2 Eylül 2021
Biyolojik çeşitliliği
koruma politikaları kalıcı mı?
Özlem Ateş
Türkiye zengin bir biyolojik çeşitliliğe sahip. Ancak iklim krizi ve insan faaliyetlerinin etkileri bütüncül politikalar gerektiriyor. Doğayı koruma politikalarını belirleyen yaklaşım tatmin edici mi? Cevap hayır
Biyolojik çeşitlilik, tüm biçimleri ve tüm etkileşimleri ile dünya üzerindeki yaşamın çeşitliliğini temsil ediyor. Ancak, tüm dünyada son 50 yıl içinde biyolojik çeşitlilik ve yaşam alanları kaybı daha önce hiç ulaşmadığı seviyelerde. Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın yayınladığı son rapora göre 1900’lü yılların başından beri dünyadaki ormanların yüzde 50’sinden fazlası yok oldu ve son 50 yılda karasal hayvanların yüzde 38’inin, deniz canlılarının ise yüzde 36’sının nesilleri tükendi.
Biyolojik çeşitliliği tehdit eden birçok faktör var. Bunun en başında fosil yakıtların kullanımı ve arazi tahribatı nedeniyle dünyanın giderek ısınması geliyor. Bu yaz Türkiye’nin dört bir yanında, yaşanan kuraklık ve özellikle de Güney Ege, Batı Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu’da çıkan orman yangınları bu krizin göstergesi. Bu olağanüstü iklim koşullarından yüz binlerce bitki ve canlı zarar görüyor. Son günlerde ise Dersim’in dört ayrı noktasında başlayan orman yangınları farklı alanlara yayılarak devam ediyor. Türkiye’nin biyolojik çeşitlilik açısından en zengin yeri olarak gösterilen Munzur Vadisi Milli Parkı da yangınların tehdidi altındaki noktalardan sadece biri. Yaban keçilerinden, Anadolu parsına kadar nesli azalan bir yaban hayatı habitatı barındıran Munzur Vadisi, endemik tek dişli sarımsağın da aralarında bulunduğu iki bine yakın bitki çeşitliliğine sahip.
Peki, artan iklim felaketleri, kuraklık ve insan kaynaklı müdahaleler karşısında Türkiye’deki biyolojik çeşitliliği koruma politikaları kalıcı mı? Yazar ve doğa savunucusu Haluk Aytekin, TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, Orman Yüksek Mühendisi Doç. Dr. Yücel Çağlar ve Orman Yüksek Mühendisi Selim Üzgün ile yangınların doğadaki tüm canlılara etkisini, Türkiye’nin biyolojik çeşitlilik kapasitesini, uygulanan yönetmelikleri ve politikaları değerlendirdi.
“Munzur Vadisi ve Cudi Dağı ekolojik ve biyoçeşitlilik açısından ülkemizin en değerli bölgeleri. En son Cudi Dağı’nda leopar bile tespit edildi”
Yazar ve doğa savunucusu Haluk Aytekin öncelikle Dersim’de devam eden orman yangınlarıyla ilgili endişesini dile getirerek yetkililerin ve medyanın çifte standart izlemesini eleştiriyor. “Yangınlar konusunda devlet ve medyanın iki yüzlü bir tavır sergilediğini düşünüyorum. Batıda ormanlar yanarken medyada ‘ciğerlerimiz yanıyor’ gibi başlıklar atılıyor. Doğuda Munzur, Cudi Dağı gibi yörelerde devlet aracılığıyla bilinçli olarak ormanların yakılmasına ise sessiz kalınıyor,” diyen Haluk Aytekin ülkenin doğusunda çıkan yangınlarda da aynı hassasiyetin gösterilmesine dair temennisini ifade ediyor: “Munzur Vadisi ve Cudi Dağı ekolojik ve biyoçeşitlilik açısından ülkemizin en değerli bölgeleri. En son Cudi Dağı’nda fotokapanla leopar bile tespit edildi.”
Aytekin tüm olumsuzluklara rağmen hayvanların orman yangınlarına karşı uyum sağlama kabiliyetini vurguluyor. “Yangınların birçok canlının yuvası olan ormanları tahrip etmesi biyolojik çeşitliliğe büyük zarar veriyor. Fakat şunu da görmek gerekir ki yaban hayvanlarının bu tür durumlara uyum kabiliyeti de oldukça yüksek. 2020’deki büyük Avustralya yangınında birçok canlı vombat tünellerine saklanarak yangından kendilerini koruyabilmişti. Ülkemizde yangınlardan en fazla yavaş hareket eden kaplumbağa ve bazı sürüngen türleri zarar görüyorlar. Kaçamayan yavru kuş ve hayvanlar da yangından etkileniyorlar. Bunların dışında sağlıklı hayvanların büyük kısmı yangından etkilenmeyen bölgelere kaçıp kendilerini koruyabiliyor,” diyor Aytekin. Doğa, çoğumuzun düşündüğünden çok daha dirençli. Bitkiler ve hayvanlar da doğayla uyum içinde. Aytekin’e göre bu uyumu bozansa insan: “Yangın böceklerin saklandığı bitkileri tahrip ettiğinden hepsi gözle görülür hâle geliyor, bu da bir çok kuş türü için ziyafet anlamına geliyor. Kısacası doğanın müthiş bir kendini yenileme gücü var. Yeter ki insan faaliyetleri bunu engellemesin.”
Aytekin ayrıca, 300’e yakın hidroelektrik santralin (HES) bulunduğu ve yakın zamanda sel felaketi yaşayan Karadeniz bölgesi için ciddi önlemlerin alınması gerektiğini vurguluyor. “Akdeniz tipi bitki örtüsü yangınlara alışkındır. Asıl tehlike insan yerleşimlerinin ormanlık alanlarla iç içe olduğu, sık bitki örtüsüne sahip Karadeniz bölgesinde. İklim kuraklaşması bu bölgeyi de etkilemekte, nemli orman tabanı kurumakta. Ayrıca HES, dere ıslahı gibi uygulamalar da orman tabanının kurumasında etkili oluyor,” diyor Aytekin. Bu bölgelerde çıkacak herhangi büyük bir yangının çok büyük zararlara ve canlı kayıplarına yol açabileceğini belirtiyor: “Gerekli tedbirler şimdiden alınmalıdır. Artık iklim değişiminin etkilerini dikkate almak zorundayız ve planlarımızı ona göre uzun vadeli olarak yapmalıyız.”
BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin Türkiye’ye getirdiği yükümlülükler çerçevesinde Tarım ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Eylem Planı geçerliliğini koruyor. Ayrıca, Türkiye’nin bir biyolojik çeşitlilik haritası da mevcut. Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından 2013’te başlatılan Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Envanter ve İzleme Projesi kapsamında, yaklaşık 852 bin 644 koordinatlı noktada 13 bin 409 bitki ve hayvan türünün tespiti yapıldı. Bu harita, 2020’nin sonunda yayınlandı.
“Türkiye’de belirlenen 265 adet, yani 169 bin 628 kilometre kare karasal Önemli Doğa Alanı bulunurken bunların yalnızca yaklaşık yüzde 5’i korunuyor”
Bugüne kadar uygulanan politikalar biyolojik çeşitlilik haritası ışığında saptanan türlerin korunması için yeterli mi? TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, öncelikle Türkiye’nin BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi çerçevesindeki konumuna ve görevine değiniyor: “Dünyada toplam korunan alan miktarı yüzde 15. BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nde Aichi 2020 hedefleri kapsamında, karasal ekosistemlerde korunan alanların yüzde 17’ye ulaştırılması hedeflendi. IUCN (Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği) ise korunan alanların 2030 yılında yüzde 30’a çıkarılmasını öneriyor.” Ataç’ın paylaştığı bilgilere göre Türkiye ise bu hedeflerin çok uzağında. “Bugün Türkiye’de korunan alan miktarı toplam alanın yüzde 10’u kadar ve 2023 yılında yüzde 17’ye ulaşılması hedeflendi. Türkiye’de karasal ve denizsel koruma alanların oranı sırasıyla yüzde 8,7 ve yüzde 4. Ülkede koruma altına alınması gereken yüksek biyolojik çeşitlilikte belirlenen 265 adet, yani 169 bin 628 km2 (10.696,280 hektar) karasal Önemli Doğa Alanı bulunurken bunların yalnızca yaklaşık yüzde 5’i koruma altında. Bu veriler Türkiye’nin, BM Aichi 2020 hedeflerinin çok altında olduğunu gösteriyor.” Ataç’a göre Türkiye çok zengin bir biyolojik çeşitliliğe sahip olduğundan dolayı bu hedefleri bir an önce yükseltmeli.
“Küresel ısınma nedeniyle toprağa bağlı olan ve göç etme yetenekleri sınırlı bitki türlerinde kayıpların yanında genetik çeşitliliklerinde de azalmalar olacaktır”
Ataç, Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı onaylamamış altı ülkeden biri olmasının da biyolojik çeşitliliği korumada büyük engel oluşturduğunu vurguluyor. Zira Paris Anlaşması’nın ortaya koyduğu hedefler biyolojik çeşitliliği korumayı şart hâle getiriyor. “Türkiye’nin sözleşmeye taraf olması ve sera gazı azaltım taahhütlerini anlaşmada atıf yapılan sanayi öncesi döneme göre küresel sıcaklıkların 1,5°C’lik artışla sınırlandırılması hedefine uygun bir şekilde belirlemesi bekleniyor. Bu hedefi gerçekleştirmek için önemli karbon yutak alanları olan ormanlar ve sulak alanlar başta olmak üzere, doğal alanların ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına yönelik politikalar güçlendirilmesi gerekiyor,” diyor Ataç. Anlaşmanın önemi yalnızca siyasi boyutuyla da sınırlı değil: “Paris İklim Anlaşması’na taraf olunmaması halinde siyasetin, ticaretin ve ekonominin geleceğini çizen ülkeler grubunun dışında kalınacak ve iklim değişikliği konusunda finansman desteğinden yararlanılması da güçleşecek.”
Ataç ayrıca son yüzyılda atmosferdeki sera gazları artışı ile yaşanan küresel ısınmanın oluşturduğu baskının son derecek kritik olduğunu savunuyor. “Türlerin alışık oldukları, uyum gösterdikleri koşullar ve yaşam alanları değişime uğruyor ya da yok oluyorlar. Bu da küresel ısınmanın biyolojik çeşitliliği azalttığının göstergesi. Örneğin kutup ayılarının sayıları buzulların erimesi nedeniyle her geçen gün azalmaktadır. Küresel ısınma nedeniyle kutup altı soğuk bölge ormanlarının, çayırlıkların, ekvatoral bölgedeki savanların ve tropik ormanların alanlarında yüzde 5 – yüzde 20 oranında değişiklikler olacağı tahmin ediliyor. Doğal olarak, yaşanacak değişim bu alanlardaki tüm canlıları etkileyecektir,” diyor Ataç ve ekliyor: “Bu durum da özellikle toprağa bağlı olan ve göç etme yetenekleri sınırlı olan bitki türlerinde tür kayıpları yanında genetik çeşitliliklerinde de azalmalar olacaktır.”
“Ekonomik, toplumsal ve kültürel göreli geri kalmışlık sebebiyle biyolojik çeşitliliğin negatif etkilerinin ağırlığı bazı bölgelerde daha yüksek, bu bir tesadüf değil”
Orman Yüksek Mühendisi Doç. Dr. Yücel Çağlar ise biyolojik çeşitliliğin birbirinden bağımsız oluşmuş süreçlerden ya da yalnızca değişik bitki ya da hayvan türlerinin sayısından ibaret olmadığını söylüyor. Çağlar’a göre doğayı koruma politikaları, yasal mevzuatla birlikte ekonomik, toplumsal ve kültürel faktörler de bir bütün. “Belirli bir doğal ortam ya da varlık özelinde koruma önlemleri alınınca doğanın korunabileceği sanılıyor. Böyle sanıldığı için sürekli olarak yeni ‘koruma yapıları’ tanımlanıyor, ölçütler geliştiriliyor. Bunlardan hareketle de kimi ortamlar ile varlıklar çevrelerindeki yaşamdan soyutlanmaya çalışılıyor,” diyor Çağlar. Ona göre “ulusal parklar”, “doğa koruma alanları”, “tehlike ya da tehdit altındaki türler” gibi yaklaşımlar bu yaklaşımın örnekleri. Değişmesi gereken de bu yaklaşım. “Bu ortamların işlevleri çoğunlukla gezintilik, seyirlik, dinlenmelik vs. Böyle yapılarak, daha açık bir söyleyişle, çevresindekilerden soyutlanmasına çalışılan ‘doğal’ sayılan ortamlar ile varlıkların, dahası, süreçlerin bile değişim değerleri arttırılıyor. Biyolojik çeşitliliğin korunmasına yönelik çabalarda ne denli içtenlikli, özverili olunursa olunsun böyle bir düşünsel evrende kalıcı başarılar elde edilebilmesi mümkün değil,” diyor.
İnsan kaynaklı tüm faaliyetlerin doğrudan ya da dolaylı, az ya da çok, kısa ya da uzun dönemde biyolojik çeşitliliği etkileyebildiğine değinen Çağlar, “sorun bu etkinliklerin biyolojik çeşitliliği neden, nasıl ve ne denli etkilediği. Balıkçılık, avcılık, hayvancılık, bitkisel üretim ve ormancılık biyolojik çeşitliliği azaltabilir, tümüyle yok edebilir, dönüştürebilir, biyolojik çeşitliliğin olası getirilerine erişimi kısıtlayabilir ve türsel bileşimi değiştirebilir. Aslında burada amaç çok açık; daha çok ürün, daha yüksek verimlilik, özellikle de daha yüksek kârlılık için yapılıyor bunlar,” diyor Çağlar. Burada belirleyici olan da diğer faktörüler: “Ekonomik, toplumsal ve kültürel göreli geri kalmışlık sebebiyle biyolojik çeşitliliğin negatif etkilerinin ağırlığının bazı bölgelerde daha yüksek olduğunu görüyoruz, bu bir tesadüf değil.”
“Tarım, hayvancılık, ormancılık, su ürünleri ve benzeri alanlarda üretim ve tüketim biçimlerinin sürdürülebilirlik anlayışına göre yeniden biçimlendirilmesi zorunlu”
Orman Yüksek Mühendisi Selim Üzgün ise biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilir kullanımı için öncelikli olarak ülkenin arazi kullanım politikalarında köktenci bir iyileştirme ile ulusal tarım, hayvancılık, istihdam ve sağlık politikalarında ciddi bir değişim gerektiğine işaret ediyor. “Tüm bu sektörleri bütünleşik bir şekilde ele alan sürdürülebilir kalkınma politikalarının uygulanabilmesi aynı zamanda yoksullukla savaşım açısından da hayati bir öneme sahip. Kırsal yoksulluğun giderilmesi, kırdan kente göçe yol açan nedenlerden birisi olarak aynı zamanda sağlıksız kentsel gelişmenin önlenebilmesi bakımından da özel bir önem taşıyor,” diye altını çiziyor Üzgün.
Çözüm yine yeni bir yaklaşıma dayalı, ekonomik ve toplumsal koşulları da içine katan bütünlükçü bir politika tanımında. Üzgün’e göre biyolojik çeşitliliğin korunabilmesi için, bu kavramı yalnızca nesli tehlikedeki veya endemik türlerin korunması ile sınırlı olarak ele almaktan öteye gitmek gerekiyor. “Tarım, hayvancılık, ormancılık, su ürünleri ve benzeri alanlarda üretim ve tüketim biçimlerinin sürdürülebilirlik anlayışına göre yeniden biçimlendirilmesi zorunlu” diyor Üzgün.