P24, iklim ve ekoloji gazeteciliği atölyeleri kapsamında gazetecilerin başvurabileceği pratik bir kılavuz hazırladı. Birleşik Krallık İkili İşbirliği Programı desteğiyle gerçekleştirilen bu çalışmada, iklim ve ekoloji alanında hazır formüllerden bağımsız, nitelikli ve derinlikli haberlerin nasıl üretilebileceğine ışık tutuluyor.
21-22 Aralık’ta Antalya’da ve 22-23 Şubat’ta Kuşadası’nda düzenlenen atölyelerdeki sunumları temel alan kılavuz üç bölümden oluşuyor:
> Birinci bölüm: İklim kavramları. İklim haberlerinde sıklıkla bilimsel kavramlara başvuruluyor. Bunların doğru ve bilinçli kullanımı iyi gazeteciliğin önemli bir kriteri. Elif Ünal, en önemli kavramları, mefhumları ve kilit kelimeleri özetliyor.
> İkinci bölüm: Haber yazma metodolojisi. Bu bölümde Özgün Özçer, iklim ve ekoloji haberlerinde gazetecilerin başvurabilecekleri farklı kurguları, haber yazma metodolojisinde dikkat edilmesi gereken unsurları ve fikri takip boyutunu ele alıyor.
> Üçüncü bölüm: Toplumsal cinsiyet ve hayvan hakları odaklı gazetecilik. Çiçek Tahaoğlu, iklim ve ekoloji haberlerinin toplumsal cinsiyet boyutunu açıklıyor ve haber dilinde türcülüğü arındırmanın biçimlerini anlatıyor.
Kılavuzu şu bağlantıyı tıklayarak okuyabilirsiniz.
Çalışma kapsamında ayrıca Gezegen’de 12 özel haber yayınlandı, bu haberlerin her birinin İngilizce çevirileri ise P24’ün internet sitesinin İngilizce sayfalarında yer alıyor.
Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.
P24, iklim ve ekoloji gazeteciliği atölyeleri serisinin ikincisini 22-23 Şubat’ta Kuşadası’nda düzenledi. Birleşik Krallık İkili İşbirliği Programı desteğiyle gerçekleştirilen iki günlük atölyeye farklı şehirlerden 12 gazeteci katıldı. Atölyede yapılan sunumlarla gazetecilere kendi deneyimlerinden yola çıkarak iklim ve ekoloji alanında hazır formüllerden bağımsız, nitelikli, derinlikli haberler üretmenin yolları aktarıldı.
İlki Antalya’da düzenlenen bu atölyelerle gazetecilerin iklim ve ekoloji alanında haber yapmaya teşvik edilmesi, bu alanda kendilerini geliştirmeleri ve uzmanlaşmaları amaçlanıyor. Ayrıca, çoğu zaman yalnızca “viral” olduğu için gündeme gelen iklim ve ekoloji haberlerini ısrarla takip etmenin önemi vurgulanıyor. Nitekim akademisyen Rob Nixon’ın ifadesiyle, ekolojik yıkım “yavaş şiddetin”, bir başka deyişle, zamana yayılan bir “yavaş bir suçun” sonucunda meydana geliyor. Bu nedenle, hızlı ve yüzeysel habercilik yerine, meselelere derinlemesine yaklaşan, sabırlı ve “yavaş” bir gazetecilik anlayışının gerekliliği üzerinde duruluyor.
Atölyede sunum yapan Elif Ünal, iklim ve ekoloji haberlerinin temelini oluşturan iklim krizi kavramlarını detaylandırdı. Ayrıca, bu alandaki bilgilerin ve iddiaların doğrulanmasına yönelik gazetecilerin benimsemesi gereken yaklaşım ve yöntemleri paylaştı. Çiçek Tahaoğlu, bu alanda gazetecilerin toplumsal cinsiyet ve hayvan hakları temalı haberler üretirken dikkat etmeleri gereken temel unsurları açıkladı. Son olarak, Özgün Özçer, haber metinlerinin kurgusunun nasıl çeşitlendirilebileceğine dair stratejiler sunarak, bilgi toplama safhasından metin yazma ve fikri takibe kadar tüm aşamalarda haber üretimini nitelikli kılan yöntemleri irdeledi.

Atölyeye sekiz farklı şehirden 12 gazeteci katıldı.
Sekiz farklı şehirden gelen katılımcılar sunumların ardından düzenlenen ortak bir çalışmada atölye boyunca aktarılan yaklaşımları pratiğe döktüler.
Her iki atölyeye katılan 24 gazeteciden 11’i, toplam 12 haber metni üretecek. Bu haberler, P24’ün iklim ve gazetecilik haber sitesi Gezegen’de yayımlanırken, İngilizce çevirileri P24’ün İngilizce sayfalarında yer alacak. Ayrıca, atölyede yapılan sunumlara dayanan kapsamlı bir kılavuz da yayımlanacak.
Bu atölyenin içeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.
P24, iklim ve ekoloji gazeteciliği atölyelerinin ikincisini 22 Şubat Cumartesi ve 23 Şubat Pazar tarihlerinde Kuşadası’nda düzenliyor. Birleşik Krallık İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen bu atölye serisi gazetecilerin başta iklim ve ekoloji olmak üzere kamu sağlığı, emek, kentsel dönüşüm gibi kamu yararının gözetilmesini gerektiren alanlarda becerilerini geliştirmeyi ve bu konularda uzmanlaşmalarını teşvik etmeyi amaçlıyor.
Atölye serisinin ilki 2024’ün Aralık ayında Antalya’da düzenlenmişti.
Kuşadası’nda yapılacak bu iki günlük atölye Türkiye’nin bütün bölgelerinden aktif çalışan gazetecilerin yanı sıra iletişim, gazetecilik, radyo ve televizyon bölümleri öğrencileri ile sivil toplum kuruluşu çalışanlarının başvurularına açık. (Kontenjanımız dolduğundan yeni başvuru alamamaktayız, ilginiz için teşekkür ederiz.)
Atölyede toplam 12 katılımcı ağırlanacak. Nihai katılımcılar başvuranlar arasından P24 program yürütücüleri ve eğitmenler tarafından belirlenecek. Formdaki sorulara verilecek cevaplardaki özen, iklim ve ekoloji alanlarında çalışmaya gösterilen ilgi ve iyi gazetecilik pratiklerine yönelik duyarlılık yapılacak değerlendirmede belirleyici olacak. Değerlendirmenin ardından P24 program yürütücüsü başvuru formunu dolduranlara telefonla geri dönüş yapacak. Atölyenin ayrıntılı akışı ise daha sonra katılımcılarla paylaşılacak.
Katılımcıların bütün ulaşım, konaklama ve yemek masrafları atölye bütçesinden karşılanacak.
Eğitmenliğini Elif Ünal, Çiçek Tahaoğlu ve Özgün Özçer’in üstleneceği atölyede teorik ve metodolojik bilgilerin yanı sıra haber yazma pratiklerini geliştirmeye odaklı uygulamalar sunulacak.
Atölye ana hattını oluşturacak konu başlıkları arasında şunlar yer alıyor:
> Bilgi (veri ve görüş) toplama: Görüş alınacak kişileri belirleme, görüş alınacak kişiler için soru hazırlama, kaynaklara ulaşma, özel haberlerde bilgi ve belge desteğinde bulunabilecek kaynakları belirleme, ilişkiyi yönetme, elde edilen bilgileri habere dönüştürmenin yolları;
> Farklı haber kurguları (ters piramit tekniği, insan hikâyeleri, rapor özetleri, veriye dayalı haberler, izlenim ve analiz metinleri);
> Haber yazımı: Etkili cümle yazımı ve bütünlüklü paragraf kurgusu, alıntılama ve dolaylı anlatım tekniği, haber içindeki geçişler, başlık, spot, ara başlık ve fotoğraf altı yazımı esasları, editör-muhabir ilişkisi;
> Haber dili: Farklı haber kurgularında kullanılacak dil, gözlem aktarımı ve tasvir, olgu ile kanaat arasındaki fark;
> İklim krizi haberciliği kavramları: Sözcük dağarcığının doğru kullanımı, teknik kavramların gündelik dile aktarımı;
> İklim okuryazarlığı: Haberlerde bilgi doğrulama, yaygın yanlış bilgileri saptama ve çürütme;
> Toplumsal cinsiyet odağı: Haberlerde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamanın yolları, cinsiyetçiliğe düşmeden aktarım;
> Türcülük karşıtı dil ve hayvan odaklı haberciliğin temel öğeleri;
> Araştırmaya dayalı habercilik: Açık kaynakta bulunmayan bilgileri araştırmanın esasları, uzun soluklu gazetecilik için sağlanması gereken koşullar;
> Fikri takip: Gelişmelerin takibi, yeni bir gelişmenin haberleştirilmesi;
> Bilgi edinme başvuruları: Açık kaynakta olmayan bir bilgiye ulaşmak için bilgi edinme başvurularının etkin kullanımı;
> Temel etik ilkelerin pratiğe yansıması, haberciliğin her aşamasında gözetilmesi gereken etik ilkeler;
> Bir etik yaklaşım olarak yeryüzü ve iklim adaleti.
Oturumlarda aktif gazetecilerin deneyimlerini ve bilgilerini mesleğe yeni başlayan katılımcılar ve öğrencilerle paylaşımı da teşvik edilecek. Ayrıca atölyeye katılanlara P24’ün iklim ve ekoloji gazeteciliği sitesi Gezegen’de yayınlanmak üzere telifli haber içeriği hazırlama imkânı tanınacak.
P24, 21-22 Aralık tarihlerinde Antalya’da iklim ve ekoloji gazeteciliği üzerine bir atölye düzenledi. Atölyeye farklı bölgelerden katılan 13 gazeteci iki gün boyunca hem iklim ve ekoloji haberlerini daha bilinçli ve nitelikli bir şekilde işlemenin yollarını tartıştı hem de sahadaki deneyimlerini birbirleriyle paylaştı.
Birleşik Krallık İkili İşbirliği Programı desteğiyle düzenlenen atölyenin ilk gününde Elif Ünal, iklim krizi ile ilgili kavramları tanıttı ve yanlış bilgilerin yayılmasını engellemeye yönelik farkındalığın, başka bir deyişle iklim okuryazarlığının nasıl artırılabileceğine dair bir sunum yaptı. Özgün Özçer ise, P24’ün iklim ve ekoloji haberciliği platformu Gezegen’den örnekler vererek, gazetecilerin haberlerini hazırlarken dikkat etmeleri gereken unsurları ve farklı haber kurgularının iklim ve ekoloji gazeteciliğini nasıl zenginleştirebileceğini anlattı.
Peki gazeteciler, iklim ve ekoloji haberlerinde toplumsal cinsiyet odağını korumak ve türcü yaklaşımlardan kaçınmak için neler yapabilir? Atölyenin ikinci gününde Çiçek Tahaoğlu, eşit temsili ve kapsayıcılığı sağlamanın yollarını ve insan merkezci yaklaşımlara düşmemenin önemini ele aldı. Katılımcılar sunumların ardından ortak bir çalışma yaptı.
Program kapsamında atölyeye katılan bazı gazeteciler web sitemizde yayımlanmak üzere haber de hazırlayacaklar. Ayrıca atölyedeki deneyimleri üzerine eğitmenler bu alandaki iyi uygulamaları içeren, açıklayıcı ve yol gösterici bir kılavuz üretecekler.
Atölyenin ikincisi Şubat ayında düzenlenecek. P24 ikinci atölyenin duyurusunu da önümüzdeki haftalarda yayımlayacak.
Katılımcılar atölye sırasında çalışma gruplarına ayrıldı.
Atölyede Çiçek Tahaoğlu “İklim ve Çevre Haberciliğinde Toplumsal Cinsiyet ve Türcülük” başlıklı bir sunum yaptı.
Bu atölyenin içeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.
P24, gazetecilerin başta iklim ve ekoloji olmak üzere kamu sağlığı, emek, kentsel dönüşüm gibi alanlarda uzmanlaşmasını teşvik etmek amacıyla 21 Aralık Cumartesi ve 22 Aralık Pazar tarihlerinde Antalya’da kapsamlı bir fiziksel atölye düzenliyor.
Toplam 12 katılımcının ağırlanacağı atölyeye aktif çalışan gazetecilerin yanı sıra iletişim, gazetecilik, radyo ve televizyon bölümleri öğrencileri ile sivil toplum kuruluşu çalışanları başvurabilir. Katılımcılar, atölyeye başvuranlar arasından P24 program yürütücüleri ile eğitmenler tarafından belirlenecek. Ulaşım, konaklama ve yemek masrafları ise P24 tarafından karşılanacak. Atölye Türkiye’nin bütün bölgelerinden başvurulara açık.
(Kontenjan dolduğundan yeni başvuru alamamaktayız, ilginiz için teşekkür ederiz.) Formdaki sorulara verilecek cevaplardaki özen, iklim ve ekoloji alanlarında çalışmaya gösterilen ilgi ve iyi gazetecilik pratiklerine yönelik duyarlılık yapılacak değerlendirmede belirleyici olacak. Değerlendirmenin ardından başvuru formunu dolduranlara tarafımızdan geri dönüş yapılacak. Atölyenin akışı ise daha sonra katılımcılarla paylaşılacak.
Eğitmenliğini Elif Ünal, Çiçek Tahaoğlu ve Özgün Özçer’in üstleneceği atölyede teorik ve metodolojik bilgilerin yanı sıra haber yazma pratiklerini geliştirmeye odaklı uygulamalar sunulacak. Atölye ana hattını oluşturacak konu başlıkları arasında şunlar yer alıyor:
> Bilgi (veri ve görüş) toplama: Görüş alınacak kişileri belirleme, görüş alınacak kişiler için soru hazırlama, kaynaklara ulaşma, özel haberlerde bilgi ve belge desteğinde bulunabilecek kaynakları belirleme, ilişkiyi yönetme, elde edilen bilgileri habere dönüştürmenin yolları;
> Farklı haber kurguları (ters piramit tekniği, insan hikâyeleri, rapor özetleri, veriye dayalı haberler, izlenim ve analiz metinleri);
> Haber yazımı: Etkili cümle yazımı ve bütünlüklü paragraf kurgusu, alıntılama ve dolaylı anlatım tekniği, haber içindeki geçişler, başlık, spot, ara başlık ve fotoğraf altı yazımı esasları, editör-muhabir ilişkisi;
> Haber dili: Farklı haber kurgularında kullanılacak dil, gözlem aktarımı ve tasvir, olgu ile kanaat arasındaki fark;
> İklim krizi haberciliği kavramları: Sözcük dağarcığının doğru kullanımı, teknik kavramların gündelik dile aktarımı;
> İklim okuryazarlığı: Haberlerde bilgi doğrulama, yaygın yanlış bilgileri saptama ve çürütme;
> Toplumsal cinsiyet odağı: Haberlerde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamanın yolları, cinsiyetçiliğe düşmeden aktarım;
> Türcülük karşıtı dil ve hayvan odaklı haberciliğin temel öğeleri;
> Araştırmaya dayalı habercilik: Açık kaynakta bulunmayan bilgileri araştırmanın esasları, uzun soluklu gazetecilik için sağlanması gereken koşullar;
> Fikri takip: Gelişmelerin takibi, yeni bir gelişmenin haberleştirilmesi;
> Bilgi edinme başvuruları: Açık kaynakta olmayan bir bilgiye ulaşmak için bilgi edinme başvurularının etkin kullanımı;
> Temel etik ilkelerin pratiğe yansıması, haberciliğin her aşamasında gözetilmesi gereken etik ilkeler;
> Bir etik yaklaşım olarak yeryüzü ve iklim adaleti.
Oturumlarda aktif gazetecilerin deneyimlerini ve bilgilerini mesleğe yeni başlayan katılımcılar ve öğrencilerle paylaşımı da teşvik edilecek.
Atölye, P24 bünyesinde 17 Nisan 2021’de yayına giren iklim ve ekoloji haberciliği yayını Gezegen’in kapasite inşa çalışmaları kapsamında düzenlenecek. Yerkürenin sorunlarını merkezine alan bir yayın çizgisini benimseyen Gezegen yalnızca telifli içeriklere yer veriyor. Araştırmacı haberciliğin yanı sıra, yaşam alanlarını koruyan ya da çevre talanı nedeniyle hayatları etkilenen yurttaşların hikâyelerini aktarmak, beri taraftan teknik ve teknolojik inovasyonlara yer vererek çözüm gazeteciliğinin gelişmesini sağlamak Gezegen’in amaçları arasında. Bu çerçevede, atölyeye katılan beş kişiye Gezegen’de yayınlanmak üzere beş telifli haber içeriği hazırlama imkânı tanınacak.
Şili’nin kuzeyinde bulunan dünyanın en kurak ve sıcak çölü olan Atmaca’daki kullanılmayan hızlı moda giysilerden oluşan devasa bir çöplük artık uzaydan açıkça görülebiliyor.
Dünyanın her yerinden yüksek çözünürlüklü uydu görüntüleri sunan bir grup bilim insanının geliştirdiği SkyFi uygulaması 10 Mayıs’ta Atmaca Çölü’ndeki atık giysi dağını görüntüledi.
Agence France-Presse’ye (AFP) göre, Bangladeş veya Çin’de üretilen ve ABD, Avrupa ve Asya’daki perakende mağazalara gönderilen, hâlâ büyüyen atılmış veya giyilmemiş giysiler satılmadığında Şili’ye getiriliyor. Bu kıyafetlerin en az 39 bin tonu, Atacama Çölü’ndeki çöplüklerde birikiyor.
SkyFi geliştiricileri, kendi bloglarında uzay görüntülerine yansıyan tekstil çöpünün boyutuna ilişkin, “Çok yüksek çözünürlük olarak sınıflandırılan 50 cm çözünürlüklü uydu görüntüleri kullanılarak çekilmiş olup, fotoğrafın alt kısmındaki yığının şehre göre ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Yığının boyutu ve neden olduğu kirlilik uzaydan görülebiliyor, bu da moda endüstrisinde bir değişime ihtiyaç olduğunu açıkça ortaya koyuyor” diyor.
Kullanılmayan bu giysiler Şili’nin Iquique limanının yanında, şehrin bazı yoksul mahallelerinden yaklaşık bir mil uzakta duruyor. AFP’ye göre bu çöplükte bazen, göçmen ve yerel kadınlar giyebilecekleri veya satabilecekleri eşyalar arama yapıyor.
Dünyanın birçok yerinde üretildikten sonra atılmış veya giyilmemiş giysiler satılmadığında Şili’ye getiriliyor. Bu kıyafetlerin en az 39 bin tonu, Atacama Çölü’ndeki çöplüklerde birikiyor

SkyFi tarafından halka içinde gösterilmiş nokta Atmaca Çölü’ndeki “Kullanılmış dev giysi yığını”nın uzaydan görüntüsü.
Tekstil ürünlerinin yaklaşık yüzde 85’i her yıl çöpe gidiyor
Birleşmiş Milletler’in (BM) 2018 verilerine göre, tüketicilerin moda trendlerine göre uygun fiyatlı erişim sağlamayı hedefleyen hızlı moda endüstrisi küresel karbon emisyonlarının şaşırtıcı bir şekilde yüzde 2 ila 8’ini oluşturuyor.
Business Insider tarafından yapılan bir analize göre ise tüm tekstil ürünlerinin yaklaşık yüzde 85’i her yıl çöpe gidiyor ve moda üretimi çok miktarda su tüketiyor ve nehirleri kirletiyor. Analiz ayrıca, çamaşır yıkamanın bile her yıl okyanusa 500.000 ton mikro elyaf saldığını, bunun da 50 milyar plastik şişeye eşdeğer olduğunu vurguluyor.
Bir İngiliz düşünce kuruluşu olan Ellen McArthur Vakfı da, her saniye bir çöp kamyonunu dolduracak kadar giysinin yakıldığını ve çöp sahasına gönderildiğini söylüyor.
Ancak hızlı moda yine de yükselişte. Pazar araştırma şirketi The Business Research Company’ye göre, hızlı modanın pazar büyüklüğünün 2022’de 106,4 milyar dolardan 2023’te 122,9 milyar dolara çıkması bekleniyor.
Hızlı moda ve çevresel etkileri
Hızlı moda endüstrisinin doğaya etkisi, earth.org’da yayınlanan bir makalede üç ana başlıkta özetleniyor:
Su: Hızlı modanın çevresel etkisi, yenilenemeyen kaynakların tükenmesi, sera gazı emisyonu ve büyük miktarlarda su ve enerji kullanımını içeriyor. Endüstri, bir pamuklu gömlek üretmek için yaklaşık 700 galon ve bir kot pantolon üretmek için 2 bin galon su tüketiyor. Boyama sürecinden arta kalan kirli su ise genellikle hendeklere, derelere veya nehirlere dökülüyor.
Mikro plastik: Markalar, biyolojik olarak parçalanması yüzlerce yıl alan polyester, naylon ve akrilik gibi sentetik elyaflar kullanıyor. Uluslararası Doğayı Koruma Birliği’nin (IUCN) 2017 tarihli bir raporu, okyanustaki tüm mikro plastiklerin yüzde 35’inin polyester gibi sentetik tekstillerin yıkanmasından kaynaklandığını söylüyor. 2015 ‘te yayınlanan The True Cost adlı belgesele göre, dünya her yıl yaklaşık 80 milyar yeni giysi tüketiyor, bu da yirmi yıl önceki tüketimden yüzde 400 daha fazla.
Enerji: Plastik elyafların tekstil ürünlerine dönüştürülmesi, büyük miktarlarda petrol gerektiren ve uçucu partikül madde ve hidrojen klorür gibi asitleri serbest bırakan yoğun bir enerji süreci. Hızlı moda ürünlerinin büyük bir kısmında bulunan pamuğun üretimi de çevre dostu değil. Pamuğun büyümesi için gerekli görülen pestisitler, çiftçiler için sağlık riskleri oluşturuyor. Hızlı modanın neden olduğu bu israfa karşı koymak için giyimde kullanılabilecek daha sürdürülebilir kumaşlar arasında yabani ipek, organik pamuk, keten ve kenevir kullanılabilir.
Dünyanın en soğuk yerlerinden sırasıyla Antartika ve Sibirya’dan sonra gelen kuzey kutbunun en büyük buzul örtüsüyle kaplı, Danimarka Krallığı’na bağlı özerk bir ada olan Grönland ısınıyor. Nature isimli bilim dergisinin son sayısında yayımlanan makaleye göre, Grönland adasında, 20. yüzyıl ortalamasından 2,7 derece daha fazla sıcaklık yaşandı. Bu adada bin yıldan fazla bir süredir en yüksek sıcaklık yaşandığı anlamına geliyor. Makaleyi hazırlayan bilim insanları, küresel ısınmaya dair bu kadar net bir verinin daha önceki araştırmalarında ortaya çıkmadığını vurguladı.
Makalede yer alan Almanya’da Alfred Wegener Enstitüsü’nde görev yapan buz bilimci Maria Hörhold yeni araştırmanın 15 yılda önemli bir sıcaklık artışını açıkça ortaya koyduğunu bildirdi: “1990’lar ve 2011 arasında yükselen sıcaklıkları görmeye devam ediyoruz. Artık küresel ısınmanın açık bir imzasına sahibiz.”
Hörhold ayrıca, “1995’ten sonra sıcaklıktaki sıçrama, 19. yüzyılın ortalarından önceki sanayi öncesi zamanlardan o kadar büyük ki, bunun insan kaynaklı iklim değişikliği dışında herhangi bir şey olma ihtimali neredeyse sıfır” sözleriyle endişesini dile getirdi.
“Bunun insan kaynaklı iklim değişikliği dışında herhangi bir şey olma ihtimali neredeyse sıfır”

Grönland. | Fotoğraf: Bernd Hildebrandt via Pixabay.
Araştırma ekibinden Danimarka Meteoroloji Enstitüsü’ne bağlı bir başka buz bilimci Jason Box ise yeni bulgularla ilgili endişesini dile getiriyor: “Kuzey Grönland’ın ısınması konusunda çok endişelenmeliyiz. Çünkü o bölgede geniş gelgit buzulları ve bir buz akıntısı şeklinde bir düzine uyuyan dev var.”
Makalede yer alan Danimarkalı bilim insanı Martin Stendel ise “Bu önemli bir bulgu ve buz çekirdeğinde ısınma tespit edilmemiş olmasının nedeni çekirdek örneklerinin güçlü ısınma başlamadan önce alınmış olmasından kaynaklandığı şüphesini doğrulamakta” diye konuştu.
“Çok endişelenmeliyiz. Çünkü o bölgede geniş gelgit buzulları ve bir buz akıntısı şeklinde bir düzine uyuyan dev var”

Grönland. | Fotoğraf: Aline Dassel via Pixabay.
2021 yazındaki veriler ise, insan kaynaklı iklim değişikliği nedeniyle adadaki buzulların hızla erimeye başladığını ortaya koyuyordu. Adadaki buz tabakasını izleyen Polar Portal, geçen yıl Temmuz ayında bir haftada yaklaşık 40 milyar ton buzun eridiğini açıklamıştı.
Bilim insanları her yıl Haziran’dan Ağustos’a kadar geçen süreyi “erime mevsimi” olarak adlandırılıyor.
Ancak yine de bu veriler Grönland’ın şu anda küresel ortalamadan dört kat daha hızlı ısınan Kuzey Kutbu’nun geri kalanı kadar hızlı ısınmadığını göstermişti.
Söz konusu son makale ise, adanın diğer bölgelerdeki artışı artık yakaladığını açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Sağlık ve Çevre Birliği’nin (Health and Environment Alliance, HEAL) ‘Kronik Kömürü İyileştirmek: 2030 Kömürden Çıkışın Türkiye İçin Sağlık Faydaları’ başlıklı araştırmasına göre, kömürle çalışan elektrik santralleri 2030 yılına kadar kapatılırsa 102 bin 601 erken ölüm, 30 bin 975 erken doğum ve 67 bin 108 yetişkin bronşiti engellenebilir. Ayrıca, 3.1 trilyon TL’lik sağlık maliyeti de ortadan kalkabilir.
HEAL araştırmasında, kömürlü termik santrallerinin izin sürelerinin sona ereceği 2050 yılı yerine 2030’a kadar kapatılmasıyla önlenebilecek ölümleri, hastalıkları ve sağlık maliyeti tasarruflarını inceliyor.
Raporda, 1990-2020 yılları arasında Türkiye’de kömüre dayalı elektrik üretiminin yüzde 459, elektrik sektörü kaynaklı sera gazı emisyonlarının ise yüzde 323 oranında arttığı belirtililirken, bunun sağlık üzerinde çok ciddi olumsuz etki yarattığı ifade ediliyor.
Böylece, Türkiye’deki kömür santrallerinin önümüzdeki yedi yıl içinde kapatılmasıyla 102 bin 601 erken ölümün, 30 bin 975 erken doğumun, 67 bin 108 yetişkin bronşitinin engellenebileceği vurgulanıyor.
Aynı zamanda 114 bin 683 hastaneye başvurusunun, 27 milyon 606 iş günü kaybının ve 231 milyon 333 bin hastanede geçirilen günün önlenebileceği belirtiliyor. Önümüzdeki yedi yıl içinde kömür santralleri kapatılırsa, astım hastası çocukların 3 milyon 772 bin gün astım ve bronşit semptomu göstermesinin de önüne geçiliyor. Diğer yandan 419 bin 835 çocuk bronşitten korunabiliyor.
Ayrıca 2030’a kadar kömür santrallerin kapatılması halinde, bu sorunların getireceği 3.1 trilyon TL (194 milyar euro) sağlık maliyeti ise ortadan kaldırılabiliyor.
Kömürden çıkış gecikirse ölüm oranı yedi kat artacak
Rapora göre, kömür santrallerinin 2030’a kadar kapatılmayıp sürecin 2050 yılına sarkması durumda ise Türkiye ağır sağlık sorunları ve sağlık maliyeti ile karşı karşıya kalacak. 2030 yılına kıyasla 2050’de erken ölüm oranı yedi kat, sağlık maliyeti, hastaneye yatış ve iş gücü kaybı altı kat artacak.
Türkiye’de erken ölümlerin, her yıl trafik kazalarında hayatını kaybedenlerden 20 kat fazla olduğunu belirten HEAL Türkiye Sağlık ve Enerji Politikaları Kıdemli Danışmanı Funda Gacal araştırmaya dair, “Sağlık sistemi üzerindeki maliyetini
de göz ardı etmemek gerekiyor. 2020 yılında Türkiye’nin sağlık harcaması 250 milyar TL (15,5 milyar euro) oldu. Önümüzdeki yedi yılda kömürden çıkılırsa bu rakamın 12,5 katı kadar sağlık harcaması önlenebilir” diye konuştu.
Kömürlü termik santraller devre dışı bırakılırsa ne olacak?
Raporda Çanakkale, Adana, Hatay, Kütahya, Maraş, Muğla ve Zonguldak’ta hâlâ faaliyette olan kömür santrallerinin üzerinde çalışma yapılarak birçok sonuca varıldı. Buna göre, Çanakkale’deki beş kömürlü termik santralin 2030 yılına kadar kapatılması halinde, her 100 erken ölümden 90’ı önlenebilir. Sağlık maliyetleri ise yüzde 87 oranında, yaklaşık 29 milyar eurodan 4 milyar euroya düşecek. Adana ve Hatay’daki Atlas, Hunutlu, Sugözü ve Tufanbeyli’deki kömür santralleri devre dışı bırakılırsa, her 100 erken ölümden 86’sı önlenebilir. Sağlık maliyetleri ise yüzde 82 oranında, 34 milyar eurodan 6 milyar euroya inecek.
Kütahya’daki üç kömürlü termik santralin 2030 yılına kadar kapatılmasıyla, her 100 erken ölümden 88’nin önüne geçebilir. Sağlık maliyetleri ise yüzde 82 oranında, yaklaşık 24 milyar eurodan 4 milyar euroya gerileyecek. Maraş’taki Afşin Elbistan A ve B kömürlü termik santrali üretimi durdurduğunda her 100 erken ölümden 83’ü önlenebilir. 9 milyar euro olan sağlık maliyeti yüzde 80 oranında düşerek 2 milyon euroya gerileyecek. Muğla’daki üç kömürlü termik santralinin çalışmasına son verilmesi, her 100 erken ölümden 88’ini engelleyebilir. Sağlık maliyetleri ise yüzde 84 oranında düşerek, 36 milyar eurodan 6 milyar euroya
inecek. Son olarak Zonguldak’taki dört kömürlü termik santralinin faaliyetinin sona erdirilmesiyle ise her 100 erken ölümden 88’i önlenebilir. Sağlık maliyetleri de yüzde 85 düşerek, 37 milyar eurodan 5 milyar euroya gerileyecek.
Kömürden çıkış tarihi belirlenmeli
HEAL araştırmasında karar vericilere, mevcut kömürlü termik santralleri için en geç 2030 yılı olmak üzere, kapatılma tarihlerinin belirlenmesi ve yeni kömürlü termik santral inşa edilmemesi yönünde çağrıda bulundu. Ayrıca, enerji seçimi yapılırken, sağlık ve çevre etkisinin kısa ve uzun olarak ekonomik maliyet analizleriyle birlikte değerlendirilmesi gerektiği vurgulanarak, elektrik sektörü kaynaklı emisyonlarının da şeffaf olarak raporlanması ve bilimsel değerlendirmelere olanak sağlanması gerektiğine dikkat çekildi.
Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Melike Yavuz ise, kirli havanın insan sağlığını doğrudan olumsuz etkilediğini vurgulayarak, tedbir alınmaması durumunda gelecekte çok daha ağır sağlık sorunların ve buna bağlı artacak sağlık giderleriyle karşı karşıya kalınabileceğini belirtti.
ABD Enerji Bakanlığı ve Ulusal Nükleer Güvenlik İdaresi 13 Aralık günü, Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı’nda büyük bir bilimsel gelişme gerçekleştirdiğini duyurdu.
Duyuruda ilk kez bir nükleer füzyonda reaksiyonu ateşlemek için kullanılan enerjiden daha fazla enerji ürettiklerini açıkladılar.
ABD Enerji Bakanı Jennifer Granholm, Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı’ndan bilim insanlarıyla birlikte Washington’da yaptığı konuşmada, araştırmacıların ilk kez bir füzyon reaksiyonunda, reaksiyonu ateşlemek için kullanılandan daha fazla enerji ürettiğini ve bunun “net enerji kazancı” olduğunu ifade etti.
60 yılı aşkın süredir bunun üzerinde çalıştıklarını belirten Granholm, “Bu 21. yüzyılın en etkileyici bilimsel başarılarından biri” diyerek, füzyon buluşunun tarih kitaplarına geçeceğini kaydetti.
Bu gelişmenin ne anlama geldiğini astrofizikçi ve popüler bilim yazarı Doç. Dr. Selçuk Topal 10 soruda Gezegen için yanıtlıyor.

Doç. Dr. Selçuk Topal. | Fotoğraf: Topal’ın arşivi.
➀ Füzyon enerji nedir?
S.T: Füzyon hidrojen gibi hafif elementlerin birleşerek helyum gibi daha ağır elementler oluşturmasına denir. Bunun için çok yüksek sıcaklık ve basınç gerekir. O nedenle bu olayın doğal olarak gerçekleştiği yer yıldızların çekirdekleridir.

ABD Enerji Bakanı Jennifer Granholm. | Fotoğraf: Dean Calma via IAEA
➁ ABD’nin açıklaması neden önemli?
S.T: Füzyon olayını başlatmak için sisteme verilen enerji ile füzyon sonrası ortaya çıkan enerji arasında bir fark vardı. Ortaya çıkan enerjinin daha büyük olduğu anlaşıldı. 1960’lı yıllardan beri bunun başarılabileceği konuşuluyordu ve başarıldı. İşte bu nedenle bu çalışma önemli. Füzyon enerjisi temiz bir enerji şekli. Ancak önemli bir diğer nokta ise şu. Sisteme verilen enerjiyi ve çıkan enerjiyi dikkate alırsan böyle bir pozitif fark söz konusu. Eğer deneyde kullanılan 192 lazerin istenilen düzeyde enerji üretmesi için sisteme verilen toplam enerjiyi dikkate alırsak aslında sisteme giren enerji sistemden çıkan enerjiden çok daha büyük. Bu çalışmayı harika bir ilk adım olarak değerlendirmek gerek.

Ulusal Ateşleme Tesisi’nin 192 lazer ışınıyla 5 Aralık 2022’de füzyon ateşlemesi oluşturmak için küçük bir yakıt peletine 2 milyon joule’den fazla ultraviyole enerji sağladığı hedef odası. | Fotoğraf: Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı
➂ Füzyon (projeleri) dünyada nerelerde var?
S.T: Kore, İngiltere, Çin ve uluslararası başka bir proje olmak üzere Dünya üzerinde birçok buna benzer çalışma var. Bu projelerin yaptığı temel şey 100 milyon derecenin üzerinde bir sıcaklığa ulaştırılmış gazı, yani bir başka ifadeyle plazmayı, dengede tutabilmek. 100 milyon derece Güneş’in merkezindeki sıcaklıktan çok daha yüksek bir sıcaklıktır. Ancak unutmamak gerekir ki bu deneyler şimdilik çok minik bir miktar gaz kullanılarak gerçekleştirilmektedir.

Ulusal Ateşleme Tesisi’nde 5 Aralık 2022’de tutuşturmak için kullanılan kriyojenik hedef türünü barındıran hohlraum. | Fotoğraf: Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı
➃ Füzyon neden sonsuz temiz enerji kaynağı olarak tanımlanıyor?
S.T: Aslında sonsuz enerji diye bir şey yok. Ancak hidrojen bulunması kolay bir element. Evrendeki en bol element. Şu anki sorun ise şu: Hidrojenin bazı özel izotopları şu an ancak çok kısıtlı miktarlarda üretilmektedir. Yani bu konuda yapacak daha çok iş var.

Fotoğraf: Frédéric Paulussen via Unsplash.
➄ Füzyonun nükleer enerjiden farkı nedir?
S.T: Füzyon da bir nükleer enerji şekli. Nükleer kelimesi atom çekirdeğinde, o boyutlarda gerçekleşen olaylara atıf yapar. Ancak füzyon diğer bir reaksiyon çeşidi olan fisyon gibi değildir. Fisyon uranyum gibi ağır ve radyoaktif elementlerin parçalanması olayına denir. Günümüz nükleer santrallerinde yapılan şey budur. Ancak fisyon sonucunda hem radyoaktif atık bırakmış olursunuz hem de doğaya zarar verecek sera gazları ortaya çıkar. O nedenle füzyon çok daha temiz bir enerji kaynağıdır.
➅ Neden yapay güneş enerjisi olarak tanımlanıyor?
S.T: Çünkü füzyon olayı yıldızların merkezinde gerçekleşen bir olay. Kabaca söylersek, güneşimizin merkezinde her saniye 700 milyon ton hidrojen 695 milyon ton helyuma dönüşüyor. Bu esnada ortaya çıkan kütle farkı enerji olarak salınıyor. Güneş’i parlatan şey ve dolayısıyla Dünya’daki canlılığın kaynağı işte budur. O nedenle buna yapay güneş enerjisi diyoruz.

Fotoğraf: Callum Shaw via Unsplash.
➆ Fosil yakıtlara ihtiyaç azalacak mı?
S.T: Evet. Zaten fosil yakıtların yakın bir zamanda tükeneceği söyleniyor. Diğer enerji üretim seçenekleri içerisinde füzyon da bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor.

Füzyon reaksiyonu. | Fotoğraf: Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı.
➇ Füzyonla enerji üretimi ne kadar yakın?
S.T: Bu enerji üretim şeklinin ticari hale gelmesi onlarca yıl sürebilir. Bugünden kestirmek çok zor. Ancak bilim ve teknoloji baş döndürücü bir hızda ilerlediği için bu yüzyıl bitmeden hayata geçebilir dersek bu hayalperestlik olmaz.

Görsel: Flickr
➈ Füzyon enerjinin Dünya için oluşturabileceği negatif sonuçlar var mı?
S.T: Enerji her şey demek. O nedenle ülkeler arasındaki ekonomik uçurumlar artabilir. Bu işe yatırım yapmayan veya daha başka enerji üretim şekillerine yatırım yapmayan ülkeler ekonomik baskıyı en çok hisseden ülkeler olacaktır diye düşünüyorum. Diğer yandan daha ölümcül silahlar yapma olasılığı da çok yüksek. Gelecekte savaşların ve ekonomilerin çok farklı araçlar ile şekillendiği zamanlara şahit olacağız.

Fotoğraf: Unsplash.
⑩ Bu gelişme hayatımıza ne katacak?
S.T: Beni en çok ilgilendiren konu füzyon enerjisinin temiz bir enerji şekli olması. Dolayısıyla insan nedeniyle doğaya verilen zarar azalabilir. Bu da tüm insanlığın yararına olacak bir gelişmedir. Evren çok büyük bir yer ve henüz Dünya 2.0’ı bulamadık. O nedenle bu gezegene elimizden geldiğince iyi bakmamız gerek. Eğer füzyon enerjisi bunu bir nebze olsun sağlayacaksa bu hepimiz için iyi olur.
Marmara Denizi’nin müsilajla kaplanmasının ardından sadece bir yıl geçti. Ancak denizin yüzeyinde müsilaj tabakası görülmediği için, Marmara’daki kirlilik bu sene hiç gündeme gelmedi. Oysa suyun yüzeyinde müsilaj görülmemesi, müsilaj sorununun Marmara Denizi’ni hâlâ yoğun bir şekilde etkilemediği anlamına gelmiyor. “Biz müsilajı çok yanlış anladık. Sadece suyun yüzeyini kaplayan köpükler olarak anladık,” diyor Prof. Dr. Mustafa Sarı.
Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteği ile yönetmen Mustafa Ünlü’nün Gezegen için hazırladığı “Marmara’ya Ne Oldu?” adlı bu belgeselde, müsilaj konusunda en çok birikime sahip uzmanlardan biri olan Bandırma On yedi Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mustafa Sarı’nın anlatımıyla Marmara Denizi’nin derinliklerine iniyoruz.
Geçen yıl Mart ayında Çanakkale’de, ardından Marmara Denizi’nin doğu kısımlarında, İstanbul, İzmit, Yalova ve Bursa’da Nisan ve Mayıs aylarında kıyılar kalın, katı ve çevreye kötü bir koku yayan bir maddeyle çepeçevre kaplandı. Deniz salyası ve müsilaj kelimeleri ile kamuoyu böylece aşina oldu. Oysa müsilaj Türkiye sularında ilk kez görülmüyordu, 1990’lı yıllardan bu yana Marmara Denizi’nde belli aralıklarda gözlemleniyordu.
Peki, bu sene müsilaj tabakaları yüzeyde görülmediği için müsilaj sorunu yok mu oldu? Denizin diplerindeki müsilaj tabakaları Marmara’nın ekosistemini ve biyolojik çeşitliliğini nasıl etkiliyor? Müsilajı besleyen, oluşmasına yol açan faktörler neler? Geçen sene Marmara Eylem Planı çerçevesinde açıklanan önlemler yeterli mi? Burada alınan kararlar uygulanıyor, takibi yapılıyor mu? Etkin bir denetleme mekanizması var mı?
Uzun yıllar boyunca Van Gölü ve çevresinde sürdürdüğü çalışmaların ardından, Mustafa Sarı özellikle son altı yıldır Marmara Denizi üzerine araştırmalar yapıyor. Mustafa Ünlü’ye denizdeki kirliliğin nedenlerini anlatırken, sualtından çektiği görüntüleri de bizlerle paylaşıyor.
Balıkçılığın etkisinden artıma sistemlerine, deniz sıcaklığının ısınmasının müsilajla ilişkisinden sudaki besin artışının sebeplerine kadar Sarı Marmara Denizi’ndeki kirliliğin bütün boyutlarını ele alıyor. Geçtiğimiz yıl meydana gelen müsilaj istilasının ardından kamu kurumlarının aldıkları kararları da değerlendiriyor. İvedi bir şekilde oluşturulan 22 maddelik Marmara Denizi Koruma Eylem Planı’nın önemini “Bu sanıyorum son yıllarda Türkiye’de bu çapta katılımcılıkla yapılmış bu kadar farklı insanın imzasını attığı tek bir ortak metin” sözleriyle vurguluyor.
“Denizi sihirbaz zannedip attık her şeyi, nasıl olsa gider dedik. Denizin sihirbaz olmadığını görmüş olduk”
Peki, bu 22 madde aradan geçen bir yılın ardından uygulandı mı? Hayır. Çünkü Sarı, eylem planının sadece ilk üç maddesinin uygulandığını söylüyor. “Kurullar oluşturuldu. Stratejik plan hazırlandı. Marmara Denizi’ni Özel Çevre Koruma Bölgesi ilân edildi.” Sarı’nın anlatımına göre aslında uygulamaya sokulan bu üç madde de eksik kaldı. Örneğin, stratejik planın takibi yapılmadı ve oluşturulan kurullar sadece bir kez geçen yıl Ekim ayında toplandı. Kurul neden mi bir daha toplanmadı? Çünkü müsilaj bu sene yüzeyde görünmeyince gündemden düştü. “Aklı gözünde topluluğuz işte. Müsilaj yüzeyden uzaklaşınca, gözükmeyince kurtulduk zannediyoruz” diyor Sarı.
Sarı belgesel boyunca müsilajın nedenleri ortadan kaldırılmadan denizin temizlenemeyeceğini altını çize çize tekrarlıyor. Ancak geçen yılki görüntünün oluşması için iklim, rüzgâr ve kirlilik yoğunluğu gibi etkenlerin bir araya gelmesi gerekiyor: “Bir, deniz yüzeyi sıcaklıklarının ortalamadan yüksek olması lazım. İki, deniz şartlarının durağan olması lazım, üç, besin elementlerinin fazla olması gerekiyor. Bu üçü aynı anda olmazsa müsilaj geçen yıl gördüğümüz gibi doğal sınırların dışına çıkan bir felaket haline gelmiyor. Yoksa müsilaj Akdeniz Havzası’ndaki denizlerde hep az ya da çok olan bir olay. Doğal olmayan geçen yıl karşılaştığımız manzaralar.” Özellikle son etkenin başlıca sorumlusu ise denizi kirletilmesine göz yuman ulusal ve kentsel politikalar. Sarı bu konuda tek çarenin atıkları azaltmaktan geçtiğini vurguluyor: “Atık yükünü de azaltmadığımız sürece kurtulmayacağız. Önümüzdeki yıllarda öyle ya da böyle tekrar tekrar karşılaşacağız. Sadece zamanını kestiremiyoruz.”
Sarı’ya göre artık somut adımlar atılması için zaman geldi ve geçiyor. Nitekim küresel ısıtmayla birlikte ilk iki etken müsilaja elverişli koşulların daha sık yaşanmasına sebep olacak. “İklim değişikliğini hesaba katmadık” diyor Sarı ve ekliyor: “25 milyon insanın atığının en iyi ihtimalle biz yüzde 50’sini arıtıyoruz. Geri kalan ise hiç arıtılmadan boca ediliyor. Atık yükü diğer yıllara göre daha mı fazla, hayır. Sıcaklıklar çok yükseldi. Denizi sihirbaz zannedip attık her şeyi, nasıl olsa gider dedik. Denizin sihirbaz olmadığını görmüş olduk.”

Prof. Dr. Mustafa Sarı belgesel boyunca Marmara’daki kirliliğin sebeplerini tüm ayrıntılarıyla izleyicilerle paylaşıyor. | Görsel: Belgeselden ekran görüntüsü
Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) bir zamanlar Türkiye’nin en canlı, hür kampüslerinden biriydi. Ancak 2014’te Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kampüsteki ağaçları keserek yol inşa etme girişimine karşı gösterilerin bastırılmasıyla başlayan özgürlüklerin daraldığı süreç, daha sonraki yıllarda mezuniyet törenlerinde gökkuşağı bayrağı açan öğrencilerin yargılanmasıyla devam etti. Son olarak, 17 Haziran’da odağına iklim krizi ve ekolojiyi alan bir etkinlik rektörlük tarafından yasaklandı.
“Öğrenciler ve akademisyenlerin üzerinde büyük bir baskı var,” diyor Endüstriyel Tasarım Bölümü 3. yıl öğrencisi Deniz Çelik. Topluluğun bir diğer üyesi, Makine Mühendisliği Bölümü 4. yıl öğrencisi Nehir Tek de ODTÜ’nün yıllardır atanmış bir rektörün idaresinde olduğunu hatırlatıyor. “Kayyumluk söz konusu olunca bir noktada hocaların da yetkisi, ilgisi bitiyor. Onun dışında akademisyenler grubu tarafından gördüğümüz bir destek yok. Boğaziçi’ndeki gibi bir örgütlenme de söz konusu değil ODTÜ’de. Bizim desteklenmemiz bir yana, o direnişi ben ODTÜ’de gördüğümüzü düşünmüyorum.”
Rektör Mustafa Verşan Kök ve idaresi, topluluğun 17 Haziran’da gerçekleştirmeyi planladığı “İklim Krizi, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsel Sağlık – Queer Ekoloji ve Ekofeminizm” başlıklı konuşmayı iptal etmişti. Deniz ve Nehir, rektörlüğe bağlı Kültür İşleri makamına iptalin sebebini sorduklarında ise “gelecek derneklerin ve konuşmacıların konularıyla alakası olmadığı” şeklinde bir cevap aldıklarını söylüyorlar.
“Etkinliğin içinde ekofeminizm ve kuir ekolojiden bahsetmek, Onur Ayı olduğu için bu ayın içinde bir etkinlik olmasını istiyorduk,” diyor Deniz. “Gelecek konuşmacıların ve derneklerin etkinliğimizle bir alakası olmadığı gibi gayrimeşrû gerekçe gösterilerek yasaklanmaya çalışıldı. Ama en başta da bahsettiğim gibi bu dernekler aslında tamamen tartışacağımız bir düzlem oluşturacağımız bir etkinlik için gelen konuşmacılardı ve biz bunları bilerek ve özenle seçmiştik.”
“Bürokratik süreç başlatmayı düşünüyoruz”
Nehir ve Deniz’le Ankara’da, Milli Kütüphane’nin çaprazında yer alan Adnan Ötüken Parkı’nda buluşuyoruz. İkisi de güler yüzlü ve samimi, kampüste okudukları bölümlerin yanında yürüttükleri faaliyetlere tutkuyla bağlı. Geçmişi 1982 yılına dayanan ODTÜ Çevre Topluluğu’nda bayrağı devralarak kampüste hem iklim krizi hem de ekoloji ile kesişen toplumsal konular üzerine diğer öğrencileri bilinçlendirmek istiyorlar. Ama bunu yaparken üniversitedeki yasaklarla, rektörler üzerinden uygulanan baskılarla karşılaşıyorlar. Baskılara karşı çıkmaları, olası yaptırımlar ve soruşturmalar nedeniyle geleceğinden kaygı duyan akademisyen ve öğrencilerin çalışmalarından uzak durmalarına neden oluyor ve onları yalnızlaştırıyor.
“Çağırdığımız derneklerin bizce neden uygun olduklarını açıkladığımız ve daha detaylı bir açıklama talep ettiğimiz bir başvuruda bulunmayı düşünüyoruz”
Rektörlüğün yasakladığı etkinliğe davet edilen derneklerden biri LGBTI+ aktivizmi alanında çalışan 17 Mayıs Derneği. Dernek geçtiğimiz sene LGBTI+’lar için bir iklim krizi kılavuzu hazırlamıştı (Gezegen ve Yeşil Gazete ortaklığında 1 Nokta 5 podcast yayınında) bu kılavuza bir bölüm ayırmıştık). Topluluğun etkinlikte yer almasını istediği Sağlıkta Genç Yaklaşımlar Derneği de toplumsal cinsiyet bakış açısıyla cinsel ve üreme sağlığı alanında çalışmalar yapıyor.
“Rektörlük makamı, kayyumluk makamı tarafından bu tarz kelimeler (LGBTI +, kuir, toplumsal cinsiyet) haz edilmeyen ve mimlenen kelimeler. Bu son etkinlik yasaklanması ilk karşılaştığımız yasak olmadığı için açıkçası hiç şaşırmadık. Ama bu, bu yasağı kabulleneceğimiz anlamına gelmiyor,” diyor Nehir. 2019’da düzenlemeye kalkıştıkları ilk kuir ekoloji etkinliğine Kültür İşleri yine itiraz etmiş. “Bize ‘kuir ne, çevre ile ne alakası var’ gibi kesişimselliğe tamamen ters bir fikirle karşı çıktılar. Aynı zamanda kayyum rektörlüğün, kültür işlerinin ne kadar LGBTİ + fobik olduğunu gördük, zaten önceden de biliyorduk,” diyor Deniz. O dönem yasaklamaya rağmen etkinliklerini gerçekleştirmeyi başarmışlar.

Nehir Tek Makine Mühendisliği Bölümü 4. yıl öğrencisi. Deniz Çelik ise Endüstriyel Tasarım Bölümü’nde okuyor. | Fotoğraf: Gezegen
Nehir, rektörlüğün etkinliklerini yasaklamalarına sessiz kalmayacaklarını ve karara itiraz edeceklerini söylüyor. “Bu süreçte yetkili makamların ‘yasakladık, çevre topluluğu da kabul etti’ gibi düşünmelerini istemeyiz. Bu yüzden bürokratik bir süreç başlatmayı düşünüyoruz,” diyor Nehir. Tüm gezegeni etkileyen iklim krizi dünyanın dört bir yanında akademisyenler, aktivistler hatta edebiyatçılar, şairler tarafından toplumsal cinsiyeti de içeren yaklaşımlarla ele alınırken, Türkiye’de öğrencilerin bu konuları üniversitede tartışacak özgürlüğe sahip olmamalarını kabul etmek istemiyorlar. “Bu yasak gerekçesinin neden haksız olduğunu, bu çağırdığımız derneklerin bizce neden uygun olduklarını açıkladığımız ve daha detaylı bir açıklama talep ettiğimiz bir başvuruda bulunmayı düşünüyoruz.”
Açığa alınan akademisyenler gizli tanık beyanıyla yargılanıyor
Nehir ve Deniz’in söyleşimiz boyunca vurgulamaya çalıştığı üzere, ODTÜ Çevre Topluluğu’nun yasaklanması üniversitede gerek akademisyenlerin gerekse öğrencilerin özgürlüklerinin üzerindeki baskının sonuçlarından biri. Deniz, topluluk üyelerinin açığa alınan iki akademisyen, ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde araştırma görevlisi Sibel Bekiroğlu ile Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde araştırma görevlisi Mehmet Mutlu’nun nöbetine destek verdiğini anlatıyor. Hatta nöbete destek verdikleri için iki öğrenciye rektörlük tarafından soruşturma açıldığını, bir öğrencinin de bursunun kesildiğini söylüyor. “Sibel ve Mehmet hocamızla başlayan bu dalganın büyüyeceğini düşünüyorum ben. Akademisyenler bir sürü konudan şikâyetçiler ama bunun için rektörlük alanında nöbete gelmiyorlar. Biz onların desteğini görmedik,” diyor Deniz.
Sibel Bekiroğlu’nun Gezegen’e yaptığı aktarımda Mehmet Mutlu ile birlikte 10 Eylül 2021’de gözaltına alınmalarıyla birlikte haklarında kovuşturma sürecinin başladığını anlatıyor. Beş gün boyunca TEM’de gözaltında tutulduktan sonra savcının tutuklama talebiyle hâkim karşısına çıktıklarında soruşturmanın gizli tanık beyanı ile ilgili olduğunu öğreniyorlar. “İddianameye bakılırsa bizi tanımadığını da söyleyen bu gizli tanık, eylem yapmak amacıyla okula gelmek isteyen öğrencilere referans olduğumuzu iddia ediyordu,” diyor Bekiroğlu. Hâkimlik akademisyenleri serbest bırakıyor ancak Nisan ayında soruşturma tamamlanarak “silahlı terör örgütü üyeliği” suçundan yargılandıkları birer davaya dönüşüyor. “Henüz ilk duruşmaları bile yapılmamış, içeriğinde elle tutulur hiçbir iddianın bulunmadığı bu davaları, ODTÜ’nün atanmış yönetiminin bizleri uzaklaştırmanın birer dayanağına dönüştürmüş olduklarını görmekteyiz.”

Sekiz yıldır ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak görev yapan Sibel Bekiroğlu (sol önden ikinci) ve on yıldır Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak görev yapan Mehmet Mutlu (sol önden üçüncü), görevlerinden açığa alınmalarının ardından ODTÜ Rektörlük binası önünde nöbet tuttu. | Fotoğraf: Sibel Bekiroğlu’nun arşivinden, özel izinle kullanılmıştır.
ODTÜ Rektörü Mustafa Verşan Kök ilk kez 2016’nın Temmuz ayında, o dönemde yapılan rektörlük seçimlerinde 2. Sırada gelmesine rağmen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından atanmıştı. Rektörlük seçimlerinin Kanun Hakkında Kararname ile kaldırılmasının ardından, Verşan Kök 2020’nin Ağustos ayında bu kez Erdoğan tarafından doğrudan ikinci kez üniversite rektörlüğünün başına getirildi. Verşan Kök’ün altı yıllık rektörlük döneminde ODTÜ Onur Yürüyüşü’ne katılan bazı öğrencilere davalar açıldı, mezuniyet töreninde gökkuşağı bayrağı açılması suç sayıldı. Geçtiğimiz sene ise KYK yurdu yapılması planlanan Kavaklık alanında ağaçların kesilmesini protesto eden öğrenciler de yargılandı.
Deniz, Sibel Bekiroğlu ve Mehmet Mutlu’nun açığa alınmalarının arka planında özgürlüklerden yana koydukları tavır olduğunu savunuyor. “Sibel ve Mehmet hoca Onur Yürüyüşü’nde öğrencilere destek verdiler, göz önüne çıkan hocalardı. Öğrencilerle dayanışma halindelerdi,” diyor Deniz. “Hocalar tarafından dışarıdan içeriye insanların sokulduğu söyleniyor ama böyle bir durum yok.” Deniz, Sibel Bekiroğlu’nun Diyarbakır Sur’da yaptığı araştırmaların da rahatsızlık yarattığını düşünüyor. “Sibel hoca ‘kent kırım’ diye yeni oluşan bir kavram üzerine çalışıyor. Bunun için mesela Diyarbakır’da, Sur’da araştırmaları olan hocamız. Özellikle Kürt meselesini gündeme getirdikleri için de ayrıca hedef gösterilen durumları var.”
Bekiroğlu, Gezegen’e yaptığı açıklamada üniversite yönetiminin açığa alınmalarıyla ilgili kendilerine herhangi bir somut gerekçe sunmadığını belirtiyor. “Mehmet ile birlikte geçtiğimiz ay [Haziran 2022] açığa alındığımızı ‘imzasız, tarihsiz, hitapsız’ bir A4 kağıdını elimize tutuşturmaları üzerinden öğrendik. Altına imza atmaya kaçındıkları karardan idari amirimiz konumunda olan Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü’nün ve bölümlerimizin dahi haberi yoktu. Hâlâ bölümlere ulaşmış bir yazı yok,” diyor Bekiroğlu. Israrlı taleplerinin ardından kararın Nisan ayında haklarında açılan davaya istinaden alındığı belirtilen rektör yardımcısı Tülin Gençöz imzalı bir belge sunuluyor. “Fakat burada üniversitenin çalışanı lehine kullanması gereken takdir yetkisinin YÖK ile Emniyet’ten gelen yazılara dayandırılarak es geçildiğini görüyoruz,” diyor Bekiroğlu. “ODTÜ Rektörlüğü açıkça üniversiteyi dışarıdan aldığı talimatlarla ile yönettiğini, yani yönetmediğini söylüyor. Bu durum, akademik özerklik denilen temel prensiplerin bile ihlal edildiği AKP’nin yeni üniversite modelinin örneklerinden biri.”
Bekiroğlu hakkında açılan davanın ilk duruşması Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 18 Temmuz’da saat 15:30’da, Mehmet Mutlu’nun yargılandığı davanın ilk duruşması ise 22 Eylül’de Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi’nde saat 9:15’te görülecek.
“ODTÜ Ormanı ve ODTÜ’nün Dereleri” etkinliği de yasaklanmıştı
Bekiroğlu ve Mutlu rektörlük önünde 20 Haziran’da başlayan nöbetlerini “muhatap alabilecekleri bir özerk yönetim olmadığından” 1 Temmuz’da sonlandırdı. Nöbet yerine eylemlerini barış akademisyenlerinin de konuk olduğu açık derslerle sürdürmeye karar verdiler. Nöbetleri boyunca rektörlükten kimseyle görüşemedikleri gibi, kampüs içinde gördükleri destek de sınırlı kaldı. “İç hizmetler ve güvenlik her zaman oradaydı. Çok kalabalık değildik, hep aynı kitleydik, o yüzden polis gelmiyordu. Bir grup öğrenci gelip gidiyordu,” diyor Deniz. Bu durumu da kampüs içindeki baskıya bağlıyor. “Büyük bir destek yakalayamadık. Soruşturma açılır, okulumdan olurum, finallerim var sorun olur diyen bir kitle var. Öğrenciler korkuyorlar. Korkusunu yenmelerini sağlayacak, onları ve bizi de güçlendirebilecek şey dayanışma ortamı. Ama gelemiyorlar, o yüzden de biz bize kalıyoruz.”
“Bu kampüste yaşıyoruz, Ankara’da yaşıyoruz, Türkiye’de yaşıyoruz. Ve biz bunu dile getirmeye her zaman devam edeceğiz”
Bekiroğlu ise ODTÜ rektörlüğünün geçmişte “ODTÜ Ormanı ve ODTÜ’nün Dereleri” isimli bir etkinliğe bile “ODTÜ’yle ilgili olmadığı” gerekçesiyle izin verilmediğini anlatıyor. “ODTÜ’nün ormanı ve derelerini ODTÜ’yle ilgili bulmayan atanmışlar hem iklim krizinin hem toplumsal cinsiyetin herhangi bir meseleyi kesen temalar olduğunu anlamıyor olabilir. Ama yasağın asıl gerekçesinin bir anlama sorunundan ziyade fobileri olduğu çok açık. Bizler bu yönetim zihniyetinin farklı türde yasaklamaya çalıştığı bilim insanları olarak ODTÜ Çevre Topluluğu’nun yanındayız,” diyor Bekiroğlu.
Üniversite sınavında en yüksek puanları alan öğrencilerin okuduğu bir üniversitede iklim krizinin, ekolojik sorunların, toplumsal cinsiyetin ve LGBTI+ haklarının özgürce konuşulamaması Türkiye’nin sorunlarını katmerleştiren başlıca sebeplerden biri. Bu tablonun yol açtığı gelecek kaygısını ise video kaydı için söz alan Deniz’in içten sesi silkeliyor: “İklim krizi ve onun etkileri bu tarz yasaklamalarına rağmen yine de bizim gündeme her zaman getireceğimiz tartışacağımız konular. Bu konuda her zaman bilinç yaratacağımız bir durum. Bu yadsınamaz bir gerçek. Bu kampüste yaşıyoruz, Ankara’da yaşıyoruz, Türkiye’de yaşıyoruz. Ve biz bunu dile getirmeye her zaman devam edeceğiz.”
Gezegen ekibi olarak ilk atölyemizi 11 ve 18 Haziran’da, İstanbul Edebiyat Evi’nin sıcak ortamında gerçekleştirdik. Başta iklim ve ekoloji olmak üzere kamu sağlığı, emek, kentsel dönüşüm gibi konuları odağımıza alarak, haber üretimine dair veri ve görüş toplamadan yazı kurgusuna, bilgi kontrolünden ve haber yazma tekniğine gazetecilik metodolojisi ilgili deneyim aktarımında bulunduk, platformumuzda yayınlanan içerikler için korumayı umduğumuz standartları anlattık.
Sadece anlatmakla kalmadık. Katılımcıların pratik yapmalarını, pratik yaparken beliren sorular üzerine hep birlikte düşünmelerini sağlamak amacıyla atölyede çeşitli uygulamalara ve oyunlara da zaman ayırdık. İki haftaya yayılan oturumlarda bizimle birlikte olan sekiz katılımcı atölyenin bir devamı olarak Gezegen’de yayınlanacak bir haber hazırlayacak.

Gezegen editörü Zeynep Yüncüler’in sunumundan.
Atölyede sunumları iklim ve ekoloji muhabiri Tansu Pişkin ve Gezegen editörleri Zeynep Yüncüler ile Özgün Özçer gerçekleştirdi. Tansu Pişkin, bilgi ve görüş toplama, iklim haberciliği terminolojisi, bilgi doğrulama ve toplumsal cinsiyet odaklı iklim haberciliği konularını anlattı. Zeynep Yüncüler ise metin yazımı tekniği, başlık, spot ve fotoğraf altı gibi haberlerin yan unsurlarının yazımı, görsel kullanımı esasları, soru sorma teknikleri ve gazeteciliğin temel ilkeleri başlıklarıyla sunumlar yaptı. Özgün Özçer de farklı haber kurguları ve haber diline dair temel metodolojik yaklaşımlardan bahsederken, haberlerde fikri takip unsuruna ve bilgi edinme başvurularının nasıl yapılabileceğine dair bilgiler paylaştı ve yabancı mecralardan iklim haberi örnekleri sundu.

Tansu Pişkin, haber yazarken nasıl bilgi kontrolü yapılabileceğine dair deneyimlerini paylaştı.
Gezegen ekibi olarak birçok atölyenin aksine odağımıza metodolojiyi aldık, sunumları kısa ve öz tutarak katılımcıların birlikte çalıştıkları uygulamalarla pratik yapmalarını hedefledik. Gazetecilerin birer aktarıcı olarak doğru soruları nasıl sorabileceklerini, haber yaptıkları olgu ve olayları titizlikle, sarih ve anlaşılır bir şekilde nasıl aktarmaları gerektiği üzerinde durduk. İklim ve ekoloji doğası gereği belirli ölçüde uzmanlaşma ve konuya hâkimiyet gerektiriyor. Ancak gazeteciler konuyu anlatan öznelere dönüşmekten ziyade, olayları çarpıtmadan doğru terminoloji ve metodolojiyle gerçeğe en yakın şekilde sunan birer aktarıcı ya da anlatıcı rolünü üstlenmeli. Atölyemiz de bu sorumluluk bilinciyle tasarlandı.

Atölyede katılımcılar gruplara ayrılarak pratik yaptılar.
Her iki oturuma aktif olarak katılan Özlem Kahveci, Gökhan Şahin, Hasan Özhan Ünal, Ramazan Eles, Seher Solmaz, Tuğbanur Toprak, Vedat Örüç ve Furkan Kayacık, atölye ödevini de tamamlayarak zamanında Gezegen ekibine sundu. Böylece Gezegen’de yayınlanacak telifli bir haber yapma hakkı kazandılar. Haberlerini merakla bekliyoruz.
Bütün katılımcılara atölyeye gösterdikleri ilgi ve alakadan dolayı çok teşekkür ediyoruz. Atölyeye Ekim ayında tekrarlamamız gündemde. Eğer bir sonraki atölyemize katılmayı arzuluyorsanız, takipte kalın.

Atölyedeki uygulamalı çalışmalardan birinde Şirinler Köyü’ne konuk olduk.
Gezegen platformu, gazetecilerin başta iklim ve ekoloji olmak üzere kamu sağlığı, emek, kentsel dönüşüm gibi alanlarda uzmanlaşmasını teşvik etmek amacıyla ilk fiziksel atölyesini İstanbul’da düzenliyor.
Atölyede teorik ve metodolojik bilgilerin yanı sıra haber yazma pratiğini geliştirmeye odaklı uygulamalı bir eğitim sunulacak. Eğitimin ana hattını oluşturacak konu başlıkları arasında şunlar yer alıyor:
> Bilgi (veri ve görüş) toplama: Görüş alınacak kişileri belirleme, görüş alınacak kişiler için soru hazırlama;
> Farklı haber kurguları (ters piramit tekniği, insan hikâyeleri, rapor özetleri, veriye dayalı haberler);
> Haber yazımı: Etkili cümle yazımı ve bütünlüklü paragraf kurgusu, alıntılama ve dolaylı anlatım tekniği, haber içindeki geçişler, başlık, spot, ara başlık ve fotoğraf altı yazımı esasları;
> Haber dili: Farklı haber kurgularında kullanılacak dil, gözlem aktarımı ve tasvir, olgu ile kanaat arasındaki fark;
> İklim krizi haberciliği kavramları: Sözcük dağarcığının doğru kullanımı, teknik kavramların gündelik dile aktarımı;
> Haberlerde bilgi doğrulama;
> Fikri takip: Gelişmelerin takibi, yeni bir gelişmenin haberleştirilmesi;
> Bilgi edinme başvuruları: Açık kaynakta olmayan bir bilgiye ulaşmak için bilgi edinme başvurularının etkin kullanımı.
Atölye 11 ve 18 Haziran Cumartesi günleri saat 11:00 ile 17:00 arasında gerçekleşecek iki oturumdan oluşacak. Her iki oturuma katılan ve eğitmenlerin vereceği ödevi tamamlayan katılımcılar Gezegen’de yayınlanacak telifli bir haber yapma hakkı kazanacak. Ayrıca katılımcılara atölyeyi tamamladıklarına dair birer sertifika verilecek. Lütfen kaydınızı en geç 5 Haziran Pazar akşamına kadar yaptırınız.
Eğitimler, Punto24 Bağımsız Gazetecilik Derneği’nin İstanbul Beyoğlu’nda bulunan Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’ndeki atölye odasında gerçekleşecek. Katılım ücretsiz olup, gazeteciler, sivil toplum kuruluşları çalışanları, iletişim, gazetecilik, radyo ve televizyon bölümleri öğrencileri ile sınırlıdır. Atölye için üst katılım sınırı ise 10 kişidir. Katılmak için lütfen bağlantıya tıklayarak formu doldurunuz: https://forms.gle/YNcczDuqk8EGemxb8
Katılımcıları, atölyeye kayıt yaptıranlar arasından eğitimciler belirleyecek. Bu nedenle lütfen formdaki soruları yanıtlarken atölyeye katılmanın size neler katmasını beklediğinizi, hangi becerilerinizi geliştirmek istediğinizi, iklim ve ekoloji başlığı altında merak duyduğunuz konuları detaylı bir şekilde anlatınız. Eğitiminiz veya deneyiminizden ziyade, başvuruları doldurmakta gösterilen özen katılımcıları seçmekte belirleyici olacak. Başvuru formunu dolduranlara tarafımızdan geri dönüş yapılacak.
Eğitimler iklim ve ekoloji muhabiri Tansu Pişkin ve Gezegen editörleri Zeynep Yüncüler ile Özgün Özçer tarafından verilecek. Atölyenin akışı ise daha sonra katılımcılarla paylaşılacak.
P24 bünyesinde 17 Nisan 2021’de yayına giren Gezegen, yerkürenin sorunlarını merkezine alıyor. Gezegen, Türkiye’nin yoğun gündeminde kaybolan birçok konuyu sürdürülebilir gündemde tutan, belgeleyen, tartışmalara katma değer kazandıran, çeperleri genişleten ve fikri takibi ihmal etmeyen bir yayın çizgisi benimsiyor. Gazeteciliğin emeğinin değerini geri kazandırma anlayışıyla mecrada yalnızca telifli içeriklere yer veriyor. Araştırmacı haberciliğin yanı sıra, yaşam alanlarını koruyan ya da çevre talanı nedeniyle hayatları etkilenen yurttaşların hikâyelerini aktarmak, beri taraftan teknik ve teknolojik inovasyonlara yer vererek çözüm gazeteciliğinin gelişmesini de sağlamak Gezegen’in amaçları arasında.
Antalya’nın Finike ilçesine bağlı Kızılcık yaylasında yaşayan Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu, evlerinin yakınlarındaki taş ve mermer ocaklarının faaliyetlerini sürdürebilmeleri amacıyla sedir ormanlarının kesilmesine karşı çıkıyordu. Doğayı savundukları, ormanların talan edilmesini önlemeye çalıştıkları için 9 Mayıs 2017 günü evlerinde öldürüldü. Cinayeti işleyen Ali Yamuç bir gün sonra tutuklandı, ancak cinayetten birkaç ay sonra, 20 Eylül 2017’de cezaevinde intihar etti. Cinayeti azmettirenler ise aradan geçen beş yılda hâlâ adalet önüne çıkarılmadı.
Dava şu anda Yargıtay aşamasında. Gezegen’e konuşan Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun kızları Emine Büyüknohutçu, yürütülen hukuki süreçte cinayetin üstünün örtülmeye çalışıldığını söylüyor. Ancak her şeye rağmen pes etmeyeceklerini de sözlerine ekliyor: “Üstü örtülmeye çalışıldıkça biz dosyayı daha da derinleştirdik. Bunun yorucu ve uzun bir süreç olduğunun farkındayız. Elimizdeki çok ağır bir dosya ama hiç yılmadık, yorulmadık ve bırakmayacağız da.”
“Bu dosyada karartılan deliller ve birçok çelişki var.”
Büyüknohutçu ailesinin avukatı Tuncay Koç, cinayetin ardında azmettirici olduğu düşüncesinden hareketle soruşturmanın derinleştirilmesi talebiyle Finike Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurmuş, fakat savcılıktan kovuşturmaya yer olmadığı cevabını almıştı. Elmalı Sulh Ceza Mahkemesi’ne yaptıkları itiraz da reddedilmişti. Emine Büyüknohutçu şimdi ise cinayetin araştırılmasındaki ve delillerin incelenmesindeki eksiklikler nedeniyle, Anayasa Mahkemesi’ne adil yargılanma ilkesinin ihlali gerekçesiyle başvuruda bulunmaya hazırlandıklarını belirtiyor. Siyasetçilerden de anma ve açıklamalarına gösterdikleri desteğin ötesine geçerek, başvurularının yüksek yargı tarafından titizlikle değerlendirilmesinin takipçisi olmalarını talep ediyor. “Bu dosyada karartılan deliller ve birçok çelişki var. Konunun çözümü sevenlerinin, dostlarının, ekoloji hareketlerinin ötesinde” diyor Büyüknohutçu Gezegen’e yaptığı açıklamada. “Bu davanın ilerlemesini sağlayacak sözü geçen, sözü dinlenen her kimse; siyasi partilerden, milletvekillerinden bıkmadan, yılmadan bizimle olacak herkese kapımız açık ve bekliyoruz. Buradan açık çağrımız olsun.”
“Davayı herkes için kazanmamız gerekiyor”
Emine Büyüknohutçu hukuki sürecin hâlâ sürüyor olmasından dolayı cinayetle ilgili kamuoyuna açıklayamadığı birçok ayrıntı olduğunun altını çiziyor. Ancak davanın yalnızca ailesi açısından değil, Türkiye’de doğanın korunmasını savunan herkes için önemini de vurguluyor. “Anne ve babamızın katledilmelerinden önce aylarca aldıkları tehdit telefonları, cinayetten iki gün önce gece (saat) 03.00 sularında evimizin hemen yanında bir orman yangınının çıkması anne ve babamıza susun ihtarıydı. İki sonra işlenen cinayet Türkiye’deki bütün yaşam alanı savunucularına, kadınlara, hayvanlara, çocuklara, hakkını arayan herkese açık seçik susun ihtarıydı,” diyor. “Bu dosyanın ilerlemesi gerekiyor, bu davayı adalet için, herkes için kazanmamız gerekiyor. Bu dosya kazanılırsa bu ülkedeki hak arayışında bir adım öteye gidilmiş olunacak diye düşünüyorum. İnsanlar ellerini kollarını sallaya sallaya birilerini tehdit edemeyecek ve öldüremeyecekler. Öldürememeliler. Dolayısıyla sesimizi yükseltmemiz gerekiyor.”
Davada ortaya çıkan önemli delillerden biri Ali Yamuç’un eşi Fatma Yamuç’a intihar öncesinde gönderdiği bir mektuptu. Bahçeci Mermer şirketinin sahibi Necmi Bahçeci’ye yönelik yazılan mektupta “anlaşıp konuştuğumuz gibi eğer 10 gün içerisinde 100 bin TL’yi eşim olan (Fatma Yamuç’a) vermezseniz Ali Ulvi Büyüknohutçu cinayetinden sizler de benim kadar sorumlu olursunuz” ifadeleri yer alıyordu. Ancak Ali Yamuç daha sonra itiraflarını yalanladı. Savcılık ise tüm bu gelişmelere karşın “mermer ocağı işletmelerinin ekonomik gelirinin belirli bir seviyede olduğunu” belirterek cinayetin arkasında azmettiren kişi ya da kişilerin olmadığını savundu.
“Kasten öldürme” ve “birden fazla kişiye karşı gece vakti, konutta silahlı yağma” suçlamalarıyla yargılanan Ali Yamuç’un eşi Fatma Yamuç, üçüncü duruşmada beraat etti. Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 4’üncü Dairesi, Büyüknohutçu ailesinin istinaf talebini reddederek, Yamuç hakkındaki beraat kararını onadı. Büyüknohutçu ailesi de Yargıtay’a temyiz dilekçesi sunarak kararın bozulmasını talep etti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, 25 Aralık 2021 günü Gaziantep’te bir törende, “Belediyeleri sahipsiz hayvanları sokaktan alacak adımları atmaya çağırıyorum, sahipsiz hayvanların yeri sokaklar değil, barınaklardır” demesiyle belediyeler işkence ve şiddetle sokak hayvanlarını toplamaya başladı.
Erdoğan’ın, Gaziantep’te dört yaşındaki Asiye Ateş’in pitbull cinsi iki köpeğin saldırısı sonrası ağır yaralanmasından sonra gerçekleştirdiği bu konuşmayla, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı valiliklere 17 maddelik bir genelge gönderdi. Genelgede, Pitbull başta olmak üzere beş cins köpeğin sokaklarda “sahipsiz“ bulunmaması, sokak hayvanlarının da “rehabilite olmadıkça” alındıkları ortamlara bırakılmaması talimatı verildi.
Ardından, birçok belediye tarafından sokak hayvanlarına karşı uygulanan şiddet ve işkence görüntüleri her gün sosyal medyaya düşmeye başladı. Gezegen Buluşmaları’nın altıncısında, Hayvan Hakları ve Etiği Derneği ile Burak Özgüner Hayvan Hakları Çalışma Merkezi’nden Özge Özgüner ve Hayvanlara Adalet Derneği’nden Avukat Barış Karlı ile bir hayvanın saldırısından hareketle, sokaklardaki tüm hayvanların alıkonulma sürecini konuşuyoruz.
Buluşmanın tamamını YouTube kanalımızda izleyebilirsiniz.
Gezegende fosil yakıt üretimine ve kullanımına bir çırpıda son verdiğimizi hayal edelim. Yeraltından çıkarılan petrolün artık rafinerilerde akmadığını, kömür madenlerinin ıssızlığa terk edildiklerini, termik santrallerin harlamadığını, evinizin, suyunuzun doğalgazla değil, güneşle, rüzgârla ısındığını, araçların ne fosil yakıttan ne de nükleer enerjiden elde edilen elektrikle çalıştığını… BM’ye bağlı olarak her yıl yüzlerce uzmanın katkılarıyla bir rapor yayınlayan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ne (IPCC) göre insan faaliyetlerinin etkisi sonucu gezegenin sıcaklığı daha şimdiden 1.1 derece arttı. Sera gazı emisyonlarının bugün, siz bu satırları okurken sıfırlanması halinde bile, hâlihazırda atmosferde bulunan gazların etkisiyle küresel ısınmanın Paris Anlaşması’nda hedeflendiği üzere 1.5 derecede sınırlı kalıp kalmayacağı soru işareti.
Tam da bu sebeple, fosil yakıttan bir an önce çıkılması iklim krizi ile mücadelenin olmazsa olmazı. Fosil yakıt bağımlılığının son bulması için de tek bir koşul var: Fosil yakıtlara yatırımların durması. Zira fosil yakıt şirketlerine, termik santrallere, kömüre, doğalgaza, her ân elimizin altında olan plastiğin üretildiği petrokimya sanayine yatırımlar sürdükçe bu dönüşüm erteleniyor, atmosferdeki sera gazı miktarı artıyor. Bu yatırımların ve mali desteklerin ise iki büyük kaynağı var: Devletler ve bankalar.
Devletlerin fosil yakıtlara olan yaklaşımı gelgitli, nitekim siyasi eğilimlerine göre hükümetlerin iradeleri farklılık gösterebiliyor, ekonomik koşullar ise hızla değişebiliyor. Özellikle pandemide ekonomik destek paketlerinden fosil enerjiye dayalı sanayiler bir hayli yararlandı. Hele hele Türkiye’de, Energy Policy Tracker adlı sitede yapılan izleme çalışmasına göre, hükümet fosil yakıtlara, yenilenebilir enerjiye nazaran 200 kat daha fazla kamu desteği sağladı. Birçok ülkede “net sıfır emisyon” ve “düşük karbon ekonomisine geçiş” hedefleriyle somut yol haritaları belirlense de bu politikaların vadeleri iklimbilimcilerin altını çizdiği acil durumun gerektirdiği süreden çok daha uzun.
Peki, ya bankalar? Toplumsal denetimi çok daha zor, tek öncelikleri kâr ve kazanç olan bankaların fosil yakıt projelerine ve şirketlerine yatırım kolaylıkları sağlamaları nasıl önlenebilir? Burada da iklim savunucuları bankaların yatırımlarını izleme ve onları ifşa etme yolunu seçiyor. Ayrıca etik bankacılık gibi kazancı maksimize etmeye dayalı olmayan yepyeni modeller ortaya çıkıyor. İklim mücadelesinde sadece hükümetlerin değil, finans dünyasının da kazançlarının bir kısmından vazgeçerek dönüşmesi şart. Bir başka deyişle, gezegenin kurtuluşu iklimi bu hâle getiren ekonomik sistemin değişmesini gerektiriyor. Ve vakit her geçen gün daralıyor. 11 soruda, bankaların fosil yakıt yatırımlarını mercek altına alıyoruz.

Yokoluş İsyanı göstericileri Londra’da Lloyd’s Bank’in genel merkezi önünde bir eylem düzenliyor, Eylül 2020. Lloyd’s fosil yakıtlara en çok yatırım yapan bankalar listesinde 48. sırada. Banka dövizde geçmişte köle ticaretine destek vermiş olmakla, bugün de yerli halkların yaşadığı bölgelerde fosil yakıt projelerini finanse etmekle eleştiriliyor. | Fotoğraf: Ehimetalor Akhere Unuabona via Unsplash
➀ Fosil yakıtları en çok destekleyen bankalar hangileri?
ABD merkezli doğayı koruma örgütü Rainforest Action Network (RAN – Yağmur Ormanları Eylem Ağı), Indigenous Environmental Network, Oil Change International, BankTrack ve Reclaim Finance’tan oluşan bir sivil toplum ağı 2017’den bu yana dünyanın en büyük 60 bankasının fosil yakıtlara yaptığı yatırımları her yıl yayınlanan Banking on Climate Chaos (iklim kaosunda bankacılık – başlıktaki kelime oyunu aynı zamanda “iklim kaosundan kazanç sağlamak” anlamına geliyor) adında bir raporla derliyorlar (daha önce 35 olan incelenen banka sayısı bu sene 60’a çıkarıldı). Raporlarda bankaların kömür santrallerine, kömür madenciliğine, doğalgaza, off-shore petrol üretimine ya da kaya petrolü üretimine verdikleri desteklere ayrı başlıklar altında yer veriliyor. Verilerin oluşturulmasında titiz bir metodoloji izlenerek Bloomberg’in banka işlemleri veritabanı esas alınmış. Ayrıca dünyanın önde gelen ilk 30 kömür ve doğalgaz şirketiyle ilgili IJGlobal’in verilerine başvurarak bilgiler perçinlenmiş. Bu yatırımlardan yararlanan şirket sayısı ise yaklaşık 2 bin 300. Bu çerçevede Bloomberg’in sınıflandırma kriterlerine göre fosil yakıtların çıkarılmaları, taşınması veya aktarımı, yakılarak enerjiye dönüştürülmesi ya da depolanması alanında faaliyet gösteren şirketler raporda değerlendirilmiş.
Öte yandan, şunu da vurgulamak önem taşıyor: Bu veriler bankaların ödeme ya da tahvil kredisi ve taahhüt gibi yatırımları kapsıyor. Dolayısıyla varlık yönetiminden, borsa yatırımlarından elde edilen kâr ve kazanç, yani finans dünyasının fosil enerji şirketlerine verdiği desteğin bir kısmı resmin dışında kalıyor.
2021’de yayınlanan rapora göre 2016 ile 2021 arasındaki beş yılda fosil yakıt sektörüne en çok yatırım yapan ilk on banka şunlar:
1> JP Morgan, ABD. Yatırım miktarı: 316.765 milyar dolar.
2> Chase, ABD. Yatırım miktarı: 237.477 milyar dolar.
3> Wells Fargo, ABD. Yatırım miktarı: 223.349 milyar dolar.
4> Bank of America, ABD. Yatırım miktarı: 198.452 milyar dolar.
5> Royal Bank of Canada (RBC), Kanada. Yatırım miktarı: 160.129 milyar dolar.
6> Mitsubishi UFJ, Japonya. Yatırım miktarı: 147.747 milyar dolar.
7> Barclays, Birleşik Krallık. Yatırım miktarı: 144.897 milyar dolar.
8> Mizuho Bank, Japonya. Yatırım miktarı: 123.472 milyar dolar.
9> TD Bank, ABD. Yatırım miktarı: 121.063 milyar dolar.
10> BNP Paribas, Fransa. Yatırım miktarı: 120.825 milyar dolar.
Paris Anlaşması’nın imzalanmasını takip eden beş yılda dünyanın en büyük 60 özel bankasının fosil yakıtlara yaptığı toplam yatırım ise 3.8 trilyon dolar.

Yokoluş İsyanı göstericileri Londra’da Standard Chartered’in genel merkez binası önünde eylemde, Ağustos 2020. Standard Chartered bu yılki fosil yakıtlara en çok yatırım yapan bankalar listesinde 34. sırada. | Fotoğraf: Ehimetalor Akhere Unuabona via Unsplash
➁ Hangi bankaların politikaları Paris Anlaşması’yla uyumlu?
Toplam yatırım maliyetinin yanında, çalışmada bankalar ayrıca Paris Anlaşması doğrultusunda fosil yatırımları sonlandırma çabaları ve bunları yenilenebilir enerji yatırımlarıyla dengelemek suretiyle geliştirdikleri net sıfır emisyon uygulamaları çerçevesinde ele alındı. Raporda net sıfır emisyon politikası açıklayan 17 bankanın çoğunun bunları uygulamada zayıf ve yetersiz kaldığı vurgulanıyor, özellikle fosil yakıtlara yatırımların sonlandırılmasına ilişkin çok daha kararlı adımlar atılması gerektiği ifade ediliyor.
Bankaların politikalarının iklimsel açıdan değerlendirmesi şu dört soru ışığında yapılıyor:
> Banka, fosil yakıt kullanımını arttırmaya yönelik projelere doğrudan yatırımları kısıtlıyor mu?
> Banka, fosil yakıt kullanımını arttırmaya yönelik faaliyette bulunan şirketlere doğrudan yatırımları kısıtlıyor mu?
> Bankanın, sektörün finanse edilmesinin sonlanmasını hedefleyen kararlı bir politikası var mı?
> Bankanın, fosil yakıt kullanımını belirli bir eşiğin üzerinde arttıran şirketleri yatırımlarından dışlamak konusunda kararlı bir politikası var mı?
Bu uygulamalar esas alınarak hesaplanan “politika skoru” sonucunda oluşan liste, bankaların fosilden çıkışı benimsemekte ne kadar az mesafe kat ettiklerini ortaya koyuyor.
Petrol ve doğalgaz politika skoru 120 puan, karbon politika skoru ise 80 puan üzerinden olmak üzere toplam 200 puan üzerinden yapılan değerlendirmede, listedeki bütün bankaların puanları ortalamanın, yani 100’ün altında. Skorları 90 ile 100 puan arasında olan sadece üç büyük banka var: Unicredit (İtalya, 93.5), BNP Paribas (Fransa, 92.5) ve Crédit Mutuel (Fransa, 90).

Atlantik’in kuzeyinde, Norveç açıklarında bulunan Draugen off-shore petrol sahası. 2018 yılına kadar Norveç Shell’e ait olan Draugen, o tarihten beri Norveçli petrol şirketi OKEA tarafından işletiliyor. | Fotoğraf Jan-Rune Smenes Reite via Pexels
➂ Bankaların fosil yakıt projelerine uyguladıkları Karbon Gölge Fiyat nedir?
Paris Anlaşması’ndan sonra oluşan kamuoyu baskısıyla beraber, fosil yakıtların topluma getirdiği yükün maliyet hesaplamalarına nasıl yansıtılabileceği konusunda çeşitli öneriler sunuldu. Joseph Stiglitz ve Nicholas Stern gibi ekonomistlerin yer aldığı Karbon Fiyatları Yüksek Komisyonu’nun çalışmalarına dayalı olarak Dünya Bankası tarafından önerilen, ve birçok farklı sektörde de benimsenen karbon fiyatlandırması/vergisi gibi karbon emisyonlarına ek maliyet öngörme stratejilerinin bankacılık sektörüne uyarlanması gündeme geldi. Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (ERBD), bankaların fosil yakıtlara yatırımlarını daha caydırıcı kılmak amacıyla “Karbon Gölge Fiyat” adında bir fiyatlandırma sistemi geliştirdi ve 1 Ocak 2019’dan itibaren kullanmaya başladı. Bu fiyatlandırma sistemi birçok banka için de bir model hâline geldi.
Peki, Karbon Gölge Fiyat nasıl hesaplanıyor? Stiglitz ve Stern’ün başı çektiği Karbon Fiyatları Yüksek Komisyonu, havaya karışan her ton karbondiyoksit için 40 ila 80 dolar arasında bir fiyat konmasını öneriyor. Bu fiyatın yükseltilerek 2030’a gelindiğinde 50 ila 100 dolar arasında olması tavsiye ediliyor. Bu da yıllık yüzde 2.25’lik bir artışa tekabül ediyor.
ERBD 2019’un Ocak ayında karbon fiyatıyla ilgili detaylı bir strateji belgesi yayınladı. Dünya Bankası’nın ise karbon fiyatın ekonomik analizlerde nasıl kullanılacağına dair 2017’de hazırladığı bir kılavuz mevcut. Kılavuzda bir projenin maliyet-etkinliği değerlendirmesini yaparken, ekonomik ömrü boyunca yıllık gölge karbon fiyatının yıllık toplam sera gazı emisyonlarla çarpılması tavsiye ediliyor. Böylece, sera gazı emisyonları dikkate alınmadığında son derece kârlı görünebilecek projelerin sorumlu oldukları kirliliği de ekonomik bir veriye aktarmak amaçlanıyor.

ABD’nin doğu kıyısındaki Baltimore kentinin limanındaki kömür terminali. | Fotoğraf: Kelly Lacy via Pexels
➃ Paris Anlaşması’yla uyumlu hedefler doğrultusunda bankaların yer aldığı bir girişim var mı?
Evet, çok kısa bir süredir var. Bu yıl sonunda Glasgow’da düzenlenecek 26. BM İklim Zirvesi (COP26) ön görüşmeleri çerçevesinde ve BM’nin özel sektörü net sıfır emisyon hedefleri benimsemeye teşvik ettiği “Sıfıra Yarış” kampanyası doğrultusunda finans dünyası “Net Sıfır İçin Glasgow Finans Birliği” adında bir girişim başlattı (net sıfır emisyon hedefinin ne anlama geldiğine ve farklı alanlara nasıl yansıdığına dair Gezegen’de yayınlanan “9 soruda net sıfır emisyon hedefi” başlıklı makaleyi okuyabilirsiniz). Bu şemsiye altında bankalar “Net Sıfır Bankacılık Birliği” adıyla bir ağ oluşturdular. 21 Nisan 2021’de 43 bankayla birlikte kurulan ağda Ekim 2021 itibariyle 29 ülkeden 60 banka yer alıyor (yeni imzalarla sürekli güncellenen listeye şuradan ulaşabilirsiniz). Türkiye’den tek üye Garanti BBVA, zira bankanın İspanyol hâkim ortağı BBVA girişimin ilk imzacılarından.
Birliğin üyesi olan bankalar neler vaat ediyor? Bankların imzaladıkları taahhütnamede uymaları gereken bazı somut şartlar mevcut (taahhütname metnini buradan okuyabilirsiniz). Öncelikle bütün bankaların en geç 2050’de net sıfır emisyon hedefine ulaşmaları bekleniyor. Bunun için bankalardan oluşuma üye olduktan sonra 18 ay içinde bir yol haritası belirlemeleri, 2030 ve 2050 yılları için iki ayrı hedef açıklamaları ve aradaki her beş yıl için de ara hedefler koymaları isteniyor. Bu hedefler konarken, sektörel bir öncelik sırası da öneriliyor: Bankaların portfolyoları doğrultusunda 2030’a kadar sera gazına en çok sebep olan sektörlere odaklanmaları ve bu sektörlere olan yatırımları aşama aşama azaltmak için koyacakları hedefleri 36 ay içerisinde belirlemeleri isteniyor. Şeffaflığı sağlamak için de her senelik emisyon miktarlarını kamuoyuna açık bir şekilde açıklamaları ve kaydettikleri ilerlemenin geçiş süreci stratejileri doğrultusunda ele alındığı bir değerlendirme yayınlamaları talep ediliyor.
Ayrıca bankalar ve finans dünyası her sene “Climate Finance Day” adında bir zirvede bir araya geliyor. Bu sene zirvenin yedincisi 26 Ekim Salı günü Paris’te, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Fransız Ekonomi, Finans ve Bakanlığı’nın himâyesinde gerçekleşti.

ABD’nin başkenti Washington’da yolsuzluk karşı düzenlenen bir gösteri, Temmuz 2019. Yokoluş İsyanı hareketi bankacıların kara para aklama, vergi kaçırma ve yolsuzluk suçlamalarına rağmen cezasız kalmalarını eleştiriyor. | Fotoğraf Vincent M.A. Janssen via Pexels
➄ “Dün kaç bankacı gözaltına alındı?”
Paris Anlaşması’nı imzalayan ülkelerin birçoğu sera gazı emisyonlarını azaltmak için somut takvimler belirlemeye başladı. Hükümetlerin iklim politikalarını giderek fosil yakıtlardan çıkış hedefiyle uyumlu hâle getirdikleri bir ortamda bankalar petrol, doğalgaz, kömür ve petrokimya sektörünün imdadına yetişiyor. Üstelik, kâr marjı hayli yüksek ve risk düşük olduğu için bu sektörler bankaların uzun yıllardır yatırım yapmayı tercih ettiği alanların başında geliyor. Tam da bu sebeple, önce Londra’da başlayan ve daha sonra dünyaya yayılan Yokoluş İsyanı hareketi, “Para İsyanı” (Money Rebellion) adıyla bankacılık ve finans dünyasının fosil yakıt sektörüne yatırımlarını hedef alan bir yan hareket başlattı.
Geçtiğimiz 1 Nisan’da, sivil itaatsizlik eylemlerini benimseyen Yokoluş İsyanı aktivistleri HSBC ve Barclays’in Londra merkezleri önünde protestolar düzenleyerek bu bankaların tahripkâr fosil yakıtları projelerine yatırım desteği vererek büyük kârlar elde etmeyi sürdürmelerini kınadı. Protestolardan bir ay sonra, Yokoluş İsyanı’nın eş-kurucularından ve Para İsyanı hareketinin öncülerinden Gail Bradbrook sabah saatlerinde evinde gözaltına alındı ve bir gün boyunca sorguya çekildi. Batıda kamuya açık alanlarda yapılan protestolarda, özellikle de doğa ve iklim savunucularına karşı polisin gözaltılara başvurması ender rastlanan, olağanüstü bir durum. Bu, bankacılığın sistemin kalbi olduğunu da bir anlamda gösteriyor.
Bradbrook, serbest bırakıldıktan sonra yaptığı açıklamada katıldıkları barışçıl gösterilerde verilen hasarlardan dolayı doğa savunucularına karşı soruşturmalar açılırken finans dünyasındaki yozlaşmasının cezasız kalmasını şu sözlerle eleştirdi: “Bankalar, finans sistemi ve daha geniş anlamda siyasal ekonomi yeryüzünde canlıların öldürülmesinin başlıca sorumlusu. Sadece fosil yakıtları, endüstriyel hayvan tarımını ve biyoçeşitliliği tahrip eden projeleri finanse etmekle kalmıyorlar, devasa yolsuzluklara, dolandırıcılığa ve skandallara bulaşmayı da sürdürüyorlar – en yenisi FinCEN olmak üzere, LuxLeaks, Panama Belgeleri, PPI [ödeme koruma sigortası] dolandırıcılığı, Libor’a hile karıştırma skandalı, toplu satış vergilerinden kaçma, neredeyse küresel ekonomiyi yerle bir eden offshore finans kuruluşlarını destekleme ve liste daha da uzuyor. Barclays bankasına yaklaşık 70 sterlin borcum var. Parayı, bankada oluşan hasarların karşılanması için Survival International’a verdim. Peki, dün kaç bankacı gözaltına alındı?”
Banka ve finans dünyasının dokunulmazlığının yarattığı adaletsizlik duygusu, doğa savunucularının söyleminin ayrılmaz bir parçası hâline geliyor. İklim kriziyle etkili bir mücadele için somut ekolojik politikalar kadar hesap verebilirliğe ve sosyal adalete de gereksinim duyuluyor.

Slovakya’nın başkenti Bratislava yakınlarında bir termik santral. Net sıfır emisyon hedefleri kapsamında bankaların özellikle yeni kömür santrallerine yatırımlarının derhal durması gerekiyor. | Fotoğraf Dominik Dancs via Unsplash
➅ Çözüm yatırımcıların fosil yakıtlardan çekilmelerinden mi geçmeli?
İklim krizinin önündeki en büyük zorluklardan biri de egemen ekonomik sistemde sonuç verecek politikalar geliştirme zorunluluğu. İş ve finans dünyası üzerinde yurttaş baskısı artarken, sistem içi değişikliklerle çözüm üretmek de kaçınılmaz bir ihtiyaç. Gazeteci ve doğa savunucusu Bill McKibben 2019’da New Yorker’da kaleme aldığı “Küresel Isınma’nın yandığı ateşin oksijeni para” başlıklı yazısında bunu vurguluyor. “İklim değişikliği uygarlığımızın karşılaştığı ilk zamana karşı sınavlardan biri, ve her yeni bilimsel raporda pencere daralıyor. Buna karşın, kültürel değişim – ne yediğimiz, nasıl yaşadığımız – çoğu zaman nesilden nesile gerçekleşiyor. Siyasi değişim ise genellikle yavaş bir uzlaşmaya tabi, ki bu ancak işleyen bir sistemde olabiliyor, şu an Washington’da yaşandığı gibi bir kördüğümde değil,” diye yazıyor Mckibben. “Ama ya bir başka kozumuz olsaydı, hızla ve küresel çapta işe yarayabilecek bir koz? İhtimallerden biri siyasi liderlerin gezegenin tek güçlü aktörleri olmadığı fikrine dayanıyor – paranın çoğuna sahip olanların da devasa bir güce sahip olduğu ve bu güçlerinin değil birkaç yıl ya da on yıl, birkaç ay hatta saat içinde kullanılabileceği fikrine. Atmosfere karbon salımını sekteye uğratmanın anahtarının kömür, petrol ve doğagaza para akışını sekteye uğratmakta olduğunu düşünüyorum.”
Ama nasıl? Neden tek çıkarı daha fazla kâr elde etmek olan bankacılık ve finans sektörü, bu kazancından vazgeçsin? McKibben’a göre bunun bir yolu, insanların kirletici firmalara yatırım yapan bankalardaki hesaplarını kapatıp etik bankalarda hesap açmaları. Ama asıl değişim ise artan yüklerle fosil yakıtlara yatırımların getirisinin düşürülmesi ve daha uçucu hâle gelmesi. Yani finans dünyasının asıl çıkarını fosil yakıt yatırımlarından çekilmek olarak görmesi.
Bu amaçla Net Sıfır İçin Glasgow Finans Birliği girişimi kapsamında Net Sıfır Varlık Yöneticileri adlı bir oluşum kuruldu. Temmuz ayında yapılan açıklamaya göre, net sıfır emisyon hedeflerine uyma vaadiyle oluşumun taahhütnamesini imzalayan şirket sayısı 128’e çıktı. Bu imzalarla net sıfır emisyona taahhüt edilen varlıkların toplamının sadece altı ayda 43 trilyon dolara eriştiği belirtiliyor, bu da yaklaşık 100 trilyon dolar toplam varlığı yönettiği düşünülen sektörün değerinin neredeyse yarısı demek. Kimi yatırımcılara göre bu meblağ finans dünyası için bir “eşik noktası” oluşturuyor. Bir başka deyişle, geri dönüşü olmayan bir ivmenin yakalandığını savunuyorlar.
Ancak kimi analizcilere göre toplumsal baskının yanı sıra siyasi baskının sürekliliği de önemini koruyor. Alman Yeşiller’in düşünce kuruluşu Heinrich Böll vakfı uzmanları Jörg Haas ve Barbara Unmüßig birçok ülkede fosil yakıt sektörünün seçilmiş siyasi liderlerle çok yakın ilişkileri olduğuna dikkat çekiyor. Bunun neticesinde de birçok devlet fosilden çıkış için gerekli düzenleyici adımları ve değişimi geciktiriyor. İki uzman, vakfın internet sitesinde yayınlanan bir makalede devletin karbon fiyatlandırma, vergilendirme gibi uygulamalarla fosil yakıtlardan çıkış hedefi için düzenleyici yetkilerini kullanması gerektiğini savunuyor. Beri taraftan da AB’nin sürdürülebilir yatırımları sınıflandırdığı Sürdürülebilirlik Taksinomisi gibi araçlarla teşvik uygulama yaklaşımının geliştirilmesini tavsiye ediyorlar.

Almanya’daki bir iklim eyleminde bir gösterici “kömürü durdur, şimdi!” yazan bir döviz taşıyor, Eylül 2019. Şeffaflık, kömür yatırımların sona erdirilmesi sürecinin başarısı için olmazsa olmaz bir ön şart. | Fotoğraf: Markus Spiske via Pexels
➆ Çevresel şeffaflık ve karbon saydamlığı ne anlama geliyor?
Bir ivme yakalandığı şüphesiz, ancak finans dünyasından ekonomik çıkarlarına gönüllü bir şekilde sırt çevirmelerini beklemek fazla iyimser bir tutum. Özellikle bankalar ve finans şirketlerinin yıllarca fosil yakıtlara verdikleri destekleri gizlemeye çalıştıkları ifade ediliyor. Bu yüzden emisyon verilerinin şeffaflıkla paylaşılması ve verilen taahhütlerin yerine getirilip getirilmediğinin izlenmesi büyük önem taşıyor. Tam da bu yüzden, son 20 yılda şirketlerin faaliyetlerini izleyen çok sayıda sivil toplum kuruluşu ve girişim ortaya çıktı.
Bankaların fosil yakıtlara yatırımlarını ele alan raporu hazırlayıcıları arasında bu yıl BankTrack ve Reclaim Finance adında iki oluşum daha var. BankTrack, tüm dünyada 200’ün üzerinde bankanın sürdürülebilirlik taahhütlerine uyup uymadıklarını ve yaptıkları “şüpheli anlaşmaları” takip ediyor. 2020’de kurulan ve kendini hem bir STK hem de bir düşünce kuruluşu olarak tanımlayan Paris merkezli Reclaim Finance ise bankaların yanı sıra finans kuruluşlarının yatırımlarını da mercek alıyor. Kuruluş örneğin dünyanın en büyük varlık yönetimi şirketi BlackRock’ın, söyleminin aksine kömüre 85 milyon dolar yatırım yaptığını ortaya koydu.
Her ne kadar karbon fiyatlandırma çalışmalarının öncülerinin başında Dünya Bankası gelse de, çok sayıda kalkınma bankası hâlâ fosil yakıtlara yatırım yapmayı sürdürüyor. Bu bankaların yerel ve yenilenebilir enerjilere yatırım yapması için aralarında 350.org ve Urgewald’ın da bulunduğu yaklaşık 40 STK “The Big Shift” adında bir kampanya başlattı. Tüm bu çabalarla bankacılık ve finans sektörlerinin çevresel şeffaflığa daha fazla riayet etmeleri hedefleniyor.
İzleme çalışmaları ve kampanyaların yanı sıra, şirketlerle kentlerin sebep oldukları karbon emisyonları ve azaltma planlarını paylaşmalarını teşvik için girişimler de bulunuyor. Bunların ilki ve belki de en önemlisi, 2000’de hayata geçen Karbon Saydamlık Projesi (Carbon Disclosure Project ya da CDP). Proje kapsamında 2002’den bu yana 8 binin üzerinde şirket ve 550’nin üzerinde kent verilerini paylaşmış. Projenin Türkiye ayağı ise Sabancı Üniversitesi tarafından yürütülüyor. CDP veritabanında kentlere dair veriler erişime açık, ancak şirketlere ilişkin veriler lisanslı, yani ücrete tabi.
Son yirmi yılda net sıfıra emisyon hedefini gerçekleştirmek için erişilmesi gereken hedefler de yeniden tanımlandı. Özellikle şirketlerin emisyon azaltma politikaları yerine atmosfere bırakılan emisyonlara karşılık olarak ağaç dikmek gibi telafi stratejilerine yönelmeleri, karbon saydamlığı alanında “bilime dayalı hedefler” kavramını öne çıkardı. Karbon Saydamlık Projesi, BM Küresel İlkeler Sözleşmesi (UN Global Compact), Dünya Kaynakları Enstitüsü (WRI) ve Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) ortaklığında Bilime Dayalı Hedefler adında yeni bir girişim daha başlatıldı. Bu veri tabanında şirketlerden net sıfır politikalarını açıklarken iklim bilimiyle uyumlu kıstasları temel alan bir yol haritası hazırlamaları şart koşuluyor. Girişimin sitesinden, bankacılık ve finans sektöründe net sıfır taahhüdünde bulunan şirketlerin isimlerine erişmek mümkün. Ekim 2021 itibariyle Türkiye’den altı banka henüz hedef açıklamasalar da net sıfır emisyon taahhüdünde bulunmuş (TSKB, Garanti BBVA, Vakıfbank, Albaraka, İş Bankası, Yapı Kredi).
BM nezdinde bankaların hesap verebilirliğini sağlamak adına bir finansal girişim daha var: Sorumlu Bankacılık İlkeleri. Taahhütnameyi imzalayan bankalardan yatırımlarına dair bir etki analizi yapmaları, emisyon azaltım hedefleri belirlemeleri ve sonuçlar konusunda şeffaf olmaları talep ediliyor. Hâlihazırda Sorumluluk Bankacılık İlkeleri belgesini imzalayan 252 banka, küresel bankacılık sektörünün toplam varlıklar bazında yüzde 40’ını temsil ediyor. Bir başka deyişle 65 trilyon dolarlık varlığı yönetiyor. Türkiye Kalkınma ve Yatırım Bankası’nın yanı sıra, Türkiye’den imzacı altı banka var: Garanti BBVA, Şekerbank, İş Bankası, TSKB, Yapı Kredi, Akbank.

İspanya’nın kuzeyindeki Palencia kenti yakınlarında bir rüzgar türbini sahası. Bankalar günden güne yenilenebilir enerjiye ve sürdürülebilir projelere yatırımlarını arttıyorlar, buna karşın bu söylemlerle bazen fosil yakıtlara verdikleri desteğin sürdüğünü bilinçli bir şekilde gizliyorlar. | Fotoğraf via Pixabay
➇ Bu vaatlerin ne kadarı imaj temizleme ya da “yeşile boyama” (greenwashing)?
Özellikle Paris Anlaşması sonrası iklim kriziyle mücadele hareketinin kitlesel boyut kazanmasıyla bankacılık sektörü de karbon emisyonu azaltma vaatlerinde bulunmaktan geri kalamadı. Ancak izleme projeleri de gösteriyor ki eylemler çoğu zaman söylemlerle örtüşmüyor. Money Rebellion gibi hareketler, Reclaim Finance gibi STK’lar ve BankTrack gibi araçlar sayesinde banka ve finans kuruluşları üzerinde baskının sürekli tutulması sağlanabiliyor.
Ancak birçok büyük banka bünyelerinde sürdürülebilirlik departmanları oluşturuyor, karbon nötr ve net sıfır hedeflerine erişmek için eylem planları açıklıyor ve yenilenebilir enerjiyle yeşil teknolojilere yatırımlarını artırıyor. Kimi bankalar firmalara “yeşil krediler” sunuyor (yeşil kredilere dair ilke belirleme çalışmaları da olduğunu not edelim), kimileri ise “yeşil yatırım programları” oluşturuyor. Bu yaklaşımlar, bankalar bünyesinde birbirleriyle çelişen çıkarlar yaratıyor belki, ama fosil yakıtlara yatırımlar kârlı ve güvenli olduğu sürece iddialı söylemlerin aksine yerlerini tamamen almıyor.
Black Rock ve HSBC’nin iddialı açıklamalarının ardında kömür yatırımlarını sürdürmesi “yeşile boyama” söylemlerinin en önemli örnekleri arasında. Dünyanın önde gelen bankaları arasında vaatleriyle çelişir biçimde azaltım politikası uygulamayarak, fosil yakıta yatırım yapmayı sürdürmek konusunda sabıkalı çok sayıda kuruluş var: Deutsche Bank, Lloyd’s, Barclays, Société Générale, BNP Paribas, BBVA, Banco Santander, Royal Bank of Canada… Neredeyse bütün büyük bankalar sürdürülebilirlik politikalarıyla göz boyamakla suçlanmış. Dolayısıyla, “Net Sıfır Bankacılık”, “Sorumlu Bankacılık” başlıklı girişimlerin birçoğu bir sektörün adanmışlığından ziyade zorlu bir pazarlık sürecini ortaya koyuyor. Nitekim bankalar ve finans kuruluşları kendilerini, ne kadar baskı altında olurlarsa olsunlar, net sıfır emisyon hedefleri için çizdikleri yol haritasında atmaları gereken adımları geciktirme ve yavaşlatma lüksüne sahip olarak görüyorlar.

İklim eyleminde bir göstericinin taşıdığı dövizde “Eğer iklim bir banka olsaydı çoktan kurtarmış olurdunuz” yazıyor, Almanya, Eylül 2019. “Etik bankacılık” adı altında kârı öncelemeyen bir bankacılık sisteminin tohumları atıldı. | Fotoğraf: Markus Spiske via Unsplash
➈ Alternatif bir bankacılık sistemi mümkün mü?
Peki, tüm çabalara rağmen büyük bankalar karbon emisyonlarını azaltmakta son derece ikircikli ve hantal davranıyorlarsa, alternatif ne olabilir? Bir müşteri parasını yatırdığı bankanın fosil yakıtlarla bir ilişkisi olmadığından nasıl emin olabilir?
İklim kriziyle mücadele çerçevesinde bu kaygılara cevap verebilmek amacıyla büyük bankaların dışında, ekolojiyi kârın önüne koyan alternatif bir bankacılık sistemi oluşmaya başladı: Etik bankacılık. 2000’li yılların başında tanımlanan etik bankacılık, önce 2008’den sonra yaşanan finans krizi ama özellikle de Paris Anlaşması’nın imzalanmasının ardından ivme kazandı. Bu bankalar hem kurum içi işleyişinin hem de faaliyetlerinin etik değerlere bağlı olmasına dikkat ediyorlar. Kurum içinde iyi çalışma şartları sağlanması, çalışanlara sendikal hakların tanınması, ayrımcılığa karşı önlemler alınması, doğa dostu uygulamaların benimsenmesi gibi temel ilkelere uymayı vaat ediyorlar. Yatırım yaparken ekolojik, sorumlu, toplumsal katkısı olan şirketlere ve projelere öncelik veriyorlar. Şeffaflık gereği tüm yatırımlarını kamuoyuyla paylaşıma açıyorlar. Büyük bankaların aksine vergiden kaçınma stratejileri uygulamıyorlar ve bütün vergilerini ödüyorlar. Ayrıca vergi cennetleriyle herhangi bir bankacılık işlemi gerçekleştirmiyorlar. Bankaların bir kısmı da kooperatif modelini benimsiyor ve her müşteri aynı zamanda pay sahibi olarak dilerse bankanın yönetiminde söz sahibi olabiliyor.
Etik bankalar 2018’de Değerler Üzerine Bankacılık için Küresel İttifak (Global Alliance for Banking on Values – GABV) adında bir oluşum altında araya geldiler. Ağın üyesi olmak için belirlenen kriterler arasında kurumun bir düzenleyici kuruluş tarafından denetleniyor olması, insan, gezegen ve refah odaklı bir çalışma modeli benimsemesi, sürdürülebilir bir finansal model sunması yer alıyor.

Londra’da bir gösteride kullanılan dövizde “2050 çok geç” diye yazıyor. Küresel sıcaklıklar 1.5 derecenin altında tutmak için net sıfır emisyon hedeflerinin 2050’de gerçekleşmesi çok geç olabilir. Peki, bankalar ve finans dünyası sosyal ve ekolojik etik değerler koduna uyabilirler mi? | Fotoğraf: Ethan Wilkinson via Unsplash
⑩ Başlıca etik banka modelleri hangileri?
Etik bankalar farklı modellere ayrılıyor. Bir kısmı müşterilerine geleneksel bankaların verdiği hizmetlerin birçoğunu verebilen, şubeleri olan ve zamanla değerler etrafında bir politika benimseyen bankalar. 1923’te kurulan New York merkezli Amalgamated Bank ve 1980’de kurulan Hollanda bankası Triodos bunların en önde gelenleri.
Amalgamated Bank’ın tarihi bir hayli ilginç. Konfeksiyon sektöründe, Giyim ve Tekstil İşçileri Sendikası’nın inisiyatifiyle ABD’nin ilk emek bankası olarak kapılarını açıyor. 1927’de ülkenin ilk kooperatif konut projesini finanse ediyor ve grev yapan işçiler için kredi desteği sağlıyor. Halen çoğunluk Birleşik İşçiler sendikasının olan banka 2011’deki “Wall Street’i İşgal Et” protestoları sırasında göstericilere lojistik destek verirken, bağışların toplandığı hesap da bu bankada açılmış. Bu, bankanın özellikle subprime piyasalar olmak üzere yatırımlarının tartışmaya kapalı olduğu anlamına gelmiyor. Ancak hâlihazırda Amalgamated Bank, en büyük etik bankalardan biri.
Triodos ise daha kuruluş yılı 1980’de “yeşil kredi” hayata geçirerek bu alanda öncü bankalar arasında yer aldı. Triodos, kirletici şirketlerin ötesinde, sürdürülebilir olmayan ürünler ya da hizmetlerin faaliyetlerinin yüzde 5’inden fazlasını oluşturan, ya da çalışma süreçleri sürdürülebilir olmayan, hayvan ve insan sömürüsüne dayanan kuruluşlara kredi vermemeyi taahhüt ediyor. Bu tanıma, aralarında hayvanlar üzerinde deney yapan firmalar, kürk üreticileri, silah endüstrisi, kumar sektörü gibi çok sayıda iş alanı dahil. Pek çok iş alanı ise somut koşullara tabi. “Minimum standartlar” adı verilen belgede kredi alacak kuruluşlara çalışma hakları ve insan haklarına saygının yanı sıra, yasal yollarla vergi muafiyeti elde edilmemesi şartı da koşuluyor. Hâlihazırda 720 binin üzerinde müşterisi olan banka Hollanda, Birleşik Krallık, İspanya, Fransa, Almanya ve Belçika’da faal. Ancak her ülkede şubesi yok ve çoğunlukla online olarak internet sitesi ve mobil uygulaması üzerinden hizmet veriyor.
Geleneksel bankacılığın yanı sıra kooperatif modelini benimseyen çok sayıda banka da etik banka olarak hizmet veriyor. Fransa merkezli Crédit Cooperatif, Danimarka’da kurulan Merkur Cooperative Bank ve ABD’de faaliyet gösteren National Cooperative Bank bunlardan bazıları.
Bunların yanı sıra, özellikle gelişmekte olan ülkelerde mikrofinans modelini beimseyerek küçük girişimcilere, iş sahiplerine kredi sağlayan etik bankalar bulunuyor. Tacikistan’dan, Bangladeş’ten Güney Amerika’ya Değerler Üzerine Bankacılık İttifakı’na katılan, öncelikli olarak bir topluluğun gelişimine finansal kaynak yaratmayı amaç edinmiş bankalar da var. Bu alanda kendine özgü bir örnek Kolombiya merkezli Banco Mundo Mujer. Kadın STK’sı Fundación Mundo Mujer tarafından 2015’te kapılarını açan banka öncelikli olarak mikrokredilerle başta kadın istihdamını desteklemek üzere toplumun refahını ve ekolojik bir yaşamı geliştirmek için finansman sağlıyor.
Aspiration ise yalnızca online ve uygulama üzerinden hizmet veren yeni nesil bir banka modeli. 2013’te kurulan Aspiration yüzde yüz temiz kredi sağlamayı vaat ediyor. Ayrıca tüm harcamalarını şeffaf bir şekilde müşterileriyle paylaşıyor. Uygulamasında ise işletmelerin sürdürülebilirlik performansını ölçmek mümkün. Aspiration ayrıca müşterilerine bankacılığın finansal maliyetini de minimuma indirmeyi taahhüt ediyor. ATM ücretleri iade ediliyor, doğrudan hesap ücreti alınmıyor ve miktarı belirleme müşterilerin kararına bırakılıyor.

Türkiye sermayeli en büyük bankalardan biri olan Yapı Kredi, Tüpraş rafinerisinin de bünyesinde bulunduğu Koç grubuna ait. | Fotoğraf: İsa Karakuş via Pixabay
⑪ Ya Türkiye?
Paris Anlaşması’nı mecliste neredeyse altı yıl sonra onaylayan, fosil yakıtlara halen çok yüksek kamu desteği sağlamayı sürdüren Türkiye’de bankacılık sektörü fosil yakıtlara yatırım konusunda ne kadar bilinçli? Hükümetin Paris Anlaşması’nı geciktirdiği dönemde iş dünyası, dünyadaki trendlerden geri kalmamak adına “net sıfır emisyon” hedeflerini gündemine almaya başladı. Ancak, hemen hemen her etik kriterin benimsenmesinde yaşandığı üzere, Türkiye’de özel sektörün bu konuda izlediği tutum ikircikli ve yanıltıcı söylemlere gebe.
Türkiye’de bankaların petrol ve doğalgaz yatırımlarını tespit etmek kapsamlı bir araştırma gerektiriyor. Ancak, ilişkilendikleri holdingler ve ortaklar üzerinden bazı saptamalar yapmak mümkün.
Örneğin Türkiye’nin her iki büyük holdingi, Koç ve Sabancı, bünyelerinde enerji şirketleri bulunduruyor. Dolayısıyla bankaları Akbank ve Yapı Kredi, her ne kadar Sorumluluk Bankacılık İlkeleri belgesini imzalamış olsalar da – ve ikincisi net sıfır emisyon taahhüdünde bulunsa da – fosil yakıt emisyonlarına yol açan şirketlerle doğrudan ilişkililer. Koç holding çatısı altında Türkiye’nin tek rafinerisi Tüpraş’ın yanı sıra Aygaz ve Kocaeli Doğal Gaz Çevrim Santralı’nı işleten Entek yer alıyor. Koç ayrıca Opet’in hisselerinin yüzde 50’sinin de sahibi. Sabancı holdinge ait Enerjisa’nın portfolyosunda ise üç doğalgaz, bir de linyit santrali var.
Öte yandan, yabancı sermayeli bankaların ortakları arasında, doğrudan ya da dolaylı olarak karbon emisyonların artışında pay sahibi bankalar var. Finansbank’ın hisselerini 2015’te satın alan QNB yani Katar Ulusal Bankası yıllardır Katar petrol ve doğalgaz faaliyetlerine finansman sağlıyor. Denizbank’ın 2019 yılına kadar ana hissedarı dünyada fosil yakıt emisyona yatırım yapan bankalar listesinde 47. sırada olan Rus Sberbank iken, banka Dubai’nin hükümete bağlı ENBD’ye satıldı. ENBD, Banking on Climate Chaos raporunun listesinde değerlendirmeye alınmadı, ancak banka Dubai Emiri ve ailesinin yönetiminde olan Dubai Yatırım Korporasyonu adındaki varlık fonuna ait. ENOC, yani Dubai’nin ulusal petrol şirketi de aynı çatı altında yer alıyor. 2007’de Oyak Bank’ı satın alan Hollandalı ING Bank, fosil yakıtlara en çok yatırım yapan bankalar listesinde 28. sırada.
Garanti Bankası’nın çoğunluk ortağı BBVA, fosil yakıtlara en çok yatırım yapan bankalar listesinde 42. sırada. BBVA, net sıfır bankacılık girişimlerinde rol aldığından Garanti BBVA Türkiye’de sürdürülebilirlik söylemlerini gündemine alan bankaların başında geliyor. Ancak BBVA, İspanya’da yeşile boyama yapmak konusunda ağır bir biçimde eleştiriliyor. Bankanın azınlık ortağı konumunu olan Doğuş Grubu’nun ise otomotiv sektöründeki yatırımları bilindik. TEB’in bankaya logosunu veren azınlık ortağı BNP Paribas ise fosil yakıtlara en çok yatırım yapan bankalar listesinde 10. sırada.
Dolayısıyla, Türkiye sermayeli başlıca bankaların fosil yakıt emisyonuna sebep olan şirketlerle iç içe olduklarını görebiliyoruz. Yabancı sermayeli bankaların ise Türkiye’de düşük karbonlu sürdürülebilir ekonomiye dönüşümde nasıl bir rol oynayabileceklerini zaman gösterecek. Paris Anlaşması’nın onaylanması ve ulusal bir net sıfır emisyon hedefinin belirlenmesiyle beraber Türkiye’de bankacılık ve finans sektörü üzerinde, kömür santralleri başta olmak üzere fosil yakıtlara yatırım yapılmaması için baskının artacağını öngörmek mümkün. Ancak bu baskının şeffaflık ve hesap verebilirlik talepleriyle birlikte uygulanması önem taşıyor. Ayrıca, önceliği kâr elde etmek olmayan yeni bankacılık modellerinin önü açılması da bu sürecin ayrılmaz parçalarından biri olacak.
İnsan kaynaklı küresel ısınma ve iklim değişikliğinin sonuçlarından olan sıcak hava dalgaları ve aşırı hava olayları, yaz mevsimine geçilmesiyle başta Kanada ve ABD’nin batı kesimleri olmak üzere kuzey yarımküreden gelen haberlerle kendini somut bir şekilde göstermeye devam ediyor.
Türkiye’de ise özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde son günlerde aşırı sıcaklar yaşanıyor.

Fotoğraf: Reuters
Kanada
Geçtiğimiz hafta Kanada’nın British Columbia eyaletini etkisi altına alan sıcak hava dalgası sonucu şu ana kadar 500’den fazla kişinin ölümüne yol açtı. Bölgede ayrıca 180 orman yangını kaydedildi. Lytton köyünde kaydedilen 49.6 santigratlık sıcaklık, Kanada’da şimdiye kadar kayıtlara geçen en yüksek sıcaklık oldu.
Kanada’da daha önce ölçülen en yüksek sıcaklık 1937’de 45 santigrat ile yaşanmıştı.

Oregon’da yaşayanlar soğuk hava merkezinde yatıyor. Fotoğraf: AFP
ABD (Batı yakası)
ABD’nin batı yakasını etkileyen sıcak hava dalgası bölgede çok sayıda orman yangınına yol açtı. Batı eyaletlerinde 54 dereceye varan sıcaklar yaşanıyor.
Geçtiğimiz haftasonunda ABD’nin batı yakasında, Kaliforniya eyaletinde ulusal park statüsünde olan Ölüm Vadisi (Death Valley) bölgesinde sıcaklık 54 derece olarak ölçüldü. Bu ölçümün dünya üzerinde şu ana kadar ölçülmüş en yüksek ortam sıcaklığı olarak kayda geçebileceği söyleniyor. Güney Kaliforniya’da Palm Springs Cumartesi günü 48.8 dereceyi görürken, Las Vegas 47.2 derece ile yine bugüne kadarki en sıcak gününü yaşadı.
Kaliforniya ve Oregon eyaletlerinde ise orman yangınları sürüyor. The Beckwourth Complex ismi verilen Kaliforniya’daki bu yılın en büyük orman yangını Pazartesi sabahı itibariyle 362 kilometre karelik alanı etkisi altına almış durumda olduğu bildirildi. Oregon’da Bootleg Fire ismiyle anılan yangın ise 620 kilometre kareden fazla bir alana yayılmış durumda.

New York’ta sıcaklık Temmuz başında 42 dereceyi buldu. Fotoğraf: Roberto Vivancos
ABD (Doğu yakası)
Aşırı sıcaklar ABD’nin doğu yakasında yer alan New York’ta eyaletini de etkiledi. Temmuz ayı başında aşırı sıcaklardan etkilenen New York’ta on binlerce kişi elektriksiz kaldı. New York Belediye Başkanı Bill de Blasio, halka “İhtiyacınız yoksa ışıkları bile kapatın” duyurusu yaptı.
Kentin merkezi olarak kabul edilen Central Park’ta 37 santigrat dereceye kadar yükseldiği açıklandı. Kentin bazı bölgelerinde hissedilen hava sıcaklığının 42 santigrat dereceye kadar yükseldiği de belirtildi. Bu sıcaklığın en son 2013’te yaşandığı kaydedildi.

Fas’ta 11 Temmuz günü sıcak 50 santigrat dereceyi buldu. Fotoğraf: Nicolas Postiglioni
Avrupa – Kuzey Afrika
İspanya’nın güneydoğusunda Murcia’da pazar günü sıcaklık 44 dereceye ulaşırken, Fas’ta da sıcaklıkların 50 dereceyi bulduğu bildirildi.

Moskova, Fotoğraf: Nikita Ermilov
Rusya
Rusya’nın başkenti Moskova ise 23 Haziran’da sıcaklığın 34.7’ye çıkmasıyla en sıcak gününü yaşadı. Sıcak hava dalgası tüm ülkeyi etkisi altına aldı. Temmuz başında Sibirya’da bir kasabada sıcaklığın 37 dereceye kadar ulaşmasıyla da son 120 yılın en sıcak günlerini yaşadı.

Temsili – Norveç, Saltdal – Fotoğraf: Unknown
İskandinavya
Finlandiya’nın Kuzey Kutup Dairesinde bulunan Laponya bölgesinde bulunan Utsjoki-Kevo istasyonunda ise 107 yıl sonra sıcaklık rekoru kırıldı. Bölge, Temmuz ayı başında 0.9 santigrat derece daha düşük ısıya ulaşarak 33.7 dereceyi gördü. Ülkede en son, Temmuz 1914’te Laponya’daki Inari Thule bölgesinde 34.7 santigratlık sıcaklık, bilinen en yüksek değer olarak kayıtlara geçmişti.
Norveç ve İsveç’in de kuzey kesimleri de sıcak hava dalgasından etkileniyor. Norveç’in Nordland ilçesinde yer alan Saltdal bölgesinde de Temmuz başı sıcaklık 34 santigrat dereceye kadar çıktı.

Via Pixabay
Antartika Bölgesi
Antartika Bölgesi’nde ise, Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO) 1 Temmuz’da yaptığı açıklamaya göre sıcaklık 18.3 santigrat dereceye ulaştı. Mart 2015’te bir önceki en yüksek 17.5 santigratlık dereceyi gölgede bıraktı.
WMO Genel Sekreteri Profesör Petteri Taalas, “Bu yeni sıcaklık kaydı, bu nedenle, gözlemlediğimiz iklim değişikliği ile tutarlıdır” dedi.
Türkiye
Türkiye’de ise, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün 12 Temmuz 2021 ölçümlerine göre en yüksek sıcaklık 43.4 santigratlık dereceyle Şırnak’ın Cizre ilçesinde yaşandı. İkinci sırada ise 42.4 ile Diyarbakır’ın Bismil ilçesi yer alırken, 41.8 ile üçüncü sırada Batman Beşiri ilçesi yer aldı.
Altın Kemer Plajı’nın 2012’de İzmit Körfezi’nin Mavi Bayrak sertifikası alan ilk plajı haline gelmesi vaktiyle bir “mucize” olarak değerlendirilmişti. Kocaeli’nin Karamürsel ilçesinde, Hereke ve Dilovası kıyılarının tam karşısında bulunan bu plaj daha geçtiğimiz sene yeniden Mavi Bayrak almaya hak kazandı. Altın Kemer, “deniz salyası” olarak adlandırılan müsilajla kaplanan ilk sahillerden biri oldu.
Peki, Marmara Denizi gibi kapalı bir denizde, Türkiye’nin doğaya en fazla kirlilik yayan sanayisinin bulunduğu dar bir körfezindeki bir plaj nasıl oldu da 2020’de Mavi Bayrak kriterlerine uygun görüldü? Deniz geçen sene temizdi ve bütün kirlilik bu sene mi su yüzüne çıktı? Yoksa denizin “öldüğü” bilinirken kamuoyuna bunun tersi mi vaat ediliyordu? Bu teşhislerden hangisi doğru?
Marmara Denizi kıyısında sanayi tesisleri ve nüfus yoğunluğundan kaynaklı deniz kirliliği bugüne mahsus bir durum değil. Belki de, kirliliğin boyutunun idrak edilebilmesi için müsilaj oluşması gerekiyordu. Bugün karşı karşıya kaldığımız asıl soru, bundan sonra nelerin değişeceği. Birçok aktörün çatışan çıkarlarından, Marmara Denizi’ni korumak için nasıl bir yol haritası ortaya çıkarılabilecek? Şayet bir yol haritası ortaya çıkarsa, masadaki farklı aktörleri ikna edebilmek amacıyla her zamanki, alışılagelmiş tavizlerden verilecek mi?
Kapsamlı bir yol haritası belirlemeye doğru atılan ilk adım, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un açıkladığı 22 maddelik Marmara Denizi Koruma Eylem Planı. Ancak bu eylem planında alınması vaat edilen tedbirlerin büyük bölümünü, kamu kurumları tarafından çoktandır hayata geçirilmesi gereken temel uygulamalar oluşturuyor. Tüm bu eksiklikler kamuoyu baskısı olmadan en basit adımların dahi atılamayacağını ortaya koyuyor.
Müsilaj kirliliğinin ortaya çıkmasından bu yana çok sayıda söyleşi, görüş, öneri ve rapor kamuoyuna yansıdı. Son olarak 18 Haziran’da İstanbul Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü öğretim görevlileri tarafından kapsamlı bir değerlendirme yayınlandı. Haftalardır Marmara Denizi’nin ortalamanın çok üzerinde ısınması, derin deniz deşarjı, tür çeşitliliğinin azalmasıyla ekolojik dengenin yitirilmesi gibi çok sayıda olguyu konuşmaya başladık. Bugüne kadar yayınlanan söyleşiler ve raporlar ışığında, bakanlığın 22 maddelik eylem planını temel alarak yetkililerden ve deniz kirliliğinde en büyük pay sahibi aktörlerden cevap bekleyen soruları derledik.

denizhaber.net adlı sitede 2008 yılında yayınlanan bir haber. | Görsel: Ekran görüntüsü.
➀ Müsilaj bugüne kadar neden ciddiye alınmadı? Yarın ciddiye alınacağına neden güvenmeliyiz?
Bakanlığın sunduğu planda müsilajla mücadele için öncelikli olarak Marmara Belediyeler Birliği bünyesinde Bilim ve Teknik Kurulu adında bir yapının oluşturulması ve bir “Stratejik Plan” hazırlanması öngörülüyor. Oysa ne Marmara’daki kirlilik ne de müsilajın oluşmasındaki etkenler yeni.
Çıkan haberlerden, özellikle 2007-2008 yıllarında Marmara Denizi’nde ciddi seviyede bir müsilaj oluşumunun yaşandığını öğrendik. Marmara Denizi’ndeki biyoçeşitlilik ve kirlilikle ilgili 2000’li yıllardan itibaren başlayan, meydana gelen müsilaj oluşumu sonrasında hızla artan kapsamlı çalışmalar var. İstanbul Üniversitesi öğretim görevlileri Neslihan Balkıs-Özdelice ve Seyfettin Taş ile Kocaeli Üniversitesi’nden Halim Aytekin Ergül’ün Türkiye Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) tarafından 2016’da yayımlanan Marmara Denizi’nde zararlı alg patlaması (HAB) ve müsilaj oluşumu (Harmful algal blooms (HABs) and mucilage formations in the Sea of Marmara) adlı çalışması aralarındaki en güncel örneklerden biri. Makalede müsilaj oluşumunda pay sahibi biyolojik türler ve tek hücreli canlılarla ilgili bilgiler verilirken, Marmara Denizi’nde hangi zararlı algların saptandığı listelenmiş ve bunların her geçen yıl artacağı öngörülmüş. TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’nin (MAM) başı çektiği Denizlerde Bütünleşik Kirlilik İzleme Çalışması’nda da erişilmek istenen hedeflerden biri olarak “alg-fitoplankton patlamaları ve müsilaj oluşumları için riskli alanların belirlenmesi” gösteriliyor.
İyi haber, politika oluşturabilmek için bir birikimin olduğu. Kötü haber ise bu girişimlerin akıbetini çoğu zaman kısa vadeli ekonomik çıkarların dikte etmesi. Bahsedilen stratejik planda bu araştırmalara dayalı olarak somut ve ölçülebilir politika değişiklikleri ortaya konacak mı, yoksa Türkiye’de çoğu zaman olduğu gibi kötüye gidişatın yavaşlatılması ile mi yetinilecek?

Hacı Aktif Mahallesi, İstanbul-İzmit yolu, 2019. | Fotoğraf: Ümit Yıldırım via Unsplash.
➁ Marmara’nın tamamı koruma alanı olarak belirlenirse sanayi ve yapılaşmadan vazgeçilecek mi?
Bakan Kurum’un açıkladığı eylem planının en dikkat çekici vaatlerinden biri 3. maddede yer verilen Marmara’nın tamamının koruma alanı ilan edilmesi. Eğer bakanlığın bu vaadi Marmara Denizi kıyılarının Tabiat Koruma Alanı gibi yasal bir statü kazanması anlamını taşıyorsa, bu durum gerek kentleşme gerek sanayinin tabiat varlıklarının korunmasına ilişkin mevzuata tabi olmasını gerektirir.
Kentleşme bir yana, Tüpraş rafinerisi, petrokimya fabrikaları, tersaneler, limanlar ve termik santrallarla çevrili bir alan, bunların doğaya etkisinden bağımsız bir şekilde korunabilir mi? Doğayı kirletenlere ciddi yaptırımlar uygulanır mı, hatta sanayinin Marmara havzasından başka bir bölgeye taşınması gündeme gelir mi?

degisenkocaeli.com adlı haber sitesinde 2018 yılında yayınlanan bir haber. | Görsel: Ekran görüntüsü.
➂ Belediyeler somut bulgulara dayalı ortak bir söylem geliştirebilir mi?
Belediyeler yıllardır Marmara Denizi sularının temiz ve yüzmeye uygun olduğu, biyoçeşitliliğin arttığı ve avlanılan balıkların dileyenler tarafından tüketilebilineceğine dair bir söylem benimsiyor. Örneğin, 2018’in Eylül ayında İzmit açıklarındaki sualtı yaşamını belgelemeye yönelik fotoğraf ve video çekimlerine katılan dönemin Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun İzmit Körfezi’ne “tam not” verdiğini okuyoruz. Karaosmanoğlu’nun Değişen Kocaeli sitesinde yayınlanan haberdeki açıklamaları şu şekilde: “Özellikle İzmit Körfezi’nin arıtılmasına yönelik verdiğimiz çetin mücadele Türkiye’ye örnek ve model oldu. Bu noktada en büyük atılımımız; Karamürsel’den Darıca’ya kadar İzmit Körfezi’nde atıksu kolektör hatları inşa etmek oldu. Sadece 2017 yılında 123 milyon m3 atıksu arıttık. Körfezimizin akvaryum gibi balık ve yaşam çeşitliliğin artması için çok çalıştık.” Karaosmanoğlu’nun belediye başkanlığı görevini 2004 ile 2019 yılları arasında 15 yıl boyunca sürdürdüğünü belirtelim.
Marmara kıyısının en kirli bölgelerinden bir olan Ambarlı Limanı’nın yanı başında bulunan Avcılar sahilinde halk plajı kurma çabası da benzer bir örnek olarak gösterilebilir. Dün halk plajı açmaya çalışıldıysa, nasıl oluyor da bugün denizi temizlemek için büyük bir seferberlik ilân edilebiliyor? Marmara Denizi’nin İstanbul kıyıları insanların girip yüzebileceği kadar temiz miydi, yoksa deniz yıllardır bakıma muhtaçtı ve belediyeler kirliliğe göz mü yumuyordu? Marmara Belediyeler Birliği bünyesinde oluşturulacak olan Bilim ve Teknik Kurulu, somut verilere ve bulgulara dayalı, ortak bir söylem geliştirilmesini sağlayabilir mi?

İstanbul’un Tuzla ilçesinde bulunan İleri Biyolojik Atık Su Arıtma Tesisi. | Fotoğraf: İSKİ
➃ Atıksu arıtma tesisleri yeterli mi? Marmara’daki kirlilik yalnızca atıksuların arıtılmasıyla önlenebilir mi?
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun alıntılanan açıklaması deniz kirliliğini önleme çabalarının temelinde atıksu arıtma tesislerinin olduğunu ortaya koyuyor. Bakanlığın eylem planındaki beş madde atıksu arıtma tesislerine ilişkin çeşitli vaatler içeriyor. Ancak kullanılan ifadeler muğlak. Bugüne kadar arıtmanın bazı durumlarda “göstermelik” olduğuna dair iddialar nedeniyle hangi yeni teknolojilerin kullanılacağına ilişkin daha fazla bilgi de şart. Mesela Sıfır Sıvı Deşarjı (ZLD) denilen ve arıtılan atıksulardaki tehlikeli kimyasalların suya karışmasını önleyen teknolojiler uygulanacak mı? Bunun gibi teknolojilerin gelişmesi için farkındalık özellikle Greenpeace’in tekstil sektörüne yönelik “Detoks” kampanyası kapsamında artmıştı.
Bakan Kurum, Sıfır Atık’tan bahsederken hep çöplere değiniyor. Oysa atık, çöpten ibaret değil. Acaba “Sıfır Atık” adı verilen kampanya denizlere sıfır kimyasal atık deşarjını gündemine alır mı? Eğer petrokimya sanayinin atıkları önlenemiyorsa, bakanlık bu fabrikaların başka yere taşınmaları için bir çalışma yapmaya hazır mı?

Kocaeli’nin Dilovası ilçesinden geçen Eynerce deresi. | Görsel: Gebze Yenigün Gazetesi, “Dilovası Eynerce Deresi temizleniyor” başlıklı haberden ekran görüntüsü.
➄ Endüstriyel atıklar ve deşarj: Yaptırım olmadan nasıl önüne geçilebileceği düşünülüyor?
Eylem planının en büyük eksiklerinden biri caydırıcılık. Örneğin, 15. maddede derelerin kirliliğine dair alınacak tedbir olarak şu vaat öne çıkarılıyor: Marmara’yla ilişkin havzalarda dere yataklarına yapay sulak alanlar ve tampon bölgeler oluşturularak kirliliğin denize ulaşması önlenecektir.
Bu maddeden derelerin kirletilmesine yeşil ışık yakıldığını anlamak pekâlâ mümkün. Özellikle Ergene nehri ve Dilovası’ndaki Eynerce deresi gibi kimyasal foseptiklere dönüşmüş su yolları varken, sanayi kirliliğinin derelere boşaltılmasının önlenmesine yönelik herhangi bir adımın gündeme alınmaması endişe verici. Devlet yine iş dünyasını rahatlatmak için bütün sorumluluğu yüklenmiş gibi görünüyor. Bu kirliliğe yol açanlara herhangi bir yaptırım uygulanacak mı? Buradaki sanayiler şeffaf, hesap verebilir ve ihlallerin saptanması hâlinde ağır cezalar içeren denetimlere tabi tutulacak mı?

Ergene Havza Koruma Eylem Planı kapsamında arıtılmış endüstriyel atıksuların bir boru hattı vasıtasıyla toplanarak Marmara Denizi’ne deşarjını sağlayacak Marmara Derin Deniz Deşarj Hattı, 2019. | Fotoğraf: Tarım ve Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü.
➅ Sanayi kirliliği sonucu doğaya salınan kimyasallarla ilgili veriler var mı? Varsa, açıklanacak mı?
Marmara Denizi’nin kirlenmesinde tek etken kuşkusuz sanayi kirliliği değil, ancak yapılan değerlendirmelerde sanayi kirliliğinin boyutu ile ilgili somut verilere ulaşamıyoruz. Ayrıca sanayicilerin son yıllarda giderek artan çevreci görünme çabası, sorumluluktan kaçınmalarına da sebep olabilir. En azından, sanayicilerin plastik üretiminin sürekliliğini sağlamanın bir yolu olarak geri dönüşüm ve çöp toplama girişimlerinde yer almaları son yıllarda giderek artan bir çıkar çatışması ya da bulanıklığı yaratıyor.
Buna örnek olarak Rahmi Koç’un başkanlığında kurulan Deniz Temiz Derneği ya da TURMEPA’nın dergisinin müsilajla ilgili sayısı gösterilebilir. Nitekim Tüpraş, Aygaz, Opet, Henkel, Enka gibi firmaların desteğiyle çıkarılan dergide, müsilaja dair kaleme alınan yazıda “müsilajın ana sebebi evsel atıklar” ve “iklim değişikliği ve insan baskısı sebebiyle bu durum tekrarlanabilir” gibi başlıklar tercih edilmiş. Oysa Zeynepgül Alp’in Gezegen için hazırladığı haberde alıntılanan uzmanlar Marmara’nın sularının ısınmasının en önemli nedeni kirlilik olarak gösteriyor. TURMEPA’nın Acil Eylem çağrısında her ne kadar endüstriyel atıkların ciddi bir kirliliğe yol açtığı kabul edilse de, temel sorun olarak arıtma tesislerinin kapasitesinin yetersizliği öne çıkarılıyor. Denizcilik sektörü haricinde iş dünyası paydaşlar arasında sayılmıyor bile.
Peki, petrokimya sanayinin merkezi olan Marmara’da bu firmaların, bahsedilen derelere dahil olmak üzere saldıkları ve deşarj ettikleri atıklar ölçülebiliyor mu? Cevap evet ise ölçümler açıklanır mı? Hayır ise ölçmek için gerekli adımlar atılacak mı?

Kanser yapıcı kimyasalları tespit etmeyi amaçlayan projeye ilişkin bulguları kamuoyuyla paylaştığı için hakkında dava açılan Bülent Şık’ın ilk duruşmasında yapılan basın açıklaması, 7 Şubat 2019. | Fotoğraf: Evrensel Gazetesi.
➆ Şeffaflık ve hesap verebilirlik nasıl sağlanacak?
Gerek ölçümlerin kamuoyuyla paylaşılması, gerekse yaptırım konusu şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerinin tavizsiz bir şekilde uygulanmasını gerektiriyor. Oysa bundan sadece üç yıl önce, gıda güvenliği uzmanı Bülent Şık Cumhuriyet gazetesinde Sağlık Bakanlığı tarafından 2011-2016 yılları arasında “Kocaeli, Antalya, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli İllerinde Çevresel Faktörlerin ve Sağlık Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi Projesi” adı ile yürütülen ve kendisinin de kısmen dahil olduğu projenin sonuçlarına ilişkin bilgiler paylaştığı için yargılandı. Dava açıldıktan sonra TTB tarafından Sağlık Bakanlığı’na yöneltilen sorulara hâlâ cevap verilmiş değil.
Eğer bugün Marmara Bölgesi’nde kanserojen kimyasallarla ilgili bir araştırmanın sonuçları kamuoyuyla paylaşılmıyorsa, dahası bu bilgileri yayınlayan Şık mahkeme tarafından 15 ay hapis cezasına mahkûm edildikten sonra Bölge Mahkemesi’ne yapılan itiraz sonucu ancak beraat edebildiyse, Marmara’daki kirlilikle ilgili hangi biliminsanı ve araştırmacı veri paylaşırken kendini güvende hissedebilir? Şeffaflık olmadan hesap verebilirlik beklemek iyimserlikten öteye geçmiyor.

Sıfır Atık projesi kapsamında şehirlerde yaygınlaşan atıkların kaynağında ayrıştırılmasını sağlayan çöp kutuları.
➇ Sıfır Atık uygulamaları yeterli bir çözüm mü?
Bakan Kurum’un vaatlerinden biri de 2017’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın öncülüğünde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından başlatılan Sıfır Atık Projesi’nin Marmara genelinde uygulanması. Müsilaj, Sıfır Atık Projesi’ne de yeni bir görünürlük katmış gibi. Ancak Sıfır Atık Projesi, atık üretimin azaltılmasından ziyade atıkların geri dönüşümü üzerine kurulu. Kimyasal ya da hafriyat atıklarını kapsayan bir çözüm önermiyor. Bilakis, petrokimya, plastik ve geri dönüşüm sanayisinin sürekliliğini sağlayacağından ters etki yaratması bile söz konusu. Ayrıca, Sıfır Atık projesinin en kritik eksiklerinden birisi de veri elde etmek için herhangi bir çaba ortaya konmaması. Bu kısıtlı haliyle Sıfır Atık uygulaması yeterli mi?

Yılın 12 ayı Boğaz’da yaşayan yunusların sayıları gün geçtikçe azalıyor. | Fotoğraf: Arda Tonay, Türk Deniz Araştırma Vakfı (TÜDAV)
➈ Aşırı avlanmayla ilgili ne gibi tedbirler alınacak?
Bakanlığın eylem planında balıkçılıkla ilgili en önemli vurgu hayalet ağların temizlenmesi. Ancak, uzmanlara göre kirlenmenin yanı sıra aşırı avlanma Marmara Denizi’ndeki biyoçeşitliliğin azalmasının sebeplerinin başında geliyor. Aşırı avlanma bazı canlıların besin bulamamasına ve ekolojik dengenin kaybolmasına yol açıyor. Emrah Temizkan’ın Gezegen için hazırladığı haberde okuyabileceğiniz üzere, özellikle yunuslar gibi sayıları azalan deniz canlıları için aşırı avlanma büyük bir tehdit oluşturuyor. Marmara Denizi’nin koruma alanı olması öngörülüyorsa, balıkçılıkla ilgili kısıtlamalar biyologların denetiminde daha sıkı hâle getirilecek mi?

Saros’ta yapılmasına başlanan doğalgaz limanına karşı yurttaş hareketlerinin tepkisi dinmiyor.
⑩ Kirlilikte termik santralların etkisi nedir?
Marmara Denizi’nin kirlenmesinde ve ısınmasındaki en büyük etkenler arasında termik santraller de gösteriliyor. MAREM raporlarında termik santrallardaki soğutma çalışmalarının bugünkü kirlilikteki etkisi ile ilgili çok sayıda ayrıntı var. Yetmiyormuş gibi Saros körfezine BOTAŞ’ın doğalgaz limanı inşa ediliyor. Termik santralların yol açtığı kirlilikle ilgili herhangi bir çalışma var mı? Termik santralların Marmara Denizi kirliliğindeki doğrudan ve dolaylı etkisi nedeniyle, belirlenecek yol haritasında yenilenebilir enerjilere daha fazla yatırıma yer vermek düşünülür mü?

Yetkililer müsilajı Kanal İstanbul’u olumlu bir proje gibi göstermek için bir fırsat olarak kullanıyor.
⑪ Kanal İstanbul’un inşaatı müsilajı ve Marmara Denizi’ndeki kirliliği nasıl etkiler?
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu’nun müsilaja çözüm olarak Kanal İstanbul’u göstermesinin ardından Sabah gazetesinde Kanal İstanbul bu kez atıksu sorununa da çare gibi sunuldu. VOA’ya açıklamalarda bulunan deniz bilimci Cemal Saydam, Kanal İstanbul’un Marmara Denizi’nin alt tabakasında hidrojen sülfür yoğunluğunu artıracağını ve “yalnız Marmara Denizi değil Marmara Bölgesi elimizden gideceğini” söylüyor. Bu durumda, Kanal İstanbul’un etrafına bina edilecek bir yol haritası ne kadar gerçekçi? Ayrıca inşaattan çıkacak devasa hafriyat ve inşaat atıklarının su havzalarına ve dolaylı olarak Marmara Denizi’ne etkisinin ne olacağına dair bir çalışma var mı?
Müsilaj sorunu ve daha genel olarak Marmara Denizi’nde geriye dönüşü olmayan seviyelerdeki kirlilik şapkayı önümüze koyup düşünmemizi gerektiriyor. Bugüne kadar ortaya konan yaklaşım Türkiye’de aslolanın inşaat sektörü ve sanayinin çıkarları olduğunu apaçık ispatlar nitelikteyken, ancak göz boyamanın ötesine geçen, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerine dayalı bir iklim ajandası bu boyuttaki sorunlara çözüm üretebilir. Sunulan Eylem Planı’nda böylesine bir iradeye işaret eden herhangi bir vaat göremiyoruz. Şeffaflık ve hesap verebilirliğin artabilmesi için birçok ülkede olduğu gibi önce Paris Anlaşması onaylanıp, net sıfır emisyon gibi somut hedefler konarak köklü değişikliklere gidilmesi şart.
Kaz Dağları’nda yürütülen altın madeni projesi Türkiye’de son yılların en büyük yurttaş mücadelelerinden birine tanık oluyor.
Kanadalı Alamos Gold şirketi ve onun yerli taşeronu Doğu Biga Madencilik, 2019’da valilik izniyle Kirazlı köyünde ağaç kesimlerine başlamıştı. TEMA Vakfı’nın, şirketin ÇED raporuna göre sahip olduğu izin sadece 26,7 hektarlık bir alanken, 613 hektarda 195 bin ağacın kesildiğini açıklaması büyük yankı uyandırdı. Doğa savunucuları 26 Temmuz 2019’da Su ve Vicdan Nöbeti’nde bir araya geldi. Ardından destek çığ gibi büyüdü. Ülkenin dört bir yanından onbinlerce kişi doğayı korumak için nöbete katıldı.
Videoaktivist Hakan Tosun, aylar boyunca direnişi yerinden izleyerek kayda aldığı görüntülerle Gezegen için hazırladığı “Kaz Dağları Talanı: Ne Uğruna…” adlı belgeselinde, doğa tahribatına karşı nöbet tutan yurttaşların bir buçuk yılı aşan mücadelesini ve birlikte yaşama pratiğini ekrana yansıtıyor. Belgeselde Türkiye’ye karşı 1 milyar dolar tazminat açan Alamos Gold’un ruhsatı olmamasına rağmen ağaç kesmeye nasıl devam ettiğini, direnişin kış şartları ve pandemide jandamarmanın engellemelerine rağmen nasıl sürdüğünü de izleyeceksiniz.
Gezegen’in, 4982 sayılı Bilgi Edinme Yasası’ndan yararlanılan ve iklim, kamu sağlığı ya da emek konularını merkezine alan haber-araştırma projeleri için açtığı burs çağrısı sonuçlandı. Başvuranlar arasında üç gazeteci Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) katkısıyla sunacağımız burs desteğine değer görüldü.
Araştırma bursu için yapılan başvurular gazeteciler Rengin Arslan, Ümit Kıvanç ve Gezegen editörü Zeynep Yüncüler’den oluşan bir jüri tarafından, isimler ve çalıştıkları kurumlar kapalı olarak, anonim bir şekilde değerlendirildi. Jüri, başvuruları konu, kapsam, gerçekleştirilebilirlik, sunuşun niteliği ve bilgi edinme başvurusunun önerilen habere katkısı gibi kriterler üzerinden değerlendirdi.
Bu çerçevede araştırma bursuna değer görülen gazeteciler ve önerdikleri haber-araştırma konuları şöyle:
– Esra Açıkgöz: “Pandeminin ve yasakların yaşı 65 üstü olanlar üzerindeki etkileri”
– Özlem Kahveci: “Fatsa’daki siyanürlü altın madenciliği faaliyetlerinde kadınların ÇED toplantılarına etkin katılımı”
– Sercan Engerek: “İzmir’in tarihi Damlacık semtinde kamulaştırma ve kentsel dönüşüm”
Desteğe hak kazanan gazeteciler önümüzdeki günlerde jüriyle çevrimiçi bir toplantıda bir araya gelerek çalışmalarına başlayacaklar.
Başvuruda bulunup projesi bu aşamada desteklenemeyen tüm gazetecilere emeklerinden ve ilgilerinden dolayı teşekkür ederiz.
Gezegen, 31 Mayıs’ta gerçekleştirdiği beşinci buluşmasında odağına doğa savunucularını aldı. Türk Tabipler Birliği Başkanı ve hak savunucusu Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı ve Evrensel gazetesi İzmir temsilcisi gazeteci-yazar Özer Akdemir, Türkiye’de doğayı ve yaşam alanlarını korumak için verilen mücadeleleri haklar perspektifinden değerlendirdi.
Türkiye’de doğa savunucularına yönelik baskı, taciz, gözdağı ve tehditlerin artığı bir dönemde Kaz Dağları’ndan İkizdere’ye, Marmara’dan Van’ın Gürpınar ilçesine farklı girişimlere karşı yurttaşların sürdürdükleri mücadelelere karşı devletin uyguladığı şiddet türleri üzerine konuştuk. Yeşil alanları savunmanın ne denli kitlesel hâle gelebileceğini, toplumun her kesiminden insanları nasıl birleştirebileceğini
Webinarda katledilişinin 10. yıldönümünde Metin Lokumcu’yu, Karadeniz Sahil Yolu inşaatına karşı verdiği doğa mücadelesinden dolayı silahlı saldırıya uğrayan ve öldürülen avukat Cihan Eren’i, Finike’de taş ocakların faaliyetleri nedeniyle zarar gören sedir ağaçlarını korudukları için öldürülen Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’yu hatırladık, Türkiye’nin dört bir yanındaki Gezi Parkı protestolarında polis şiddeti nedeniyle katledilenleri andık. Ekoloji alanında hem teorik çalışmalar yapan hem de sahadaki her mücadelede desteğini esirgemeyen akademisyen Beyza Üstün’ün Kobane davasında tutuklu yargılanmasına parantez açtık.
Buluşmanın tamamını YouTube kanalımızda izleyebilirsiniz.
Doğa savunucuları Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu 9 Mayıs 2017’de Antalya’nın Finike ilçesine bağlı Kızılcık yaylasındaki evlerinde katledilmişti.
Büyüknohutçu cinayetinin dördüncü yılında, Antalya’nın Kumluca ilçesindeki Alakır Vadisi’nde, HES’lere karşı verdikleri mücadeleyle kamuoyunda tanınan Tuğba Günal ve Birhan Erkutlu kendi yaşadıklarıyla ilgili sorularımıza ortak yanıtlar verdi. Günal ve Erkutlu ayrıca Büyüknohutçu çiftinin öldürülmesine ilişkin Gezegen ile bir video mesaj paylaştı.
Son zamanlarda Alakır Vadisi’nde hayat nasıl geçiyor?
Tuğba Günal – Birhan Erkutlu: Her mevsimin kendine göre bir ritmi var. Şimdi bostan işleri zamanı.
Neredeyse 20 yıldır oradasınız yanılmıyorsak?
TG – BE: Tam olarak söylemek gerekirse 17 yıldır. 2004’te göçtük Alakır’a.
HES’lere karşı verdiğiniz mücadeleden dolayı defalarca gözdağı, tehdit ve tacizlere uğradığınız haberlere yansıdı. Kamu kurumlarından herhangi bir destek gördünüz mü, şikâyetlerinizden sonuç aldınız mı?
TG – BE: Maalesef hayır. Eğer kamu kurumları bizlere yönelik tehdit ve tacizlere karşı görevlerini yerine getirmiş olsalardı şirket senelerce süren bu tutumuna devam edemezdi.
“Etrafımızdaki arazileri satın aldılar. Belli zamanlarda buralardan bizi taciz ediyorlar”
Tehditler devam ediyor mu?
TG – BE: Açıkçası evet. Etrafımızdaki arazileri satın aldılar. Belli zamanlarda buralardan bizi taciz ediyorlar. Suyumuzu kestikleri dava gibi birçok suç duyurumuzun süreci de devam etmekte. En son bu arazilerden birine yerleştirdikleri kameralardan birini yaşam alanımızın girişini görecek şekilde yönlendirdiler. Şikâyetimiz üzerine yönünü değiştirdiler.
Türkiye’de sizin de tecrübe ettiğiniz tacizlerin azalması, yaşandığı zaman ise yıldırıcı olmaması için ne gerekli?
TG – BE: Bu tacizlerin sona ermesi için tabii ki kamu görevlilerinin görevini yerine getirmesi gerekiyor. Bu konularda şirketlere anında gerekli cezaların uygulanması lâzım. Bu yapılmadıkça şirketler bundan güç bularak şiddetin ve tacizin boyutlarını devamlı arttırıyorlar. Cezasızlık son bulmalı.
“Dünyanın her köşesindeki tüm doğa savunucuları öldürülmeye kadar varan inanılmaz bir tehdit ve taciz altındalar. Hele bunu doğada ön saflarda gerçekleştirenler bu tehdidi kendi yaşam alanlarında 7/24 yaşamaktalar”
Sadece Türkiye’den değil, dünyanın dört bir yanından çevre örgütleri ve yurttaş hareketleri ile iletişim hâlindesiniz. Doğa savunucularının güvenlik sorunları ne kadar yaygın?
TG – BE: Tüm dünyada bu korkunç boyutta. En demokratik ve hukuka, insan haklarına saygılı olduğu düşünülen İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya ve Kanada’da dahi doğa savunucularına karşı inanılmaz bir şiddet ve baskı uygulanıyor. Var olan ekonomik sistemin bağımlı olduğu büyüme ve bunun için ihtiyaç duyduğu tek kaynak olan doğa bir ham madde olarak görüldüğü sürece hangi ülke, hangi yönetim biçimi olursa olsun doğayı korumaya çalışanlar tüketime dayalı bu sistemin önündeki en büyük engel olarak görülmekte. Bu yüzden dünyanın her köşesindeki tüm doğa savunucuları öldürülmeye kadar varan inanılmaz bir tehdit ve taciz altındalar. Hele bunu doğada ön saflarda gerçekleştirenler bu tehdidi kendi yaşam alanlarında 7/24 yaşamaktalar.
Gezegen, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle üç gazeteciye Bilgi Edinme Yasası kapsamında geliştirilecek bir haber projesi için araştırma bursu sunuyor.
Başvuru yapacak gazetecilerden, bilme hakkı çerçevesinde Türkiye’den bir ya da birden fazla kurumdan edinecekleri bilgileri temel aldıkları, iklim krizini merkezine alan bir haber konusu belirlemeleri istenecek. Burs kazanan gazetecilere çalışmalarını yürütürken rehberlik sağlanacak.
Hangi konulardaki projeler desteklenecek?
Geçtiğimiz sene P24 tarafından sağlanan bursun ana fikrinde bu sene küçük ama önemli bir değişikliğe gidildi. Bursun yürütücüsü, P24 bünyesinde iklim odaklı bir platform olarak yayına başlayan Gezegen’in ekibi olacak. Bu çerçevede araştırmacı bursu için yapılacak başvurularda Gezegen’in yayın çizgisindeki konulardan birinin seçilmesi bekleniyor: İklim, çevre talanı ve kirliliği, kentleşme ve kentsel dönüşüm, gıda, kamu sağlığı ve emek.
Araştırma safhası Türkiye sınırları içinde yürütülebilecek şekilde tanımlanmalı, tüm proje çalışmalarında Bilgi Edinme Yasası’ndan nasıl etkin bir şekilde yararlanılacağı belirtilmelidir. Gazeteciler çalışmalarında Bilgi Edinme Yasası’na tabi herhangi merkezî veya yerel bir veya birden fazla kurumu seçebilir.
P24, Türkiye’de 4982 Sayılı Bilgi Edinme Hakkı Yasası’nın etkin bir şekilde kullanımını teşvik etmek amacıyla, Article 19 ortaklığıyla ve mySociety’nin çevrimiçi Özgür Bilgi Platformu Alaveteli’nin desteğiyle internet üzerinden her kuruma başvuru yapılmasını sağlayan bilmehakki.org sitesini hayata geçirmişti. Bu çerçevede gazeteciler için de Bilgi Edinme Yasası’nı habercilikte nasıl kullanabilecekleri konusunda ipuçları içeren bir kılavuz hazırlandı. Çalışmalarda bilgi edinme başvurularında bilgi istenebilecek kurumların listesi bilmehakki.org sitesi ise üzerinden incelenebilir.
Kimler başvurabilecek?
Araştırma almak için başvuranlarda şu koşullar aranacak:
1- En az iki ve en fazla 15 yıl aktif gazetecilik yapmış olmak veya iletişim, gazetecilik, medya, radyo-televizyon, belgesel film gibi alanlarda üniversite eğitimini tamamlamış olmak;
2- Çalışma düzeyinde İngilizce bilmek;
3- Gazetecilik faaliyetini Türkiye sınırları içinde sürdürüyor olmak;
4- Önerilen araştırmacı gazetecilik çalışmasını beş ay içinde tamamlayıp yayına hazır hâle getirebilecek zaman ve koşullara sahip olmak.
Başvuru metninde 500 kelimeyi geçmeyecek şekilde yapmayı teklif ettiğiniz araştırmanın kısa ve net bir tarifi olmalı. Bu tarif, araştırmanın odağını, amacını, araştırmayı yaparken bilgi edinme başvurusu yapmayı planladığınız kurum veya kurumları, yöntemi, medyayı, çalışmanın içereceği seyahat ve benzeri planları, çalışmanın öngörülen uzunluğunu içermeli.
Eğer mümkünse, araştırmanızın sonucunda ortaya çıkacak çalışmayı nerede yayınlamayı planladığınızı da başvurunuzda belirtiniz.
Başvurunuzda kısa özgeçmişiniz ve daha önce yaptığınız gazetecilik çalışmalarından en az iki örnek ve/veya iletişim, gazetecilik, medya, radyo-televizyon, belgesel film gibi alanlarda üniversite eğitimini tamamlamış olduğunuzu gösteren belgenin bir örneği yer almalıdır.
Lütfen başvurularınızı en geç 24 Mayıs 2021 Pazartesi günü saat 19:00’a kadar info.gezegen24@gmail.com ve ozgunozcer@platform24.org adresinlerine gönderiniz.
Başvurular nasıl değerlendirilecek?
Başvurular, bağımsız bir jüri tarafından değerlendirilecek ve seçilen proje ya da projeler Punto24 tarafından duyurulacaktır. Jürinin kimlerden oluştuğu, seçilen isimlerle ile aynı anda kamuoyuna açıklanacaktır.
Burs miktarı nedir ve çalışma takvimi nasıl işleyecek?
Jürinin değerlendirmesi sonucu desteklenmeye değer görülen çalışmaların sahiplerine 11,000 liralık eğitim ve araştırma bursu verilecek. Bu bursun yarısı çalışmanın başlangıcında, kalan yarısı ise çalışmanın yayına hazır hâle getirildiğinin jüri tarafından onaylanmasıyla gazetecilere ödenecek.
Jürinin değerlendirme sonuçlarının açıklanmasından sonra kazanan gazetecilerle bir toplantı düzenlenecek. Burs sahibi gazeteciler, rehberlerle bir araya gelerek çalışmalarına başlayacaklar.
Tüm gazetecilerin çalışmalarının taslağını 1 Ekim’de teslim etmeleri, jürinin yorumlarının ardından da nihaî haberlerini 1 Kasım itibariyle tamamlamış olmaları gerekmektedir.
Çalışmalarda yöntem ve medya sınırlaması yok. Bununla birlikte Bilgi Edinme Yasası’nın yanı sıra veri gazeteciliğinin araçlarından, multi-medya ve video uygulamalarından yararlanacak çalışmalar özellikle teşvik ediliyor.
Punto24 ve FNF, destek verdiği araştırmalar sonucunda ortaya çıkacak bütün çalışmaları proje sahibi gazetecinin tercih ettiği medya kuruluşuyla aynı anda ya da kendi seçeceği bir medya ortamında yayınlama ve ilk yayından sonra da, program kapsamında üretilen bütün çalışmaları ücretsiz olarak yayma ve dağıtma hakkına sahip olacak.
İklim krizi günlerinde doğayı savunmak, dünyada verilebilecek en tehlikeli mücadelelerden birine dönüşebiliyor. Hele ki doğal kaynakların korunmak yerine, ticari kâr amacıyla kendi çıkarları için kullanılmak üzere şirketlere tahsis edildiği ülkelerde. Türkiye’de, Finike’deki taş ocaklarının yol açtığı doğa tahribatına karşı direnen Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun katledilmesini ve Karadeniz Sahil Yolu inşaatında denizin doldurulmasına hukukî yollarla engel olmaya çalışan avukat Cihan Eren’in bir silahlı saldırıda öldürülmesini hatırlıyoruz. Her iki cinayet, azmettirenler yönü araştırılmayarak samanaltı edildi. Farklı ülkelerde doğa savunucuları ve yerel yurttaş hareketi üyelerinin birbirlerine benzer saldırılara uğradığını görüyoruz. Orta Amerika’dan Filipinler’e, Afrika’dan Karadeniz’e, Kanada’dan Hindistan’a dünyanın dört bir yanında doğanın ve doğal kaynakların korunmasını talep eden sivil halk ile bu bölgeleri ticari kaygılarla üretime açmak isteyen ulusal ya da yerel yönetimler ve şirketler karşı karşıya geliyor.
Özel şirketlerin ve bürokratların menfaatleri ile çatışan doğa savunucularına karşı işlenen cinayetler tüm dünyada artıyor. Londra merkezli uluslararası sivil toplum kuruluşu Global Witness’ın Temmuz 2020’de yayınladığı rapora göre, sadece 2019’da 212 toprak ve doğa savunucusu öldürüldü. Bu, kuruluşun doğa savunucularına karşı işlenen cinayetleri izlemeye başladığı 2012 yılından bu yana en çok cinayetin yaşandığı sene. Paris Anlaşması’nın imzalandığı Aralık 2015 ile pandemi öncesi dönem arasında ise ortalama haftada dört toprak ve doğa savunucusu öldürülmüş. Yani tablo gün geçtikçe kararıyor. Öldürülen insan hakları savunucuları anısına çevrimiçi bir anıt-çetele niteliği taşıyan HRD Memorial’da bugün ismi geçen birçok hak savunucusu Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu gibi doğayı savundukları için katledilenler.
Cinayetlerin bu kadar yaygınlaşması, tehditlerin, tacizlerin ve gözdağının nasıl sistematik hâle geldiği hakkında da bir fikir veriyor. Global Witness, raporunda, çetelesiyle ilgili önemli bir şerh düşerek, paylaşılan rakamların sorunun gerçek boyutunu asla ortaya koyamayacağı konusunda uyarıyor. Nitekim basının özgür olmadığı, hükümetlerin de bu tehditlere göz yumduğu birçok ülkede doğa savunucularına yönelik saldırıların takibinin yeterli bir şekilde yapılamayacağı aşikâr. Dahası, İkizdere’de, Kaz Dağları’nda, Cerattepe’de ve ülkenin birçok yerinde, jandarma ve polis – yani kamu görevlileri – şirketlerin faaliyetlerinin “güvenliğini” savunmak uğruna biber gazı ve kaba kuvvet kullanarak eylem yapan yurttaşların güvenliğini tehlikeye attığı zaman, doğa savunucularının saldırılara maruz kalmaları kolaylaşıyor. Saldırıları düzenleyenler ve tehdit edenlerin işledikleri suçlar cezasız kalırken, doğanın talanına karşı koyanlar kriminalize ediliyor.
Dünyada doğa savunucuları cinayetleri
Pandemi öncesindeki bir yıl içinde doğa savunucularına karşı en çok cinayet şu anda hükümet karşıtı büyük protestoların düzenlendiği Kolobmiya’da (64 doğa savunucusu cinayeti) ve Filipinler’de (43 doğa savunucusu cinayeti) yaşandı. Global Witness’ın çetelesine göre bu cinayetlerin hedefindeki doğa savunucularının 50’si madencilik faaliyetlerine, 34’ü ise büyük tarım arazilerine karşı mücadele verirken katledilmiş. Beş farklı kıtada 2019’da öldürülen bazı doğa savunucularını burada analım:
Paulo Paulino Guajajara, Brezilya: Kuzey Brezilya’daki Maranhao eyaletinde yaşayan Guajajara yerlilerini temsil eden doğa savunucularındandı. Brezilya’da doğa mücadelesi çoğu zaman yerli halkların hak mücadelesiyle el ele gidiyor. Yaşadıkları ormanlık alanlarda ağaçların kesilmesine karşı çıkan Guajajara yerlileri de bunun örneklerinden biri. Paulo Paulino, 1 Kasım 2019’da yaşadığı bölgede ağaç kesiciler tarafından pusuya düşürüldü. Daha 26 yaşındaydı. Öldürüldüğü gün Guajajara yerlilerinin liderlerinden Sonia Guajajara Brezilya’da yerlilerin karşılaştıkları hak ihlalleriyle ilgili Avrupa’da görüşmeler yapıyordu. Greenpeace’in paylaştığı bilgiye göre 2000 ile 2018 yılları arasında 42 Guajajara yerlisi öldürüldü.
Paris Anlaşması’nın imzalandığı Aralık 2015 ile pandemi öncesi dönem arasında ortalama haftada dört toprak ve doğa savunucusu öldürüldü
Maritza Isabel Quiroz Leiva, Kolombiya: Ülkenin kuzeyinde, Bonda yakınlarında bir kasabada hükümetten aldığı destekle organik tarım yapıyordu. Bölgede şiddet gören Afrika asıllı kadınların temsilcisiydi, tehditler almıştı ve Anayasa Mahkemesi’ne intikal eden bir dosyada kendisine koruma sağlanması istenmişti. Silahlı saldırganlar tarafından gece evinde öldürüldü.
Nora Patricia López León, Meksika: Ülkenin güneyinde, Montes Azúles biyosferi yakınlarındaki Aluxes ekoparkında çalışan bir biyologdu. Nesli tükenmekte olan endemik papağan türü guacamaya roja’nın (Türkçe adıyla kırmızı Macaw papağanı) üremesi ile ilgili bir araştırmayı yürütüyordu. Cinayetin ardından Meksika Zoologlar Derneği, Devlet Başkanı López Obrador’a López León’un ölümünün aydınlatılması için çağrıda bulundu. Olayla ilgili iki kişi gözaltına alındı ancak henüz cinayet çözülemedi.
Sergio Rojas Ortiz, Costa Rica: Pasifik kıyı şeridindeki Puntarenas eyaletinde, Bribri yerlilerinin yaşadığı Salitre bölgesinin yasadışı işgaline karşı yürüttüğü kırk yılı aşkın mücadeleyle tanınıyordu. 18 Mart 2019 günü evinde suikasta uğradı. Vücuduna 15 el ateş edilmişti. Cinayetin aydınlatılması için Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu Costa Rica hükümetine çağrıda bulunmuş, eyalet yönetiminin süregelen tehditleri ve saldırıları soruşturmamasını kınamıştı.
Emmanuel Essien, Gana: Ülkesinin en büyük sorunlarından biri, kıyılardaki aşırı avlanmayı gözlemleyen ve yasadışı avlanan balıkçıları kayda alan bir uzmandı. Tanıyanlar, 28 yaşındaki Essien’in işini büyük titizlikle yaptığını ancak balıkçıları gözlemleyenlerin sürekli diken üstünde olduklarını anlatıyor. Essien, 5 Temmuz 2019’da Meng Xin 15 adlı bir tekneyi denetlerken kayboldu ve o günden beri izine rastlanmadı.
Liviu Pop ve Raducu Gorcioaia, Romanya: İkisi de ülkenin kuzeyinde orman korucusu olarak çalışıyordu. Bir ay arayla öldürüldüler. Pop, Maramures bölgesinde ağaçların yasadışı bir şekilde kesilmesine karşı koymaya çalışırken tüfekle vuruldu. Gorcioaia ise Pascani bölgesinde yasadışı ağaç kesimi yapılan bir alanın yakınlarında arabasında ölü bulundu. Romanya’da “odun mafyası” ülkenin özellikle kuzeyinde asırlık ormanlarda büyük tahribatlara neden oluyor. Yetkililer yıllardır bu çetelerin faaliyetlerine engel olamıyor.

Fotoğraf / İsidro Baldenegro López 2005’te Goldman Çevre Ödülü’nü kabul töreninde konuşma yaparken, San Francisco, ABD. Goldman Environmental Prize arşivi.
Maraden Sianipar ve Maratua Siregar, Endonezya: Gazetecilerdi. Sumatra adasının kuzeyinde bir palmiye yağı üretimi çiftliği işleten bir şirketle yerel halk arasındaki ihtilafı takip ederken çiftlik yakınlarında bıçaklanarak öldürüldüler. Her iki gazeteci, çalıştıkları medya kuruluşu 2017 yılında kapandıktan sonra mesleklerini serbest bir şekilde sürdürüyordu ve yasadışı palmiye yağı üretimine yönelik ekimleri araştırıyordu.
Datu Kaylo Bontolan, Filipinler: Ülkenin güneydeki büyük adası Mindanao’nun en güney ucunda yer alan Davao kenti ve çevresinde Dutarte rejimi hem etnik azınlıklara hem de çiftçilere yönelik büyük bir baskı uyguluyor. Bölgede yaşayan yerli azınlıklara mensup çok sayıda kişi yargısız infaz edildi. Manobo kabilesi şeflerinden biri ve Katribu Ulusal Yerli Liderler Konseyi’nin bir üyesi Datu Kaylo, bölgedeki yerlileri temsil eden PASAKA Konfederasyonu’nun da genel sekreter yardımcısıydı. Yaşadıkları topraklarda zorla yerinden edilen yerlilerin durumunu araştırırken askerler tarafından katledildi.
“Sizin kurşununuz var … benim ise kelimelerim. Kurşun ateş edildiğinde ölür, ama kelimeler tekrarlandıkları zaman yaşarlar”
Son yıllarda katledilen doğa savunucuları arasında kendi toplumları içerisinde sergiledikleri öncü rolle, verdikleri mücadeleyle tüm dünyaya esin kaynağı oluşturan kişiler de var. Doğayı korumak birçok gelişmekte olan toplumda en alt kesimlerin yoksulluğuna, toprak veya doğal kaynakların paylaşımlarındaki adaletsizliğe ve yolsuzluğa karşı mücadele etmekle, azınlıkların kültürel haklarını savunmakla da eş anlamlı. Özverili gayretleriyle hatırlanan doğa savunucuları arasında üç isim sayabiliriz:
Berta Cáceres, Honduras: 2017’de evine giren silahlı saldırganlar tarafından katledilen Cáceres, 2015 yılında Goldman Çevre Ödülü’ne değer görülmüştü. Ülkesinin kuzeybatısında Lenca yerlilerinin topraklarındaki doğal kaynakların özel şirketler tarafından sahiplenilerek kullanılmasına karşı yıllarca mücadele verdi. Özellikle Gualcarque nehri üzerinde bir hidroelektrik santralı inşaatına engel olan kampanyayı yürütmesiyle tanındı. Yargılamada cinayeti işleyenlerin, hidroelektrik santralın inşaatını yapan Desa şirketiyle bağları ortaya çıkarıldı. Kızı Bertha, anısına yazdığı bir mektupta annesini şu sözleriyle anıyor: “Sizin kurşununuz var … benim ise kelimelerim. Kurşun ateş edildiğinde ölür, ama kelimeler tekrarlandıkları zaman yaşarlar.”
Isidro Baldenegro López, Meksika: Tıpkı Cáceres gibi, Baldenegro López de Goldman Çevre Ödülü’nü almıştı. Sierra Madre bölgesinde Tarahumara yerli halkının topraklarındaki ormanlık alanlarda ağaç kesimlerini durdurmak için çabalıyordu. 2003’te, o dönem katledilen doğa savunucularının aileleriyle düzenlediği eylemler sonucu bölgede ağaç kesiminin bir süreliğine yasaklanmasını sağlamıştı. Barışçıl direnişine rağmen tehditler hiç dinmedi ve Ocak 2017’de suikaste uğradı.
Ajit Maneshwar Naik, Hindistan: Ülkenin batısında, Dandeli kenti yakınlarında hidroelektrik santral inşaatlarına karşı mücadele veriyordu. Dandeli Sivik İnisyatifi’nin lideriydi ve bölgedeki yurttaş hareketlerinin organizatörlerindendi. Aynı zamanda avukattı ve bölgede bilgi edinme hakkının yaygın kullanımı için çaba gösteriyordu. Kali nehrinde yasadışı ağaç kesiminden madencilik faaliyetlerine kadar her türlü soruna karşı kampanyalar düzenlendi. Son olarak, nehirde doğal bir akıntının kaldığı son kısımlardan birine küçük bir hidroelektrik santral inşaatı projesine karşı çıktı. Temmuz 2018’de bir saldırgan tarafından öldürüldü. Hidroelektrik santrallar ve barajlar Hindistan’da doğa tahribatının en önemli unsurlarından biri. O kadar ki santrallara dair bir kitap kaleme alan yazar Arundhati Roy, ülkesinin bu alandaki politikasını “barajlar seküler Hindistan’ın tapınakları, onlara neredeyse ibadet ediliyor,” sözleriyle tasvir ediyor.
Yöre halklarını söz sahibi kılmak için hangi somut adımlar atılmalı?
Global Witness’a göre, bu kara tablonun değişmesi için yöre halkları yaşam alanlarında yapılacak her türlü kamu ya da özel yatırımla ilgili söz sahibi olmalı. Ancak, yine raporda pandemi döneminde bunun tam da aksine bazı şirketler doğa savunucularına yönelik saldırılarını arttırırken, hükümetlerin ise koruyucu tedbirleri kaldırdıkları belirtiliyor. Kuruluşa göre “hiç olmadığı kadar kaygı verici” bir dönemdeyiz. Hükümetler için artık şu soruyla yüzleşme zamanı: Doğayı ve onu savunanlar mı, yoksa şirketlerin yatırımı mı korunmaya değer?

Fotoğraf / Berta Cáceres’in anısına bir duvar resmi, Tegucigalpa, Honduras. David Díaz via Pixabay.
Global Witness‘ın atılmasını tavsiye ettiği somut adımlar şunlar:
– Hükümetler, uluslararası hukuk çerçevesindeki taahhütlerini yerine getirerek, doğa savunucularının mücadelelerini güvenli bir şekilde vermelerini sağlamalı. Yaşama haklarının yanı sıra, toplanma ve ifade özgürlüklerini garanti altına almalı, ekonomik açıdan iyi bir yaşam standardı temin etmeli. Ayrıca herkesin, güvenli bir iklim dahil olmak üzere temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir doğada yaşantılarını sürme hakkının tanınması gerekiyor. Bu kolektif haklara dair bilinç gün geçtikçe artıyor.
– Hükümetler yöre halklarının önceden, herhangi bir baskı altında kalmadan ve yapılacak projenin doğaya etkilerine dair bütün bilgilere sahip bir biçimde, sürecin her aşamasında onayını aramalı.
– Doğal alanlarda veya doğal kaynakların işletilmesini öngören faaliyetin, ticari ve operasyonel olarak doğaya ve topluma etkisinin çok kapsamlı bir değerlendirmesi yapılmalı. Bu değerlendirmelerin sonuçları kamuoyuyla paylaşılmalı ki sağlanan şeffaflık sayesinde yöre halklarına yönelik olumsuz etkiler de azaltılabilsin.
Doğa savunucularının ve eylemlerde yer alan her yurttaşın, sivil itaatsizlik gösterilerine katılmak da dahil olmak üzere tüm haklarını güvence altına alacak ulusal politikalar tanımlanmalı
– Hükümetler ayrıca arazi ve toprak dağılımında adaletsizlikleri – toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı olanlar da dahil olmak üzere – gidermeli. Var olan, süregelen ihtilaflar ise yasal yollarla çözüme kavuşturulmalı, yörede ve/veya bölgede yaşayan azınlıkların yaşadıkları topraklarla ilgili bütün hakları güvence altına alınmalı.
– Ayrıca toprak ve doğa savunucularının üstlendikleri rol yasal bir zeminde meşrulaştırılmalı, onlara yönelik tüm tehditler – cinsiyete dayalı şiddete özellikle dikkat çekilerek – kamuoyu önünde kınanmalı.
– Doğa savunucularının ve eylemlerde yer alan her yurttaşın, sivil itaatsizlik gösterilerine katılmak da dahil olmak üzere, tüm haklarını güvence altına alacak ulusal politikalar tanımlanmalı. Eğer eylemleri nedeniyle doğa savunucularının kriminalize edilmelerine yol açan yasalar varsa, bunlar kaldırılmalı.
– Başka ülkelerin şirketleri söz konusu olduğunda, diplomatik ve ticari ilişkiler vasıtasıyla bu şirketlerin merkezlerinin bulunduğu ülkelerin hükümetlerine kaygılar iletilmeli, yurt dışındaki faaliyetlerinin hesap verebilir olması talep edilmeli.
– Hesap verebilirliği artırmak için doğa savunucularının yaşamlarına somut etkisi olacak denetim mekanizmaları uluslararası yasalar ve standartlar doğrultusunda hayata geçirilmeli.
– Cezasızlık sona ermeli. Doğa savunucularının tehdit edilmesini ya da onlara saldırılmasını emredenler adalet karşısına çıkarılmalı.
– Yolsuzluk, insan hakları ihlalleri ve doğa tahribatının önlenmesi, araştırılması, sorumluların cezalandırılması için etkin politikalar, yasalar, yönetmelikler ve yaptırımlar tanımlanmalı; şirket yönetimleri ve yatırımcılar ülkelerinde ya da yurt dışındaki operasyonel faaliyetleriyle ilgili hesap verebilir kılınmalı.
– Yurt dışındaki yardım kampanyaları ya da yatırım projelerinde, yöredeki doğa savunucularının olası itirazlarını güvenle dile getirebilmelerini sağlayacak önlemlerin alınması şart konulmalı.
İklim krizi ile mücadele giderek bilim insanlarının katkılarıyla tanımlanmış, ölçülebilir hedeflere dayalı politikalar üzerine inşa ediliyor. Bunların başında atmosfere salınan insan kaynaklı sera gazı miktarının düşürülmesi geliyor. Düzenli artışın önce durdurulup kontrol altına alınması, ardından da düşük karbon ekonomisine geçiş iklim mücadelesinin önemli safhaları. Bu çerçevede belirlenen ve Paris Anlaşması sonrasında birçok politika belgesinde bağlayıcı bir taahhüt olarak yer almaya başlayan temel kavramlardan biri de net sıfır emisyon; bir başka deyişle atmosfere salınan ve sera etkisine neden olan başta karbondiyoksit olmak üzere toplam sera gazı miktarının yeryüzü tarafından emilen sera gazı miktarıyla eşit hâle gelmesi.
Hükümetlerin kalkınma ve sanayi stratejileri, belediyelerin şehircilik anlayışları gibi makro politikalar bir yana, özel işletmelerin faaliyetleri, hatta her bireyin günlük yaşamı artık karbon emisyon miktarının dengelenmesi etrafında yeniden tanımlanıyor, biçimleniyor. Peki, net sıfır emisyon olgusunu belirleyen unsurlar neler ve bu hedefe erişmek için önümüzdeki on yıllarda ne tür adımlar atılabilir? Dokuz maddede ele alıyoruz.

Fotoğraf / Poznan, Polonya. Marcin Jozwiak
➀ Net sıfır emisyon hedefine nasıl erişilebilir?
“Net sıfır emisyon” terimi ile tam olarak ne ifade edildiğini mercek altına alalım. Öncelikle “net sıfır”, “sıfır emisyon” anlamına gelmiyor. “Net” kelimesi, atmosfere salınan sera gazlarıyla doğa tarafından emilen sera gazlarının – en azından – eşitlenmesi vurgusunu içeriyor. Dolayısıyla net sıfır emisyona erişmek, “karbon nötr” veya atmosferde sera gazı efektini pekiştiren bütün gazları dikkate aldığından giderek yaygınlaşan deyimle “iklim nötr” olmaktan geçiyor. Bunun için birçok yol mevcut:
– Net sıfır emisyon hedefinin ana eksenini oluşturan unsur enerji üretiminde fosil yakıtların kullanımına son verilmesi; ulaşım da dâhil olmak üzere her alanda enerji ihtiyacının temiz, yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği politikasıyla sağlanması. Bunu büyük çapta gerçekleştirmek için bazı hükümetler uzun vadeli planlar geliştirmeye başladılar.
– Sanayi, tarım ve kentsel planlama politikalarında enerji verimliğini arttırmaya yönelmek, bunu sağlayacak yeni teknolojilerin ve süreçlerin geliştirilmesini desteklemek.
– Karbon yakalama çözümlerine yatırım yapılması. Bunların başında en doğal ve düşük maliyetli çözümlerden biri olan ağaç dikmek ve tabiatın, özellikle de biyosfer rezervi olarak belirlenen bölgelerin korunması geliyor. Bu çerçevede kendilerine net sıfır emisyon hedefi koyan ülkelerin ya da uluslararası şirketlerin, ağaç dikme programlarına yatırım yapmak suretiyle karbon yakalanmasına katkı sağlamayı taahhüt ettiklerini görmek mümkün. Atmosfere yayılan sera gazının karbon yakalama çözümleriyle denkleştirilmesine “karbon telafisi” (carbon offset) adı veriliyor.
– Öte yandan, karbon telafisi için hiç de mubah görülmeyen yollar var. Bahsedilen denkleştirme ya da karbon nötr durumu, bir hükümet ya da özel bir işletmenin başka bir ülkenin karbon salım hakkını satın almasıyla sağlanabiliyor. 2015’te imzalanan Paris Anlaşması’na gidilen süreçte salım hakkı üzerinden ticaret yapılması sıklıkla gündeme gelmiş ve eleştirilmişti. Bilim insanları ve iklim aktivistleri, “iklim adaleti” vurgusuyla gelişmiş ülkelerle kalkınmakta olan ülkeler arasında karbon salım hakkı anlaşmaları yapılmasına karşılar. Bunun yerine, kalkınmakta olan ülkelerde karbon sıfır toplumlar oluşmasına imkân tanımak için iklim alanındaki finansal desteklerin artması talep ediliyor.
Ayrıca, net sıfır emisyon hedefinin temelini oluşturan prensipler birtakım genellemelere dayanıyor. Bitkilerin ve toprağın atmosfere salınan fosil yakıt kaynaklı gazları yakalama kabiliyeti, “net sıfır” hesaplamalarında öngörülen kapasiteden sınırlı. Giderek daha fazla gördüğümüz şekilde şirketlerin ürünlerini veya faaliyetlerini “karbon nötr” olarak pazarlamaları ise temelde yanıltıcı. Bu genellemelerin içerdikleri mitler hakkında, petrokimyadan tarıma birçok alanda uzmanlık sahibi 41 bilim insanının kaleme aldığı “net sıfır emisyon ve karbon telafisi hakkında çökertilmiş 10 mit” adlı metni (İngilizce) okumanızı öneririz.

Fotoğraf / “Fridays For Future” yürüyüşü, Bonn, Almanya, 2019. Mika Baumeister
➁ Paris Anlaşması, net sıfır emisyon hedefini odağına alan iklim politikaları açısından bir eşik mi?
Evet, dönüm noktası dahi denebilir. 12 Aralık 2015’te imzalanan Paris İklim Anlaşması’nda küresel ısınmayı ortalama 2 derecenin altında tutma hedefinin belirlenmesi, sera gazı emisyonlarının azaltılmasını, uzun vadede de “net sıfır” seviyesine çekilmesini bir iklim bilincinden ibaret olmaktan çıkardı ve politikaya dönüşmesini sağladı. Hükümetler ilk defa küresel ısınmayı önlemek için üzerlerine düşen sorumlulukla yüzleşti (ya da yüzleşmek zorunda kaldı).
Ayrıca, Paris Anlaşması’nın bağlayıcı özelliği iklim hareketinin taleplerine de bir zemin oluşturuyor. 2018 yazında İsveçli lise öğrencisi Gretha Thunberg’in iklim için okul grevi eyleminden sonra çığ gibi büyüyüp küresel bir gençlik hareketine dönüşen Gelecek İçin Cumalar (Firdays For Future) ve aynı dönemde Londra’daki iklim protestolarında doğan Yokoluş İsyanı’nın hükümetlere yönelik çağrılarında net sıfır emisyon hedefi önemli bir yer tutuyor. Dahası, net sıfır emisyon hedefine 2030’a kadar ulaşılabilmesi için birçok ülkede iklim aktivistleri ulusal ve yerel yönetimlere İklim Acil Durumu ilan etmeleri yönünde çağrı yapıyorlar.
➂ Net sıfır emisyon hedefine ulaşan ve politika belgelerinde yer veren ülkeler hangileri?
Evet, var! Net sıfır emisyon dersini en çok çalışan ülke, Himalaya dağlarının ücra bir köşesine sıkışmış Butan. Hepimizin halkının mutluluğunu ölçmesiyle tanıdığı Butan’ın iklim krizine karşı da ön safta yer alması şaşırtmamalı. Butan’ın anayasasına göre ülkenin hâlihazırda yüzde 70’lerde olan ormanla kaplı arazisi, yüzde 60’ın altına düşemez. Ülkenin yüzde 51’i ise koruma altında bölgelerden oluşuyor. Ayrıca 2030’a kadar atıksız ülke olma hedefiyle alışkanlıkları değiştirmek için her ayın ikinci günü bir saat boyunca tüm halk atık toplamak ve temizlik yapmak için seferber ediliyor. Üstelik, elektriğe erişebilen hane sayısı 2006 ile 2016 arasında yüzde 60’tan yüzde 99’a çıkmasına rağmen Butan net sıfır emisyon dengesini korumayı başarmış. Ürettiği karbonun üç katını ormanlarıyla bertaraf eden Butan karbon negatif iki ülkeden biri. Diğeri ise, ülkenin yüzde 93’ü Amazon ormanlarıyla kaplı Surinam.
Bu iki ülkenin yanı sıra, altı ülke net sıfır hedefini kanunlaştırdı. Aralarında İsveç hedef tarihini 2045 olarak belirledi, diğer beş ülke ise 2050’de net sıfır emisyona erişme taahhüdünde bulundu. Bunlar sırasıyla: Birleşik Krallık, Fransa, Danimarka, Yeni Zelanda ve Macaristan. Avrupa Birliği ve beş ülkede ise (Güney Kore, İspanya, Şili, Fiji, Kanada) 2050’de net sıfır emisyona erişme zorunluluğu kanun teklifi aşamasında.
Net sıfır emisyon hedefine kanun gibi bağlayıcı olmayan, ancak uzun vadeli stratejilerin pratiğe geçirilmesini sağlayan çeşitli politika belgelerinde yer veren 18 ülke daha bulunuyor.
Tüm bu bilgilere Energy and Climate Intelligence Unit’in hazırladığı, net sıfır emisyon politikaları takibi (“Net Zero Tracker”) sayfasından erişmek mümkün. Sayfadaki grafikte, net sıfır emisyon hedefinin tartışmaya başlandığı onlarca ülkeye de yer verilmiş. Bir eksik dikkat çekici – bunu 9. maddede daha detaylı olarak ele alacağız.

Fotoğraf / Stefan R.I. via Picspree
➃ Kirletici firmaların “net sıfır emisyon” taahhüdünde bulunmasını nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Paris Anlaşmasıyla birlikte genişleyen küresel iklim hareketi büyük kirletici firmalar üzerindeki baskıyı artırıyor. Shell, BP, Coca-Cola, Pepsi, Unilever, Nestlé ve daha birçok kirletici firma son iki yılda “net sıfır emisyon stratejisi” oluşturduklarını açıkladılar. Peki, bu stratejiler ne kadar gerçeği yansıtıyor ve perde arkasında iklim açısından bağlayıcı politikaların oluşturulması aleyhinde lobicilik faaliyetleri yürütülüyor mu?
Söz konusu küresel şirketler olduğunda şeytan çoğu zaman ayrıntılarda gizleniyor. Örneğin dünyanın en büyük kirleticileri arasında, özel şirketler kulvarında ilk beşe giren Shell, Şubat 2021’de net sıfır emisyon niyetini somut bir stratejiye döktü. Ancak stratejide, iklim krizi ile mücadelede en kritik dönem olarak görülen önümüzdeki on yılda üretimin yüzde 20 oranında arttırılması öngörülüyor. Öte yandan, “net sıfır” hesaplarının yumuşak karınlarından biri “denklik hesabına”, yani üretilen ve telafi edilen sera gazlarının eşitlenmesine dayanıyor olması. Petrokimya firmalarının fosil yakıt üretimlerini azaltmadan alternatif yeşil enerji teknolojileri sunarak net sıfır emisyona yaklaşmaları pekâlâ mümkün. İklim ekonomisi jargonunda buna karbon yoğunluğunu (carbon intensity) azaltmak deniyor. Prensipte bu, fosil yakıt üreten enerji firmaları açısından yeni teknolojilere yatırımlarını hızlandırmaya teşvik edici bir formül gibi görülebilir. Ancak fiilen, fosil yakıt üretiminin düşürülmesinin geciktirilmesine yol açıyor. Bir başka deyişle, Shell’in kısa vadede belirlediği strateji, rezervlerindeki petrolü daha hızlı tüketip net emisyon değerini dolaylı yollarla azaltmak üzerine kurulu. Bu da iklim açısından hiç de iç açıcı değil.
Halkla ilişkiler kampanyalarının iklim alanında bir diğer şampiyon kirletici firması ise Coca-Cola. Dünyanın en büyük plastik atık kirleticisi, 2040 yılında net sıfır emisyona erişeceğini vaat etti. O halde artık kolalarımızı gönül rahatlığıyla yudumlayabilir miyiz? Pek sayılmaz. Coca-Cola’nın iklim aleyhinde lobicilik sabıkası bir hayli kabarık. 2017’de sızdırılan iç strateji belgeleri, firmanın AB’deki atık toplamanın ve depozito sisteminin geliştirilmesi yönündeki politikalara karşı olduğunu ortaya koymuştu. Tepkiler üzerine Coca-Cola plastik sanayisi için lobicilik yapan Plastics Industry Association’ndan (Plastik Sanayii Derneği) çekildiğini duyurmuştu. Ocak 2021’de Grist’in internet sitesinde yayınlanan Nathanael Johnson’ın haberine göre ise tüm ışıltılı reklamların ve vaatlerinin aksine, Coca-Cola ve Google gibi firmalar Amerikan Kongresi’nde iklim ajandasının ilerletilmesi konusunda sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Dolayısıyla ortaya konan net sıfır emisyon hedeflerinin toplumun ve medyanın denetimine tabi tutulması şart.
Net sıfır emisyon politikalarına karşı çıkan çok güçlü başka sanayiler de var. Bu senenin başında New York Üniversitesi tarafından yayınlanan kapsamlı bir araştırmaya göre ABD’deki endüstriyel et ve süt ürünleri firmaları 2000’li yıllardan bu yana iklim politikaları aleyhinde lobiciliğe milyonlarca dolar harcadı ve harcamaya devam ediyor.
Kısacası, tüm dünyada artan iklim bilinci firmalara net sıfır emisyon hedefi belirlemekten kaçınma imkânı tanımıyor. Ancak iklim mücadelesinin en kritik ayaklarından biri kirletici firmaların söylemleriyle eylemlerinin örtüşüp örtüşmediği konusunun peşini bırakmamak olacak.

Fotoğraf / Indiana’da bir güneş paneli tarlası, ABD. American Public Power Association
➄ Küresel firmalar ve işletmeler için belirlenen kıstaslar var mı?
Net sıfır emisyon politikalarının olumsuz tarafı küresel firmalara ağaç dikme inisiyatiflerine destek vermek gibi, üretim süreçlerini değiştirmeden karbon telafisi yapabilme seçeneği sunması. Şirketlerin net sıfır hedeflerini telafi stratejisi yerine emisyon azaltma politikası üzerine kurmalarını sağlamak için Karbon Saydamlık Projesi (CDP), BM Küresel İlkeler Sözleşmesi (UN Global Compact), Dünya Kaynakları Enstitüsü (WRI) ve Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) ortaklığında Bilime Dayalı Hedefler girişimi başlatıldı. Bu çerçevede şirketlerden net sıfır emisyon stratejilerini oluştururken iklim bilimiyle uyumlu kıstasları temel almaları bekleniyor. Telafi faaliyetleri ise net sıfır emisyon için geçerli bir yöntem sayılmıyor.
Girişimin Bilime Dayalı Net Sıfır Hedefi el kitabı ise şirketlerin açıkladıkları net sıfır emisyon hedeflerinin gerçekçi olup olmadığını saptamak için gözlemci kurumlara ve gazetecilere şu kılavuz-kriterleri sunuyor:
– Kapsam: Şirketlerin net sıfır hedefleri, değer zincirlerinde atmosfere salınan tüm sera gazlarının kaynaklarını içermeli.
– Şeffaflık: Şirketler net sıfır hedefine dahil edilen ve dışında bırakılan tüm sera gazı emisyonları, net sıfıra erişmeyi hedefledikleri süre, bu süre içerisinde azaltmayı ya da nötralize etmeyi planladıkları emisyon miktarı ve, varsa, ara hedefler ya da kilometre taşları konularında şeffaf olmalılar.
– Emisyon azaltma temelli strateji: Şirketler değer zincirlerinde atmosfere salınan sera gazlarının kaynaklarını ortadan kaldırmayı hedeflemeliler. Bu hedef, küresel ısınmayı 1.5 °C derece ile sınırlı tutma yönündeki emisyon azaltma çabalarıyla süre ve ölçek açısından tutarlı olmalı. Bir şirketin net sıfır emisyona geçiş sürecinde telafi ve nötralizasyon tedbirleri, değer zincirindeki emisyon miktarının azaltılması için gerekli tedbirlerin yerine geçici süreliğine alınabilir, ama kesinlikle yerine geçemez.
– Emisyon azaltma hiyerarşisi: Şirketler stratejilerinde emisyon nötralize etme ya da telafi etme stratejileri yerine sera gazı kaynaklarının ortadan kaldırılmasına öncelik vermeli, değer zincirinde ya da dışında var olan karbon stoklarını ise korunmalı.
– Son tarih 2050: Şirketler net sıfır sera gazı emisyon hedefine 2050’den önce erişmeli, emisyon azaltma miktarının daha düşük olması pahasına daha erken bir hedef belirlenmemeli.
– Hesap verilebilirlik: Uzun vadeli net sıfır hedefler, şirketlerin faaliyet ve yatırım planlamalarıyla uyumlu bir süreç içerisinde, bilime dayalı ara emisyon azaltma hedefleriyle desteklenmeli, gidişat kontrol edilebilmeli.
– Ekolojik ve sosyal güvenceler: Emisyon azaltma stratejileri güçlü sosyal ve ekolojik ilkeler üzerine kurulmalı, biyoçeşitlilik, ekosistemler ve çalışan hakları korunmalı.

Fotoğraf / Avrupa’nın ilk iklim nötr mahallesi Västra Hammen, İsveç. La Citta Vita via Flickr
➅ Nüfusun yoğun olduğu metropoller nasıl bir strateji izliyor?
BM Habitat’ın verilerine göre dünyadaki enerjinin 78’ini şehirler tüketiyor. Atmosfere salınan sera gazlarının yüzde 60’ından da yine şehirler sorumlu. Net sıfır emisyona erişmek için birçok ülkenin ve kurumun hedef olarak belirlediği 2050 yılında 2.5 milyar kişinin şehirlerde yaşaması bekleniyor. Dolayısıyla belediyeler ve özellikle büyük metropoller sürdürülebilir bir şehircilik anlayışıyla sera gazı emisyon miktarının azaltılmasında çok önemli bir role sahip.
Paris Anlaşması’ndan bir yıl önce, 2014’te 17 büyük metropol belediyesi Kopenhag’da bir araya gelerek Karbon Nötr Şehirler Birliği’ni (Carbon Neutral Cities Alliance) kurdu. Oluşumun bugün itibariyle Berlin, Paris, Londra, Amsterdam, New York, Rio de Janeiro, Toronto, Sydney gibi dünyanın en kalabalık şehirlerinden bazılarının da aralarında olduğu 22 üyesi var. Oluşuma üye olmak için belediyelerden şu kriterleri doldurmaları bekleniyor:
– Belediye Meclisinin tüm sektörleri kapsayan (enerji, ulaşım, atık yönetimi) bir karbon nötr hedefini kabul etmiş olması;
– Karbon nötr hedefinin uygulanmasına yönelik bir planın hazırlanmış ya da hazırlanma sürecinde olması;
– Karbon nötr hedefinin uygulanmasına yönelik planı hayata geçirmek için gerekli bir bütçe ve kadronun oluşturulmuş olması;
– Şehrin birliğe aktif olarak katılması ve bu çerçevede küresel net sıfır emisyon hedeflerine bağlılığını göstermesi.
Öte yandan, Birleşik Krallık’ta Manchester belediyesinin öncülük ettiği ve altı Avrupa şehrinin (Frankfurt-Almanya, Modena-İtalya, Vilvoorde-Belçika, Zadar-Hırvatistan, Bistrita-Romanya ve Tartu-Estonya) yer aldığı URBACT Sıfır Karbon Şehirler projesi de halen devam ediyor. Paris Anlaşması’nın ardından başlatılan bir başka girişim ise C40 Şehirler ağı. Kalkınmaktaki ülkelerin görece daha fazla temsil edildiği, 97 şehrin üye olduğu bu ağ ulaşımdan atık yönetimine birçok alanda işbirliği imkânı sağlıyor.
2010’dan bu yana da kültür başkentlerinin yanı sıra “yeşil başkentler” seçen Avrupa Birliği ise 2030 yılına kadar 100 şehrin iklim nötr olması hedefini duyurdu. İklim nötr kentsel planlamada ise en önde giden şehirlerin başında Malmö geliyor. İsveç’in üçüncü büyük şehrindeki Västra Hammen mahallesi, Avrupa’nın ilk iklim nötr mahallesi olarak anılıyordu. Malmö her ne kadar 2020 için koyduğu tüm şehrin iklim nötr hale gelmesi hedefini yakalayamamış olsa da, yeni, bütün ayrıntıların dikkate alındığı, kentin karşı kıyısındaki Kopenhag’ın da dahil olduğu bir plan hazırlamak için kolları tekrar sıvadı. Malmö’nün yenilenebilir enerji, yerel gıda tüketimi ve atıkların yeniden kullanımına dayalı şehircilik politikası dünyanın dört bir yanında irili ufaklı birçok şehir için gelecekte ilham kaynağı olacağı kuşkusuz.
➆ Net sıfır emisyon için yaşam alanları ve binalarda ne tür uygulamalar yapılıyor?
Ölçeği biraz daha küçülttüğümüzde net sıfır emisyon hedefine erişmek için kritik birimlerinden biri de yerleşimler ve binalar. Sürdürülebilir bir yaşam gelecekte enerji verimliliğinin üst düzeyde olduğu, su ve ısının israf edilmediği, üretilen enerjinin yeniden kullanılıp dönüştürüldüğü yeni nesil binalardan geçecek. Hatta bir adım öteye giden, tükettikleri enerjiden fazlasını üreten “pozitif enerji binalar” da bu yeni nesil, çevre dostu yapılar arasında.
Yeni nesil binaların yaygınlaşmasındaki en büyük engel hâlihazırda bir hayli maliyetli olmaları. Avrupa Birliği, gelişmiş mühendisliğin ve mimari tekniklerin getirdiği bu yüksek maliyetleri düşürerek sıfır ya da pozitif enerji binaların yaygınlaşmasını sağlayabilmek amacıyla ZERO-PLUS adında bir proje başlattı. Proje kapsamında hem binalardaki enerji verimliliğini arttıran teknolojileri – yalıtım, güneş panelleri, rüzgâr türbinleri, mülti-fonksiyonel çatı tasarımı – erişime açmak hem de yerleşim bazında bu teknolojilerin maliyetleri düşürecek şekilde optimum seviyede kullanımını teşvik etmek amaçlanıyor.
Net sıfır emisyon ya da enerji binalara en çok yatırım yapan ülkelerin başında da soğuk iklimleri nedeniyle İskandinav ülkeleri geliyor. Norveç’in Trondheim kentinde, Bilim ve Teknoloji Üniversitesi bünyesinde kurulan iki kilit merkez alana öncülük ediyor: Birincisi Net Sıfır Binalar Araştırma Merkezi (The Research Centre on Zero Emission Buildings), diğeri ise Akıllı Şehirlerde Sıfır Emisyon Mahalleler Araştırma Merkezi (Research Centre on Zero Emission Neighborhoods in Smart Cities). Her iki merkez, bazılarında işbirliği içinde oldukları ülke çapında 10’un üzerinde pilot proje yürütüyor. Bunlardan en iddialıları Bergen’de planlanan “Sıfır Kasaba”, Bodo şehir merkezinin yeniden tasarımı ve başkent Oslo’nun banliyölerinden Furuset’in yeniden dönüşümü – bir başka deyişle, yeşil bir kentsel dönüşüm projesi.
Merkezin internet sitesindeki tanımına göre, net sıfır binalar arasında beş ayrı seviye mevcut:
– Operasyonel: Binanın yenilenebilir enerji üretimi, binada operasyonel olarak üretilen sera gazları emisyonlarını telafi ettiğinde;
– Operasyonel ve Ekipman: Binanın yenilenebilir enerji üretimi, binada operasyonel olarak üretilen sera gazları ve prize takılı ekipmanlar için kullanılan enerjiyi telafi ettiğinde;
– Operasyonel ve Materyal: Binanın yenilenebilir enerji üretimi, binada operasyonel olarak üretilen ve inşaatta kullanılan materyallerin üretiminde oluşan emisyonları telafi ettiğinde;
– İnşaat, Operasyonel ve Materyal: Binanın yenilenebilir enerji üretimi, binada operasyonel olarak üretilen, inşaatı sırasında meydana gelen ve inşaatta kullanılan materyallerin üretiminde oluşan emisyonları telafi ettiğinde;
– Tamamı: Binanın yenilenebilir enerji üretimi, binanın ömrü boyunca ürettiği tüm sera gazı emisyonlarını telafi ettiğinde (inşaat materyalleri, inşaat süreci, operasyonel enerji üretimi ve yıkım/geri dönüşüm).
Ayrıca, Londra merkezli Yeşil Bina Konseyi (Green Building Council) yerel ölçeklerde inşaat sektöründe firmaları bir araya getirerek yeşil ve sürdürülebilir yapılar için işbirliği yapmalarını teşvik ediyor. Yukarıda bahsettiğimiz C40 Şehirleri ağının ise, belediye başkanlarının imzasına açılan, net sıfır emisyon binaları teşvik etmek için gereken planlama ve regülasyonları hayata geçireceklerine dair bir deklarasyonu mevcut.

Fotoğraf (temsili) / “Yavaş Gıda” akımının tarihi, 1986’da Roma’da Mc Donald’s şubesinin açılışının protesto edilişine dayanıyor. Joiarib Morales
➇ Düşük karbon beslenmenin net sıfır emisyon politikalarına etkisi var mı?
Kesinlikle. Tarım ve hayvancılık başta olmak üzere, karbon emisyonlarının önemli bir kısmını gıda sektörü oluşturuyor. Sürdürülebilir bir yaşamla uyumlu düşük karbon beslenmenin hedefi gıda ürünlerinin üretimi, ambalajlanması, tedariki ve geri dönüşümü aşamalarında sera gazı emisyonunu en aza indirmek. Düşük karbon diyetlerde bu nedenle endüstriyel et ve hayvansal ürünler tüketilmiyor, sebze ve meyvelerde mevsimsel ve yerel ürünlere öncelik veriliyor ve plastikle ambalajlanmış, işlenmiş gıdalara da olabildiğince az rağbet ediliyor. Organik atıkların kompostla yeniden değerlendirilmesine ayrıca önem veriliyor. Yerel ürünlerle beslenmeye dayalı vegan diyet bu nedenle tüm üretim safhası ve tedarik zincirinde sera gazı emisyonlarının en düşük olduğu beslenme türü olarak görülüyor.
Gıdayı nereden aldığınızın beslenmenizde ardınızda bıraktığınız karbon ayak iziyle çok ilgisi var. Süpermarketler, çoğu yerel olmayan, endüstriyel ve işlenmiş ürünleri yüksek miktarda ambalajla tüketiciye ulaştırdıkları için yüksek karbon bir gıda tüketimine yol açıyor. Doğrudan üreticiden ya da toptancıdan edinilen ürünler sunulduğu için, semt pazarları, bostanlar, organik marketler ve kooperatiflerin satış noktaları ise sizi düşük karbon diyetine bir adım daha yaklaştırırken döngüsel bir ekonomi imkânı da yaratıyor.
Gıda aktivizmi, neredeyse iklim mücadelesi kadar eski. “Yavaş Gıda” akımının tarihi, 1986’da Roma’da Mc Donald’s şubesinin açılışına karşı düzenlenen protesto eylemine dayanıyor. 1990’lı yıllardan itibaren tarımda GDO’ların yaygınlaşmasıyla birlikte büyük bir direniş doğdu. Günümüzde ise C40 Şehirler ağı bünyesinde gıda üretim ve tedarik sürecinde sera gazını azaltmanın gerekli olduğuna dair bilinç yükseliyor. Ağ tarafından hazırlanan, şehirlere israfı ve gıda atıklarını azaltmak, organik tarım metotları ile üretilen gıdaları yurttaşlara sunmak konusunda sorumluluklar atayan deklarasyonu hâlihazırda 14 üye şehir imzaladı.
➈ Peki, ya Türkiye?
Eğer Paris Anlaşması’nı bilimsel, ölçülebilir ve bilinçli iklim politikaları açısından bir milat olarak tanımlıyorsak, Türkiye’nın iklim konusunda daha Taş Devri’nde olduğunu söyleyebiliriz. Anlaşma beş yıldır TBMM’de onaylanmayı bekliyor. Dahası, karbonsuz bir ekonomiye geçiş bir yana dursun, Türkiye’nın fosil yakıtlara olan bağımlığı azalma sinyali göstermiyor. Doğalgaz rezervleri keşfetmek için kıyılardaki sondaj çalışmaları en çarpıcı örneklerden biri. Ülkemizde emek sömürüsüyle elde edilen ve en kirli fosil yakıtların başında gelen kömür, halen enerji politikasının kalbinde yer almayı sürdürüyor. Ulusal ya da yerel ölçekte kirliliği azaltmaya yönelik politikaları tutarlı kılacak bir net sıfır emisyon hedefi henüz siyasetçilerin kelime dağarcığına girebilmiş değil. Belki de en yüz kızartıcı tablo, 3. maddede paylaştığımız net sıfır emisyon listesinde gizli: Listenin alt kısmında net sıfır emisyonlara dair bir tartışmanın yapıldığı bütün ülkelere yer verilmiş. Aralarında dünyanın en yoksul, siyasi ve ekonomik krizlere gebe ülkelerin bile bulunduğu listede Türkiye yok.
Oysa Türkiye’de kirliliğe ve çevre talanına karşı köklü, yıllar yılı verilen mücadelelerle giderek genişleyen yurttaş hareketleri iklim ajandasını sırtlıyor. İklim, siyasetçilerin gündemine daha giremedi belki ama hepimizin günlük hayatını etkileyen birçok sorunun kaynağı haline geldi. Ancak bugün net sıfır emisyon hedeflerine dayalı ulusal ve yerel politikaların oluşturulması için önce Paris Anlaşması’nın Meclis’te onaylanması, en azından ilkesel bir zorunluluk. Şubat ayında Change.org’da 47 yerel, ulusal, uluslararası derneğin ve gençlik hareketlerinin desteğiyle #ParisiOnayla çağrısıyla bir imza kampanyası başlatıldı. Bu kampanyaya destek vererek, Türkiye’deki yetkililere Taş Devri’nden çıkıp sorumlu iklim politikaları oluşturma zorunluluklarını hatırlatabilirsiniz.