bu bölgede ciddi bir tehlike arz ediyor ve de burası (Marmara Denizi) deniz trafiğinin çok yoğunlaştığı bir bölge.
> Tam da sorularımdan birine değindiniz: Hükümetlerin bu trafiği düzenlemesi ve belki de azaltması gerektiğini düşünüyor musunuz – ki Türkiye’nin Montreux Anlaşması’ndan kaynaklı hukuki olarak çok sınırlı bir müdahale hakkı var. Ancak sizce Türkiye’nin önünde en azından bu geçişleri denetleyip, denize petrol bırakan gemilere yaptırım uygulaması gibi bir olasılık var mı?
I.M: Bence var. Tabii Türkiye’deki ulusal kanunların buna izin verip vermediğini bilmiyorum ama her ülke münhasır ekonomik bölgesinde örneğin balıkçılık gibi faaliyetleri denetleyebiliyor. Herhangi bir balıkçı teknesi Türkiye’nin sularına gelip izin almadan balık tutamaz, bunu kaçak olarak yaptıkları halde de cezaya tabi tutulabilirler. Bu argümanı bütün gemiler için de kullanabiliriz. Merak ediyorum, şayet bir gemiye el konsa ya da para cezası verilse acaba bir şeyler değişebilir mi?

(Temsili) Marmara Denizi. | Fotoğraf: Ömer Zeki Sadullah via Flickr.
> Zira Marmara Denizi özelinde yılda geçiş yapan 40-50 bin gemiden söz ediyoruz. Bu denli kapalı ve küçük bir deniz için çok büyük bir sayı bu. Bunu yapmak için gerekli teknolojik imkânlara sahip miyiz?
I.M: Otomatik Tanımlama Sistemleri’nin [Automatic Identification System – AIS] aktardıkları verileri son derece kesin. Telefonunuzdaki GPS verileri gibi. Mesela sokakta çöp var değil mi? Telefonunuz, çöpün sokağa atıldığı sırada sizin orada olduğunuzu gösteriyor. Tıpkı bunun gibi.
> Dolayısıyla hangi geminin denizi kirlettiğine dair delil elde edilebilir.
I.M: Son derece iyi bir delil elde edebiliriz. Daha sonra mahkemede itiraz edebilirler vesaire, ancak bu deliller hükümetlere gemi geçişlerini denetleme ve kontrol etme imkânını verebilir. Ve bu uygulamanın gayet işlerliği olabilir. Bunu nasıl mı biliyorum diye soracak olursanız: Mesela kıyı ötesi platformlardan kaynaklı kirliliğe baktığımızda, petrol sızdıran çok sayıda platform var. Sızıntıya nadiren rastladığımız yerlerden biri Meksika Körfezi. Bunun nedeni de hükümetin petrol sızdıran platformlara karşı ciddi yaptırımlar uygulaması.
> BP sızıntısından sonra mı yoksa öncesinde de mi böyleydi?
I.M: Hep böyleydi. ABD kanunlarına göre suda yansımaya sebep olan her sızıntı – bu şekilde ifade ediliyor, suda gökkuşağı yansıması – mutlaka yetkililere bildirilmeli. Bildirirseniz sorun yok, ancak bildirmezseniz ve fark edilirse cezaya tabi tutulursunuz. Bildirirseniz, “bu bir kazaydı, temizlemeye çalışıyoruz, şunları yapacağız” deme imkânınız oluyor. Kazara meydana gelen sızıntılara çoğu zaman ceza uygulanmıyor. Belirli bir seviyenin üzerine çıkarsa, o zaman Sahil Güvenlik ceza verebiliyor. Uygulamada çok sık ceza verildiği söylenemez, ancak böyle bir mekanizmanın, bir kanunun ve bir yetkili birimin olması nedeniyle her ne kadar Meksika Körfezi’nde kirlilik ve sızıntı olsa da – ki bunlar üzerine çalıştım, zira bir dönem ABD Adalet Bakanlığı’nın bu sızıntıları soruşturan biriminin bir parçasıydım – Java Denizi, Hürmüz Boğazı ve çok sayıda platformun bulunduğu ve herhangi bir yaptırım uygulanmayan başka bölgelerle karşılaştırıldığında çok daha az var. Yani yaptırımlar işe yarıyor.

Orange Beach, Alabama’da BP protestosu. | Fotoğraf: Jim McKinley via Flickr. 12 Haziran 2010.
> Daha iyi anlayabilmek için: Diyorsunuz ki ABD’de savcıların şirketleri soruşturabildiği ve dava açabildiği yetkili bir birim var.
I.M: Evet, ABD Sahil Güvenliği. ABD’de askerî bir teşkilattır. Ama Deniz Kuvvetleri’nden ayrıdır, uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele eden aynı zamanda bir kurtarma birimi rolü olan bir teşkilattır. Deniz kirliliğine karşı da yaptırım uygulama yetkisi vardır. “Dişleri” de vardır: Soruşturma başlatma, gemilere el koyma, dava açma gibi yetkilerle donatılmıştır.
> Başka konulara geçmeden Marmara Denizi ve İstanbul’un çevresindeki deniz kirliliği ile ilgili bir-iki soru daha sormak istiyorum. Muhtemelen haberlerini görmüşsünüzdür, geçtiğimiz yıl Marmara’da büyük bir müsilaj istilası meydana geldi. Her en kadar bu sene yüzeyde görülmese de, deniz biyologları denizin diplerinde çok ciddi bir müsilaj tabakasının bulunduğunu söylüyorlar. Daha önce müsilaj konusunda uluslararası bir uzmanla konuşmuştuk ve bize sebeplerini detaylarıyla anlatmıştı [bkz. “İtalya’da müsilaj temizlenmedi, sebepleri ortadan kaldırıldı”]. Tek bir sebebe bağlanamayacağını o da vurgulamıştı. Ancak gemi geçişlerinden kaynaklı petrol sızıntılarının denizin kimyasal kompozisyonunu etkilediğini ve başta da belirttiğiniz üzere besin zincirinde yol açtığı tahrifatların müsilajı oluşmasında bir payı olduğunu düşünüyor musunuz?
I.M: Alg çoğalmasına yol açan etkenlerin arasında – mesela Florida’da benim yaşadığım bölgede yine alg çoğalmasından kaynaklı “kızıl gelgit” adını verdiğimiz bir sorun var – belirli türde planktonların çoğalması var. Normalde planktonların sayısı denizsel sistemlerde besin maddelerinin (özellikle fosfat ve nitratlı bileşenler) belirli bir miktarda olmasıyla sınırlıdır. Ancak sanayi atıkları sonucu planktonların tüketebileceği nitrat miktarı artarsa, alg çoğalmasıyla karşılaşabiliyoruz. Bu küresel, bütün su sistemlerini etkileyen ciddi bir sorun. Sadece kıyıları değil, nehirleri de. Eminim siz de görmüşsünüzdür, İstanbul’da yürürken içindeki suyun yemyeşil olduğu küçük göletler gördüm. Bunun sebebi suda gübre kullanımı ve yağmurlardan kaynaklı nitratların yüksek miktarda olması.
Peki planktonları ve algları ne yer? Zooplanktonlar. Daha önce de dediğim gibi petrol zooplanktonları etkileyebiliyor. Bunu tamamen spekülatif bir şekilde söylüyorum, ama eğer algları tüketen zooplanktonların sayısı petrol kaynaklı toksik kimyasallar nedeniyle azaldığını varsaydığımız bir durumda, müsilaja neden olan algların çoğalabileceği koşullar oluşabilir. Ama bu bir varsayım, çünkü denizsel sistemler son derece karmaşık sistemler. Bazen küçücük bir ipliği söktüğünüzde bile büyük sorunlar çıkabiliyor. Bizlerse aynı anda birden çok ipliği çekiyoruz. Ama eğer bir karşınızda bir sorun varsa, onu büyütmemek gerek.

Bozcaada açıklarında, sualtında deniz çayırlarının üzerini kaplayan müsilaj. | Fotoğraf: Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Mustafa Sarı, Haziran 2021.
> Açıkçası yetkililerin en küçük etken olarak gösterdiği sorunlar sanayi atıkları ve gemi trafiği idi. Her ne kadar Marmara havzasında sanayi üretiminin sınırlanmasına yönelik fikirler ortaya atılsa da, herhangi somut bir adım atma iradesi görmedik. Üstüne üstlük Türkiye’nin tek rafinerisi de (TÜPRAŞ) Marmara Denizi kıyısında. Bu da denize petrol sızma riskini besleyen bir durum.
I.M: Marmara Denizi uzmanı olmasam da böylesine kalabalık bir nüfusun, büyük bir sanayinin ve bütün bu gemi trafiğinin denizdeki sistem üzerinde büyük stresler oluşturduğu aşikâr. Ve bu streslerin sonuçları doğrusal olmuyor. Parça parça tahribatlar toplanınca büyük bir sorun, bir tepki ortaya çıkıyor.
> Gemi trafiğinden kaynaklı sorunları gidermek için de yaptırım içeren politikaların uygun olduğunu düşünür müsünüz?
I.M: Politikaya dönüşmesi belki kolay olmayabilir, ama kesinlikle uygulanması mümkün. Elinizde delil var, kaynağını saptayabiliyorsunuz. Dolayısıyla sorumluları belli. Sorumluların ellerinde çok değerli olan büyük gemileri var. Yani kaybedecek bir şeyleri var. Bugüne kadar gemi kirliliğinin bu seviyede olmasının sebebi gemilere yaptırım uygulayan kimsenin olmaması. “Küçük bir petrol sızıntısı” denip geçiştirilmesi. Hele hele şimdi savaşla birlikte, batma tehlikesiyle karşı karşıya çok sayıda gemi varken (Karadeniz’de) petrol kirliliğinin artması işten bile değil. Gemiler battığında hemen hemen her zaman petrol sızıntısı meydana gelir, çünkü en azından makinelerde yanmakta olan petrol denize sızar.
> Peki, İstanbul’a veda edelim ve Meksika Körfezi’ne dönelim. Biraz bahsettiniz, BP sızıntısı çok önemli bir örnek. 12 sene önce meydana gelmişti ve kıyı ötesi petrol platformlarının tartışılmasına yol açmıştı. Siz BP sızıntısının açık bir ihmal sonucu meydana geldiğini belirtiyorsunuz. Neden böyle düşündüğünüzü açıklayabilir misiniz?
I.M: Evet, sızıntının ardından tazminat konusunda yetkililerle bir anlaşma yapıldı. BP suçlu gösterilmedi ama sorumluluğunu kabul etmiş oldu. Bulgu olduğundan şirket milyonlarca dolar ödedi. BP’nin, Macondo Prospect adı verilen Mississippi deltasının yaklaşık 200 kilometre açıklarındaki bölgede petrol çıkarma operasyonları var. Burada Deepwater Horizon (“Derinsu Ufuğu”) adındaki tarama gemisini işletiyorlardı. Bir petrol tarama gemisinin maliyeti günde 100 bin dolardan başlar, çok pahalıdır. Bir kuyu kazarken, denizin derinliklerine doğru inecek şekilde bir petrol boru hattı yerleştirmeye çalışırsınız. Her sekiz metrede bir sanırım yeni bir boru ilave edersiniz. Deniz derinliği o bölgede yaklaşık bin 500 metreydi. Petrol elde etmek için deniz seviyesinin altını da yaklaşık 4 bin 500 metre kadar kazdılar. Toplam mesafeyi ve hedefledikleri petrolün derinliğini düşündüğünüzde bu tür kazıların teknik zorluklarını tahayyül edebilirsiniz.
Bu kazması son derece zor bir kuyuydu. Sürekli sert katmanlara çarpıyorlardı. Kazma boruları zarar gördü, parçalandı. Hem takvimlerinde geciktiler hem de bütçelerini çok aştılar. Ama en sonunda yüzlerce hektarlık, yaklaşık 10 metre derinliği olan bir petrol yatağına erişmeyi başardılar. Neredeyse bir mahalle büyüklüğünde. Tahminlerine göre az bir milyar varil petrole denk geliyordu, muhtemelen daha da fazla.
> Devasaymış.
I.M: Ayrıca az miktarda sülfürü olan, kalitesi yüksek bir petroldü bu. Milyonlara dolar bütçeyi aştıktan sonra başarmışlardı. Fakat petrol yatağında çok fazla gaz vardı, bu da tehlike oluşturuyordu. O kadar gaz vardı ki, basınç çok yüksekti.
Bunun gibi tarama kuyuları kazdığınızda normal prosedüre göre açılan delik baştan sona çimentoyla doldurularak kapatılır. Böylece daha sonra kalıcı bir kıyı ötesi platform inşa edilerek üretim için kuyular kazılır. Bu platformlar devasa sütunlar üzerinde inşa edilirler, denizin dibine de demirlenirler. Sadece birini kurmak yüzlerce bin dolara mal olur ve ciddi bir mühendislik çalışması gerektirir. Ardından da üretim platformundan kazılan kuyularla petrol çıkarılır.
BP’nin büyük olasılıkla yönetim katında bir yerlerde birileri şöyle dedi: “Bu tarama kuyusunu kazmak o kadar zordu ve maliyetliydi ki, bütün kuyuyu çimentoyla kapamak yerine sadece dipteki son 100-200 metresini çimentoyla tıkayalım. Böylece üretim platformunu kurduğumuzda tek yapmamız gereken o küçük çimento tıkacı çıkarmak olur ve kuyuyu işletebiliriz.” Mali açıdan avantajlıydı, çünkü platform kurulduğunda hemen petrol çıkarmaya başlayabileceklerdi. Dolayısıyla standartların dışında bir prosedür uygulama kararı aldılar. Tipik bir uygulama değil. Denetlenmedi, yetkililerin dikkatinden kaçtı. Teknik açıdan önce hiç yapılmamış bir şey yapmaya çalışıyorlardı.
> Ve risklerden bahsettiniz. Riskli olduğu biliniyordu muhtemelen.
I.M: Tarama kazısı platformunda çalışanlar bile “bu delilik, bizi öldüreceksiniz” demişler. Deneyimli uzmanlar bunun çok riskli olduğu konusunda uyarmışlar. Ama yaptılar, nitrojen gaz takviyesiyle daha kolay doldurulması için köpüksü bir kıvam verilen özel bir çimento kullandılar. Kuyudaki tıkacı stabilize edebilmek için özel sondaj milleri vardı. Sonunda bu tıkacı yaptılar.
Peki, böyle bir kuyunun patlamasını önleyecek şekilde basıncı nasıl kontrol edebilirsiniz diye soracak olursanız… Kuyudaki çimentonun üzerini kazı çamuru adını verdiğimiz bir sıvıyla dolduruyorlar. Bu çok katı bir sıvı, çimento gibi sertleşmiyor ancak sudan çok daha yoğun. Eğer suyun litresi bir kilo ağırlığındaysa, bir litre çamurun ağırlığı bir buçuk kilo civarındadır. Eğer kuyuyu bu çamurla doldurursanız, çamur sütununun ağırlığı kuyudaki basıncı tutuyor. Bu çamuru yerleştirmişlerdi ve çimentoyla kuyunun dibini tıkamışlardı ancak basıncın sızıp sızmadığına dair ellerinde güvenilir bir veri yoktu.
İşin devamı daha da büyük bir delilik. Verilerinden emin değillerdi ve test etmek için çamuru çıkarmaya karar verdiler. Çamuru çıkardıklarında da basıncı tutacak deneysel çimento tıkaç dışında hiçbir şey kalmadı. Ve tutmadı.

Petrol sızıntısının gerçekleştiği Meksika Körfezi’nin güneyinde kalan Port Fourchon liman kıyısı petrolle kaplı. | Fotoğraf: Astsubay Cory J. Mendenhall via ABD Sahil Güvenlik. 23 Ağustos 2010.
> Basit bir plastik tıpayla kapattığınız gazlı bir içeceği çalkalayınca fışkırması gibi…
I.M: Çimento dayanmadı, gaz daha hızlı ilerlediği için kuyudan çıkar çıkmaz büyük bir patlama meydana geldi. 11 kişi öldü, tarama gemisinde yangın çıktı. Mürettebatın kurtarılması gerekti. Büyük bir karışıklık vardı ve petrol sızmaya başladı.
Asıl ilginci ve benim devreye girmem şundan dolayıydı: Sızıntının hemen ardından Sahil Güvenlik, BP’nin petrol sızıntısı olmadığı yönünde verdiği bilgiyi kabul etti. Fakat daha sonra BP küçük bir sızıntı olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı. Bense SkyTruth adı verilen program çerçevesinde kamuya açık uydu görüntülerinin verilerini ve Sahil Güvenlik ekiplerinin sızıntı gördükleri yerlere dair yayınladığı haritaları inceledim. doğal petrol kaynakları ve sızıntılar üzerinde çalışmalar yaptığım için deneyimime dayanarak bir mikron kalınlığındaki petrol sızıntısının yaklaşık 1 kilometre karelik bir alan kapladığı ve bir metreküp petrole tekabül ettiği şeklinde bir tahminden yola çıktım. Haritaları inceledikten sonra vardığım sonuç şuydu: Bu devasa alandaki petrol eğer 1 mikron kalınlığında bile olsa, BP’nin açıkladığından çok daha büyük bir sızıntı olması gerekirdi.
Bilim insanlarına gittik. İkna olmak istemediler. Siyasi sonuçları olan bir pozisyon almak istemediler. Gazeteciler ikna oldular. Amerika Jeofizik Birliği (American Geophysics Union) verileri yayınlamak istemeyip beni geri çevirince medya ile temasa geçtim.
> Sizi neden geri çevirdiler?
I.M: Devam etmekte olan bir sorun olduğunu ve bu tür olaylara karışmadıklarını söylediler.
> Büyük petrol şirketlerinin çok prestijli enstitüleri ve bilim insanları desteklediklerini de biliyoruz…
I.M: Belki, ama sebebinin bu olduğunu düşünmüyorum.
> Biliyorum, biraz kışkırtıcı bir soruydu. Ama böyle bir gerçek de var.
I.M: Herkes petrol sızıntısının bin ya da beş bin varil kadar olduğunu söylüyordu. BP sonunda günde sızıntının beş bin varile denk düştüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Ancak verilere baktığımda yapılabilecek en muhafazakâr tahmin sızıntının günde en az 27 bin varile eşdeğer olduğuydu.
Şirket yanlış bilgi paylaşıyordu ve uzun bir süre boyunca insanlar olup biteni incelemeyi reddetti. Ben sızıntının günde en az 27 bin varil olduğunu açıkladım. Bütün yetkililer – Sahil Güvenlik Kurumu, Adalet Bakanlığı – ve şirket bunun yanlış olduğunu söyledi. Aradan üç hafta geçti.
> Bu epey uzun bir inkâr süresi bu, zira muhtemelen helikopterle gözlem yapıyorlardı.
I.M: Uzun bir süre. Söyledikleri şuydu: Ne kadar sızıntı olduğuna dair bir tahmin yapmanın bir manası yok, çünkü elimizden geleni yapıyoruz. Eğer bir tahmin yapmaya vakit harcarsak, sızıntıyı durdurmak için operasyonel olarak yapmamız gerekenlere yeterince dikkat ayırmamızı engeller.

Sahil Güvenlik HH-65C Dolphin helikopteri, Deepwater Horizon petrol sızıntısı alanının üzerinden geçiyor. | Fotoğraf: Astsubay John Masson via ABD Sahil Güvenlik. 4 Temmuz 2010.
> Bunu duymak çok ilginç, 2010’a geri dönecek olursak Obama’nın ilk dönemini yarısına yaklaşıyordu. Demokratlar henüz Kongre seçimlerini kaybetmemişler. Obama yönetimi iklim konusuna yatırım yapıyordu. Bu olaydı küresel iklim değişikliği ajandaları için kullanabilirlerdi.
I.M: Aynı fikirde değilim. İlk başta Sahil Güvenlik ve BP ortak açıklama yaptı ama bir hafta ya da 10 gün sonra, sızıntının ne kadar ciddi olduğunu fark ettiler. İlk başta safları sıkı tutsalar da, sonradan ayrıştılar. Çözümleri yoktu. Dönemin Enerji Bakanı Steven Chu, Nobelli bir fizikçi ve çok zeki bir insan, bu olayla ilgili benim kahramanım. Verilere baktı ve “bir şeyler yapmamız gerekiyor” dedi. Beş, altı hafta sonra sızıntının ne kadar olduğunu saptamak için özel bir konsey – teknik bir çalışma grubu – toplandı. BP’yi, ellerindeki sızıntının hızını gösteren fotoğrafları yayınlamaya mecbur ettiler. Bunlar yayınlanır yayınlanmaz, bu konuda asıl uzman olan kişiler fotoğrafları inceledi ve sızıntının günde yaklaşık 50 bin varile eşdeğer olduğunu saptadı. Yani benim açıkladığımın neredeyse iki katı. Nihai resmî sayı ise günde yaklaşık 60 bin varildi.
Sızıntının miktarını saptayınca, durumun bundan daha kötü olamayacağını anladılar. Kuyunun kapağını tutan gemileri, ki devasa kapaklar bunlar, oradan çektiler. Gemiler çekilince petrol kuyudan fışkırmaya başladı. Fotoğrafları şok edici. Bunun yerine devasa bir subap yerleştirdiler ve sızıntıyı durdurdular. Ardından da kuyuyu çimentoyla doldurdular. Sorunu (verileri) incelemeseler bu çözüm mümkün olmazdı.
> Tabii daha erken inceleseler bu kadar gecikmeyebilirlerdi.
I.M: Sızıntının hızını bilemeyiz derken birkaç hafta kaybettiler. Bu süre zarfında kuyuya plastik parçacıkları, eski lastikler pompalamak gibi garip işlere kalkıştılar. Bu tıpkı deliği olan bir borunun sızdırmasını içine kamış parçaları sokarak durdurmaya benziyor.
Bakmak, incelemek konusundaki isteksizlik nedeniyle bunun çok önemli bir olay olduğunu düşünüyorum. Bu yaygın bir şey. BP çok ciddi, korkunç bir örnek. Ama çoğu zaman yetkililer bir sorunu incelemek istemiyorlar. Bilmek istemiyorlar, çünkü bildikleri zaman bir şeyler yapmaları gerekecek.
> O halde daha siyasi bir soru sormak istiyorum: Neden bakmak istemiyorlar? Büyük petrol şirketlerinin lobilerinin, ekonomik baskının bununla bir ilgisi olduğunu düşünüyor musunuz?
I.M: Ben olduğunu düşünüyorum. Yerel yönetimler çoğu zaman bu şirketlerden büyük gelirler elde ediyor – sadece kampanya bağışlarından bahsetmiyorum, aynı zamanda yerel ekonominin büyük kâr elde etmesini sağlayan vergi gelirleri de çok yüksek. Bu ilişkiyi bozmak istemiyorlar. Bakmamanın sebeplerinden bir bu.
Bir diğeri ise baktığınız zaman, kontrolü sağlayamadığınızı kabul etmeniz gerekecek. Bir şeyler yapmanız şart olacak, ki bu yapacağınız çok zor ve pahalı bir şey olabilir. İklim değişikliği, kirlilik, petrol sızıntısı, fabrikalar ve gemiler nedeniyle denizlere kronik petrol bertarafı gibi konularda verilere bakma isteksizliği var. Benim de parçası olduğum kuruluşlar insanların verilere bakmalarını sağlıyorlar. SkyTruth da bakmamızı sağlıyor, “işte veri burada” diyor. Bu çok etkili olabilir, hem yetkililer hem de bir şeyler yapılması talebinde bulunabilecek halk nezdinde.
> Eğer bunları soruşturmayı düşünürseniz, bu sayede delillere dayanan bir dosya hazırlayabilirsiniz.
I.M: Evet, ama bunların hiçbiri suçu saptamadıkça olmaz.

Meksika Körfezi’ndeki Deepwater Horizon petrol sızıntısının 30. günü. | Kaynak: Green Fire Productions.
> Verdiğiniz örneğin bu denli önemli olmasının nedeni petrol şirketlerinin on yıllarca fosil yakıtlar ve iklim değişikliği arasında bir bağ olduğunu reddettiği bir ortamda, petrolün deniz kirliliğine nasıl yol açtığına dair bir bulgu sunmanız.
I.M: Şirketler önce sorunu görmezler, sonra sorunu küçümserler, ardından sorunun çözümünün fazla maliyetli olacağını iddia ederler… Bütün bunlar hemen, şu anda yapmamız gereken tercihlerin yavaşlatılmasına yol açar.
Amerika’da devlet ve din arasında keskin bir ayrım vardı. Anayasa Mahkemesi bu ayrımı zayıflattı. Silah konusunda eyaletler tarafından düzenlemeler yapılıyordu, mahkemeler silah sahibi olmanın bunun bir hak olduğuna ve federal yönetim tarafından korunması gerektiğine hükmetti. Ardından kürtaj hakkıyla ilgili tam tersi bir karar alarak, eyaletlerin bu hakkı yasaklamasına ön ayak oldu. Silahlar merkezi yönetim tarafından korunurken, kadınlar eyalet kanunlarına tabi.
Korkarım haftaya West Virgina vs. EPA davasında – EPA, Amerika’nın Çevre Koruma Ajansıdır ve fabrikalar, santrallerin karbondioksit salımlarını düzenleme yetkisiyle de donatılmıştır – Anayasa Mahkemesi’nin federal yönetiminin böyle bir yetkiye sahip olmadığına hükmetmesi bekleniyor [editör notu: Anayasa Mahkemesi Temmuz 2022’de Çevre Koruma Ajansı’nın yetkisini iptaline hükmetti]. Böyle bir karar neticesinde karbondioksit salım miktarlarının eyalet bazında düzenlenmesi gerekecek. Yani, federal hükümet karbondioksit salımlarıyla ilgili söz sahibi olamayacak. Bunun sonucunda kömür madenlerinin bulunduğu West Virginia, petrol platformlarının bulunduğu Teksas gibi eyaletler salımları azaltmayacak. Ayrıca karbondioksit sadece ulusal değil, küresel bir sorun. ABD de dünyada karbondioksit salımının en yüksek olduğu ülke. Anayasa Mahkemesi, teknik ve yasal argümanlarla muhtemelen federal düzeyde böyle bir politika uygulamanın anayasaya uygun olmadığını söyleyecek. Bu gezegen açısından büyük bir trajedi. Oysa karbondioksit kontrol etmek için gerekli adımların dün atılması gerekirdi.
Fosil yakıtlardan vazgeçmemiz, artık petrol yemeyi bırakmamız gerek.
> Son sorum tam da buydu: Nasıl petrol yemeyi bırakabiliriz?
I.M: Bu sadece bilimsel bir soru değil, aynı zamanda kültürel bir soru da. Gezegeni nasıl etki ettiğimiz konusunda bizi bilinçlendiren, sorumluluğumuzu hatırlatan bir kültüre sahip olmamız gerekiyor. 8 milyar kişiyiz, kaçınılmaz olarak bu sayı 9 milyara çıkacak. Tarımsal toprakların büyük bölümü susuzluk, kuraklık, aşırı sıcaklık nedeniyle verimli kullanılamazken bu kadar kişi nasıl beslenecek? Rusya-Ukrayna krizinde bu sorunun bir yansımasını görebiliyoruz: Yeterince enerji olmadığında cevap petrole, doğalgaza ve kömüre daha fazla yatırım oluyor.
> Tıpkı Türkiye hükümeti gibi: Paris Anlaşması’nı nihayet onaylamışken ve net sıfır emisyon hedefi belirlemişken, Karadeniz’de ısrarla doğalgaz aramak enerji politikasının başlıca hedeflerinden biri haline geldi.
I.M: Paris Anlaşması ve net sıfır emisyon hedefine doğru hiçbir ilerleme kaydedilmedi. Bana göre çözüm doğaya hükmetmek yerine, doğadan ve bitkilerden öğrenmek. İyi haber, buna imkân verecek yeni teknolojilere sahibiz. Bu yeni bir fikir değil, herkes bunu söylüyor. Ama böyle bir ihtimal var. Petrol yemeyi bırakmanın yolu, doğayı taklit edip petrolü sistemli bir şekilde kullanmak. Besinlerimizi üretebilmenin sürdürülebilir yollarını bulmak.
“Bir virüs yakaladık, diyerek başına kolonya döktüler”, “Bankta oturan yaşlılara suyla ‘tatlı-sert’ uyarı”, “Dedeleri evde tutamıyoruz”, “75 yaşındaki ninenin duvara örümcek gibi tırmanarak kısıtlamadan kaçtığı anlar”… Sosyolog Doç. Dr. Özgür Arun’a göre, Türkiye’de yaşlılar ne kadar görünür olursa, yaş ayrımcılığı da o denli artıyor. Çünkü yaş ayrımcılığını besleyenlerin başında yaşlanma korkusu geliyor. Bir de yaşlılara yönelik sürekli üretilen düşkünlük, acizlik kalıpları. Sistem de bunları arttırmak için elinden geleni yapıyor. Senex Yaşlanma Çalışmaları Derneği Başkanı, Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özgür Arun, sorularımızı yanıtlıyor…
> Yaşçılık, ageism dediğimizde ne anlamalıyız?
Çok sinsi bir ayrımcılık bu. Çünkü her yaşta hem aşağı hem yukarı doğru gerçekleşebiliyor, çocuğa da yaşlıya da yönelebiliyor. Kendi yaş grubuna da dönebiliyor. Yaşlanmaya ilişkin korkular, yaşlanmaktan ve yaşlı insanlardan kaçınma, dışlama, damgalama, hor görme, aşırı genelleme, küçümseme gibi boyutları içeriyor. Ekonomik açıdan büyük kayıplar yaşatan, kuşaklar arası çatışmaya yol açan, toplumsal barışı etkileyen önemli bir mesele.
“Yetkililerin açıklamaları yaşlıları bir virüse dönüştürdü”
> Türkiye’de yaşlılara saygı gösterilmesi övünülen konulardan biridir. Ancak pandemi gerçeğin öyle olmadığını gösterdi…
“Türkler yaşlısını sever, korur” söylemi bir şehir efsanesi. Arketiplere baktığımızda Türkiye’de yaşlılar düşkünlükleri, dökülen dişleri, bükülen belleriyle tanımlanıyor. Yaşlı imgesi yoksullar üzerinden oluşturuluyor. Bu toplumsal imajlar dışlamaya neden oluyor. Uzun süredir araştırmalarımızda hükümet ve yerel yönetimlerce sistematik yaş ayrımcılığı uygulandığını, vatandaşların bu tutumlarını tespit ediyoruz. Pandemi sadece bunu daha görünür yaptı.
> Pandemide ne oldu da yaşlılar “tehlikeli” hale geldi, ayrımcılık yükseldi?
İlk bulgular yaşlıların tehlikede olduğu üzerineydi. Onları korumak için çağrılar yapıldı. Ancak daha çok hastalandıkları ve virüsü yaydıkları yorumları arttıkça “tehlike altında” olduğu düşünülenler, “tehlikeli” insanlara dönüşüverdi. Bunda hem politika uygulayıcılarının hem “uzmanların” hem de medyanın payı büyük. Yetkililerin açıklamaları, yaşlıları bir virüse dönüştürdü. Medyanın dili de, daha çok kriminalize edilmelerine neden oldu. Damgalandılar. Salgınla yaşlılara yönelik ayrımcı tutumlar, davranışa dönüştü.
“Yoksul yaşlılar ayrımcılığı en yıkıcı biçimde yaşıyor”
> Mesela, ne gibi davranışlara?
Bir belediye, “Yaşlı İhbar Hattı” kurdu! Böylece yurttaşlara bir çağrı yapıldı. Devlet kurumlarının ve aygıtlarının ayrımcı uygulamaları ve söylemlerinden vazife çıkartan yurttaşlar, yaşlılara fiziksel şiddet de göstermeye başladı. Yolları kesildi, hırpalandılar. Trakya’da belediye başkanı, “sokağa çıkmayın, şansınızı zorlamayın” diye tehditte bulunabildi. Beni en çok etkileyenlerden biri, Manavgat’ta yaşlı bir çiftin evlendirilmemesiydi. “Sokağa çıkmanız yasak” denilerek resmî nikâhları kıyılmadı. Ne yazık ki, yasaklar ilan edildiğinde STK’lar, örgütler yaşlı kadınları, yaşlı işçileri, yaşlı yoksulları görmezden geldi.
2021’den beri “Yaşlılara Yönelik Şiddet ve İhlallerin İzlenmesi” raporu yayınlıyoruz. Her ay yarısı ölümle sonuçlanan ortalama 150 şiddet, ihmal, istismar vakasıyla karşılaşıyoruz. Mesela, Mardin’de 80 yaşında bir kadının kimliği olmadığı anlaşılıyor. Ömrünü, kimliksizliğin dezavantajıyla geçirmiş ancak çocukları yeni fark ediyor.

Doç. Dr. Özgür Arun. | Fotoğraf: Senex Yaşlanma Çalışmaları Derneği Arşivi
“Covid-19 haberlerinin yüzde 85’i yaşlılığa ve yaşlılara karşı ayrımcı söyleme sahip”
> Yaş ayrımcılığıyla ilgili araştırmalarda pandemi öncesi ve sonrasında nasıl bir değişim var?
Ya-Da Vakfı’nın 2019’da, pandemiden hemen önce yaptığı “Türkiye’deki Yaşlılık Tahayyülleri ve Pratikleri Araştırması”nda 65 üstüne yönelik yaş ayrımcılığı yüzde 6,5 olarak tespit edildi. Üç senede bir yaptığımız “Antalya Yaşlılık Araştırması”nın 2020 sonuçlarına göre ise, 2013’te yüzde 4 olan yaş ayrımcılığı, 2016’da 7’ye ve 2020’de ise yüzde 11’e yükseldi. Gelir ve eğitim açısından en yoksun konumdakilerde, oran yüzde 18’e çıkıyor. Yoksul yaşlılar, özellikle de engelli ve dul kadınlar bunu en yıkıcı biçimde yaşıyor. Senex olarak 2020 yılı Ocak-Haziran arasında, altı büyük gazeteyi inceleyerek, “Covid-19 Gündeminde Yaşlılara Yönelik Hak İhlalleri ve Ayrımcı Uygulamalar” araştırmasını yaptık. Bu konudaki haberlerin yüzde 85’inin yaşlılığa ve yaşlılara karşı ayrımcı söyleme sahip olduğunu gördük. Yaş ayrımcılığı, yakında Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olacak.
> Neler besliyor bu ayrımcılığı?
Yaşçılık aslında toplumsal, ekonomik ve kültürel süreçlerle ilişkili ortaya çıkan bir ayrımcılık türü ve kapitalist modernleşmenin trajik sonuçlarından biri. Yaşlanmanın ve yaşlılığın üzerini örten her şey, yaşlıların birbirine benzediğini varsayan tüm davranış kalıpları ayrımcılık getiriyor. Akademik çalışmaların bile geneli bunu üreten bir yaklaşıma sahip.
“Her gün geçici işlerde, parça başına çalışan gençler eşitsiz yaşlananlar kervanına katılıyor. (…) Türkiye’nin sorunu yaşlanmak değil, zenginleşemeden yaşlanmak”
> Sanırım bu nefreti, yaşlanma korkusu da tetikliyor.
Bu, yaş ayrımcılığının önemli bir boyutu. İnsanlar hem uzun yaşamak hem de yaşlanmamak istiyor. Ancak şimdiki makro ekonomik dengelere bakılırsa, Türkiye’nin gelecek kuşak yaşlıları ne yazık ki daha yoksul olacak. Her gün geçici işlerde, parça başına çalışan gençler eşitsiz yaşlananlar kervanına katılıyor. Anne-babalarının sosyal güvenlik haklarına, kapsayıcı bakım hizmetlerine sahip olamayacaklar. Şu an orta sınıfa dahil gençler bile bu refahı koruyamayıp yoksullaşacak. Daha yoksul ama daha eğitimli yaşlılar göreceğiz. Türkiye’nin sorunu, yaşlanmak değil, zenginleşemeden yaşlanmak. Önümüzdeki dönemde kuşaklar arası çatışma da yaş ayrımcılığı da artacak. Görünür olan yaşlılar, gençlerin yaşlanmaya yönelik daha fazla korku duymasına neden olacak.
“Avrupa’da, ulusal ve belli periyotlarda tekrarlanan yaşlılık araştırması olmayan tek ülkeyiz”
> Yaş ayrımcılığıyla mücadele için acil yapılması gerekenler özetle nedir?
Üç yapısal adım önemli. Birincisi, yasal düzenlemeler. İkincisi, izleme ve değerlendirme. Avrupa’da, ulusal ve belli periyotlarda tekrarlanan yaşlılık araştırması olmayan tek ülkeyiz. TÜİK Resmi İstatistik Programı’na bir yaşlılık araştırması girmeli. Üçüncüsü, bunları organize edecek, özerk bir Türkiye Ulusal Yaşlanma Enstitüsü kurulmalı. Yerel yönetimlere gelince, acil eylem planlarına ihtiyaçları var. İnsanları yoksulluğa mahkûm eden ihtiyaç temelli hizmet yerine, hak temelli hizmete başlamalılar. Kadın, genç, çocuk meclisleri yanında yaşlı meclisi kurulmalı. Senex olarak belediyelere uzman ve takvimlendirilmiş program desteği sunuyoruz. Tek şartımız, Dünya Yaş Dostu Kentler Ağı’na üye olmak için belediye meclisi kararı çıkarmaları.
Anaç, yardımsever ve kibirli ayrımcılar
Özgür Arun, ayrımcılık kadar onu yapanları da konuşmak gerektiğini söylüyor. “Aksi halde” diyor, “enflasyon canavarı gibi görünmez oluyorlar.” Peki bu insanlar kim mi? Antalya Yaşlılık Araştırması kapsamında çıkan üç tipolojiden bahsediyor:
> Anaç ayrımcılar: Anlayacak kapasitede olmadıklarını düşündüklerinden yaşlılara, bebek konuşması yapıyorlar. Biraz işlenirse yaş dostu olabilecek bir grup.
> Yardımsever ayrımcılar: Pandemide bu kişileri sıkça gördük. Yaşlıların düşkün ve hasta olduğu önyargısıyla hareket ediyor, onlar istemediği hâlde işlerini üstleniyorlar. Statüyü yok sayan, sosyal dışlamanın ilk adımı bu. Dönüştürülebilirler.
> Kibirli ayrımcılar: En tehlikeli grup. Yaşlılarla olmaktan korkuyorlar çünkü yaşlanmaktan çok korkuyorlar. Yaşlıların davranışlarını, fikirlerini, kimliklerini ayıplıyor, dışlıyorlar. Fiziksel ve psikolojik şiddet eğilimi sergiliyorlar. Dönüştürülmeleri zor. En büyük endişe, yaşlandıklarında da bu ayrımcılığı sürdürmeleri.
• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
Depresyon vakaları çoğaldı. Anksiyete bozuklukları daha çok görülmeye başlandı. Demans hastalarında iki-üç yılda gerçekleşen ilerleme beş-altı ayda yaşanır oldu… Yaşlılık psikiyatrisi üzerine çalışan Doç. Dr. Özlem Erden Aki, pandemi ve yasakların +65’te yarattığı psikolojik etkileri kısaca böyle sıralıyor ve ekliyor: “Yaşlı hastalarım arasında daha depresif hale gelenler oldu. İntiharı akıllarından geçirenler çoğaldı.” İşte Hacettepe Üniversitesi Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi ve aynı zamanda Türkiye Psikiyatri Derneği Geriyatrik Psikiyatri Çalışma Grubu Başkanı olan Doç. Dr. Erden Aki’nin anlattıkları…
> Yaşlılar, pandemiden nasıl etkilendi?
Pandemide maalesef tüm dünyada yaşlılar gözden çıkarılabilir görüldü. İtalya’da yoğun bakımlara yatışlarda, yaş bir kriter olarak ele alındı. Avrupa’da huzurevlerinde ölüme terk edilenler oldu. Etik olarak çok sorunlu işler yapıldı… Kapitalist dünyada yaşlanmak çok büyük sorun olarak kabul ediliyor. Çünkü sistem, tüketim üzerine kurulu. Oysa yaşlılar, tüketmeyen bir grup. Tüketmeleri için çok uğraşılıyor, anti-ageing (yaşlanmayı önleme) sağlık ürünleri ve hizmetleri gibi… Çalışma yaşamında da aktif olmadıkları için sistemin sürdürülmesinde elzem görünmüyorlar.
“Türkiye’de yaşlılar sistem için değersiz olduklarını görüyorlardı, pandemi daha somut ortaya koydu”
> Pandemi nedeniyle tüm dünyada yaşlılar daha fazla eve kapandı. Ancak Türkiye’de buna bir de devletin koyduğu yasaklar eklendi; sokağa çıkmalarına, toplu taşıma kullanmalarına izin verilmedi. Bu yasaklar, yaşlılara nasıl etki etti?
Bu süreçte pek çok yaşlı kendini değersiz hissetti, çocuk gibi davranıldılar. Aslında Türkiye’de yaşlılar, bir süredir sistem için değersiz olduklarını görüyorlardı, pandemi daha somut ortaya koydu. Literatürü gözden geçirdiğimde bizim dışımızda hiçbir ülkede 65 yaş üzeri için sokağa çıkma yasağı olmadığını gördüm. Avrupa ülkelerinden birinde, 65 yaş üzeri için şöyle bir düzenleme yapılmış: Haftanın üç ya da beş günü, 10.00-12.00 arasında bankalar, resmî kurumlar sadece +65’e hizmet ediyor. Hastalığı belirtisiz yayabilecek genç grupla karşılaşmasınlar, daha az kişiyle temas etsinler diye. Bizde de bunlar yapılabilirdi. Kısa süreli yasaklarda dahi, çok sayıda yaşlının beslenmeleri, yürüme ve hareket yetileri, akıl sağlıkları bozuldu.
“Bir demans hastasının iki-üç senede yaşayacağı ilerlemeyi, beş-altı ayda gösterenler oldu”
> Özellikle ne gibi psikolojik sorunlar görülür oldu?
Kaygı ve depresyon çok arttı. Hastalık kaparım, yardım alamam, hastalanır yakınlarıma yük olurum… Bizim yaşlılarımız çok sağduyulu. En çok yük olma, çocuklarına hastalık bulaştırma korkusu yaşıyorlar… Yaşlı hastalarım arasında daha depresif hâle gelenler var. Anksiyete bozukluğu geliştiren yeni hastalarım oldu. İntiharı akıllarından geçirenler çoğaldı.
> Alzheimer, demans gibi hastalıkların da arttığı belirtiliyor…
En kötü etkilenen yaşlı grubu, demans hastaları oldu. Bir demans hastasının normalde iki-üç senede yaşayacağı ilerlemeyi, beş-altı ayda gösterenler oldu. Demans öncesi grupta olanlar da hızla demansa girdi. Bellekleri, zihinsel yetileri ve muhakeme becerileri geriledi.
> Bunda izolasyonun payı büyük sanırım.
İzolasyon, hareketsizlik, uyaransızlık… Eskiden yakınları, çocukları geliyordu. Bakıcıları parka çıkarıyordu. Kısa süreli dışarı çıkmak bile yaşlılar için çok kıymetlidir. Hem bilişsel olarak uyarır, hem gün ışığı alırlar, kas erimesini önler. Hepsi bitti. Uyaran müthiş azaldı.
> Hasta yakınları da çok zorlanmıştır. Onlardan da destek için başvuran oldu mu?
Pek çok insan, yatılı olmayan bakıcılarını hastalık getirir endişesiyle işten çıkarınca bütün yük onlara kaldı. Kaygıları ve tükenmişlikleri çok arttı. Hastalar da evde tek kişiyle kalınca hırçınlaştı. Çünkü demans hastaları, “pandemi var, çıkamıyoruz. Parayı ellememen, gelene yaklaşmaman lâzım” cümlelerini anlamıyor ya da kısa sürede unutuyor. Ayrıca hep yaptığımız “üç-dört gün dışarı çıkarın. Arkadaşını çağırın. Kurslara gitsin” gibi önerilerimizden vazgeçmek zorunda kaldık. İlaçlara çok fazla yüklendik, bu da kendi sorunlarını yarattı elbette… Yaşlılar dışında, ciddi akıl hastalığı olanlar da çok zorlandı. Şizofreni gibi psikotik bozuklukları bulunanlar doktorlarına, tedavilerine ulaşmakta zorlandı, hastalığı nüksedenler oldu.

Doç. Dr. Özlem Erden Aki
“Yeterince şanslıysak, o ayrımcılık yaptığımız gruba gireceğiz. O yüzden garip de bir ayrımcılık. O kadar yaygın ama o kadar görünmez ki…”
> Yasaklar bitse de uyum sorunu yaşayan hastalarınız var mı?
Az da olsa hâlâ evinden çıkamayan bir grup var. Bakkala bile gitmiyorlar, korkuyorlar. Pandemi ilk başladığında iki ay sürecek, kaldığımız yerden devam edeceğiz sanıyorduk. 2021 sonuna yaklaşıyoruz ve hâlâ ne olacağı belli değil. Toplumun bu belirsizlikle yaşamayı öğrenmesi gerekiyor.
> Yasaklar ve açıklamalar, “yaşlılar tehlikede” yerine “yaşlılar tehlikeli” gibi bir algı yarattı. Bunun yaşlılardaki karşılığı ne oldu?
Hacettepe Psikiyatri’de takipli olan 65 yaş üzeri hastalara, “pandemiden önce algıladıkları ayrımcılık nasıldı, sonra nasıl?” diye sorduk. Pandemiden sonra ayrımcılığın katlanarak arttığı ortaya çıktı. Yaşlı avına çıkmak, maskesiz amcaları kovalamak… Geleneksel ülkeyiz, yaşlıları seviyoruz deriz ancak öyle olmadığını acı şekilde gördük.
> Yaş ayrımcılığı pandemiye kadar çok konuştuğumuz, düşündüğümüz bir konu değildi…
Ayrımcılık denince cinsiyet, cinsel yönelim, ırk gibi konular akla gelir ve hep bir öteki olma hâli vardır. Siz asla siyahi olmayacaksınız mesela. Oysa yaşlı ayrımcılığında şöyle bir durum var: Yeterince şanslıysak, o ayrımcılık yaptığımız gruba gireceğiz. O yüzden garip de bir ayrımcılık. O kadar yaygın ama o kadar görünmez ki… Pandemideki görünürlük, ayrımcılıkla yüzleşmek için iyi olabilir. Biz de yaşlı olacağız, sırf bunun için bile yaşlı haklarını savunmalıyız.
“Kendine yeten, zihni sağlam, işlerini yapabilen sağlıklı bir yaşlı olabilmek için gençliğinizden itibaren uygun koşullar gerekiyor”
> Neden kaçınılmaz olan yaşlılığı yok saymaya çalışıyoruz?
Bu, yeni dünya düzeninin dayattığı bir şey. Sadece yaşlılıkla ilgili değil, yeterince hızlı olmadığını düşündüğümüz her şeye karşı olumsuz bir tutumumuz var. Son yıllarda, dünya nüfusunun hızla yaşlanmasını ifade eden popüler bir tanım var mesela: Gri tsunami. Yaşlılık, bir felaketle, yıkımla özdeşleştiriliyor ve adlandırılıyor.
Kendine yeten, zihni sağlam, işlerini yapabilen sağlıklı bir yaşlı olabilmek önemli ancak bunun için gençliğinizden itibaren uygun koşullar gerekiyor. Ne kadar yoksulsanız, o kadar sağlıksız yaşlanırsınız. Kötü beslenip ağır işlerde çalışınca hem yoksulluğun getirdiği şekilde beliniz bükülüyor, hem de sadece gününüzü kurtarabildiğinizden yaşlılık için biriktirebileceğiniz paranız olmuyor. Kapitalizm, sağlıklı yaşlanmak elinizde diyor: şunu sürün, bunu yiyin… Yaşlı ve hastaysanız, sizin suçunuz oluyor. Fatura hep yoksula çıkıyor. Oysa devlet, her yaşlıya, daha doğrusu vergi veren ve ihtiyacı olan herkese bakmak zorunda.
> Genç nüfusa sahip olmakla çok övünen Türkiye, artık yaşlanıyor. Sizce buna hazır mıyız?
Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesinde çalışılıyor. Bakım evleri, ev hizmetleri konusunda yol alındı. Belediyeler daha çok şey yapıyor: ev temizliği, düzenli yemek servisi, saç kesimi… Yaşlıların sabah gidip akşam evine döndüğü, uyaranların çok uygun verildiği gündüz bakım evleri artmalı. Yaşlılık konusunda daha çok sağlıkla ilgili adım atılıyor ama diğer alanlarda çok hazırlıklı değiliz.
• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
Türkiye’de çoğumuz “müsilaj” kelimesini ilk kez bu yıl, Marmara Denizi’ndeki devasa kirlilikten sonra duyduk. Ancak müsilaj daha önce birçok ülkede görülen bir denizsel oluşum. Kayıtlara göre yakın tarihteki en önemli müsilaj istilası ise İtalya’da Kuzey Adriyatik ve Tiren denizlerinde meydana geldi. Literatürdeki birçok önemli çalışmalar da İtalyan deniz biyologları tarafından yürütüldü. Sardunya adasındaki Cagliari Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Profesör Dr. Antonio Pusceddu, Politeknik Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü öğretim görevlisi ve Napoli’deki Anton Dohrn Zoolojik Araştırma İstasyonu’nun direktörü Robert Danovaro ile birlikte müsilajla ilgili birçok bulgunun saptandığı araştırmalar gerçekleştirdi. Özellikle 2009’da yayınladıkları ve iklim değişikliği ile birlikte Akdeniz’de müsilaj oluşumunun artabileceğinin belirtildiği makale bugün Marmara’da yaşanan müsilaj istilasına da ışık tutuyor.
Pusceddu müsilajı tetikleyen etkenler arasında deniz suyu sıcaklıklarının yükselişi kadar ötrofikasyon, yani söyleşide “besin” diyerek işaret ettiği özellikle azot ve fosfor artışının olduğunu vurguluyor. Bu artış, denize bırakılan atıklar ve atıksularla doğrudan ilintili. Bu aşamada müsilaj için koşulların oluşmasında biliminsanları için en önemli veri büyük fitoplankton sayısındaki çoğalma ve organik maddelerden salgıların suya karışması. Pusceddu ayrıca Adriyatik’te müsilajın hiçbir şekilde temizlenmediğini, yeni bir istilanın görülmemesinde kentsel ve hayvansal atık yönetiminde iyileştirmelerin önemli bir rol oynadığını vurguluyor.
Marmara Denizi’nde müsilaj istilasından aylar geçmesine rağmen bugüne kadar henüz bir eylem planı açıklanmadı. Denizin yüzeyi yazın temizlendi, fakat deniz tabanında ciddi bir kirliliğin sürdüğü biliniyor. Atık yönetimi konusunda olsun, sanayi kirliliği konusunda olsun kayda değer bir değişiklik yapılmış değil. Dolayısıyla -bakteriler barındırması halinde kamu sağlığına vereceği zararın önlenmesi dışında- yüzeydeki müsilajın temizlenmesinin Marmara’daki kirliliği çözmediği düşünülürse, şu ana kadar aslında müsilajın yeniden oluşmasını önleyecek herhangi bir önlem alınmadı. Bu açıdan bakıldığında, Marmara çevresindeki kentlerin ve sanayi bölgelerinin denizlerde yol açtığı kirliliğin azaltılması için çok sayıda aktörün birlikte hareket etmesine ihtiyaç duyuluyor. Söz Profesör Pusceddu’da:
> Her ne kadar Marmara Denizi’nde birkaç yıl önce müsilaj oluşumu gözlemlenmiş olsa da, müsilajın ne olduğunu kamuoyu ilk kez bu yıl öğrendi. Bize kısaca müsilajın ne olduğundan ve neden oluştuğundan bahsedebilir misiniz?
Deniz müsilajı, yani “deniz karı” olarak adlandırılan oluşumun daha yoğun ve gelişmiş aşaması, denizdeki organizmalar tarafından salınan yüksek derecede kolloidal [başta polimerler olmak üzere suda dağılan, ancak taneciklerin tamamen çözünmediği bir madde yapısı – Editör Notu] özelliklere sahip farklı organik bileşenlerin bir karışımdır. Bu bileşenler, büyük şeker moleküllerinin stres koşulları altında fitoplankton eksüdasyonu ve plankton hücrelerinin ölümü ile dağılması gibi çeşitli süreçler sonucunda ortaya çıkar. Küçük boyutlu organik atık ve salgılar birleşerek, düzenli su sütunu tabakalaşması [farklı özelliklere sahip su kütlelerin tabakalar oluşturması – EN] gibi yaz aylarına özgü belirli denizsel koşullar altında büyük, devasa tabakalar, ince parçacıklar, topaklar ve kümeler oluşturabilir.
“Müsilaj bir dizi fiziksel, kimyasal ve biyolojik etkenler sonucu ekosistemin değişikliğe uğramasının bir semptomu”
Müsilaj oluşumunun nedenleri arasında bir dizi karmaşık fizikî, kimyasal ve biyolojik faktörler vardır: su tabakalaşması, dolayısıyla yüksek sıcaklıklar, organik olmayan besinlerin (azot ve fosfor) yüksek bir yoğunlukta olduğu ağır biyokütlelerin varlığı, ama aynı zamanda fitoplankton hücrelerini enfekte eden deniz virüslerin etkinliği. Ancak müsilajın geniş sahil bölgelerinde devasa miktarlarda oluşumunu ve yayılmasını tetikleyen mekanizmalar ve farklı faktörler arasında hangilerinin daha önemli olduğu henüz tam olarak saptanmış değil. Bu mekanizmalar ve etkenler her ne olursa olsun, deniz müsilajı ciddi ekolojik ve sosyoekonomik sonuçlara yol açabilir.
> Marmara Denizi’nde yaşanan müsilaj istilasından bağımsız olarak, Profesör Roberto Danovaro ile birlikte yürütmüş olduğunuz, Akdeniz’de deniz müsilajının iklim değişikliği ile artacağı savunduğunuz ve bu yönde birtakım uyarılarda bulunduğunuz çalışmalar var. Neden?
Denizlerde, özellikle de Adriyatik Denizi’ndeki müsilaj oluşumunda iklim değişikliğinin potansiyel bir rolü olduğunu önerdiğimiz dönemde [2009 yılına ait çalışmaya buraya tıklayarak erişebilirsiniz – EN] iklim değişikliğine bağlı olarak yaşanan sıcaklık artışının, kontrolsüz kentsel ve hayvansal atıklar sonucu denize bırakılan devasa miktarda besinlerle birleşince büyük fitoplanktonların çoğalmasına yol açtığını gözlemlemiştik. Yüksek ısı rejimlerinde peş peşe meydana gelen fitoplankton sayısındaki çoğalma, maddelerde biyolojik salgı üretimini ve fitoplankton hücrelerinin virüsler tarafından tahrip olma oranını arttırıyor. Bu iki süreç sonucunda deniz suyuna, müsilajın ön safhasında gözlemlediğimiz organik moleküller karışıyor.
Çalışmada geçmişe dönük bir veritabanı kullanarak müsilaj oluşumunu iklim değişikliği ile ilişkilendirmiş ve sıcaklıklar normal seyrinden ne kadar çıkarsa müsilaj oluşumunun da arttığını göstermiştik. Böylece, iklim değişikliği sonucu su sıcaklıklarının daha da artmasının müsilaj oluşumunu tekrar ve tekrar tetikleyebileceği hipotezini ortaya koymuştuk. Fakat o günden bu yana Adriyatik Denizi’nde deniz suyu sıcaklığının artmasına rağmen müsilaj oluşumu ciddi biçimde azaldı. Buna karşın yüzyılın ilk on yılında, müsilaj oluşumunda rol oynayan bir diğer kilit faktör, yani kontrolsüz kentsel ve hayvansal sanayi faaliyetleri sonucu denize bırakılan yüksek besin oranlarına sahip atıkların yol açtığı ötrofikasyon [suda özellikle azot ve fosfor miktarının artması sonucuyla ortaya çıkan plankton ve alg sayısındaki çoğalma – EN] gerek yeni bir atık yönetimi stratejisi sonucu gerekse nehirlerin denize taşıdığı besin miktarındaki düşüş nedeniyle (ki bunun da sebebi hem iklim değişikliğine bağlı olarak yağışların azalması hem de Po Nehri boyunca uygulanan devasa bir baraj inşa politikası) azalma gösterdi.
“İtalya’da müsilaj ne ortadan kaldırıldı ne de ‘temizlendi’. Daha kısıtlayıcı yasalarla denizlerdeki besin atıklarında ciddi azalmalar gerçekleşti”

Profesör Dr. Antonio Pusceddu
> Yakın tarihteki en ciddi müsilaj kirliliği vakalarından biri 1980’lerin sonunda İtalya açıklarında, Adriyatik ve Tiren denizlerinde meydana geldi. Özellikle 1988’in, tüm dünyada küresel ısınma tartışmalarını anaakıma taşıyan çok sıcak bir sene olduğu biliniyor. O dönemde İtalya açıklarında müsilaj oluşumundaki sebepler nelerdi ve deniz suyundaki ani ısı artışıyla doğrudan ilişkisi var mıydı?
Tam olarak söylemek gerekirse Adriyatik ve Tiren denizlerindeki devasa müsilaj oluşumları 1990’lı yıllar boyunca gözlemlendi, hatta 2007’ye kadar önemli yükselişler saptandı. Adriyatik Denizi’ndeki en ciddi müsilaj oluşumlarının muhtemel sebebi yoğun bir ötrofikasyonun, yani yüksek azot ve fosfor miktarlarının varlığıyla eşzamanlı şekilde, yaz aylarında su sütunları yüzeyindeki yüksek sıcaklıkların etkisiyle fitoplanktonların stres koşulları altında olmaları (yani su sütunu tabakalaşması).
> Çıkan haberlere bakıldığında 1980’ler sonunda gerçekleşen devasa müsilaj oluşumunun ortadan kalkması üç yıl almış. Müsilaj nasıl temizlendi ve bir daha oluşmasını önlemek için ne tür önlemler alındı?
Müsilaj ne ortadan kaldırıldı ne de “temizlendi”. Normal sıcaklıkların üzerine çıkılmasına rağmen, daha kısıtlayıcı yasalar sonucu besin madde yoğunluğundaki değişikliklerle denizlerdeki besin atıklarında ciddi azalmalar gerçekleşti. Bununla beraber, nehirlerin denize taşıdığı besin maddesi miktarında hem iklim değişikliği ile bağlantılı olarak azalan yağışlar hem de Kuzey Adriyatik bölgesindeki en büyük nehir olan Po Nehri’ndeki baraj inşaatları müsilajın yok olmasındaki en muhtemel başlıca nedenler. Ne müsilajı ortadan kaldırmak ya da “temizlemek”, ne de müsilajı önlemek için doğrudan eyleme geçildi.
“Müsilajı mekanize aletlerle temizlemeyi, soğuk algınlığında burun akıntısını silmeye benzetebiliriz: Daha rahat nefes alırız, ama hastalık sürer”
> 1980’lerde müsilajdan etkilenen şehirler ve bölgeler, günümüzde atık yönetimi ve çevre politikalarını uygularken yeni bir olası müsilaj oluşumu riskini göz önünde bulunduruyorlar mı?
Denizlere bırakılan besin miktarı ve daha genel olarak deniz kirliliğine dair düzenlemeler doğrudan kentlerin yükümlülüğünde değil ve ulusal kanunlar çerçevesinde belirleniyorlar. Ancak besin [atık ve atıksu – EN] arıtma tesislerini denetleme sorumluluğu kentler ve bölgelerde. İtalya sahillerinde bazı istisnai bölgeler dışında besin atık tahliyesine ilişkin koşullar genel olarak, özellikle de Adriyatik Denizi’nde iyileşti. Müsilaj oluşumunun ve sıklığının ciddi biçimde azalmasının veya son bulmasının arkasında muhtemelen bu durumun etkisi var.
> Marmara Denizi’nde müsilaj kirliliği yaşandıktan sonra Türkiye’de yetkililer deniz yüzeyindeki müsilajı hızla temizlediler. Buna karşın, deniz biyologları deniz tabanında hâlâ son derece yaygın bir kirliliğin olduğunu belirtiyorlar. Denizi temiz addedebilir miyiz? Yüzey kirliliğinin yeniden yaşanması ihtimali var mı?
Gerek su sütununda gerekse deniz tabanında devasa miktarda müsilaj oluşumunun yaşanması, denizsel ekosistemlerinin işleyişinin sekteye uğradığını gösteriyor. Müsilajı doğrudan değişen koşulların bir semptomu olarak bile görebiliriz. Dolayısıyla müsilajı mekanize aletlerle temizlemeyi, soğuk algınlığı esnasında burun akıntısını silmeye benzetebiliriz: Daha rahat nefes alırız, ama hastalık sürer.
“Eğer müsilaj, patojenik bakteriler içeren arıtılmamış kentsel atıklarla temas ederse, bu çeşit bir biyolojik kirlilik akıntılarla kentsel atığın tahliye edildiği bölgenin uzağına yayılabilir”
> Deniz müsilajının ekosistemler ve biyolojik çeşitlilik üzerine etkileri nelerdir? Kirlenen bölgelerdeki balıkların tüketilmesi gerek deniz canlıları gerekse insanlar için tehlikeli midir?
Deniz müsilajı, denizsel ekosistemleri çeşitli şekillerde tahrip edebilir. Su sütununda, devasa miktarda müköz kümelerin bulunması deniz-su arayüzündeki gaz değişimini, bakteri-virüs ilişkilerini, balık hareketliliğini ve dağılımını etkileyebilir. Ayrıca plankton türleri arasındaki ilişkileri, plankton kümelerinin kompozisyonda değişikliklere yol açacak biçimde sekteye uğratabilir. Deniz tabanındaysa deniz müsilajı sedimanların üzerini örterek hipoksik ya da anoksik [oksijen miktarının azalması – EN] koşullara yol açabilir ve böylece deniz dibinde yaşayan organizmalarda çok yüksek ölümlere sebebiyet verebilir. Bunun sonucunda da deniz dibindeki biyolojik çeşitlilik farklı hâle gelebilir.
Bildiğim kadarıyla müsilaj ticarî açıdan önemli balık türleri tarafından yenmiyor. Ancak denizdeki büyük müsilaj parçaları balıkçı ağlarını tıkayabilir. Bunun sonucunda, tutulan az sayıdaki balık müsilajla temas edebilir ve müsilajda patojenik bakteriler bulunması hâlinde, Danovaro’nun 2009 tarihli çalışmasında belirtildiği üzere bu balıkların insanlar tarafından tüketilmesi tehlikeli olabilir. Büyük müsilaj parçalarının bulunması denizi yüzmek için de elverişsiz hâle getiriyor, gerek kötü koku gerekse müsilajın insanların cildine yapışması nedeniyle. Ekonomik sonuçlarını ise tahmin etmek zor değil.
> Biyologlar müsilajda bulunan bakteri ve virüs miktarının deniz suyuna nazaran daha fazla olduğunu belirtiyorlar. İstanbul ve İzmir Körfezi gibi nüfusun çok yoğun olduğu bölgelerde ciddi müsilaj kirliliği olması kamu sağlığı sorunlarına yol açabilir mi?
Danovaro’nun 2009 tarihli çalışmasında da öngörüldüğü üzere eğer müsilaj, deniz yüzeyinde patojenik bakteriler içeren arıtılmamış kentsel atıklarla temas ederse, bu çeşit bir biyolojik kirlilik akıntılarla kentsel atığın tahliye edildiği bölgenin uzağına yayılabilir. Bu olası durumun müsilajda patojenik bakteriler tespit edilmeye çalışılarak titiz bir şekilde takip edilmesi gerekir.
> Marmara Denizi’ne özgü bazı özellikler var: Kıyısında Türkiye’nin en önemli sanayi bölgelerinin (özellikle de en toksik sanayilerin: Bir rafineri, petrokimya fabrikaları, alüminyum şirketleri, tersaneler vs.) ve 20 milyonun üzerinde toplam nüfusu olan şehirlerin atıklarının işlem gördüğü tesislerin kümelendiği küçük ve kapalı bir deniz Marmara. Bugüne kadar bu sanayi bölgelerindeki atık yönetimi sistemlerine dair yeni düzenlemelerin öngörüldüğü herhangi bir kapsamlı politika ya da eylem planı açıklamadı. Sanayi ve kentsel atıkların müsilajı tetikleyen koşulları tetiklediğini, dolayısıyla da bu sorunlara bir çözüm getirilmesi gerektiğini düşünüyor musunuz?
Entelektüel dürüstlük açısından, yeni ya da daha kısıtlayıcı düzenlemelerin gerekip gerekmediğine ya da hangi önlemlerin müsilajın hafifletilmesini sağlayabileceğine dair bir öngörü yapamam. Kentsel ve sanayi atıkların kaynağı, içeriği ve kompozisyonu ne olursa olsun, bu atıkların dikkatle izlenmesi, yönetilmesi ve eğer sürdürülebilirlik eşiğinin üzerinde oldukları saptanırsa bertaraf edilmeleri ya da en azından azaltılmaları gerekir. Ancak müsilaj oluşmasa dahi sürdürülebilirlik hedefleri olan her denizsel çevre yönetimi bu yaklaşıma sahip olmalıdır.
“Eğer müsilajın sebepleri ortadan kaldırılırsa, hasar gören ekosistemlerin yapısının ve işleyişinin düzelmesini bekleyebiliriz”
> Aşırı avlanmanın müsilaj oluşumuna bir etkisi var mı?
Bunu söylemek zor. Ancak, eğer aşırı avlanma sürdürülebilirlik sınırlarını aşan seviyelerde ise, ticarî avlanmada tutulan balıkların çoğunun etobur türler olduğu düşünülürse, deniz anaları ve daha genel biçimde jelatinli planktonlar gibi apeks predatörlerin [besin zincirinin en tepesinde olan avcı canlılar ve organizmalar – EN] sayısında bir “patlama” bekleyebiliriz. Bu predatörler, önce sayıca artış gösterirken, ardından da dejenerasyon fazında, su sütununa devasa miktarlarda organik madde saçarak biyopolimerleri besleyebilir. Dahası, deniz anası ve jelatinli plankton sayılarındaki çoğalma larva ve ot yiyen balık yavrularının daha fazla avlanmalarına sebep olabilir. Larva ve yavru balıkların fitoplanktonlar üzerindeki baskısının azalması da fitoplanktonların çoğalması için elverişli koşullara yol açıyor ve büyük miktarda salgının suya karışmasının da önkoşullarını oluşturuyor. Her iki durum da müsilajın oluşumunun ön safhasında gözlemlenen süreçler.
> Türkiye’de bazı uzmanlar Marmara’da deniz tabanında müsilaj kirliliğinin ulaştığı boyutun ve ekosisteme verdiği hasarın geri dönülemez olduğunu savunuyorlar. Kendi deneyiminize dayanarak, müsilajın geri dönülemez etkileri olabilir mi?
Deniz tabanında devasa müsilaj oluşumunun sonuçları gerek ekolojik gerekse ekonomik açılardan vahim. Fakat, hasarın geri dönülmez olup olmadığı konusunda ben daha az karamsarım. Hasarın yıllarca kalıcı olacağı muhtemel ancak eğer müsilajın sebepleri ortadan kaldırılırsa, hasar gören ekosistemlerin yapısının ve işleyişinin düzelmesini bekleyebiliriz diye düşünüyorum. Elbette müsilaj oluşumu ne kadar uzun sürerse, ekolojik hasar o kadar büyük olur, ekosistemin direnç göstermesi ve kabul edebilir bir seviyeye geri dönmesi de bir o kadar uzun sürer.
> Müsilaj iklim değişikliği ile bağlantılı olduğuna göre, sizce deniz, toprak ve hava kirliliğine karşı kapsamlı bir iklim politikası yürütülmeden müsilajla mücadele edilebilir mi?
Kesinlikle hayır. Belirttiğim üzere, müsilaj bir dizi fiziksel, kimyasal ve biyolojik etkenler sonucu ekosistemin değişikliğe uğramasının bir semptomu. Ekosistemlerin değişikliğe uğramalarının sebeplerini -ki bu iklim değişikliği, kirlilik, habitatların parçalanması ve yok edilmesi vb. olabilir- ortadan kaldırmak amacıyla yapılacak her eylem, onarılmaları için atılması gerekli ve son derece önemli adımlardır.
Önce Bergama’da, Türkiye’nin ekolojik kaygılarla kitleselleşen ilk yurttaş hareketlerinden birinde Centerra Gold adında Kanadalı bir madencilik şirketinin siyanürle altın çıkaracağını duymuştuk. Daha 1990’lardı, doğa savunuculuğu tüm dünyada yeni yeni tomurcuklanıyordu. Küresel ısınma kavramına bile insanlar aşina değildi. O günlerde Danıştay, ÇED ve bilirkişi raporları ışığında, madencilik faaliyetinin kamu yararına aykırı olacağı gerekçesiyle Ovacık madeninin ruhsatını iptal etmişti. Bu karara rağmen madencilik faaliyetleri sürünce, Bergamalıların açtığı davada dönemin başbakanı Mesut Yılmaz ve üç bakan tazminat ödemeye mahkûm edilmişlerdi. Yine Danıştay’ın kararıyla tazminatları ödemeyen bakanların emekli maaşlarına haciz kondu. Ama yargının bir dizi kararına rağmen maden yıllarca işletildi, satılıp el değiştirdi ve hâlâ faal. Cezasızlık ise her geçen gün kök saldı.
Bugün kitlelerin kararlılıkla mücadele ettiği Kaz Dağları’ndaki altın madeninin perde arkasında da Kanadalı bir firma var: Alamos Gold. Peki, nasıl oluyor da Kanadalı madencilik şirketleri dünyanın dört bir yanında sektörün en önemli aktörleri – ve kirleticileri – hâline geldiler? Kanada’nın doğası madencilikten ne kadar zarar gördü, madenciliğin etkisinin en aza indirilmesi için ne tür önlemler alınıyor? Kanada hükümetinin doğayı katleden bu şirketlerin faaliyetleriyle ilgili tavrı ne?
Bu konuyu Ottawa merkezli, küçük olduğu kadar sebatkâr, Kanada’daki ve Kanadalı şirketlerin dünyadaki madencilik faaliyetlerini izlemeye odaklanan sivil toplum kuruluşu MiningWatch Canada’dan Jamie Kneen ile masaya yatırdık. MiningWatch sadece beş çalışanla Kanadalı firmaların verdiği zararların ülkelerinde duyulmasını, bilinmesini sağlıyor ve dünyanın dört bir yanında benzer mücadeleler veren doğa savunucuları arasında köprü kuruyorlar. Yerkürenin getirisi en yüksek endüstrilerinden birine karşı hiçbir kalkınma söyleminin doğadaki yıkıma gerekçe gösterilemeyeceğini savunanların mücadelesinde bir halka olmayı amaçlıyorlar. Söz Kneen’de:
> Uluslararası faaliyetleriniz ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarıyla bağınız var mı?
Çalışmalarımız Kanada’da madencilikten kaynaklı sorunlar ve Kanada madenciliğinin uluslararası ölçekteki çıkarları olmak üzere ikiye ayrılıyor. Yurt dışı faaliyetlerinin büyük kısmı Latin (Orta ve Güney) Amerika’da. Ama dünyanın geri kalanında da Kanada’nın madenciliğe ilişkin çıkarları bulunuyor – yalnızca şirketlerden değil, Kanada hükümetinin çıkarları ve faaliyetlerinden de bahsediyorum. Zira Kanada hükümeti madenciliği aktif olarak teşvik ediyor. Birçok ülkede Kanada büyükelçiliklerinin madencilik şirketleri adına hükümetlerle aracılık yaptığını gördük. Hükümetlere baskı yapıyorlar ve madencilik faaliyetlerini bizzat destekliyorlar. Hatta bu anlattığım bazen çok içlidışlı bir hâl alabiliyor.
“Kanada hükümeti madenciliği aktif olarak teşvik ediyor. (…) Ortada bir sorun olduğunu kabul etmiyor”
> Bu durumun Kanada’nın temsil etmeye çalıştığı çağdaş toplum imajını nasıl zedelediğine dair bir farkındalık olmaması çok şaşırtıcı.
Bununla ilgili çok az hassasiyet var. Beri taraftan, herhangi bir kontrol imkânı da yok. Kanada hükümeti istese bile bu şirketlerin faaliyetlerini kısıtlayan şartlar tayin etme imkânına sahip değil. Çok kötü durumlarda yaptırım getirilebilir, yolsuzluğa karşı bazı yasalarımız var ama uygulandıkları çok da söylenemez. Bunlar dışında madencilik şirketlerinin uluslararası faaliyetlerine doğayı korumayla ilgili standartlar getiren hiçbir hüküm yok. Bununla birlikte, Kanada hükümeti ortada bir sorun olduğunu da kabul etmiyor. Sanki madencilikle ilgili gerçek bir sorun yokmuş da bir halkla ilişkiler sorunuyla karşı karşıyaymışlar gibi bir yaklaşım içindeler.
> Bahsettiğiniz durumun sebeplerinden biri de bu şirketlerin dünyada madencilik sektöründe önemli birer aktör haline gelmeleriyle ilgili olabilir mi? Kanadalı madencilik şirketlerinin küresel ölçekteki yerini bize anlatabilir misiniz?
İlginç bir şekilde Kanadalı madencilik şirketlerinin çoğu görece küçük şirketler. Son 20 yılda sektör daha konsolide hâle geldi, bunun sonucu olarak küresel çaptaki büyük şirket sayısı azaldı. Kanadalı büyük madencilik şirketlerinin çoğu da büyük uluslararası şirketler tarafından satın alındı ve artık Kanadalı değiller.
Bunun yerine bir dizi küçük ve orta ölçekli Kanadalı şirket görüyoruz. Alamos Gold da bunlardan biri. Birkaç ülkede faaller, işlettikleri birkaç tane maden var ama sektörün standartları itibarıyla büyük bir şirket sayılmazlar.
> Alamos Gold, Kanada’nın en büyük 10 maden şirketi arasında sayılmıyor sanırım.
Hayır. Öte yandan binlerce arama şirketi var. Bunlar hiçbir şey üretmeyen ama arama ve kazma çalışmalarında yer alan şirketler. Kanada’nın özellikle odaklandığı alanlardan biri de bu. Kanadalı şirketler ayrıca altın madenciliğinde daha faaller.

Centerra Gold şirketinin Bergama ile eşzamanlı olarak 1997’de kazdığı ve halen işletmeyi sürdürdüğü Kırgızistan’daki Kumtor madeni Haziran 2021’de büyük tartışmalarla kamulaştırıldı. Şirket, erozyonun yanı sıra maden atıklarını bu buzullara zarar verecek şekilde bertaraf etmekle suçlanıyor. | Fotoğraf: Michael Karavanov via Wikimedia Commons
> Peki, Alamos’un Türkiye’deki faaliyetlerine gelirsek, Kaz Dağları’ndaki kitlesel protestoların – hatta dünyanın herhangi bir yerinde buna benzer yurttaş hareketlerinin Kanada’da hiç yankısı oluyor mu?
Son derece az. Bizim yapmaya çalıştığımız şeylerden biri de buradaki insanları dünyada olup bitenlerden haberdar etmek ve yatırımcılarla Kanada hükümetini gerçekler konusunda bilgilendirmek. Ancak çok fazla ilgi gördüğünü söyleyemem. Farkındalığı olan ve kaygı duyan küçük bir kesim var. Buna karşın halkın büyük bölümü, yatırımcılar, hatta küresel konuları takip eden insanların çoğu bile Kanada’nın madencilik sektöründeki rolüne dair çok fazla bilgi sahibi değil.
> Bu denli büyük kitlesel boyuttaki protestoların Kanada’daki etkisinin az olduğunu duymak çok üzücü. Sizce bu protestoların Kanada’da daha fazla duyulması sizin gibi doğa için mücadele veren örgütlerinin elini güçlendirir mi?
Aslında biraz etkisi oldu, madencilik sektörü medyasında yer aldı mesela. Orada dikkat çekmişti. Biz de orada duyulmasını sağlamaya çalıştık. İnsanların inceleyebileceği yeterli sayıda İngilizce içerik yayınlandı. Burada, özellikle Kanada medyasına dair daha genel bir sorunla karşı karşıyayız. Kanada medyası kendi içine kapalı, Kanadalı yurttaşlardan bahsedilmedikçe küresel konulara çok ilgi duymayan bir medya. Eğer Kanadalı yurttaşlar etkilenmemişse, herhangi bir felaket ya da doğal afet burada haber olmuyor. Eğer protestolara Kanada vatandaşların katılmasını sağlarsanız ve gözaltına alınırlarsa, belki o zaman haberi yapılır.
“İhlal, sızıntı gibi durumlarda ya da maden deşarj suları toksikse, maden kapanmıyor. Şirkete bildirim yapılıyor, sorunu çözmeleri isteniyor ama sonra hiçbir şey olmuyor”
> Mesela başka bir ülkeden bir şirket söz konusu olsaydı, bir medya kuruluşunun gazeteci gönderip video haber hazırlamasını bekleyebilirdik. Ama bildiğim kadarıyla herhangi bir Kanadalı medya kuruluşu bunu yapmadı.
Kanada medyasının içinde bulunduğu koşullarla ilgili de bir sorun var. Son on yılda medya çok küçüldü. En büyük ulusal gazetemizin bile Afrika’ya bakan bir tek muhabirleri var ve bütün Avrupa’yı Roma’daki muhabirleri izliyor.
> Kanada’nın çok zengin maden kaynakları olduğu kuşkusuz. Biraz da bize Kanada’da madencilik faaliyetlerinden kaynaklı kirlilik ve kirliliğin yaşandığı kimi odak noktalardan bahsetmek ister misiniz?
Madencilik faaliyetlerinin doğa üzerindeki etkileri, aşamalarına göre değişiyor. İlk başta arama ve kazma çalışmaları yapılıyor. Bunlar çoğu zaman ormanlarda ağaç kesimi ve ulaşım için yol yapımına yol açıyor. Hem peyzaj hem de biyoçeşitlilik açısından çeşitli olumsuz etkileri var. Zira belirli yaşam alanlarını bu şekilde bölüyorsunuz. Kazma işlemi doğru bir şekilde uygulanmadığında çoğu zaman su havzalarının kirlenmesine sebep oluyor. Ayrıca gerek yaban hayatı gerekse yaşamak için ihtiyaçlarını ormandan ya da o bölgenin doğasından sağlayan insanlar açısından bir hayli büyük bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz, zira kazma çalışması geniş bir alana yayılıyor. Uzunca süren bir etki de bu, çünkü doğanın eski hâline dönmesi on yılları bulabiliyor.
Madeni inşaatı başladığında olumsuz etkiler ve kirlilik potansiyeli artıyor. Madenciliğin doğa açısından yol açtığı en büyük sorun atıklar. Çıkarılan maden ya da metale göre bu değişiyor. Ama madende üretilenin çoğunluğu atık ve bu atıklar genellikle aside yol açabilecek arsenik ya da sülfür ve ağır metal kirliliğine sebep oluyorlar. Bu toksik maddeler yer altı ya da yüzey sularını kirletebiliyorlar. Ayrıca modern açık ocak madenlerinde kullanılan miktarlar çok yüksek. Devasa atık yığınlarından bahsediyoruz. Bunların ebediyen güvenli bir şekilde muhafaza edilmeleri gerekiyor, ki bu hiç de kolay bir iş değil. Maden atık birikintileri ve atık hazneleri üzerinde, bunların olabilecek en güvenli şekilde inşa edilmeleri ya da güvenli olmayacaksa hiç yapılmamaları için çalışmalar yürütüyoruz. Eğer belirli bir alanda atıklar ve su güvenli bir şekilde yönetilemeyecek ve bertaraf edilemeyecekse, orası maden inşa etmek için iyi bir yer değil ve proje durmalı.
Ülkenin birçok bölgesinde terk edilmiş binlerce maden bulunuyor. Bazıları çok küçük, bazıları daha büyük. Bazılarının çok nahoş kirlilik sorunları var. Bazıları temizleniyor, bazılarında ise temizliğin yapılması için kimin yasal olarak sorumlu olduğunu anlamaya çalışıyoruz.
“Aynı kişilerin kamuda çalışıp danışmanlık ya da madencilik şirketlerine geçerek, aralarında mekik dokudukları bir ‘döner kapı’ var”
> Peki, şirketler genellikle yasal sorumluluklarına uyuyorlar mı?
Evet ve hayır. Operasyonel süreçte çok fazla ihlaller oluyor. Son zamanlarda “corporate capture” (“şirket zaptı”: karar mekanizmalarının şirketler tarafından ele geçirilmesi) adını verdiğimiz bir olguyla karşı karşıyayız. Madencilik şirketi, mühendisler ve denetçiler birbirleri ile çok yakın ilişki içindeler. İhlal, sızıntı gibi durumlarda ya da maden deşarj suları toksikse, maden kapanmıyor. Durumla ilgili şirkete bir bildirim yapılıyor, sorunu çözmeleri isteniyor ama sonrasında hiçbir şey olmuyor.
> Pek caydırıcı sayılmaz.
Uygulama son derece gevşek. Bunun sebebi olarak kısmen deregülasyonu, kısmen de bu ele geçirme olgusunu gösterebiliriz. Nitekim aynı kişilerin kamuda çalıştıktan sonra danışmanlık ya da madencilik şirketlerine geçtikleri ve aralarında mekik dokudukları bir “döner kapı”dan bahsetmek mümkün.

Kanada’nın British Columbia eyaletinde bulunan Tulsequah madeninde uygulanan asit kaya drenajının Taku Nehri’nde ve çevresinde yol açtığı kirlilik. | Fotoğraf: Chris Miller. MiningWatch’ın özel izniyle kullanılmıştır.
> Siz de bu yasal düzenlemelerin uygulanmasını ve şirketleri sorumlu kılan hükümlerin artmasını sağlamaya çalışıyorsunuz.
Evet, kesinlikle. Bugüne kadar başarı sağladığımız alanlardan bir tanesi finansal güvenlik, ya da şirketlerin inşa ettikleri madenin bakımı için önceden temin etmeleri gereken performans tahvilleri. Şirketler iflas ettikleri zaman ya madenlerin içindekilerini sonuna kadar tüketir ya da, eğer çıkarılan maden piyasa değerini kaybetmişse zarar ettiğinden dolayı, madeni kapatıp terk eder. Bunlar hâlâ son derece yaygın durumlar. Çoğu zaman madencilik şirketi iflas ettiğinde, bağlı oldukları ana firma yükümlülüklerini reddettiğinden söz konusu yükümlülükler işlevini yitiriyordu. Oysa bireyler, yani yöneticiler başka bir şirket kurup başka bir bölgede madencilik yapmayı sürdürebiliyorlardı. Kanada’nın birçok bölgesinde hükümetlerin bu meblağları önceden toplamaları konusunda başarı sağladık. Eğer madencilik şirketi faalse ve madeni kapatıp kurallara uygun biçimde devreden çıkarıyorsa, söz konusu meblağ öngörüldüğü gibi bu işlem için harcanır; ancak şirket iflas eder ve madeni terk ederse hükümet böylece önceden toplamış olduğu meblağı temizleme faaliyetleri için kullanabilir.
> Yani siz MiningWatch olarak şirketlerin faaliyetlerini ve kurallara ne kadar uyup uymadıklarını sürekli takip etmeye çalışıyorsunuz.
O denli sistematik bir çalışma yapabildiğimizi söyleyemem. Ama temel fikir bu. Küçük olduğumuz için, nerede sorun çıkabileceğini saptamak ve sonrasında izlemek konusunda yerel kuruluşların ve ortaklarımızın katkısına tabiyiz.
“İştirakçi firmalar vergi kaydırma ve paranın çoğunun yatırımcıda kalmasını sağlayacak şekilde ödeme yapma imkânı sunuyor”
> Her ne kadar her zaman uygulanmasalar da, bahsettiğiniz tüm bu yükümlülükler ışığında Kanadalı şirketlerin yurt dışında faaliyet yürütmek istemelerinin sebeplerinden birinin başka ülkelerde kuralların daha esnek olması gibi geliyor mu size?
Kesinlikle. Yatırımcılar açısından risklerin karşılığında bazı avantajlar mevcut. Kanada’da faaliyet gösteriyorsanız, genellikle istikrarlı bir hükümete tabisiniz. Düzenlemelerde bazen değişiklikler yapılsa da bunlar kimseye danışılmadan hayata geçirilmiyor. Değişiklik yapmadan önce sizi mutlaka dinlerler. Kamulaştırma ya da ani siyasi değişiklik ihtimalleri çok düşük. Öngörülebilirlik düzeyi Kanada ya da ABD’de yatırım yapmayı cazip kılıyor. Dünyanın başka yerlerinde ise bunun tersi bir durum var. Siyasi konjonktür çalkantılı, yasal düzenlemeler ise beklenenler ve uygulananlar açısından öngörülemez olabiliyor. Ancak emek ve çevre ile ilgili yükümlülükler çok daha esnek ve daha az masraflı. Kâr edebilme olanakları böylece artıyor.
Yatırımların geri dönüş süresi projeksiyonlarına baktığımızda diğer yerlerde yatırımları geri alma süresi beş veya 10-20 yılken, siyasi istikrarın daha az olduğu yerlerde bu süre iki-üç yıla düşebiliyor. Tüm yatırımları geri ödeyecek kadar kazanç elde ederken aynı süreçte ceplerini de dolduruyorlar. Dolayısıyla soru, operasyonun kârlılığına karşı ülkenin içinde bulunduğu koşulların ne derece istikrarlı olduğu.
> Tabii yurt dışında sorumluluklarının önemli bir bölümünü taşeron veya iştirakçi firmalar üzerine yıkabiliyorlar.
Burada iki şey var: Kanadalı yatırımcıların üzerlerine aldıkları risk yalnızca finansal. Herhangi bir sorun çıktığında, Toronto’daki biri için para kaybı dışında başka bir etkisi olmayacak. Ama ayrıca, böyle bir yapı kurmak vergi kaydırma (tax shifting) ve paranın çoğunun yatırımcıda kalmasını sağlayacak şekilde ödeme yapma imkânı sunuyor. Bunun için birtakım mekanizmalara başvuruyorlar ve bu şirketlerin sık sık son derece karmaşık yapıları olduğunu görüyoruz. Asıl iştiraklerine para aktarımı yapmak için kalkan işlevi gören iştirak şirketleri kuruyorlar iki-üç ayrı ülkede. Mesela Alamos Gold’un Hollanda’da hiçbir çalışanı olmayan iki iştiraki var. Bu şirketlerin tek işlevi para aktarımı. Ancak bu şirketler tüzel kişi sayıldıkları çerçevede yasalar tarafından koruma altındalar ve uluslararası sözleşmeler bakımından Hollandalı bir şirket olarak tanınıyorlar.
“Tazminat davalarındaki meblağlar yalnızca yatırılan ve harcanan miktarı değil, gelecekteki potansiyel kârı da kapsıyor – ki bu kâr genelde şişirilmiş oluyor”
> Böylece Alamos Gold Türkiye’ye karşı bir milyar dolarlık tazminat davasını Hollanda’da açtı. Madencilik şirketlerinin devletlere dava açtığı benzer örnekler aklınıza geliyor mu?
Maalesef bu tür davalardan birkaç tane var. Bu aslında bizim uzun süredir takip ettiğimiz bir gelişme ve son zamanlarda ciddi bir sorun hâline geldi. Elbette yasal sürecin sonunda devletlerin yatırımcıya çok saçma miktarlarda meblağlar ödemesi riski var. Bazı davalarda şikâyetlerin milyar doları geçtiğini de görüyoruz. Davalardaki meblağlar yalnızca yatırılan ve harcanan miktarı değil, gelecekteki potansiyel kârı da kapsıyor. Beklenen kâr neyse, ki bunlar genelde şişirilmiş ve dürüstçe söylemek gerekirse saçmalık derecesinde meblağlar – mesela bu madeni 20 yıl işletirsek, altın fiyatı ons başına hep 200 doların üzerinde kalırsa, şu kadar milyar dolar elde edebiliriz ve talebimiz budur şeklinde. Gelecekte elde edilecek kârın istenmesindeki saçmalık bir yana, ki bu spekülasyondan başka bir şey değil, bu davaların siyasetçiler, hükümetler ve denetçiler üzerinde oluşturduğu baskı daha acil bir sorun. Onlar bu davalardan kaçınmak ister, şirketler ise genellikle dava açmaktan ziyade dava açmakla tehdit ederler. “Bunu yaparsan o zaman biz de dava açarız,” derler. Bu tehdit karşısında denetçiler ve yasa koyucular genellikle geri adım atıp şirkete istediğini veriyorlar. Bunun sonucunda da kendi yurttaşlarının, kendi çalışanlarının çıkarlarına, doğayı, kamu sağlığını koruma yükümlülüklerine ters bir şekilde hareket ediyorlar.
Bu davalar küresel boyutta ciddi bir olgu hâline geldi. Kimi zaman sigara üreticilerinin, kimi zaman madencilik şirketlerinin, kimi zaman da petrol ve doğalgaz şirketlerinin benzer davalar açtığını görüyoruz. Hatta finans hizmeti veren şirketlerin bile… Ancak madencilik şirketleri tazminat davalarına uzun süredir başvuruyorlar, gerek bir tehdit unsuru olarak gerekse yerel hükümetler karşısında cezasızlığın zeminini hazırlamak için. Nihayetinde davadaki çıkarları için. Kimi zaman kazanıyorlar, ama davayı kazanmadıklarında da kaybettikleri çok bir şey yok. En fazla bazı dava masraflarını karşılamak zorunda kalıyorlar. Ama ne devletlere ne de yurttaşlara verdikleri zararın telafisi için geri ödemede bulunmuyorlar. Yurttaş gruplarının da dava devam ederken kendi çıkarlarını korumayı sürdürmeleri gerekiyor.

Kanada’nın British Columbia eyaletinde bulunan Polley Dağı altın madeninde yaşanan zehirli atık sızıntısının karıştığı Hazeltine ırmağından bir fotoğraf. Sızıntı Polley gölünü ve dünyanın en derin fjord gölü olarak tanınan Quesnel Gölü’nün sularına karışmıştı. Çevre örgütleri, incelemelerin ardından zehirli atığın içinde nikel, arsenik, bakır ve kurşun olduğunu belirlemişti. | Fotoğraf: Chris Blake. MiningWatch’ın özel izniyle kullanılmıştır.
> Alamos’un daha önce böylesine tepki gören yurt dışı yatırımları oldu mu?
Bildiğim kadarıyla yok – bütün operasyonların tarihçesini bilemiyorum, dolayısıyla yakalarını sıyırdıkları birtakım faaliyetleri var mı emin değilim. Ama daha önce böyle bir dava açmadıklarını neredeyse kesin bir şekilde söyleyebilirim.
> Kanadalı madencilik şirketlerinin en faal olduğu yerlerden biri Latin (Orta ve Güney) Amerika, değil mi?
Evet, Kanadalı şirketlerin Kuzey Amerika dışındaki yatırımlarının büyük bölümü – yaklaşık yüzde 70’i – Latin Amerika’da.
> Burada da sanırım çok tartışmalı faaliyetler söz konusu.
Fazlasıyla.
> Bize Latin Amerika’nın nasıl Kanadalı şirketlerin yatırımlarının en yoğun olduğu bölge hâline geldiğinden ve bu tartışmalı faaliyetlerden biraz bahsedebilir misiniz?
Çoğu zaman bu şirketler ekolojik açıdan hassas bölgelerde faaliyet yürütüyorlar. Buzulların bulunduğu dağlık alanlarda, sulak alanlarda, vb. Yine çoğu zaman yöre halklarıyla, bölgede yaşayan yerli halklarla ihtilafa düşüyorlar, yani faaliyet gösterdikleri bölgenin doğasına büyük önem atfeden insanlarla, çiftçilerle, yerlilerle. Hatta bunlar arasında kimi kentlerin su kaynaklarının olduğu bölgeler de var, ki bu kaynakların aslında koruma altında olmaları gerekir. Karşılaştığımız sorunların bir bölümü bu sebeplerden kaynaklı.
Öte yandan, tarımsal alanları etkileyen maden sahaları da var. Gerek toprak gerek su kaynaklarından dolayı ihtilaflar doğabiliyor. Özellikle su kaynaklarının madencilik faaliyetleri için kullanılması kirlenmelerine ya da kurumalarına yol açabiliyor.
Son olarak, Meksika gibi bazı ülkelerde sorunlar daha çok sosyal meseleler üzerine yoğunlaşıyor: Toprak sahiplerinin madene karşı olmayıp alacakları kazancın yeterli düzeyde ve güvence altında olması yönünde talepleri, kötü çalışma şartları, organize suç gibi.
> Peki bu ülkelerin hükümetleri bu yatırımları teşvik ediyorlar mı?
Evet, 1990’lar boyunca böyle bir süreç yaşandı. Borç krizi nedeniyle ülkeler uluslararası para fonlarından yardım alabilme baskısı içindelerdi. Bu kredileri alabilmek amacıyla doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına yöneldiler – ki altyapı çalışmaları ve bazen sağlık gibi temel hizmetler verebilmek için devlet yatırımlarının devamını sağlamak zorundalardı ve ekonomilerini borç darboğazından kurtarabilmek için IMF’nin dikte ettiği koşullarda kredi alıp daha fazla borca girdiler. Bu yatırımların bazıları tarım ve sanayiye yönelikti, ama büyük kısmı da kazıya dayalı sanayileri kapsıyordu: Petrol, doğalgaz ve madencilik.

Jamie Kneen, MiningWatch Canada.
“Küresel sömürgecilik kadar iç sömürgecilik de söz konusu”
> Sizce burada bir çeşit çifte-standart, daha doğrusu ikili dil var mı? Kanada’nın doğaya zarar verme konusundaki sicili kabarık, ancak dünyaya verdiği imajla bu çeşit sanayilere yaptığı teşvik arasındaki çelişki dikkat çekici. Doğaya zarar veren sanayilerin faaliyetlerine karşı Kanada’da hatırı sayılır bir muhalefet olduğu söylenebilir mi?
Çifte standart olduğunu düşünüyorum. Kanada siyasi açıdan – yalnızca partiler değil, Kanada halkı da – dünyadaki madencilik yatırımlarının ve faaliyetlerinin doğa ve insanlar üzerine sebep olduğu zararı sorgulamaksızın faydalarından yararlanmaktan fazlasıyla tatminkâr bir tutum içinde. Bu durum aslında Kanada’daki madencilik faaliyetleri için de geçerli. Kanada’da madencilikten en çok zarar gören bölgeler ücra ve yerlilerin yaşadığı bölgeler. İstihdam ve ekonomik faaliyet anlamında bu bölgelerdeki faydalar da sınırlı. Küresel sömürgecilik kadar iç sömürgecilik de söz konusu.
Sorunun kaynaklarından biri de Kanada’nın eğilimin bu yönde olması. İş dünyası ve siyasi elit arasında işlerin böyle yürümesi gerektiğine dair bir konsensüs var. Bu ülkede iş dünyası ve siyasi elitin çok yakın ilişkide olduğu “şirket zaptı” fikrine de dönebiliriz. Küçük ve giderek büyüyen bir farkındalık ve eleştirel tepki olduğunu söyleyebilirim. Bunu inşa etmekte MiningWatch olarak katkılarımız oldu. Ama hâlâ küçük. Beri taraftan akademide küçük ama bilgili ve konuya hâkim bir kesimden artık bahsedebiliriz. Alternatif medyada da The Narwhal gibi, yavaş ve araştırmacı gazeteciliğe dayalı yayınlar da var. Belirli bir ölçüde anaakımda da bu konuları görüyoruz.

Kanada merkezli madencilik şirketi Pan American Silver tarafından Meksika’nın Guerrero eyaletinde işletilen Los Filos madeni ve bölgede yaşayan yerli yöre halkı. | Fotoğraf: Cristián Leyva. MiningWatch’ın özel izniyle kullanılmıştır.
> Kanada’da madencilik sektörünün faaliyetlerine ve toplumdaki bakış açısına ilişkin çok iyi bir fikir verdiniz. Peki, Türkiye’de Kaz Dağları’ndaki doğa savunucularıyla irtibatınız var mı?
Evet, bu süreçte TEMA ve Ekoloji Birliği ile birlikte çalıştık. Ayrıca sahadaki aktivistlerle de irtibatımız oldu. Bir-iki yıl önce Alamos Gold’un Meksika’daki faaliyetlerinden etkilenen yöre halklarıyla bilgi alışverişimiz oldu. Alamos’la ilgili Kanada’da tartışma yok, zira faaliyetlerini sınırları iyi belirlenmiş bir bölgede gerçekleştiriyorlar. Biz de Meksika’daki faaliyetlerini inceleyip, Türkçe, İspanyolca ve İngilizce arasında çeviriler yapıyorduk.
> Hiç bu tarz çalışmalarınızdan sonuç aldınız mı? Mesela şirketlere dava açılmasını, tazminat ödemelerini sağladığı durumlar oldu mu?
Evet, birkaç tane var. Genellikle madencilik faaliyetinin yapıldığı yöredeki yerel koşullara bağlı: Kanunlar ne ölçüde uygulanabiliyor? Bölge insanları mahkemelere kolayca erişebiliyorlar mı? Nasıl bir yasal ve düzenleyici sistem var? Mesela Guatemala’da açılan davalarda lehte sonuçlar aldık – ki Guatemala baskıcı olarak bilindiğinden, siyasette ve yargıda yolsuzluğun kol gezmesine rağmen mahkemelerin yerli halkların taleplerine olumlu kararlar vermeleri bizi bir hayli şaşırttı. Ama bunu yaptılar. Guatemala’daki birkaç yasal süreç çok olumlu sonuçlandı. Bazı durumlarda ise durum biraz can sıkıcı.
Ama bir diğer mesele de zamanlama. Doğa savunucuları ile STK’ların lisans (izin) verme ve düzenleyici süreçleri, karşılanması gereken yasal zorunlulukları ne ölçüde kullanabilecekleri. Bunlar müdahale etmek için fırsatlar sunabilir. Eğer yerel yönetimler olumlu şekilde harekete geçebilirlerse bazı kararlar geri çevrilebilir. Şirketlerin kanunsuz bir şekilde faaliyetlerini sürdürdükleri çok sayıda örnek de var. İzin veya çevresel onayları (ÇED) olmaksızın madenleri işletiyorlar. Mahkemede kararlara itiraz ediyorlar ve mahkeme yürütmeyi durdurmadıkça faaliyetlerini sürdürüyorlar. Meksika’da üzerinde çalıştığımız bir maden tesisi 10 sene boyunca çevresel onay alınmadan işletildi. Düzenli aralıklarla çevre konusunda yetkili insanlar gelip tesisin kapılarını kilitliyorlarmış. Birkaç gün ya da hafta geçtikten sonra bu sefer başkaları gelip kilidi kırıyormuş.

Kırazlı sakini bir kadın, Alamos Gold’un işlettiği maden tesisinin girişinin önünde tepkisini dile getiriyor. | Fotoğraf: Hakan Tosun
> Böyle bir manzaranın burada da yaşandığını tahayyül edebiliyorum.
Üstelik valinin eşi yerel bir iştirakin en büyük pay sahiplerinden biriymiş.
“Sorunun sistemden kaynaklandığı ve sistem değişmedikçe aynı şekilde tekrar edeceği bilinciyle hareket ediyoruz”
> Hakan Tosun’un hazırladığı belgeselde de Alamos Gold’un izni iptal olduktan sonra madende faaliyetlerini sürdürdüğünü gösteren görüntüler var. ÇED onaylarından bahsettiniz, Kirazlı’daki sorunlardan biri de ÇED raporunda kesileceği belirlenen ağaç sayısından kat kat daha fazla ağacın talan edilmesiydi…
Peki, yaptığınız belgeleme ve izleme çalışmasının, her ne kadar çoğu zaman maden tesislerine karşı çıkacak bir muhalefet oluşturma şansınız olmasa da verilen zararları kayda geçmek için gösterdiğiniz bu çabanın faydalı olduğunu düşünüyor musunuz? Benzer bir yapının başka ülkelerde oluşturulmasını tavsiye eder misiniz?
Yapmaya çalıştığımız, bu farklı birikimleri ve yöre halklarının deneyimlerden edindiğimiz bilgiyi bir araya getirmek. Bunun üzerine de insanların benzer tecrübelerden geçen kişilere erişebilecekleri ağlar inşa etmeye, birbirleriyle konuşabilmelerini sağlamaya çabalıyoruz. Böylece Yunanistan, Türkiye ve Romanya arasında ya da küresel çapta insanlar deneyimlerini birbirleriyle paylaşabilirler, kendi kampanyalarını inşa edebilir ve dayanışma ağları örebilirler.
Ayrıca, bunları kuralları değiştirmek için de kullanmak istiyoruz. Mesela yatırımcı-devlet ihtilaf çözümü mekanizmasından söz edecek olursak, yaklaşık 20 yıldır dünyada birçok sivil toplum kuruluşuyla bu sistemin ortadan kalkması için çalıştık. Bazı yerlerde bunu başardık, buna karşı örgütlenen uluslararası bir hareket var ve gerek Kanada’da gerek diğer ülkelerde bunun değişmesi için çalışmaya devam ediyoruz. Kanada hükümetinin madencilik firmalarına verdiği desteği geri çekmesi, en azından minimuma indirmesi ve doğayı ya da insan haklarını suiistimal eden şirketlerin desteklenmemesi suretiyle koşullara bağlı tutması yönünde çabalarımız sürüyor.
Dolayısıyla yöre halklarının mücadelelerine destek olmanın yanı sıra sorunun sistemden kaynaklandığı ve sistem değişmedikçe aynı şekilde tekrar edeceği bilinciyle de hareket ediyoruz.
> Benzer taleplerle Türkiye hükümeti üzerinde de baskı oluşturulabilir mi?
Bu yalnızca bir harekete dayalı olursa gerçekleştirilebilir. Teknik değişiklikler için bazı fırsatlar her zaman oluşuyor. Bir hükümet gelir ve olumlu yönde değişiklikler yapabilir ama eğer bu değişiklikler geniş bir hareket tarafından desteklenmezse, çok kırılgan olurlar. İnsanlar tetikte olmazlarsa ve talepler geniş bir harekete dayanmazsa, yasalar kolaylıkla tekrar bozulabilir.
Gezegen, nesli tükenen memeli deniz hayvanlarına dikkat çekmeye devam ediyor. Geçen hafta gazeteci Emrah Temizkan’ın “Deniz sevmeyen toplumda yolculuk: Boğaz’ın yunuslarını tanıyor muyuz?” başlıklı haberinde denizsel biyolojik çeşitliliğinde önemli yeri olan yunusları uzman görüşlerle daha yakından tanımaya çalıştık.
Bu hafta ise dikkatimizi yunusların ardından bir diğer memeli deniz hayvanı olan Akdeniz foklarına çeviriyoruz.
Akdeniz foklarının ana yurdu olarak bilinen, hatta adını eski Yunancada tombul hayvan anlamına gelen ‘Foka’dan alan İzmir’in kuzeyindeki sahil ilçesi Foça’da, 90 yıllardan bu yana çalışmalar yürüten Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD) Yönetim Kurulu Başkanı Yalçın Savaş ile söyleştik.
Akdeniz foklarının yeryüzünde nesli en fazla tehlikede olan memeli ve yüzgeçayaklı türlerinden biri olduğunu vurgulayan Savaş, Foça’da, denizdeki yasadışı faaliyetler, nüfusun ve tekne sayısının artması gibi nedenlerden dolayı bölgedeki fokların varlığı için ise, “Foça’nın foklar için cazibesini kaybetmesi sürpriz olmaz” diyor.

Yalçın Savaş
› Öncelikle Foça’da fokların sayılarının azaldığına yönelik söylentiler var, doğru mu? Doğruysa, neden? Ayrıca bölgede çalışmalarınız devam ediyor mu?
Foça’daki çalışmalarımız devam ediyor. Fotokapanlar kullanarak Karaburun Yarımadası ve Foça Özel Çevre Koruma bölgelerindeki fokları izliyoruz. Her iki bölge de foklar tarafından kullanılmaya devam ediyor. Karaburun Özel Çevre Koruma Bölgesi’ndeki fok varlığı daha belirgin. Foça’da hem nüfusun hem de denizdeki tekne sayısının arttığı ve bu yoğunluğun foklar üzerinde de genel olarak deniz ekosistemi üzerinde de baskı oluşturduğunu söylemek mümkün. Ne yazık ki bu alanlardaki kısıtlamalar etkin bir şekilde denetlenemiyor. Bizim sürekli olarak bölgede var olduğumuz yıllarda denizdeki yasadışı faaliyetler devlet/stk iş birliği ile çalıştırılan yerel özel bir denetim sistemi tarafından etkin olarak denetleniyordu. Ancak bu sistem uzun yıllardır ne yazık ki çalıştırılmıyor.
Foça gibi bir Özel Çevre Koruma bölgesi içerisinde, ekosistem ağır baskı altında. Fokların da gelecekte bundan etkilenecek olmasını bekleyebiliriz
Foça İzmir Körfezi’nde yasadışı balıkçılık faaliyetlerinin merkezlerinden birisi haline geldi ve yasadışı usullerle avcılık civarda yoğun olarak yapılmaya başlandı. Yasal olarak müsaade edilen deniz patlıcanı avcılığı da tüm kıyılarımızda olduğu gibi Foça’da da bu türün ekosistemden neredeyse tamamen yok edilmesi ile ve bu avcılıkta algarna dreç gibi yasadışı dip sürütme cihazlarının da kullanılması nedeni ile deniz çayırı yataklarının ciddi şekilde zarar görmesi ile sonuçlandı. Deniz patlıcanları deniz dibindeki organik atıkların çürümeye ve oksijen kaybına neden olmaya başlamadan temizlenmeleri için çok önemli. Foça Özel Çevre Koruma Bölgesi’ndeki deniz çayırları da hasta. Bunun nedenleri arasında İzmir Körfezi’nden dışarıya taşınan kirlilik, deniz taramalarından çıkan malzemenin denize dökülmesi nedeni ile Foça’da kadar akıntılar ile taşınan askıdaki ince malzemeler ve Foça’nın atık su arıtma deniz deşarjının olası etkileri ve yasadışı dip sürütme takımları ile avcılık düşünülebilir. Foça’da, bir özel çevre koruma bölgesi içerisinde, ekosistem ağır baskı altında. Fokların da gelecekte bundan etkilenecek olmasını bekleyebiliriz.
› Peki burada kimler ne gibi önlemler alacak?
Bu konuda öncelikle İzmir Büyükşehir Belediyesi ile özel çevre koruma bölgelerinde yetkili kuruluş olan Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’ne büyük sorumluluk ve görev düşüyor.
› Akdeniz fokları elbette sadece Foça’da yaşamıyor. Hem dünyada hem de Türkiye’de popülasyonları ne durumda?
Akdeniz foku yeryüzünde nesli en fazla tehlike altında olan memeli ve yüzgeçayaklı türlerinden. IUCN (Dünya Doğayı Koruma Birliği) sınıflamasına göre Avrupa ölçeğinde nesli ileri derecede tehlike altında (Critically Endangered). Küresel ölçekte de nesli tehlike altında (Endangered) olan türler arasında. Ana popülasyonları Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs, Madeira ve Batı Sahra kıyılarında bulunuyor. Dolayısı ile bir birinden kopmuş üç popülasyondan söz etmek mümkün. Bunlardan ikisi Atlantik Okyanusu kıyılarında, diğeri de Kuzey Doğu Akdeniz kıyılarında. Bu kıyılar haricinde zaman zaman İtalya’nın güney kıyıları, Hırvatistan ve Lübnan kıyılarında da tek bireyler halinde görülüyor. Ancak buralarda bilinen yerleşik popülasyonlar yok. Bu ülkelerin kıyılarında görülen fok bireylerinin güncel bilinen popülasyonlardan gelip gittikleri düşünülüyor. Kuzey Afrika kıyılarında eskiden var olduğu bilinen popülasyonların durumu belirsiz. Tüm güncel yaşam alanlarında 700-750 civarında oldukları tahmin ediliyor. Üreme kabiliyetine sahip yetişkin nüfusunun ise 350-450 civarında olduğu düşünülüyor.
Bizim tahminlerimize göre Türkiye kıyılarında 100 civarında fok var. Ancak coğrafi devamlılık ve yakınlık nedeni ile Doğu Akdeniz’de ayrı ayrı popülasyonlardan bahsetmek çok zor. Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs kıyılarında yaşayan popülasyonlar birbiri ile irtibat içerisinde. Adriyatik kıyılarında, İtalya’nın Güney kıyılarında ve Lübnan’da zaman zaman görülen bireylerin de bu popülasyonlardan gelip gidiyor olması büyük olasılık. Türkiye kıyılarında Karadeniz’de 1997’den beri görünmüyor. Karadeniz’de başka ülkelerin kıyılarında da tükenmiş durumda. Marmara’da hâlâ az miktarda fok özellikle Marmara Adaları, Kapıdağ Yarımadası ve Karabiga sahillerinde yaşıyor. Ege ve Akdeniz kıyılarımızda ise hemen tüm kayalık sahilleri kullanıyorlar. Ancak çok az olan sayıları nedeni ile belirgin bir yoğunluk oluşturmuyorlar. Bununla birlikte bazı kıyılarda nispeten daha fazlalar.
Akdeniz foklarının tüm güncel yaşam alanlarında 700-750 civarında oldukları tahmin ediliyor. Üreme kabiliyetine sahip yetişkin nüfusunun ise 350-450 civarında olduğu düşünülüyor. Türkiye kıyılarında ise tahminlerimize göre 100 civarında fok var

Türkiye kıyılarında 100 civarında fok olduğu tahmin ediliyor. | Fotoğraf: Cem Orkun Kıraç, Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD)
› Marmara’da hâlâ yaşadıklarını söylediniz. Peki son dönemde yaşanan müsilaj sorunu bu az sayıdaki fokları etkileyecek mi veya şu an için bir etkisi gözlemlendi mi?
Müsilaj yaygın olarak Marmara’da bir sorun halinde şu anda. diğer kıyılarımızda da deniz dibinde benzer oluşumların olduğuna dair bize gelen bilgiler ve görüntüler var. Ancak Marmara’daki gibi bir bölgesel çevre felaketi boyutlarında değil henüz. Marmara’da foklar var hâlâ. Müsilaj ve ona neden olan evsel atıklar ile küresel ısınma Marmara Denizi’ni oksijene bağımlı canlılar için yaşanmaz hale getiriyor. Denizdeki çözünmüş oksijen seviyesi kritik seviyelerin altında. Henüz bunun ileri etkileri konusunda elde net bir veri yok. Ancak şu anda izlediğimizden daha ileri boyutta bir sorunun başlangıcında da olabiliriz. Foklar açısından sudaki oksijen azlığının ya da müsilajın doğrudan bir etkisi olacağını düşünmüyoruz. Ancak bu deniz onların beslenme ortamı ve ortam canlı yaşamı için uygun olmaktan uzaklaşmış durumda. Bu durum düzelecek mi, daha da kötüye mi gidecek bunu da kimse şu anda bilemiyor. Bu felaketin total etkisi ne olacak onu da kestirmek zor. Marmara’daki fokların besin bulmakta zorlanmaları durumunda ne yapacaklarını da bilemiyoruz. Daha temiz ve besin içeren suların arayışında Marmara’dan çıkarlar mı yoksa bu foklar açısından da bir felakete yol açar mı ön görmek çok zor. Marmara’da Fokların yaşadığı kıyılarda şu anda balıkçılığın durduğunu biliyoruz. Sahada uzun süreli izleme yapmak için kaynağa sahip değiliz. SAD’ın Akdeniz foku Bilgi ve Kurtarma Ağı (AFBİKA) üzerinden gelen bilgiler ile izlemeye çalışıyoruz.
Deniz kirliliği de doğrudan ya da dolaylı olarak fokları etkilemekte ve yaşam alanlarını kullanılmaz hale getirebilmektedir. Petrol ve türevi maddeleri taşıyan gemilerin kazaları sonucu fok yaşam alanlarına yayılan malzemeler nedeni ile bu tür sorun geçmişte Türkiye’de yaşanmıştır. Evsel ya da kimyasal atıkların foklar üzerinde doğrudan ya da dolaylı bir etkisi hakkında şu ana kadar elde bir kayıt bulunmamaktadır. Ancak son günlerde Marmara’da yaşadığımız bölgesel çevre felaketinin evsel atıklara bağlı olarak geliştiği, denizdeki her yaşam formunu etkileme potansiyeline sahip olduğu ve çözünmüş oksijenin tükenmesine neden olarak ortamı canlılar için yaşanmaz hale getirdiği düşünülürse, bu durumun Marmara’da yaşayan fokları da etkilemesi beklenen bir sonuç olmalıdır.
Marmara’daki müsilaj meselesi bölgede sayıları azalan Akdeniz foklarını da etkileyebilir
› Akdeniz foklarının, Foça özelinde karşı karşıya oldukları tehditleri konuştuk. Müsilaj meselesine değinmişken, Türkiye genelinde daha başka ne gibi tehditlerden bahsedebiliriz?
Akdeniz fokunun azalma nedenleri doğrudan ya da dolaylı olarak kıyısal ekosistemlerin de sorunlarıdır. Ana başlıklar halinde saymak gerekirse yaşam alanı kaybı, ölümler, aşırı ve yasadışı balıkçılık faaliyetleri, aşırı insan faaliyetleri ve deniz kirliliği temel tehdit konularıdır. Ülkemizde en önemli tehdit yaşam alanı kaybıdır. Doğal kıyı alanlarındaki her tür yapılaşma kıyı bölgesindeki doğal yaşam alanlarını tahrip eder ve o yaşam alanını kullanan türlerin bir kısmının oradan uzaklaşmasına neden olur. Akdeniz foku ve kıyı kuşları yaşam alanı tercihleri / ihtiyaçları nedeni ile bunların başında gelir. Yapılaşmış kıyılar arttıkça, fokların yaşam alanları azalır. Azalan yaşam alanı da var olan fok sayısını olumsuz etkiler. Ölümler doğal ya da insan etkisi ile olabilir.
Ülkemizde kasti fok öldürme vakaları eskisine göre çok azalmış durumda. 1997 yılı baharında Batı Sahra kıyılarındaki kolonide kısa sürede iki yüzden fazla fokun ölmesine neden olan virütik salgın / alg zehirlenmesi gibi bir olayın Akdeniz içerisinde meydana gelmesinden hep korkulur. Ancak Akdeniz kıyılarındaki fokların daha dağınık durumda olmaları, genelde koloni hayatı yaşamıyor olmaları nedeni ile büyük çapta bir salgına karşı daha dayanıklı olabilecekleri düşünülüyor. Yasadışı balıkçılık faaliyetleri ile yasal ama aşırı balıkçılığa neden olan balıkçılık faaliyetleri denizde yaşayan tüm canlılar için besin kaynaklarını tüketmektedir. Bir taraftan balıkçıların geçimi, diğer taraftan fokların ve diğer canlıların beslenmesi zora girmektedir. Bu durum balıkçı / deniz memelisi arasındaki rekabetin şiddetlenmesinin ve yunuslar ile fokların balıkçılar tarafından rakip ve zararlı canlı olarak görülmeye başlanmasının da temel nedenidir. Türkiye’de balıkçılar fokları geçmişte genelde bu nedenle öldürmüşlerdir. Balıkçılığın ekosistem temelli ve sürdürülebilirlik ilkeleri gözetilerek yönetilmesi ve kıtılamaların etkin olarak denetlenmesi bu sorunları hafifletecektir.
Kıyı alanlarındaki yapılaşmayı kesin olarak sınırlamak, atık suların denize ulaşmasını durdurmak ve yasal / yasadışı aşırı avlanmayı denetim altına almak mecburiyetindeyiz

Foça’daki Akdeniz foklarının yaşam alanı Siren Kayalıkları | Fotoğraf via focadayiz.com.
› Fokların birincil yaşam alanları mağaralara da turistik faaliyetlerle ziyaretler veya tekneyle yaklaşma gibi durumlar oluyor. Örneğin, Foça’da siren kayalıklarında yaşayan foklar da aynı durumla karşı karşıya.
Fokların yaşadığı mağaralara yapılan turistik dalışlar ve turist taşıyan teknelerin büyük mağaralara girmeleri ile meydana gelen bu rahatsızlık bazı kıyılarımızda belirli mağaralarda önemli bir rahatsızlık nedeni haline gelmiştir. Fokların mağaralarına her türlü yol ve yöntemle girmek ulusal mevzuatımıza göre yasaktır. Ancak denetlenememektedir.
› Akdeniz foklarını korumak için öncelikli olarak neler yapılmalı? Hem halk bireysel olarak, hem de yönetimler nelere dikkat etmeli? Ve genel olarak onların varlığından sizce ne kadar haberdarız ve bilgiliyiz?
Akdeniz foku kıyısal yaşam alanları, kıyısal ekosistem için bir bayrak türdür. Kıyı alanlarındaki doğal yaşamı etkileyen her şey Akdeniz fokunu da olumsuz olarak etkiler. Akdeniz fokunun korunması için kıyı alanlarımızdaki doğal yaşamı, doğal yaşam alanlarını korumak zorundayız. Kıyı alanlarındaki yapılaşmayı kesin olarak sınırlamak, atık suların denize ulaşmasını durdurmak ve yasal / yasadışı aşırı balıkçılığı denetim altına almak mecburiyetindeyiz.
› Son olarak, sanırım Muğla ili kıyılarında bir çalışmaya başladınız. Bundan biraz bahsedebilir misiniz?
Türkiye’de ilk kez bir ilin Akdeniz Foku tür koruma eylem planı uygulaması Muğla ili kıyılarında yapılacak. Doğa Koruma ve Milli Parklar 4. Bölge Müdürlüğü ile SAD arasında imzalanan bir protokol çerçevesinde SAD bu kıyılarda devlet kurumları ile iş birliği içerisinde 2021-2024 yılları arasında izleme ve planlama çalışmaları yürütecek, Muğla İli Akdeniz Foku Tür Koruma eylem Planı’nı güncelleyecek ve en az bir bölgede zonlama çalışması yapacak. Projenin uluslararası boyutta da örnek olacağını düşünüyoruz.
Yılda 37 milyon ton plastik çöp üreten Türkiye, 2004 yılından bu yana Avrupa’dan çöp ithalatı da gerçekleştiriyor. 2019 verileri, Türkiye’nin yılda 11,4 milyon ton çöp ithal ettiğini, bunun 582 bin tonunun ise plastik olduğunu gösteriyor. Deniz biyoloğu ve mikroplastik araştırmacısı Doç. Dr. Sedat Gündoğdu’ya göre, Türkiye çöpüyle üç-beş ülkeye daha yetecek plastik atık üretmeye aday bir ülke. Plastik kirliliğine sunulan çözümlerin ise bir illüzyondan ibaret olduğunu belirten Gündoğdu ile plastiğin nasıl ve ne zaman hayatımızın her alanında yer aldığını konuştuk.
› Türkiye’de plastik deyince akla ilk siz geliyorsunuz. Ne zaman ve neden plastikler çalışma konunuz oldu?
Sedat Gündoğdu: 2015’te başladı. Balıkların biyolojisi ve biyoekolojisi üzerine doktora yapıyordum. Sahada trol ağlarıyla çalışma yürütürken, bir noktadan sonra denizden, balıktan çok çöp çıkmaya başladığını fark ettik. Bunun üzerine doktoram bittikten sonra da bu çöp meselesine çalışmaya başlarım diye düşündüm ancak, konum farklı olsa da hemen araştırmalara başladım. Mikroplastik diye bir şeyi fark ettim. Daha doktoram bitmeden, Prof. Dr. Cem Çevik ile birlikte bu konuyla ilgili bir proje başlattık. İskenderun Körfezi ve Mersin Körfezi’nin olduğu bölgelerde yüzeyden su numuneleri aldık, dipten trol çektik ve çöp topladık. Sahillerdeki plastikleri inceledik. Böylece mikroplastik bizim hayatımıza girdi. Çalışmalarımızla, bu bölgenin de Akdeniz’in en kirli bölgesi olduğunu tespit ettik. Sonra plastikler denizde varsa denizden elde edilen ürünlerde de vardır dedik ve tuzlarla ilgilenmeye başladık. Çünkü tuz en belirgin denizel ve biyolojik olmayan malzeme. Çalışması rahat, incelemesi daha kolaydır. Dünyada da örnekleri var, en azından karşılaştırma yapabiliriz diye düşündük. Çin’de bir çalışma yapılmıştı. Sonra bu proje kapsamında biz de çalıştık tuz üzerine, bayağı ses getirmişti. Zaten ondan sonra benim ismim ve mikroplastik aynı anda anılır olmaya başladı.

Doç.Dr. Sedat Gündoğdu
“Özellikle 90’ların başında plastik hayatımıza kitlesel olarak girdi. Bu tarih, dönüm noktası olabilir”
› Peki, biz plastiği ne zaman tanımaya başladık?
S.G: Ben kendimden örnek verebilirim, insanlar bununla mutlaka paralellik kuracaktır. Çocukken İstanbul, Kasımpaşa’da yaşarken, oturduğumuz mahalleye eskici gelirdi. Annem, plastik leğen ve plastik halı tarzı şeylerden alırdı. O zaman hayatımıza plastik girmeye başladı. Semt pazarına gittiğimizde de her şey kese kağıdında olurdu, poşette olmazdı. Örneğin, bakkala gittiğimizde de peynir kâğıtta verilirdi. Sonra bir anda bunların hepsi kayboldu. 90’lar, özellikle 90’ların başında plastik hayatımıza kitlesel olarak girdi. Bu tarih, dönüm noktası olabilir. Dünya için durum daha farklı. Bizde nüfusun büyük çoğunluğu köyde yaşarken, dünyanın diğer bölgelerinde kentsel hayat çok gelişkindi. Özelikle Avrupa’da ve Amerika’da alışveriş merkezleri, marketler, büyük mağazalar vs. hızla yayılmaya başlamıştı. Biz tabii bu neoliberal politikalara ayak uyduramamıştık, Turgut Özal bizi dünyaya açmamıştı tam olarak. Ama 70’lerde plastik poşet furyası başlamıştı tüm dünyada. Üzerinde gülen surat olan bir plastik poşet tüm Amerika’yı etkisi altına aldı. Geliştirilen teknolojiyle plastik, diğer ambalaj sektörüne de çok hızlı girdi. Gıdaların uzun transferi için plastik kaçınılmaz bir malzeme olarak pazarlandı. 80’lere gelince, plastiğin uygulama alanları arttı. Poşetten sonra pet şişe hayatımıza girdi, Coca Cola gibi, Pepsi gibi büyük firmalar artık cam şişede içecek satmayı bıraktı. Alüminyum teknolojisi plastikle kaplanmaya başlayınca, alüminyum da ciddi anlamda kullanılmaya başlandı. Yani hayatımızın birçok alanında aslında hiç plastik yokken o alandaki bütün tedarik zinciri plastiğe elverişli hâle dönüştü. Bugün hayatımızın her alanında plastiğin olmasının nedeni plastikle beraber dönüşen sanayi üretimi. Bugün üzerimize giydiğimiz elbiseden gözlük camına, kameradan bilgisayara, duvar boyasından koltuğa kadar her şey artık plastikten yapılma.
“Bu işin çözümü bireysel önlemler değil”
› Alternatifler var sanırım ama onlar da pahalı. Örneğin bir firma patates nişastasından çöp poşeti üretmiş. Fiyatı normal poşete göre üç kat fazla diyebilirim.
S.G: Yaşadığınız yerdeki belediyenin bir kompost tesisi yoksa, o patates nişastasından yapılmış poşetin diğer bir poşetten hiçbir farkı yok. Örneğin, benim kuzenim İspanya’da yaşıyor. Şehrin kompost sistemi var. Daha sonra onları götürüp gübre vs. yapabiliyorlar. Türkiye açısından konuşursak, verdiğiniz örnekle, doğaya saygılı yaşamak artık bir ticari faaliyet haline geldi diyebiliriz. Bugün BİM’den ve A101’den alışveriş yapan, Halk Ekmek kuyruğuna giren bir insana pet şişede su içme, cam şişede su iç diyemezsiniz. Aynı miktar su cam şişe de 5 lira, pet şişede 1 lira. Toplumun büyük kesiminde gelir seviyesi asgari ücret. Benim söylediğim şeylere uyması için öncelikle bu insanların yaşayabilir seviyede maaş alması gerekiyor. O yüzden ben bireysel önlemlere hiç girmiyorum. Hep söylüyorum bu işin çözümü bireysel önlemler değil. O yüzden plastik üretimini azaltmamız, tek kullanımlıkları yasaklamamız lâzım.
› Biraz da günlük hayatımızdan örneklerle, plastik ve mikroplastik arasındaki farkı öğrenebilir miyiz?
S.G: Beş milimetreden daha küçük plastiklere mikroplastik diyoruz. Ya doğrudan o formda üretiliyor ya da büyük plastiklerin çeşitli faktörler yardımıyla parçalanması sonucu oluşuyor. Örneğin, ben geçen gün dolapta kalmış poşete bir baktım bayağı bir mikroplastik hale gelmiş. Zaman içerisinde UV ışınları, sonra rüzgâr, başka canlıların onu parçalaması gibi faktörler, nem, denize giderse tuzluluk gibi faktörlerin etkisiyle bu plastikler daha küçük parçalara bölünüp mikroplastiğe dönüşebiliyor. Bir de doğrudan mikroplastik olarak üretilenler var. Onlar da boncuk şeklinde görünüyor. Bunlar ham pelet formundaki plastikler. İçerlerine çeşitli kimyasallar koyup bizim günlük kullandığımız plastiklere dönüştürüyorlar. Bir de yüz temizleme jelleri içerisinde “peeling” etkisi yapsın diye kullanılan mikro boncuk / mikro yatak denilen plastikler var. Onlar da doğrudan mikroplastik olarak üretiliyor. İşte bu çok duyduğumuz kot taşlama meselesinde kullanılanlar da silikon mikroplastik tanecikler, silikon da bir plastik türü çünkü. Yine benzer şekilde aşındırıcı olarak kullanılan her türlü toz aslında birer plastik. Çoğunlukla doğadaki mikroplastiklerin büyük çoğunluğu bizim ikincil mikroplastik dediğimiz daha büyük plastiklerin parçalanması sonucu oluşan mikroplastik. Yani bir yerde plastik poşet görüyorsanız orada mikroplastik kesinlikle vardır. Biz böyle diyoruz, bir yerde makro plastik varsa mikro vardır, mikro varsa nano vardır.
› İnsanların genelde plastik olacağını düşünmediği veya bilmediği şeyler de var. Neler olabilir onlar?
S.G: Sigara izmaritinin genelde plastik olduğu bilinmez ama plastik. Selüloz asetat denen bir plastik türü. Diş macunu içerisine de plastik katıyorlar. Amacının ne olduğunu ben çözemedim ama aşındırıcılık katıyor muhtemelen. Şampuanlar, bulaşık makinalarındaki tablet deterjanların kaplaması, onlar da eriyebilen plastik. Yani PLA dediğimiz, polilaktik asit denilen bir tür plastik. Onlar da plastik olabiliyor. Halı plastik. Duvar boyası plastik. Araba lastiklerinden çok ciddi mikroplastik saçılıyor etrafa. Peçete, bu aralar çok kullandığımız maskeler. Maskelerden ciddi anlamda mikroplastik soluduğumuzu gösteren bir çalışma da var. Biz de böyle bir çalışma yapmayı planlıyorduk ama bizden erken davrandılar. Aklıma bunlar geliyor. Aslında plastik olmayan şey çok az.
“Çöp ithalatı meselesi sınıfsal bir mevzu”
› Uzun yıllardır da Avrupa’dan Türkiye’ye plastik çöp ithalatı yapılıyor. Bu devam edecek mi sizce?
S.G: Burada söz konusu para. Yani birincisi alıcı için ucuz; ihraç eden ise kurtuluyor plastikten. Plastikleri yakmak ya da geri dönüşüme göndermek zorunda. Geri dönüşüm de çok maliyetli. Yakarak kendi havasını kirletmek de istemiyor. Karbon bütçesini boş yere plastik yakmaya heba etmek istemiyor. Aslında bu insanlar zaten geri dönüşmeyeceğini biliyor bu plastiklerin. Kendi ülkesinde niye yalandan bir sistem kurmaya çaba harcasın ki? Ne yapıyor? Çevre yasası olmayan, meraklı ülkere çöpünü veriyor, ki zaten bu sınıfsal bir mevzu.
“Gelişmiş ülkeler, biz daha temiz bir ortamda yaşamayı hakkediyoruz, o yüzden az gelişmiş ülkelere çöp göndermek mantıklı diye düşünüyorlar. İlk olarak termik santral atıkları ve nükleer atıklar gönderiliyor”
› Niye sınıfsal bir mevzu?
S.G: İlk olarak 1980’lerde ortaya çıkıyor bu atık ticareti mevzusu. Kabaca, gelişmiş ülkelerin ekonomistleri, yöneticileri yani biz çok geliştik, biz çok gelişmişiz, bizim çevremiz kirlenmeyi hak etmiyor az gelişmişlerin çevresine gönderelim, diyor. Çünkü onların çevre/dünya gibi bir derdi yok. Derdi olan biziz. Biz daha temiz bir ortamda yaşamayı hak ediyoruz, o yüzden az gelişmiş ülkelere çöp göndermek mantıklı, olabilir diye düşünüyorlar. Böyle başlıyor. İlk olarak termik santral atıkları gönderiliyor, nükleer atıklar gönderiliyor. Hatta bugün Basel Konvansiyonu denilen konvansiyonun çıkış nedeni de bu. Bir tane gemi Amerika’dan aldığı bir termik santral atığını boşaltamadığı için Pasifik Okyanusu’nun ortasında batırılıyor. Ondan sonra zararlı/tehlikeli maddelerin, uluslararası dolaşımı ile ilgili anlaşmalar ortaya çıkıyor. İşte o tehlikeli atık ticaretinin geldiği nokta plastik atık ticareti. Gönderen ülke kurtulmak için gönderiyor alanlarda ucuz diye alıyor, bir de para kazanıyor.
› Bizim buna herhalde ihtiyacımız yok değil mi?
S.G: Kesinlikle yok. İhtiyacımız var diyen yalan söylüyor. Açık, aleni yalan söylüyor. Çünkü ihtiyacımız var kısmının altında yatan neden “Bizim çöpümüz temiz değil.” İyi de gelen çöp de temiz değil ki. Gelen çöpün de yarısı kirli çöp. Yakın zamanda ithalat yapan bir firmadan bir arkadaşım dedi ki, bize gelen ithal atıkların, ithal çöplerin yüzde 50’sini geri veriyoruz, geri gönderip yaktırıyoruz dedi. Serbest mi, dedim. Hayır, kılıfına uydurup yaktırıyoruz, dedi.
“Türkiye’de çöp ithalatı meselesi tüccarların kontrolünde”
› Bir denetleme yok o zaman?
S.G: Yok. Denetleme o kadar zayıf ki. Yani ‘var’ da eh işte ‘var’ yani. Her şeyi ‘denetliyorlar’. Gıda sahteciliği konusundaki denetleme ne? Bakanlık her yıl bir liste yayınlıyor. Ee sonuç? Adam ismini değiştirip tekrar satıyor. Yaptırım yok çünkü. Denetlemeden kastı o. Türkiye’de şu anda çöp ithalatı meselesinde mevcut atmosfer tamamıyla şirketlerin ve yani bu tüccarların kontrolünde yürüyor. O yüzden onların denetlenip cezalandırılacağı bir ortamın şu anda oluşmasının imkânı yok. Bu yüzden biz çöp ithal etmeye devam edeceğiz. Bunların para kazanma hırsından kaynaklı.
“Bizim kendi çöpümüz emin olun bizimle beraber 3-5 ülkeye daha yetecek plastik atık üretmeye aday”
› Bir yandan da atık sorunu çözmek amacıyla Türkiye Çevre Ajansı kuruldu. Bu konuda da rant iddiaları var.
S.G: Evet. Örneğin, yakında depozito sistemi gelecek sözde. Ama çalışmayacak, amaç plastik çöp azalsın değil. Rant kaynağı olarak bakılıyor bu sisteme. Orada milyar dolarlık bir pazar varmış. O yüzden kurdular Çevre Ajansı’nı. Bizim kendi çöpümüz emin olun bizimle beraber 3-5 ülkeye daha yetecek plastik atık üretmeye aday.
› Yani, ne kadarlık bir üretim?
S.G: 2019’da Türkiye bir yılda 11,4 milyon ton çöp ithal etti, bunun 582 bin tonu ise plastik. Türkiye’nin yıllık plastik çöp üretimi ise en son 37 milyon tondu. Dünyadan senin ithal ettiğin çöp bir buçuk milyon ton. Ürettiğin çöpün de ancak sen 20-30 bin tonunu toplayabiliyorsun. Azaltmayı yapamıyorsun, toplamayı da beceremiyorsun. Ama bu noktada çöp ithal edelim, ham maddeyi karşılayalım demek aldatmacadır. Yurtdışına para ödeyen firmalar kendi çevrelerindeki plastik çöp toplama alt yapısına para harcasalar dışarıdan getirdikleri çöpün aynı miktarını toplayabilirler. Tabii dertleri o değil. Bu taraf aslında biraz karanlık.
› Bu firmalıların yurtdışı faaliyetleri ile ilgili açık veriler yok mu, ulaşamıyor muyuz?
S.G: Avrupa Birliği açıklarsa öğrenebiliyoruz. Bizde veri yok, bakanlık hiç açıklamıyor. Üstüne, “Türkiye, Avrupa’nın çöplüğü oldu” haberlerini yapan da Avrupa. Bazen biz burada kendi kendimize eğleniyoruz gibi geliyor, sadece bu ithalatın yasaklanmasını talep edebiliyoruz.
“Çöp ithalatını yasaklamak gibi bir niyet yok”
› Hiç mi kazanım olmadı?
S.G: Elde ettiğimiz tek şey kota oldu. İlk başta isteyen istediğini getirebiliyordu, hatta yasadışı faaliyetler oluyordu. Sonra yüzde 80 kotası getirdiler. Yani kapasiteniz 100 tonsa, 80 ton yurtdışından getirebilirsiniz, 20’sini içeriden alabilirsiniz. Bu kota daha sonra yüzde 50’ye indi. Daha sonra karışık plastik çöp ithalatına da yasakladılar. Ama plastik çöp ithalatını yasaklamak gibi bir niyet yok.
“Plastik tüketimine neyi alternatif koyarsanız koyun yaratacağı etki plastikten daha fazla olabilir”
› Ne yapmalıyızdan çok, insanların veya yönetimlerin çözüm olarak düşündüğü ancak çözüm olmayan uygulamalar neler?
S.G: Geri dönüşüm. Çünkü geri dönüşüm bir çözüm alternatifi değildir, büyük fotoğrafın içinde küçük bir ayrıntıdır. Çünkü plastik en fazla üç defa geri dönüştürülebilir. Bir pet şişe aldınız, geri dönüşüme gitti o pet şişe bir daha pet şişe olmuyor. Muhtemelen iplik olacak, halı yapılacak ve o bir daha geri dönüşüme uğramayacak.
Sıfır atık var. Plastik üretildiği müddetçe de sıfır atık da söz konusu değil. Türkiye’de sıfır atık düşüncesi, üretilen çöpün ayrı paketlere, kutulara veya konteynırlara atılması. O atıklar tekrar geri dönüşüm tesisine gidince döngüye katılmış oluyor. Döngüsel ekonomi dedikleri illüzyon da bundan ibaret.
Plastiğe alternatif malzemeler. Bu denli plastik tüketimine neyi alternatif koyarsanız koyun yaratacağı etki plastikten daha fazla olabilir. Niye? Kenevirden pet şişe üretmişler çabuk parçalanıyormuş. Yılda trilyonlarca adet plastik tüketiliyor. Bunun için ne kadarlık bir alana kenevir ekmeniz lâzım? Bunun su, alan, gübre vs. maliyeti. Bunları hesaba kattığımız zaman petrol üretmekten bir farkı kalmıyor bu işin. Bu örnekler çoğaltılabilir. Alternatifler bir çözüm değil. Aslında bunlar sorunun ortadan kaldırılmamasına hizmet eden PR çalışmaları.
“Plastik üretimin azaltılması, tek kullanımlık plastiklerin yasaklanmasını merkeze almayan hiçbir çözüm önerisinin başarılı olma şansı yoktur”
› Çözüm ne o zaman?
S.G: Plastik üretimin azaltılması, tek kullanımlık plastiklerin yasaklanmasını merkeze almayan hiçbir çözüm önerisinin başarılı olma şansı yoktur. Amerikalı bir geri dönüşüm endüstrisinin temsilcisi “İnsanlara plastiğin geri dönüştürülebilir olduğunu ve onu doğru kutulara attıklarında plastiğin geri dönüştüğü fikrini aşılarsak onu çevresel maliyeti konusunda kaygılarını da azaltırız bu konuda da çok fazla dert etmezler,” demişti. Yani plastik geri dönüşümü bir mitten ibaret.
Bugün artık dünya plastik kirliliği konusunda geri dönülmez bir aşamaya kadar geldi. Plastiği keşfettik bir hata yaptık. Mümkün olduğunca artık bundan uzaklaşmamız lâzım. Eğer bundan uzaklaşmazsak anne plasentasından doğmamış çocuğa kadar bu plastikleri bulabiliyoruz artık. Bu plastikler buzdağının görülen yüzü. Bir de nano plastik tehlikesi var. Bunun insan sağlığına etkisini bilmiyoruz, tespit edilmesi çok zor. Daha fazla gelecek nesillerden temiz doğa, temiz yaşam ve temiz çevre hakkını gasp etmemek adına bu işi ciddiye almak zorundayız. Bu herkesin sorumluluğu sadece bireysel önlemlerden ziyade karar alıcıların da önlem alması için baskı oluşturmaktan başka çaremiz yok.
Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu cinayetine ilişkin derleme dosyamızın ikinci bölümünde kızları Emine Büyüknohutçu ve konunun fikri takibini yapan gazeteci, yazar ve Ekoloji Birliği üyesi Özer Akdemir ile konuştuk.
Çiftin en büyük kızı Emine, kardeşleriyle birlikte dört yıldır bir hukuk mücadelesi veriyor. Bu süreçte tanımadığı kişiler tarafından tehdit edilmiş. Ancak Emine Büyüknohutçu, anne ve babasının cinayetinin arkasındaki gerçeği ortaya çıkaracağını söylüyor ve ekliyor: “Ondan sonra yeni ağaçlar dikeceğiz.”
Anne ve babanızın nasıl tanıştıklarıyla başlayalım isterseniz.
Emine Büyüknohutçu: Aynı lisede okuyorlarmış. Babam Almanya’ya giderek orada makina mühendisliği okumaya karar vermiş. Almanya’ya gitmiş ancak annem burada kalmış. Birbirlerine aşıklar ama sevgili değiller. Babam yedi sene boyunca Almanya’da kalmış ve annem de o sürede burada babamı beklemiş. Babam da Almanya’da maddi yetersizlikten dolayı okulu bitirememiş ve Türkiye’ye dönmüş. Döner dönmez de annemle evlenmişler. Böyle bir hikâyeleri var. Başka insanlara bir anne-babanın aktivist olması garip gelebilir. Ama bana normal geliyor çünkü hep böylelerdi. Bizim bütün hayatımız böyle geçti. Babamın Coca Cola’ya içeriğini açıklaması istemiyle dava açtığını hatırlıyoruz mesela.
“Her geçen gün taş ocaklarının verdiği yeni bir zararı öğrendiler. Derken, tabii seneler içinde, içlerine sindiremedikleri birçok noktayla daha karşı karşıya kaldılar ve susmadılar”
Annem babama hep destek oluyordu. Babamın eksik kaldığı yerleri tamamlayan oydu. Börek açmayı, tatlı yapmayı bilmezdi ama dünya klasiklerinden herhangi bir kitabı çok kısa bir sürede özetleyebilirdi. Babamla birbirlerini hem besledikleri hem de tamamladıkları birçok nokta vardı. Evlilikten ziyade yoldaşlardı, yol arkadaşlarıydı, çok iyi dostlardı. Bize de çok iyi anne-baba olmanın yanı sıra çok iyi birer öğretmen oldular. “Bizi bu yaşta yalnız bıraktınız” gibi bir isyanım olabilirdi ama ikisiyle de gurur duyuyorum. Büyük bir anlam bırakarak gittiler. Zaten ecelleriyle yaşamını yitirmeyeceklerini içten içe biliyordum.
Anne ve babanızın çevre mücadelesinden bahsedebilir misiniz?
EB: Aslında bu mücadele onların “biz böyle bir mücadeleye girmek istiyoruz” diyerek yaptıkları bir şey değildi. Emeklilik hayatlarında güzel, huzurlu, bahçelerini ekip biçebilecekleri, temiz hava alabilecekleri, doğayla iç içe olabilecekleri bir yerde yaşamaya karar verdiler ve Finike Alacadağ, Kızılcık mevkiindeki evimize taşındılar yedi-sekiz yıl önce.
Tabii zaman içinde orada daha yerleşik bir düzene geçtiler. Kışları da orada kalmaya başladılar. Hayatları orası olmaya başladı. Hayvanlarla ilgilenmeye başladılar, bahçeyi ekip biçmeye başladılar, bal üretmeye başladılar. Fakat zaman içinde oradaki taş ocaklarının çıkardığı tozlar, köyde sağlık sorunlarının artması, portakal ve narların verimsiz hâle gelmeye başlaması dikkatlerini çekti. Araştırmaya başladıkça her geçen gün daha fazla işin içine girdiler. Her geçen gün taş ocaklarının verdiği yeni bir zararı öğrendiler ve içlerine sindiremediler. Derken, tabii seneler içinde, içlerine sindiremedikleri birçok noktayla daha karşı karşıya kaldılar ve susmadılar. Aslında mücadele böyle başladı. Emeklilik hayatı yaşamak isterken kendilerini taş ocaklarına karşı bir mücadelenin içinde buldular.
Dava dosyasında babanızın taş ocaklarına karşı yürüttüğü yargı mücadelesi de görülüyor. Babanızın şikâyetlerinin hepsine takipsizlik kararı verilmiş ancak taş ocaklarının sahipleri babanızdan şikâyetçi olunca hemen dava açılmış.
EB: Mücadeleleri senelerce devam etti, babamızın açtığı birçok dava geri döndü fakat en son Bartu Mermer’e karşı açtıkları davayı kazandılar ve taş ocağı hakkında kapatma kararı çıktı. Bunun üzerine taş ocağı şirketi babamıza tazminat davası açtı fakat onu da kaybetti.
“İntihar ettiği söylendi. Bir insan intihar edecekse neden başka bir cezaevine naklini ister?”
Bu olay yaşandıktan sonra bir hukuk mücadelesi başlatmışsınız. Yargılama sürecinde neler yaşandı?
EB: Biz tamamen bir hukuk mücadelesi veriyoruz. Dört senedir araştırmalarımız sonucunda eriştiğimiz bilgilerin pek çoğu hukuk sisteminde bir delil niteliği taşımıyor maalesef. Kızları olarak bu olay yaşanana kadar hiçbir yargı süreci geçirmediğimiz için bilinçsiz bir dönem yaşadık. Ancak yanımızda gönüllü olarak bu davaya destek vermek isteyen 11 tane avukat vardı.
Adı geçen taş ocağının sahibi yargılamayı yapan mahkemenin huzurunda ifade vermedi. Uzaktan verdiği ifadede de anne ve babamı tanımadığını söyledi, ancak babam onlara tazminat davası açmıştı. Yani verdiği ifade gerçeği yansıtmıyordu.

Aysin Büyüknohutçu.
Sanık Ali Yamuç defalarca itiraf mektupları yazdı, isimler verdi, konuyu detaylı anlattı. Bizim çok sonradan haberdar olduğumuz bir dilekçesi varmış örneğin. Alanya Cezaevi’nde kalırken Fethiye Cezaevi’ne naklini talep ettiği kendi el yazısıyla yazılmış bir dilekçeydi. Bunu yazdıktan birkaç saat sonra ölü bulundu. İntihar ettiği söylendi. Bir insan intihar edecekse neden başka bir cezaevine naklini ister? Bunu yaşamak isteyen, umudu olan, hayattan beklentileri olan bir insan yapar. Bu bizim aklımızı karıştıran sorulardan bir tanesiydi. Ali Yamuç’un annesi de çocuğunun otopsi tutanağını aylarca alamadı. Biz avukatlarımız aracılığıyla güçlükle edindik raporu ve annesine verdik.
Davanın tanıklarından biri cinayetten kısa bir süre önce Ali Yamuç’un bir kişiyle birlikte motosikletle bir cipin yanına geldiğini, Ali Yamuç’un cipe bindiğini, motosikletteki kişinin yola devam ettiğini söylüyor. Elmalı Başsavcısı ile tanığın anlattıklarıyla ilgili görüştüğümde bana tanığın akli dengesinin yerinde olmadığını söyledi. Akli dengesiyle ilgili tıbbi rapor olup olmadığını sordum. Olmadığını söyleyerek “Ben söylüyorum, akli dengesi yerinde değil” yanıtını verdi. Kilit noktalardan biri de bu tanıktır. Dosyada birçok açık var. O açıkları cımbızla çekip savcıya söylediğimizde maalesef geçiştirildik, ciddiye alınmadık.
Anne ve babanızın yokluğunda o bölgedeki çevre mücadelesi ne durumda?
EB: İyi yönde hiçbir şey değişmedi. Aksine, birçok taş ocağının daha açılacağını duyduk. Kızılcık mevkiindeki evimizin 500 metre yanına bir sene önce yeni bir taş ocağı açtı bu şirketler. O taşlar şiddetli patlamalarla kırılıyor. Bu da erozyona sebep oluyor. Oradaki ağaçları da yok ettikleri için erozyonu hızlandırıyor. Bu yüzden evimiz yavaş yavaş aşağı doğru kayıyor. Bölgede yaşayanlar aynı sorunla karşı karşıya olmalarına rağmen seslerini çıkarmıyorlar.

Emine Büyüknohutçu.
Anne ve babamdan sonra bu mücadelenin takibini yapan kimse olmadı. Onların aynı zamanda kurucusu olduğu Toroslar ve Akdeniz Kıyıları Çevre Koruma Derneği (TORAÇDER) bir süre “Biz bu davanın peşindeyiz, arkasındayız” dediler. Neyi ne kadar yaptılar bilmiyoruz. Çünkü duyduğumuz herhangi bir başarı yok. Annem ve babamdan önce oradaki köylülerin bir çevre mücadelesi olmadığı için onlardan sonra da böyle bir mücadele vermediler.
Bu cinayet orada yaşayanların üstünde bir korku oluşturdu mu?
EB: Yaratmıştır elbette. Biz ne zaman o çevreden biriyle konuşmaya çalışsak “Uğraşmayın, uzak durun, biz hiçbir şey bilmiyoruz” deniyor. Orada çok fazla hane yok. Birlikte geçiyor günleri. Örneğin bir evde ekmek bitse birbirlerinden almak zorundalar. Bu yüzden yaşanan olayla ilgili hiçbir şeyin duyulmaması bana garip geliyor. İnsanlar konuşmaktan korkuyor ve çekiniyor. Korkmalarının sebebi bu cinayet. Çekincelerinin sebebi ise orada yaşayan bölge halkının geçim kaynaklarından bir tanesinin taş ocakları olması.
Cinayeti açığa kavuşturabileceğinize inanıyor musunuz?
EB: Kesinlikle inanıyorum. İster beş sene geçsin, ister 10 sene. Biz bunu açığa kavuşturacağız. Bunu biliyorum, biraz zaman alacak sadece. Davayı çözdükten sonra da işin ortalığı yeşertme kısmı kalacak. Önce bu cinayet davası çözülsün, ondan sonra yeni ağaçlar dikeceğiz.
‘Planlı siyasi cinayet’
Sorularımızı yanıtlayan Özer Akdemir ise çevrecilere yönelik şiddetin Türkiye’nin ilk altın madenine karşı 90’lı yıllarda yürütülen Bergama direnişinden itibaren ele alınması gerektiğini söylüyor ve Büyüknohutçu cinayetinin planlı ve siyasi bir olay olduğunu vurguluyor.
Büyüknohutçu cinayeti çevre mücadelesi yürüten kişileri nasıl etkiledi? Çevreyi korumak artık onlar için tehlikeli bir iş mi?
Özer Akdemir: Büyüknohutçu cinayetleri çevreyi koruma mücadelesinin aslında bir yaşam mücadelesi olduğunun en çarpıcı ve acı örneklerinden birisi. Geçmişte “bir avuç küçük burjuva çiçek-böcek sevicisi” diye küçümsenen çevre koruma mücadelesi özellikle Bergama köylülerinin siyanürlü altın madeni karşıtı direnişleri sonrası kabuk değiştirmiş ve tabanında geniş köylü kitlelerinin bulunduğu bir yaşam alanı koruma mücadelesi hâline gelmişti. Hâl böyle olunca doğayı metalaştırmaya soyunan sermaye gruplarının ve onların arkasındaki siyasi erkin önündeki en büyük engellerden birisi bu çevre-ekoloji mücadeleleri olmaya başladı. Bu süreçte Bergama köylü hareketi “Arkasında dış güçler var, Alman vakıfları var” gibi psikolojik algı oyununun da etkisiyle sönümlendirildi.
“Cinayet işlettirecek kadar gözleri dönen bu mermer şirketinin patronları arkalarında bir siyasi destek olmadan apaçık delillere rağmen hukuken cezasız bırakılmazdı”
Sonrasında altın madeni ABD’li Normandy’den “yerli ve milli” olduğu ileri sürülen Koza şirketine satıldı ve ilk yaptığı icraatlardan birisi maden karşıtlarına yönelik şiddet uygulamak oldu. Bugün Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen Koza şirketinin Fethullah Gülen cemaatinin en önemli finans kaynaklarından birisi olduğu ortaya çıktı sonradan. Sahibi hâlâ FETÖ operasyonları kapsamında kırmızı bültenle aranıyor. Şirketin 5 Haziran 2005 tarihinde, Dünya Çevre Günü’nü kutlamak için Çamköy’e gitmek isteyen çevreci gruplara yönelik taşlı, yumurtalı, sopalı saldırısı yaşam savunucularına yönelik ilk ciddi fiziksel saldırı olarak değerlendirilebilir. Aynı şirket bir yıl sonra da Dikili’deki çevre ve altın madeni panelini bastı. Ekoloji mücadelesine yönelik şiddet olgusunu bu nedenlerle Bergama’dan doğru okumakta fayda var.

Ali Ulvi Büyüknohutçu.
Çevreyi korumak, yaşam alanını, suyunu, havasını, toprağını, geçim kaynağını korumakla ama öte yandan da yurdun bağımsızlığını, emeğin değerini, demokratik hukuk devleti olmanın gereğini, kadınların toplumsal mücadelede daha fazla ses yükseltmesini ve ezilmişliklerine yönelik dezavantajların kaldırılması gibi çok yönlü politik bir hat üzerinden yürüyor. Bu ekolojik politik hat, hem sistemin teşhirini hem de buna karşı verilecek mücadelenin haklılığı ve meşruluğunu da apaçık gösterdiği için günümüzde sermaye iktidarlarının hedef tahtasının ortasında konumlandırılıyor. Bu nedenle yaşamı savunmak bugün dünden zor evet, ancak bir o kadar da zorunlu. İklim krizinin küresel etkileri, doğaya verilen telafisi imkânsız zararların bir bumerang etkisi gibi bu duruma yol açan insan türünün yaşamına yönelik olumsuz geri dönüşleri, çevre-ekoloji mücadelesinin bir olmak-olmamak mücadelesi hâline geldiğini gösteriyor. Ya doğaya uyumlu bir yaşam kuracağız, ya da doğa gözümüzün yaşına bakmadan gereğini yapacak!
Cinayetin cezasız kalması çevreyi tahrip eden şirketleri bu konuda daha da pervasız hâle getirdi mi?
ÖA: Büyüknohutçu cinayetlerine giden sürecin başlangıcını Bergama mücadelesinden ele almak gerektiğini düşünüyorum. Cinayetlerin gerek planlı olduğuna yönelik deliller, gerek sermaye gruplarının kiralık bir katil tutarak kendilerine karşı mücadele yürüten kişileri ortadan kaldırmaya azmettirecek derecede gözlerinin dönmesi, tüm bunların üzerine katil zanlısının son derece şüpheli bir intihar tezgâhı ile ortadan kaldırılıp, suç ortağı olduğu iddia edilen eşinin birkaç ay içerisinde serbest bırakılması elbette suçun cezasızlığı açısından ekoloji örgütlerini ve yaşam savunucularını hâliyle olumsuz yönde etkiledi. Tersinden baktığınızda ise cinayet işlettirecek kadar gözleri dönen bu mermer şirketinin patronları arkalarında bir siyasi destek olmadan apaçık delillere rağmen hukuken cezasız bırakılmazdı. O nedenle Büyüknohutçu çifti cinayetleri planlı siyasi cinayetlerdir diye düşünüyorum.