Birleşmiş Arap Emirlikleri’nin (BAE) Dubai kentinde, 30 Kasım – 12 Aralık’ta gerçekleşen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP28) boyunca “fosil yakıtlar” gündemin başlıca konusu oldu. Fosil yakıtların, iklim krizini tetiklemekte oynadığı rol; bu konudaki “sebep-sonuç ilişkileri” katılımcıların büyük çoğunluğu tarafından tanındı. Ve bardağın dolu tarafından bakarsak, fosil yakıt kullanımın tarih olması ile ilgili ilk önemli adım atılmış oldu.

“Fosil yakıtları”, iklim ve çevre konularını tartışırken çok telaffuz ediyoruz: o zaman, neden COP28’de “malumun ilanı” neden bu kadar önemli?

Şimdiye değin, “fosil yakıtlar” kavramı COP’ların sonuç bildirgelerinde ve iklim krizine dair kilit belgelerde mümkün olduğunca az kullanılıyordu. Şimdi gerçekten de, 195 ülkenin küresel ısınmanın sanayi devrimi önceki seviyelere göre 1,5 derece ile sınırlanmasını sağlama taahhütünü sağlayan Paris İklim Anlaşması’ndan bu yana ilk büyük küresel “söz” verildi.

Dubai Mutabakatı, “fosil yakıtlara” veda dedi

Paris İklim Anlaşması’nın kabul edildiği COP21’den bu yana ilk kez yapılan, “Küresel Durum Değerlendirmesi” (Global Stocktake-GST) ile beraber, COP28 Konferansı’nın kapanışımda “Dubai Mutabakatı”na varılmış oldu.

21 sayfalık “Dubai Mutabakatı”nın 196 paragrafında öne çıkan madde şu: “Enerji sistemlerinde fosil yakıtlardan, adil, düzenli ve hakkaniyetli bir şekilde geçiş yapılması, bu kritik on yılda adımların hızlandırılması ve bilime uygun olarak 2050 yılına kadar net sıfıra ulaşılması”.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (Intergovernmental Panel on Climate Change-IPCC) bilimsel değerlendirmelerine göre, 2050 yılına kadar “net sıfır” sera gazı emisyonu hedefine erişilebilmesi, 21. yüzyılın sonuna kadar küresel sıcaklıkların 1,5 derecenin üzerine çıkmasını önlemek için elzem. 2050’ına değin net sıfır sera gazı salınımı hedefinin gerçekleştirebilmesi için de, öncelikle emisyonların 2030 yılına kadar 2019 seviyelerinin yüzde 43’üne ve 2035 yılına kadar da yüzde 60’ına düşürülmesi gerekiyor. Oysa, sera gazı emisyonları her sene artmaya devam ediyor: 2030’a sadece 7 yıl kaldı.

1995 yılında Berlin’de düzenlenen ilk COP’tan bu yana ilk kez, “fosil yakıtlar”, konferansın nihai metnin odağından yer aldı

Bardağın dolu tarafı: dönüm noktası

Yapılması gerekenlerle yapılanlar arasındaki uçurum böyleyken, COP28’de, fosil yakıtlardan daha temiz enerji kaynaklarına geçiş çağrısında bulunan yeni bir küresel nihai metni üzerinde anlaşmaya varılması gerçekten de önemli. Hatta, fosil yakıt kullanımının sona ermesi konusunda böyle bir anlaşmaya varılması tarihi bir dönüm noktası.

Dönüm noktası çünkü bu noktaya yaklaşık 30 yılda gelinebildi: 1995 yılında Berlin’de düzenlenen ilk COP’tan bu yana ilk kez, “fosil yakıtlar”,  konferansın nihai metnin odağından yer aldı. “Daha temiz alternatiflerle değiştirilmesi gereken enerji kaynakları” olarak “kömür, petrol ve doğal gazdan” özellikle bahsedildi.

2021’deki COP26 Glasgow İklim Paktı’nda, kömür kullanımının “azaltılması” için taahhütte bulunulmuştu. COP26 başlarken Konferans Başkanı Alok Sharma, Glasgow’un “kömürün geride bırakıldığı” yer olmasını umduğunu söylemişti. Ancak, görüldüğü gibi “kömürsüz” bir dünya bile çok yükseklerden uçan bir hedef olmuştu. Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentinde gerçekleşen COP27’de fosil yakıtlara söz verilmesi dahi mümkün olamamıştı.

28. COP’ta, fosil yakıtların sonunda geride bırakılması konusunda anlaşmaya varılması için bir uzlaşı sağlanması da kolay olmadı. Üstelik de, fosil yakıt endüstrisi ve Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün (OPEC) temsilcileri böyle bir adıma karşı yoğun lobi faaliyetleri yürüttü. Ortak bir bildiri üzerine uzlaşılamadığı için, COP28’in noktalanması 36 saat uzadı.

Azerbaycan’ın da COP29’a ev sahipliği yapacak olmasıyla beraber, fosil yakıt lobisinin alınan kararlarda etkisinin artacağı endişesi de yaşanıyor

COP28 ile de ilgili, “bardağın dolu kısmı” diyebileceğimiz diğer nokta, iklim krizi ile ilgili her farklı tarafı bir araya getirebilmesi. İnanç gruplarından yerli halklara, 97 bin kişi COP28 için Dubai’de buluştu.  Tabii, bu kişiler arasında 2456 fosil yakıt şirketinin temsilcisi de vardı. Fosil yakıt şirketlerinden katılımcıların tam sayısını Büyük Kirletenleri Atın (Kick Big Polluters Out-KBPO) Koalisyonu’nun araştırıp açıkladığı verilerden biliyoruz. 2021’de Glasgow’daki COP26’da sadece 503 ve Şarm el-Şeyh’teki COP27’de 636 fosil yakıt şirketi temsilcisi vardı. Dubai’deki konferansta ise, rekor sayıdaki katılımla, fosil yakıt lobisinin en büyük ülke delegasyonlarıyla yarışır hale geldiğine dikkat çekelim. Belki de, bu duruma şaşmamak lazım. Malum COP28’in Başkanı Sultan el Cabir’in kendisi bir fosil yakıt şirketinin yöneticisi: Birleşik Arap Emirlikleri’nin petrol şirketi Adnoc’un başında. Fosil yakıt şirketlerinin katılımı konusunda el Cabir, bu COP’un “en herkesi içeren” iklim konferansı olduğunu öne sürüyordu.

Elbette, fosil yakıtlar geride bırakılacaksa, o sektör ile de diyalog kurulması gerekiyor. Ancak Birleşik Arap Emirlikleri’nden sonra, Azerbaycan’ın da COP29’a ev sahipliği yapacak olmasıyla beraber, fosil yakıt lobisinin alınan kararlarda etkisinin artacağı endişesi de yaşanıyor. Mısır’ın 2022’deki ev sahipliğini de sayarsak, COP toplantılarının ev sahipleri de artık fosil yakıt zengini ülkeler.

El Cabir’i ve onun gibi fosil yakıt şirketlerinin çalışanlarının COP’ta yükselen profilini eleştirenler ise, durumu sıklıkla, “Barış konferansına silah tüccarlarını davet etmeye” benzetiyorlar

Bardağın boş tarafı…

Tam da, bu noktada “bardağın boş tarafına” geliyoruz.

Tamam, fosil yakıtların geride bırakılmasına yönelik taahhüt sonunda yapıldı. Ama, fosil yakıtların azaltılarak geride bırakılmaya başlanması aslında söz konusu olan taahhüt.  Dubai Mutabakatı metninde “phase out” yerine “phase down” kelimesinin kullanılması bile, başlıbaşına ciddi bir ödün. “Phase out” kullanılmış olsaydı, “aşamalı olarak geride bırakmak” kastedilmiş olacaktı. “Phase down” ise aşamalı olarak azaltmak manasına geliyor. Suudi Arabistan’ın metinde “fosil yakıtlar” kelimelerinin geçmesini dahi istemediği, Rusya’nın ise “phase out” kavramına sert biçimde muhalefet ettiği düşünülürse, ortaya çıkan metin kazanım sayılabilir mi? Durumu böyle görenler var. Ama metnin sulandırıldığını ve son halinin, gerçekten de fosil yakıtların terkedilmesi anlamına gelmediğini öne sürenler hiç de haksız değil.

Dahası artık, fosil yakıt şirketlerinin temsilcilerinin bilfiil ülke delegasyonlarının parçası olarak COP’a katıldığını görüyoruz. Avrupa Birliği’nin kendisi BP, ExxonMobil gibi fosil yakıt şirketleri delegasyonunun parçası olarak Dubai’deki COP’a getirdi.

COP28 ile dünya çapında en çok ses getiren haberlerden bir tanesi, Sultan el Jaber’in, “küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlandırmak için fosil yakıtların aşamalı olarak kullanımının sonlandırılması gerektiğini gösteren hiçbir bilim ya da senaryo olmadığını iddia etmesi” idi. Bu açıklamasında el Cabir, fosil yakıtların kademeli olarak ortadan kaldırılmasının, “dünyanın mağaralara geri götürülmesi istenmediği sürece”, sürdürülebilir kalkınmaya olanak sağlamayacağını da söylemişti.

Sultan el Cabir, Birleşik Arap Emirlikleri’nin kraliyet ailesinden değil. “Liyakat” yoluyla, ülkesinin fosil yakıt şirketi Adnoc ile beraber yenilebilir enerji şirketi Masdar’ın da yöneticisi. Diğer bir deyişle, Birleşik Arap Emirlikleri’nin yenilebilir  kaynaklara geçiş sürecini de el Cabir yönetiyor. ABD’nin İklim Değişikliği Özel Temsilcisi John Kerry’ye göre, el Cabir’in kariyeri, COP başkanlığı ve ötesinde de iklim krizindeki değişime öncülük için ideal bir bileşim sunuyor. El Cabir’i ve onun gibi fosil yakıt şirketlerinin çalışanlarının COP’ta yükselen profilini eleştirenler ise, durumu sıklıkla, “Barış konferansına silah tüccarlarını davet etmeye” benzetiyorlar.

“Şu anki verilere göre, 3 derece bir ısınma ile karşı karşıyayız. Bu da, hala çok ağır ölçüde ve kitlesel olarak insanların acı çekmesi demek…”

COP eşittir “halkla ilişkiler” mi?

Sonuçta, COP28 de önceki konferanslar gibi bir kez daha, “bardağın dolu tarafını görmeyi seçenler” ve “bardağın boş tarafının ağır bastığını” düşünenler arasında bir bölünme ile sonlandı.

Dünyanın önde gelen iklim aktivistleri, özellikle de genç kuşaklar, anlaşmanın yetersizliğini ve iklim değişikliğiyle mücadeledeki yavaş ilerlemeyi eleştiriyorlar.

Örneğin iklim aktivisti Greta Thunberg, 2018 yılından bu yana ilk kez bir COP toplantısına katılmayarak, “yeşil aklama” olarak adlandırdığı “yanıltıcı” uygulamaları protesto etti. Thunberg, COP buluşmalarının, “halkla ilişkiler toplantılarına” dönüştüğünü öne sürüyor.

Öte yandan, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Genel  Sekreteri Simon Stiell, (görevi gereği de) umutlu olmayı seçenlerden. Stiell, “Fosil yakıtların defterini Dubai’de tamamen kapatmadık ama sonuç, sonun başlangıcı” diyordu.  Buna karşılık Stiell, “Şu anki verilere göre, 3 derece bir ısınma ile karşı karşıyayız. Bu da, hala çok ağır ölçüde ve kitlesel olarak insanların acı çekmesi demek…Küresel durum değerlendirmesi bize açıkça yeterince hızlı ilerlemediğimizi gösterdi-ancak ilerlemeye doğru ivme de kazanılıyor.”

Görüldüğü gibi, bardağın dolu kısmına vurgu yaparken bile, “şüphecilikle” yaklaşılıyor. COP28 ile ilgili  konuşulacak başka konular da var: Konferansın ilk gününde onaylanan “Kayıp ve Zarar Fonu” ve tabii, 2024’te COP28’de verilen sözlerle ilgili neler yapıldı konularını da başka bir  yazıda ele alalım.

Bu yıl dünya genelindeki en sıcak haziran ayı geri kaldı. 6 Temmuz’da ise yılın sıcaklık rekoru kırılarak  küresel ortalama sıcaklık 17,23 derece olarak kaydedildi. 

Paris Anlaşması kapsamında kabul edilen sınır olan küresel ısınmanın 1.5 dereceye ulaşması ise uzak bir zamanda olmayabilir. Uzmanlar, 2030 ile 2050’lerin başları arasında bunun gerçekleşebileceğini öngörüyorlar

Avrupa Birliği Copernicus İklim Değişikliği Servisi çalışmalarına göre, haziran ayındaki en yüksek sıcaklıklar özellikle Kuzeybatı Avrupa’da kaydedildi. Kuraklığı da beraberinde getiren aşırı sıcaklar, ülkeleri farklı düzenlemelere zorluyor. 

Fransa’ya geldiğimde öğrendiğim ilk kelimelerden biri sıcak hava dalgası anlamına gelen “canicule” idi. Güney şehrinde olduğumdan pek de yadırgamamam gerektiğini düşündüğüm bu hava olayının yanına birkaç yıl içinde kuraklık da eklendi ki bu yadırganması gereken bir durumdu. Hatta 2022 yazında, iki binden fazla belediye, sakinlerine içme suyu sağlamak konusunda zorluklar yaşadı. 

Aşırı sıcaklık ve kuraklığı iklim krizinden bağımsız düşünmemiz mümkün değil. İklim krizinin etkilerini azaltmak için karbon emisyonlarının azaltılması gerekiyor. Küresel karbon emisyonlarındaki büyük payı nedeniyle sanayi sektörü iklim krizi sorumluları arasında en başı yazılabilir. 

Son yıllarda kuraklıkla mücadele eden Fransa hem sanayi sektörünü iklim ile uyumlu hale getirmek hem de Kovid-19 salgını sonrası yaşanan jeopolitik gelişmeler ve üretim zincirlerinin istikrarsızlaşması nedeniyle yeşil sanayi yasası üzerinde çalışmaya başladı. 

Yasanın amacı: Yeniden sanayileşme ve karbondan arınma

22 Haziran’da sağcı ve merkezci çoğunluğa sahip Senato’da 251 oy ile kabul yasa tasarısına sosyalist ve komünist 80 senatörler çekimser kalırken, 12 ekolojist senatör ise aleyhte oy kullandı. 

Senato’daki yasa raportörü Laurent Somon, oylamadan sonra yasanın eksikleri olduğunu ancak Fransa ekonomisinin yeniden sanayileşmesi ve karbondan arındırılması için önemli olduğunu belirtti.

Ekonomik Bakanı Bruno Le Maire temmuzun ikinci haftası mecliste tartışılacak yasanın amacını şöyle açıklıyor: Yeniden sanayileşme ve karbondan arınma.

Yasa tasarısı, başlıca atıl çorak araziler üzerine yeşil teknoloji (güneş paneli, rüzgar tribünü, elektrikli araç pilleri ) üretim zincirleri kurmayı, yeşil teknoloji üretiminde bulunan şirketlere 500 milyon euroluk kredi desteği verilmesi, şirketlerin iklim hedeflerine ulaşması için 2,3 milyar euro değerinde doğrudan kredi ya da devlet desteği sağlanması, Avrupa’da üretilen elektrikli araçların kullanımının teşvik edilmesi ve gençler için iklim tasarruf planının oluşturulması maddelerini içeriyor.

Yeşil endüstri yasası yapılan hesaplamalara göre, 2030 yılına kadar 23 milyar euroluk  yatırım ve 40 bin istihdam sağlayabilir. Yeşil endüstri yasasının dünya mal ticaretine bağlı emisyonları sınırlandıracağı öngörülse de elektrik tüketimini artıracak. Bu elektrik ihtiyacının yenilenebilir enerji ve nükleer enerjiden karşılanacağı öngörülüyor. 18 nükleer santralin faaliyette olduğu Fransa, 56 reaktör ile elektriğin yaklaşık yüzde 70’ini nükleer enerjiden sağlıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron geçen yıl 6 nükleer santral daha inşa edeceklerini söylemişti.

Avrupa Birliği ve ABD’de yeniden sanayileşmeye dair atılan adımlardan geri kalmak istemeyen Fransa, iklim uyumlu olduğunu belirten yeşil sanayi yasası üzerinde çalışmaya başladı

Fransa neden yeniden sanayileşmek istiyor?

Kovid-19 salgını sırasında yaşanan  tedarik zincirinin aksaması, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Komünist Parti Kongresi’ne Tayvan’ı işgal etmeye hazır olduğunu söylemesi gibi küresel jeopolitik gelişmeler, üretim zincirlerinin istikrarını kaybetmesi, birçok devletin Çin’den ithal edilen bazı ürünlere olan bağlı azaltmak amacıyla sanayileşme faaliyetlerine hız vermesi Fransa’yı bu sanayileşme konusunda harekete geçirdi. 

Avrupa Birliği ve ABD’de yeniden sanayileşmeye dair atılan adımlardan geri kalmak istemeyen Fransa, iklim uyumlu olduğunu belirten yeşil sanayi yasası üzerinde çalışmaya başladı. Yasanın önemli bir kısmını yeniden sanayileşmeye dair politikaları kapsıyor. 

Fransa’da son 50 yılda binlerce fabrika kapatıldı, sanayi sektöründeki 2,5 milyon iş yok oldu, Fransa sanayisinin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’daki payı yüzde 50 azaldı. Kovid-19 salgını ve  Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden direkt ve sert bir şekilde etkilenen Fransız ekonomisinde yaşanan yavaşlama ve enflasyon nedeniyle gözler sanayileşmeye çevrildi. Yeni fabrikalar kurabilmek için atıl kalan çorak arazileri değerlendirmek isteyen Fransa, bu alanda özel ve kamu finansmanını artırmayı amaçlıyor.

Yeniden sanayileşmenin ilkesel olarak yeşil olamayacağını düşünen çevreciler ise yasa metninin karbon nötrden bahsettiğini ancak bunun tüm gezegen sınırlarını içermediği ifade ediyor

Aktivistlerden gelen eleştiriler

Ekoloji aktivistlerinin bir kısmı yeşil sanayi yasa tasarısını iklim sosuna bulanmış yeniden sanayileşme olarak değerlendiriyor. Yasaya karşı yapılan diğer bir eleştiri ise emeklilik yaşının değiştirilmesinden sonra Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un uzlaşmacı bir portre çizmek istemesi. Mart ayında Cumhurbaşkanı Macron ve hükümeti, emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran yasa tasarısını meclisin oyuna sunmadan Anayasa’nın 49. maddesinin 3. fıkrasını kullanarak yasayı onaylamıştı. 

Yeşil sanayi yasasının amacını anlamakta zorlanan çevreciler ise, yasanın öngördüğü üretim ve tüketim tarzının iklim lehine gerçek bir değişiklik olmadığını düşünüyor. Güneş paneli gibi iklim teknolojisi alanındaki ürünleri Çin’den ithal etmek yerine Fransa’da üretilmesini destekleyen çevreciler ise bunu iklimsel, çevresel ve sosyal bir gereklilik olarak görüyorlar. 

Yeniden sanayileşmenin ilkesel olarak yeşil olamayacağını düşünen çevreciler ise yasa metninin karbon nötrden bahsettiğini ancak bunun tüm gezegen sınırlarını içermediği ifade ediyor. Ekolojik acil durumu unutan bir yasa tasarısı olduğu da yapılan eleştiriler arasında yer alıyor 

Doğa ve çevrenin korunmasına yönelik Fransız dernekler federasyonu France Nature Environnement’e göre ise bu yasa tasarısı yeşil olmaktan çok endüstriyel, “Her türden sanayi faaliyetini hızlandırmak için çeşitli hükümler içeren yasanın gezegen için sürdürülemez bir tüketim düzeyine yanıt vermeyi amaçlayan bir yeniden sanayileşmeyi ‘yeşil’ olarak nitelendiremeyiz.”

 

Kurutma, isleme ve fermente etme gibi gıda saklama yöntemlerini geliştirip, bir de üzerine buzdolabını icat ettiğimizden bu yana yiyecek bulma, saklama ve pişirme yöntemlerimiz değişti. Artık bu teknolojiler sayesinde hasat ettiğimiz gıdaları hızlı bir şekilde tüketmek zorunda kalmıyoruz ya da vergi kaçırmak için toprak altlarında saklamıyoruz. Her çeşit kaloriye, her an erişimimiz var. Telefonlarımızdan birkaç tık ile istediğimiz her şeyi birkaç dakikada elde edebiliyoruz. Tek eksiğimiz, her an her istediğimiz yemeği yapabilecek özel bir şef. Ancak bu da uzun vadede çok pahalıya patlıyor.

Çözüm ne mi? 3 boyutlu (3D) yazıcıdan çıkan yemekler!

Öncelikle, 3D baskının tarihine kısaca değinmekte fayda var. Çünkü bu teknoloji son yıllarda geniş bir kitleden ilgi görüyor olsa da geçmişi çok daha eskiye dayanıyor.

3D nesneleri imal etmek için çift lazer ışınının kullanıldığı baskı yöntemi ilk kez 1970’lerde Danimarka’da Wyn Swansion tarafından patentlendi.

Ardından 1980’lerde başka bir patent Japonya’da Dr. Hideo Kodama tarafından dosyalandı ancak başvuru tarihi geçtiği için resmileşemedi.

Bir sonraki patent ise 1986 yılında Charles Chuck Hull tarafından alındı. Hull, bu patent ile birlikte 3D sektörünün önde gelen şirketlerinden 3D System’ı kurdu ve 1988’de ilk ticari 3D yazıcıyı piyasaya sürdü.

2000’lere gelindiğinde ise ölçeklenen üretimle birlikte evlere de girmeye başlayan 3D baskı, Object Geometries tarafından geliştirilen çok renkli baskı teknolojisinin Z Corporations’ın ilk püskürtmeli yazıcısıyla birleştirilmesiyle birlikte yeni bir ivme kazandı ve tam da bu noktada gıda baskısının önü açıldı.

3D teknolojisinin gıdalar üzerinde uygulanmasındaki temel amaç, onlara yeni dokular, tatlar ve besin değerleri katmak

3D gıdalar

3D baskı konsepti üç temel kritere dayanıyor: evrensellik, pratiklik ve verimlilik. Yakından bakacak olursanız yemek pişirme ile neredeyse aynı temel kriterlere sahip olduğunu fark edebilirsiniz. Bu yüzden 3D teknolojisi geliştikçe, gıdaların dijital dosyalara yüklenerek istenilen formda basılması daha en başından ihtimaller dahilindeydi. Bu nedenle teoriden pratiğe geçmesi de çok uzun sürmedi.

3D teknolojisinin gıdalar üzerinde uygulanmasındaki temel amaç, onlara yeni dokular, tatlar ve besin değerleri katmak. Tabii her bir gıda ürünü kimyasal ve fiziksel açıdan farklı olduğu için, stabil bir 3D yapı elde etmek, başka sektörlerdeki denemelere nazaran daha zor. Bu nedenle de kimi sektörler aynı teknoloji ile çok ileri gidebiliyorken, gıda tarafında henüz ilk defa çizkek, o da sadece kat kat farklı malzemelerce dizilmiş püre halinde, basılmış durumda.

Burada çikolata veya şeker gibi örnekleri vermemi de bekleyebilirsiniz ancak hali hazırda oda sıcaklığında sert kalabilen bu ürünler çok uzunca bir süredir 3D teknolojisine bile gerek duyulmadan farklı şekiller verilerek zaten sunuluyor.

3D yemek nasıl üretiliyor diye soracaksanız da, basım süreci üç aşamada anlatılabilir:

1> Gıda hammaddeleri püre haline getirilir veya püre halinde satın alınır.

2> Püre haline getirilen gıdalar 3D yazıcıda bulunan nozullara doldurulur.

3> Yapılmak istenen yemeğin şekli, pişme derecesi, besin değerleri ve miktarı yazılım üzerinden ayarlanır ve yemek basılır.

Kişiselleştirilmiş beslenme ve izlenebilirlik

Bugüne dek gıda şirketleri genel beslenme şekillerinden yola çıkarak, en fazla genişletilmiş-kişiselleştirilmiş seçenekler sunabildi. Ancak son birkaç senede yayınlanan tüketici raporlarından çıkan verilere göre anlıyoruz ki, tüketiciler artık daha spesifik ihtiyaçlarının karşılanmasının beklentisi içerisinde. Bu ihtiyaçlar kimi zaman yeni bir diyet adı altında toplanırken, kimi zaman yalnızca bir mineral veya vitamin başlığında ortaya çıkabiliyor. 3D teknolojisi ile birlikte ise bu ihtiyaçlara bir cevap vermek mümkün olabilir. Üstelik bu sayede, dijitalleşmeyi duygusal yönü nedeniyle epey geriden takip eden gıda sektörü hak ettiği teknolojik güncellemeye kavuşabilir ve bir yandan kişiselleştirilmiş beslenmeye çözüm getirirken, bir yandan da tohumundan son lokmasına kadar daha verimli ve izlenebilir bir sistem yaratılması sağlanabilir.

Bugün marketlerde satılan birçok protein/kolajen bar, probiyotik içecek ve hatta bebek bisküvileri, 3D gıda üretiminden çok da uzak bir konumda durmuyor

Genel tüketiciye inmek

Teknolojideki ilerlemeler, insanlar tarafından her zaman hızlı bir kabul görmeyebiliyor. Bu nedenle genel tüketiciye inmek için, gündelik hayattan benzer örnekler vererek yaklaşmak gerekebilir.

İçecek endüstrisini ele alalım. Hatta Mcdonald’s gibi yerlerdeki gazlı içecek standlarına kadar indirgeyelim. İçeceğimiz, biz onu seçmeden önce makinede şurup şeklinde duruyor. Ardından sipariş geldiği noktada da su ve karbondioksit ile karıştırılıyor ve içeceğiniz son halini alıyor.

Başka bir örnek de besin değeri artırılmış paketli gıdalar üzerinden verilebilir. Bugün marketlerde satılan birçok protein/kolajen bar, probiyotik içecek ve hatta bebek bisküvileri, 3D gıda üretiminden çok da uzak bir konumda durmuyor. İki üretim modeli de gıdaların günlük ihtiyacımızı daha iyi karşılaması üzerine kurulmuş durumda.

İşe bu yönlerden bakınca, aslında 3D üretim modelinin hayatımızda çoktan yer edindiğini görebiliyoruz.

Aynı masada üç kişinin oturduğunu varsayalım. Bu üç kişi aynı yemekten yiyecek ancak biri magnezyum eksikliği çekerken, birinin protein alımını artırması ve diğerinin ise kalorisine dikkat etmesi gerek. 3D baskılı üretilen bir yemeğin tek bir üretimde hepsinin ihtiyacını karşılama potansiyeli var

Gizli açlık

3D gıda teknolojisinin çözdüğü önemli sorunlardan biri de gizli açlık, yani yetersiz makro/mikro besin alınımı.

Aynı masada üç kişinin oturduğunu varsayalım. Bu üç kişi aynı yemekten yiyecek ancak biri magnezyum eksikliği çekerken, birinin protein alımını artırması ve diğerinin ise kalorisine dikkat etmesi gerek. 3D baskıyla üretilen bir yemeğin tek bir üretimde hepsinin ihtiyacını karşılama potansiyeli var. Tek yapmaları gereken, yemeği basmadan önce kimin ne kadar yiyeceğini ve neyin eksikliğini çektiğini seçmek ve hatta bunu eve gelmeden önce uygulama üzerinden ayarlamak.

Yemeği biraz ileri sarıp, tatlı olarak brownie seçtiklerini düşünelim. O zaman kalorisine dikkat eden kişinin browniesi kalorisi daha düşük malzemelerden meydana gelecek. Protein alınımını artırmak isteyen kişi browniesini daha yoğun çikolatalı ve az pişmiş seviyor olabilir (bu kişinin tatlısına ayrıca protein tozu eklenecek). Üçüncü kişi de daha kekimsi bir kıvam ararken, magnezyum alınımını artırmak için bademli olacak şekilde yemek istiyor olabilir ve en önemlisi üç ayrı pişirme gerektiren tatlılar, aynı anda tek bir tatlı olarak, porsiyonlanmış şekilde basılabilir.

Gıda işleme hatlarından geriye kalan ince sebze parçaları, şekli bozuk sebze ve meyveler, meyve suyu üretiminde, geriye kalan posa gibi ürünler 3D baskı için hammadde olarak kullanılabilir

Atıkları servete dönüştürmek

Geçtiğimiz yüzyıldaki kentleşme ve sanayileşme, bugünkü iklim krizinin önünü açarak birçok fauna ve floranın yok olmasına neden olurken, yenilenebilir kaynakların bozulmasına da yol açtı. Bu yüzden elimizdeki yenilenebilir kaynakları daha verimli kullanabilmek için yeni yöntemler geliştirmemiz gerekiyor.

Bu yolda Avrupa Birliği, Singapur Gıda Ajansı ve Dünya Gıda Örgütü gibi kurumlar, bu konuda çalışma yapan girişimleri destekliyor. Girişimlere örnek olarak havadan protein elde eden Solar Foods, böcek çiftlikleri ve 3D baskı teknolojisi ile hassas fermantasyonu bir araya getiren Redefine Meat verilebilir.

Redefine Meat örneğindeki gibi 3D teknolojisi ile yosun, mantar ve buğday çimi gibi yenilikçi gıdalar, aşina olunan ve arzulanan biçimlere getirilerek gündelik hayatlarımızda yer edinebilir. Ayrıca gıda işleme hatlarından geriye kalan ince sebze parçaları, sıyrılmış et parçaları, şekli bozuk sebze ve meyveler, meyve suyu üretiminde, geriye kalan posa gibi ürünler 3D baskı için hammadde olarak kullanılabilir.

Liflerin 3D baskı sırasında yarattığı karmaşıklığı ortaya koyan birkaç çalışma mevcut

Diyet lifi 

Diyet lifleri, besinlerin bağırsak enzimleri tarafından sindirilmesi mümkün olmayan ve sindirim sisteminden geçerken su absorbe ederek dışkı yapımını kolaylaştıran kısımları. Bu yüzden de insan vücudunun işlevselliğini yerine getirmesinde önemli bir rol oynuyor. Düzenli bir şekilde alınan lifler, kalp rahatsızlığı, diyabet ve obezite gibi hastalıkların görülme sıklığını azaltarak bağırsak sağlığının korunmasına yardımcı oluyor. Artan tüketici farkındalığı ile birlikte beslenme biçimleri de bu yüzden rafine gıdalardan, lif oranı yüksek tam gıdalara doğru değişiyor. (Siz yine de mısır gevrekleri üzerindeki “tam tahıl” ibaresini gördüğünüz vakit, rafine edilmiş olduklarını aklınızdan çıkarmayın.)

3D baskıdaki diyet lifi engeli

Liflerin 3D baskı sırasında yarattığı karmaşıklığı ortaya koyan birkaç çalışma mevcut. Mesela 2018’de yapılan bir çalışmada lif ve protein açısından zengin, yağı ve şekeri azaltılmış bir formül üzerine denemeler yapılmış. Ancak hem karışım hem de ayrı ayrı baskı yapılmaya çalışıldığı senaryolarda, nozullarda lif nedeniyle tıkanmalar yaşanmış.

Aynı sene başka bir çalışmada ise lifini kaybetmemesi için dondurularak kurutulmuş ıspanağa yüzde 10 ksantan gum (mısırdan elde edilen bir lif, bağlayıcı olarak kullanılıyor) eklenerek su tutma kapasitesi artırılmış ve bu şekilde baskı gerçekleştirilmiş. Ksantan gum sayesinde tıkanma sorunu yaşanmamış olsa da uzmanlar daha yüksek lifli malzemeler için yetersiz bir sonuç elde edildiği görüşünde. Ayrıca kullanılan ksantan gum oranı ele alındığında, son ürün tüketilmeye uygun olmayabilir.

2019’daki bir deneyde de araştırmacılar, lif ve protein açısından zengin bir un karışımı üzerine çalışmış ve başarılı olmuşlar. Kişiselleştirilmiş bir protein bar için darı, maş fasulyesi, mısır anason ve sarı bezelye tohumlarından oluşan kompozit unu 3D yazdırdıklarında darıda bulunan küçük bir lipid franksiyonunun plastikleşme etkisi yaratarak akıcılığı kolaylaştırıldığı ve bu sayede tıkanma yaşamadığını görmüşler.

Gelecek veya yok oluş

Bugüne dek tarım ve yemek pişirmeye çoğunlukla ilkel yöntemlerle yaklaştık ve devam ediyoruz da. Ancak iklim krizinin geldiği noktada, doğaya tamamen bağlı kalınan şartlarda üretim yapılması bizi yarına taşımıyor. İklim krizinin yıkıcı etkilerini çözme veya azaltma yolunda 3D gıda teknolojisi, yeterince finans ve insan kaynağı sağladığı sürece kilit bir rol oynuyor.

Birleşmiş Milletler’in İklim Değişikliği Zirvesi COP28’e geri sayım başladı. “Hükümetler, COP 28’e hazırlık için neler yaptı?” konusunu kaleme alsak, oldukça kısa bir yazı olurdu: Çünkü pek bir şey yapıldığını söyleyemeyiz. Aralık 2023’te Birleşik Arap Emirlikleri’nde gerçekleşecek olan COP28 için şimdilik yapılan tek hazırlık, toplantılar ve daha fazla toplantılar.

Son olarak COP28’in delegeleri, 5 Haziran’da Almanya’da Bonn İklim Konferansı için toplandı. Bu konferans, COP 28’de alınacak kararların altyapısını hazırladığından dolayı önemliydi. Tahmin edilebileceği gibi, COP28’in nasıl geçeceğinin ipuçlarını Bonn İklim Konferansı’nda bulmak mümkün. Bir yandan bakıldığında, şimdiye kadar ki en yoğun ilginin gösterildiği Bonn Konferansı gerçekleştirilmiş oldu. Buna ek olarak, bir kısmı sanal ortamdan toplantıya katılanların yüzde 51’ini kadınlar oluşturuyordu. Zaten, iklim krizi politikalarına yönelik çalışmaların önemli bir kazanımı, kadınların katılımının yüksek olması.

Fakat, iklim krizine yönelik tedbirlerin tartışıldığı uluslararası toplantılarda bardağın boş tarafı ağır basıyor: 15 Haziran’da biten Bonn Konferansı’nda da böyle oldu. COP28’in gündemini belirleyen bu konferansta, ortak hedefler oluşturmakta ortak noktaya varabilmek gene pek mümkün olmadı. Üstelik, gerçekleşmesine beş ay kala COP28 gündeminin, Bonn’da nihayet biçimlendiğini de söyleyemeyiz. BM İklim Değişikliği İcra Sekreteri Simon Stiell, Bonn’daki görüşmeler ile ilgili şöyle diyor: “Dünyayı değiştiren anlaşmalar, müzakereciler duruma ayak uydurup uzanıp uzlaşmalar bulduktan sonra başkentlerini bu uzlaşmaların değeri ve gerekliliği konusunda ikna etmeyi başardıklarında gerçekleşir.” Bu sözlerden anlaşılabildiği gibi, gündemin oluşturulabilmesi sadece COP28’in çerçevesini çizebilmek için atılan adımlardan sadece biri: Daha üzerine uzlaşılan gündemi, hükümetlere kabul ettirmek var sırada.

Bonn’da da, “bedeli kimin ödeyeceğine” ilişkin herhangi bir aşama kaydedilmiş değil. Bu demek ki, COP28’de de “ellerin cebe gitmesini” beklememek zor. İlerleme sağlanamayan önemli bir diğer konu da, fosil yakıtların kullanımının geride bırakılması

Öncelikle, Bonn Konferansı’nda “gündeme alınamayanlardan” bahsedelim: İklim kriziyle mücadele için finansman gerekiyor. Ve Bonn’da da, “bedeli kimin ödeyeceğine” ilişkin herhangi bir aşama kaydedilmiş değil. Bu demek ki, COP28’de de “ellerin cebe gitmesini” beklememek zor. Öte yandan, ilerleme sağlanamayan önemli bir diğer konu da, fosil yakıtların kullanımının geride bırakılması.

Şimdi de, bardağın dolu tarafına bakalım: Bonn Konferansı’nda üzerine anlaşılan gündem maddelerinin başını “Küresel Durum Değerlendirmesi” çekiyor. “Global Stocktake”; yani “Küresel Durum Değerlendirmesi”, COP28’de üzerine en çok konuşulacak gündem maddesi olacak. 2023’te iklim kriziyle mücadele konusunda küresel çapta gerçekleşmesi en muhtemel “kazanım” olan Küresel Durum Değerlendirmesi’ni biraz daha yakından inceleyelim.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği İcracı Sekreteri Simon Stiell ve COP28 Başkanı Dr. Sultan Al Jaber ile “Durum Değerlendirmesi” toplantısı. | Fotoğraf: Birlemiş Milletler İklim Değişikliği Başkanlığı. 8 Haziran, 2023. Bonn, Almanya.

Küresel Durum Değerlendirmesi: Kazanım mı, oyalama taktiği mi?

“Global Stocktake”, küresel iklim krizine yönelik olarak son dönemde en çok kullanılan terimlerden biri. “Stocktake”, iş dünyasından alınmış bir terim: “envanter çıkarma”. Her ne kadar Türkçe’ye çevrilirken “Durum Değerlendirmesi” benimsense de, işin özünde iklim krizi ile ilgili küresel çapta envanter çıkarılması kastediliyor.

Paris Anlaşması’nın 14. Maddesi, 2023 yılında “Küresel Durum Değerlendirmesi”nin gerçekleştirilmesini öngörüyordu. Diğer bir deyişle, anlaşmaya taraf ülkeler ve ilgili kurumların paylaştığı veriler üzerinden Paris’te 2015’te kararlaştırılan hedeflere ulaşmaya doğru nasıl bir ilerleme kaydedildiğinin analizinin yapılması söz konusu. Çıkarılan “küresel envanter”, dünya genelinde iklim konusundaki “büyük resmi” ortaya koyacak ve ne gibi trendlerin oluştuğunu gösterecek. Küresel tablo üzerinden de ülkeler, 2025’te “Ulusal İklim Taahhütleri”ni (National Climate Commitments) sunacaklar.

Envanteri oluşturacak veriler, “anonim” biçimde işlenecek-yani hangi taraftan geldiği belli olmayacak biçimde bir havuzda biriktirilecek. Küresel Durum Değerlendirmesi’nin çalışmaları 2022’de başlamıştı; Aralık’taki COP28’in sonuna kadar tamamlanacak. Bonn’dan bakınca, COP28’in en büyük sonucunun şimdiden Küresel Durum Değerlendirmesi olacağını söyleyebiliriz. Paris Anlaşması’nın şu hedeflerine ulaşılıp ulaşılmadığı araştırılacak: küresel sıcaklık artışını 2 C° ve ideal olarak 1,5 C° derece ile sınırlamak için sera gazı emisyonlarını azaltılması, iklim etkilerine karşı tedbir alınması ve iklim kriziyle mücadele etmek için gerekli finansmanın sağlanması.

Açıkçası, bu tür bir envanterin anlamı ancak bundan sonra alınacak tedbirlere hız kazandırdığı takdirde olabilir. Öteki takdirde, sadece durumun “iyi olmadığını” bir kez daha öğrenmenin kimseye bir faydası yok. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği İcracı Sekreteri Simon Stiell’in deyişiyle, “Hükümetler ve temsil ettikleri yetkililer Küresel İklim Değerlendirmesi’ne sadece göz gezdirip nihai olarak bunun kendileri için ne anlama geldiğini, bundan sonra ne yapabileceklerini ve yapmaları gerektiğini anlamadıkları sürece; bu da yalnızca başka bir rapor olarak kalacak.”

20 Haziran Dünya Mülteciler Günü arifesinde, 14 Haziran’da, Yunanistan’da Mora Yarımadası açıklarında batan ve yaklaşık 600 mültecinin hayatına mal olan büyük felaket tam anlamıyla Avrupa Birliği’nin (AB) son bir kaç yıldır izlediği “mültecileri Avrupa sınırlarına yaklaştırmama” politikasının sonucu.

Bu büyük felaket ya da katliamdan altı gün önce Lüksemburg’da toplanan AB İçişleri Bakanları, bu politikayı sağlamlaştırmak için aldıkları kararlar bu nedenle önem taşıyor. Zirvede AB ülkeleri arasında uzunca bir süredir tartışma konusu olan ortak sığınma politikasında sağlanan uzlaşmada, daha önce alınan kararlar çerçevesinde Avrupa Sınır ve Sahil Güvenliği Ajansı (Frontex) üzerinden önlemlerin artırılmasına dikkat çekildi. Bununla beraber, AB sınır ülkesine canlı ulaşmayı başaran mültecilerin ise geri gönderilmek üzere kamplarda tutularak hedefteki ülkelere (Almanya, Hollanda…) ulaşmalarını engelleme konusunda anlaşmaya varılmıştı. İltica başvuruları kabul edilenler kota esasına göre AB ülkelerine dağıtılacak. Almak istemeyen ülkeler mülteci başına 20 bin euro ödeyerek mültecilerden ‘kurtulacak’. Başvuruları kabul edilmeyenler ise ya geldikleri ülkelere ya da ‘güvenli üçüncü ülkelere’ gönderilecekler. Mültecilerin bu ülkelerle hiç bir bağlantısının olmaması ayrıca eleştiri konusu.

Mora Yarımadası açıklarında meydana gelen büyük felaketin ardından bu kararın altında imzası olan bakanlar, utanmadan üzüntülerini ifade ederken, bir kez daha böylesine büyük felaketlerin olmaması çağrısında bulundular. Suçu, yardımı kabul etmeyen mültecilere, zamanında yardıma gitmeyen Yunan sahil güvenliğine atanlar da oldu.

Ne var ki yöneticiler sadece son kararların değil, yıllardır bir kale gibi savunulan Avrupa’ya izinsiz, kaçak yollardan girişlerin engellenmesi için alınan güncelik önlemlerinin bundaki rolünü hiç gündeme getirmediler. Sığınmacılara yardım örgütleri ise tam tersine asıl olarak bu önlemlere dikkat çektiler.

Yunanistan’ın başkenti Atina’da, 15 Haziran günü sosyalist siyasi partiler, örgütler ve bazı sendikalar Akdeniz’de gerçekleşen mülteci faciası nedeniyle sokağa çıktı. | Fotoğraf: Elif Görgü, Evrensel gazetesi.

‘En tehlikeli rota’: Akdeniz

Kuşkusuz bu, Mora Yarımadası açıklarındaki ilk felaket değil. AB’nin izlediği mülteciler politikası daha önce de benzer toplu ölümlere yol açtı. 18 Nisan 2015’de İtalya açıklarında batan gemide 700’den fazla mülteci hayatını kaybetti. Buna rağmen Avrupa’ya ulaşmada “en tehlikeli rota” olarak ifade edilen Akdeniz’de ölümler yaşanmaya devam etti. Uluslararası Göç Örgütü verilerine göre Akdeniz’de 2014’ten bu yana yaklaşık 27 bin mülteci hayatını kaybetti. Suriye savaşının da etkisiyle mülteci akının en yüksek olduğu 2016’da 5 bin 136’ya kadar çıktı. Kovid-19 önlemlerinin zirvede olduğu 2020’de ölenlerin sayısı bin 449’a düşerken geçen yıl 2 bin 406’ya kadar çıktı. Bu yıl 17 Mayıs’a kadar ise bin 154 kişi hayatını kaybetti. Son olayı da eklediğimizde daha yılın yarısında ölenlerin sayısının 2 bine yaklaştığı görülüyor. Akdeniz üzerinde yardım gemilerinin sayısı artırılmadığı takdirde ölümlerin geçen yılı geçeceği bugünden söylenebilir. Akdeniz artık “Mare Nostrum (Bizim Deniz) değil Afrika’dan Avrupa’ya geçenler için “ölüm denizi” haline gelmiş durumda.

Türkiye ile AB arasında imzalanan anlaşma ve Balkan rotasının kapatılması Akdeniz’deki ölümlerin artmasına yol açan faktörler arasında. Zira, son felakette ölenlerin izlediği rota bunu gösteriyor. Afganistan ve Pakistan’dan İran’da geçen mülteciler bu kez Türkiye’ye değil Irak-Suriye-Mısır-Libya hattından İtalya’ya ulaşmaya çalıştılar.

Göç sebepleri artıyor

Denilebilir ki AB, ‘Avrupa kalesi’ne illegal girişleri engellemek için her türlü yola başvuruyor. Gelişmeler bütün engellemelere rağmen Afrika ve Asya’nın yoksul ülkelerinden savaşta, yoksulluktan, siyasi baskılardan, küresel ısınmanın yol açtığı kuraklıktan, kıtlıktan ötürü Avrupa’ya göçün devam edeceğini gösteriyor. Göçe neden olan sorunların sorumluları arasında, silah üretip satan ve küresel ısınmaya yol açan çok sayıda Avrupalı tekel, otoriter rejimlere destek veren Avrupa ülkeleri de var.

Bu büyük insanlık dramının son bulmasının tek yolu ise hiç kimsenin ülkesini terk etmek zorunda kalmadığı bir dünyanın kurulması. Bu olmadığı sürece umuda yolculuk, tehlikeli yollara, toplu katliamlara rağmen devam edecek.

Geçtiğimiz yıllarda yayınlanan ormanlar ve mantarların yeraltı iletişim ağlarını konu alan araştırmaların etkileyici haberleri kamuoyunun yoğun ilgisiyle karşılanıyor.

Ağaç köklerinin yeraltında mantarların ipliksi yapıları sayesinde birbirleriyle bağlanarak oluşturdukları devasa iletişim ağının yani ‘wood-wide web’in bütün bir ormanı kapsayabileceği anlatılıyor. Yayınlananlara göre bu ağ sayesinde ağaçlar karbon, su ve başka besin maddelerini birbirleriyle paylaşabiliyor ve hatta böcek saldırıları gibi tehlikelere karşı birbirlerine kimyasal uyarılar gönderebiliyor. Kitaplara, podcastlara, dizilere, belgesellere ve haberlere konu olan bu durum bazı uzmanları sadece orman yönetimini değil de insan ilişkilerini bencillik ve fedakarlık açısından yeniden düşünmeye teşvik etti.

Fakat anlatılanların ne kadarı gerçek?

Biz, yani bu yazının üç yazarı da tüm kariyerlerimiz boyunca orman mantarlarını araştırdık, ve biz bile medyada mantar ağlarıyla ilgili ortaya atılan bu olağanüstü iddialar karşısında şaşırdık. Kariyerlerimiz boyunca yaptığımız araştırmalarda bir şeyleri atlamış olmayılıyız diye düşünerek kendi çalışmalarımızı da dahil ettiğimiz mantar ağlarının orman köklerindeki madde alışverişi rolünü inceleyen 26 saha araştırmasını iyice gözden geçirdik. Vardığımız sonuç ise bize teyit yanlılığı ile, başıboş iddialar üstüne ve her duyulana itimat edilerek yapılan haberciliğin bilimsel araştırma sonuçlarını nasıl saptırarak tanınmaz hale getirdiğini gösterdi. Bu sonuç bilim insanlarına ve gazetecilere de ders veren bir hikaye olsun.

Öncelikle açıklığa kavuşturmakta fayda var: Mantarlar ağaç köklerinin içinde ve üstünde gelişerek mikoriza ya da kök mantar denen simbiyoz bir ilişki yaratır. Mikorizalar ağaçların normal gelişimleri için zaruridir. Mesela mantarlar topraktan ağaç köklerinin ulaşamadığı besinleri çekerek onları besleyebilir. Karşılığında ağaç köklerinden  kendi gelişimi için ihtiyacı olan şekeri alır.

Mantarların ipliksi yapıları orman zeminindeki toprağa yayılırken genelde en azından geçici olarak yan yana duran iki ağacın köklerini birbirine bağlar. Birbirleriyle bağlanmış ağaç köklerinin oluşturduğu sisteme ortak mikrozal ağ (Common Mycorrhizal Network) ya da OMA denir.

Vardığımız sonuç ise bize teyit yanlılığı ile, başıboş iddialar üstüne ve her duyulana itimat edilerek yapılan haberciliğin bilimsel araştırma sonuçlarını nasıl saptırarak tanınmaz hale getirdiğini gösterdi. Bu sonuç bilim insanlarına ve gazetecilere de ders veren bir hikaye olsun

Genelde mantar iletişim ağından konuşulduğunda aslında ortak mikrozal ağdan yani OMA’dan bahsedilmektedir. Fakat gerçek şudur ki, bilim insanlarının ellerinde ağaçların mantarlar vasıtasıyla nasıl ve ne düzeyde iletişim kurabildiği sonucuna kesin olarak varabilecekleri çok az dayanak vardır. Ne yazık ki bu durum arkasını desteklemeye yetmeyecek ya da yok denecek kadar az deneysel bulguların yarattığı şaibeli iddiaların yayılmasına engel olamamıştır.

Fidanların OMA vasıtasıyla erişkin ağaçlara bağlanmaktan yarar gördüğü ortaya atılan ortak iddialardan biri. Fakat bu iddiayı direk araştıran 28 deneyin de sonuçları ağaçların cinsine, zaman ve mekana, fidanların dikildiği toprağın türüne göre çeşitlilik gösterdi. Başka bir deyişle bu konuda bir fikir birliği yok. Kendinden büyük ağaçlarla bir bağ oluşturmayı başarmış fidanların bir kısmı daha iyi yetişirken diğerleri zorlanmış ya da bir kısmı hiçbir farklılık göstermemiş. Doğadaki koşullarda olduğu gibi ağaç ve fidan köklerinin etkileşimine izin veren saha çalışmaları fidan hipotezinden daha çok kuşkulanılmasına sebep oluyor: Kök etkileşimlerinin negatif etkilerini aşacak kadar güçlü OMA etkisi bu araştırmaların sadece yüzde 18’inde görüldü. Fidanların OMA sayesinde daha kolay hayatta kalarak daha iyi geliştiğini söylemek yayınlanmış araştırmalar tarafından desteklenmeyen bir genelleme yapmaktan ibaret.

Sıkça rastlanan diğer iddialar arasında ağaçların tehlikeler karşısında birbirlerini OMA üzerinden uyarmaları, tohumlarını tanımaları ya da birbirleriyle besinleri paylaşmaları yer alıyor. Fakat bu iddialar benzer şekilde yetersiz ya da yanlış yorumlanmış kanıtlara dayalı. Nasıl oldu da altyapısı bu kadar zayıf bir hikaye bu kadar yoğun bir ilgiyle karşılandı?

Yazarlar ağaçlara insani özellikler yükleyerek onları sanki, mantarları ihtiyaçlarına göre kullanan bireylermiş gibi portre ettiler. Hayal gücü gerçeklerin önüne geçti

Biz bilim insanlarının da bunda payı var. Biz de insanız. Yıllar önce orman mantarları hakkında ilk araştırmalar yapılırken bazılarımız, bu yazının yazarları da dahil olmak üzere, ortaya çıkan bu yeni fikrin heyecanına kapıldı.

Yazalardan biri (Jones), 25 yıl önce OMA üstüne yapılan ilk büyük saha araştırmasında  yer almıştı. Bu araştırma iki farklı cins fidanın karbon alışverişi hakkında kanıt bulduktan sonra başka olası açıklamaları gözardı ederek karbon alışverişinin çoğunun OMA yoluyla yapıldığını öne sürdü. Bu teyit yanlılığı olarak bilinen ve sık sık düşülen bir tuzak. İtiraf etmesi zor olsa da, sonuçta yakın zamanda orman mantar ağları için ortaya atılan bu olağandışı iddialar hakkındaki şüpheciliğimizden dolayı geriye bakarak kendi araştırmalarımızdaki yanlılığı görmüş olduk.

Birkaç onyıldır bu ve başka saptırmalar OMA üstüne yapılmış akademik yayınlara yayılarak kulaktan kulağa oyunu gibi bilimsel söylemi gerçekten giderek uzaklaştırdı. Bizim görüşümüzce OMA üzerine yapılan eski ve itibarlı saha çalışmalarının sonuçları onları kaynak olarak gösteren daha yenice yayınlar tarafından çarpıtılmakta. Orijinal saha çalışmalarına dayanarak çıkarılan sonuçların yer aldığı, aynı alanda uzman diğer araştırmacılar tarafından incelenerek 2022’de yayınlanan makalelerin yarısından azının hatasız olduğu düşünülebilir. Mesela, 2009’da genetik teknikler kullanarak mikrozal ağın dağılımının haritasını çıkaran bilimsel bir araştırma şimdilerde ağaçların besin aktarımını OMA yoluyla yaptıklarına dair sıkça kanıt olarak gösterilen çalışmalardan biri, her ne kadar aslında bu çalışma besin aktarışını araştırmamış bile olsa. Dahası, araştırmacıları tarafından öne sürülen alternatif varsayımlara bu yeni yazılarda yer verilmemiş. Böyle objektif olmayan bilgiler medyaya yayıldıkça, hikaye de alevlendi. Bilim nsanlarının bile böyle heyecan verici fakat sadece olasılıktan ibaret olan çıkarımlara aldanabilmesi söz konusuysa medyanın da aldanması şaşırtıcı değil.

En iyi bilim yazıları kamuoyunun kalbini kazanabilir ancak bilimsel yöntemlerden şaşılmadan yazılmalıdır. Yoksa politik kararlara tesir edecek büyüklükte sonuçlar doğurarak insanları etkileyebilir

Gazeteciler mantar iletişim ağları(WWW) hakkında duygusal, ikna edici ve merak uyandıran haberler hazırlayarak birkaç bilim insanının konu hakkındaki dayanaksız görüşlerine geniş yer verdiler.  Yazarlar ağaçlara insani özellikler yükleyerek onları sanki, mantarları ihtiyaçlarına göre kullanan bireylermiş gibi portre ettiler. Hayal gücü gerçeklerin önüne geçti. Bu medya bombardımanı OMA hakkındaki asılsız iddiaları çevre bilimin diğer alt dallarındaki uzmanlarına da geçerliymiş gibi göstermekte etkili oldu ve böylece bu iddialar karşılıklı perçinlenmiş oldu.

Bu durum gazetecilerin araştırmalarını yaparken geniş bir yelpazeyi kapsayan çeşitlilikteki uzmanlara başvurmalarının ve çok sıkı araştırmalarla desteklenmeyen çalışmalar karşısında biz bilim insanlarını sorgulamalarının önemine dikkat çekiyor. Bilim insanlarına direkt yöneltilecek ‘Başka hangi fenomenlerle sonuçlarınızı açıklayabilirsiniz?’ ve ‘Başka ne kadar çok çalışma bu hipotezi destekleyebilir?’ gibi sorularla gazeteciler kesinleşmemiş bilimsel çıkarımları daha net anlayıp iletebilirler. En iyi bilim yazıları kamuoyunun kalbini kazanabilir ancak bilimsel yöntemlerden şaşılmadan yazılmalıdır. Yoksa politik kararlara tesir edecek büyüklükte sonuçlar doğurarak insanları etkileyebilir.

Ormandaki mantarlar hakkında anlatabileceğimiz ve anlatmamız gereken bir sürü büyüleyici ama yine de bilimsel olarak sağlam temelleri olan hikayeler var. Mikrozal ağ trüf, dağ mantarı ve porçini dahil en sevilen yenebilir mantarların altında yatıyor. Orman örtüsünde yer alan bazı otlar diğer normal bitkiler gibi şekeri fotosentezlemek yerine OMA yoluyla ağaçlardan çalarak temin etmekte. Ormanlar bitkilerin, hayvanların ve mikropların pek çok çeşitli yollarla birbirleriyle etkileşime girdikleri inanılmaz yerler. Buradan çıkacak hikayelerin sayısı sonsuz. Sadece bu hikayeleri özenle anlatmalıyız.

                                                                                   …

*undark.org tarafından yayınlanan bu makale Melanie Jone, Jason Hoeksama ve Justine Karst tarafından yazılmıştır. Gezegen24 için Türkçeye Merih Koç çevirmiştir.  

Melanie Jones British Columbia Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nde profesör. Öğrencileriyle beraber 35 yıldır British Columbia’daki ormanlar, kesilmiş ve yanmış alanlardaki mikrozal mantar topluluklarını inceliyor.

Jason Hoeksama Mississippi Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nde profesör. Ekolojik ve evrimsel açıdan tür etkileşimlerinin nüfuslara, topluluklar ve ekosistemlere etkilerini inceliyor.

Justine Karst Alberta Üniversitesi Yenilebilir Kaynaklar Bölümü’nde yardımcı profesör. 20 yıldır ormanların mikrozal ekolojisini araştırıyor.

Bir afet coğrafyası olarak nitelenebilecek Türkiye, tarihi boyunca yıkıcı birçok afetle karşılaşmış, bu afetlerin en yıkıcı ve akılda kalanları da depremler olmuştur. Bu doğal afetlerin en yıkıcısı olarak kayıtlara geçeniyse, resmî makamlarca “asrın felaketi” olarak nitelenen, 06 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli meydana gelen 7.8 ve 7.6 büyüklüğündeki depremler oldu.

Oysa ki Türkiye, coğrafi konumu itibariyle doğal afetleri sıkça tecrübe eden bir ülke. Son yaşanılan Kahramanmaraş depremleri de dahil olmak üzere, 1900 yılından itibaren Türkiye coğrafyasında kayıtlara geçen 200’den fazla doğal afette 100 binden fazla kişi yaralandı ve hayatını kaybetti, 20 milyondan fazla insan da meydana gelen bu afetlerden doğrudan etkilendi.

Yer bilimi alanından birçok akademisyenin bir süredir dikkat çektiği Doğu Anadolu Fay Zonu üzerinde meydana gelen Kahramanmaraş Depremleri, ortaya çıkardıkları yıkım nedeniyle Türkiye’nin deprem gerçeğini bir defa daha gözler önüne serdi; İstanbul’u etkileyeceği de öngörülen Marmara Depremi başta olmak üzere potansiyel depremlerin etki sahasında kalan büyük kentlerdeki afet hazırlıklarını yeniden gündeme getirerek tartışmaya açtı.

1999 depremleri: “Uyanış dönemi”

Türkiye’nin afet tarihinde bir dönüm noktası olarak gösterilen 1999 depremleri, Türkiye’nin afet yönetiminde başlamasına neden olduğu değişim süreciyle de literatürde “uyanış dönemi”nin başlangıcı olarak kabul edilir. Krizin yönetilmeye çalışılması yerine riskin yönetilmeye başlandığı 2000 yılı sonrasını simgeleyen dönemdeki yeni afet yönetimi anlayışı, 2023 Kahramanmaraş Depremleriyle, bu yeni dönemdeki en büyük sınavını vermiş durumda. Ancak 23 yıllık dönüşüm sürecinin test edildiği bu sınavın sonucunun, olumlu bir şekilde değerlendirilemediği görülüyor. Bu durumun nedenlerini yine, 1999 depremleri sonrasında başlayan 23 yıllık dönüşüm sürecinin kendisinde aramak gerekecek.

1999 depremleri ve sonrasında yaşanan süreç, Türkiye’nin afet yönetimindeki birçok eksiğinin ortaya çıkmasına neden oldu. Afet bölgesinde ve afete özgü olarak gözlemlenen bu eksikliklerin, Türkiye afet yönetimi sisteminin dönüşümünü simgeleyen uyanış döneminde giderilmesi amacıyla birçok adım atılıp, düzenleme yapıldı. Bunlar arasında; yönetim, koordinasyon ve organizasyona ilişkin düzenlemeler, toplumsal ve kurumsal afet hazırlık kapasitesinin arttırılmasına yönelik projeler, müdahale kapasitesinin modernizasyonu, afete dayanıklı yapısal dönüşüm çalışmaları, afet eğitimlerinin toplum tabanında ve yükseköğretim ölçeğinde yaygınlaştırılması gibi çalışmalar gösterilebilecek.

2000 yılı sonrasını simgeleyen dönemdeki yeni afet yönetimi anlayışı, 2023 Kahramanmaraş Depremleriyle, bu yeni dönemdeki en büyük sınavını vermiş durumda

AFAD’ın ortaya çıkışı

1999 depremlerinde gözlemlenen en temel sorunlardan birisi olan afet yönetiminde koordinasyon sorunu, uyanış döneminde ilk çözümlenmeye çalışılan sorun olarak gözüküyor. Depreme kadar Afet İşleri Genel Müdürlüğü (AİGM) ve Sivil Savunma Genel Müdürlüğü (SSGM) yönetiminde yürütülen faaliyetlerin eşgüdümünün sağlanması amacıyla 2001 yılında, dönemin Başbakanlık teşkilatına bağlı olarak Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü kuruldu. Bu yeni genel müdürlüğe AİGM ve SSGM tarafından yönetilen faaliyetlerin koordinasyonu görevi verildi. 2009 yılındaysa bu üç genel müdürlüğün birleşmesiyle Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) ortaya çıktı.

Uyanış döneminin yönetim, organizasyon ve koordinasyona ilişkin düzenlemelerinin yerel yansımaları ise, yeni arama ve kurtarma birimlerinin oluşturulması ve il ölçeğinde afet koordinasyon merkezlerinin kurulmaya başlanması şeklinde oldu. Bu dönemde daha önce üç olan Arama ve Kurtarma Birlik Müdürlüğü (Ankara, İstanbul ve İzmir) sayısı 11’e çıkartılıp, ayrıca illerde valilikler ve belediye başkanlıkları bünyesinde afet koordinasyon merkezlerinin kurulumuna başlandı ve hali hazırda var olanlardaysa kapasite artırımına gidildi.

Afet eğitimleri alanında ilk çalışma ve akademik girişim

Toplumsal afet kapasitesinin artırılması ve afet eğitimlerinin yaygınlaştırılması çalışmaları, yine uyanış döneminin bir diğer özelliği konumunda. 2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi tarafından başlatılan Afete Hazırlık Eğitim Projesi, afet eğitimleri alanında yapılan ilk çalışma olarak dikkat çekiyor. Akademik anlamdaki ilk girişimler ise, İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde 2001 yılında Afet Yönetim Merkezinin kurulması, 2002 yılındaysa Afet ve Acil Durum Yönetimi Yüksek Lisans Programının başlatılması oldu. Bu girişim 2005 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi bünyesinde başlatılan Acil Yardım ve Afet Yönetimi Lisans Programı ile devam etti.

Toplumsal afet kapasitesinin artırılmasına dönük çalışmalar içerisinde, bireylerin küçük gruplar halinde bir araya gelerek, başta arama ve kurtarma çalışmaları olmak üzere afet alanında gönüllü oluşumlar meydana getirmesi de yine uyanış dönemine rastlıyor. Bu anlamda ilk olan Mahalle Afet Gönüllüleri 2000 yılında faaliyete geçerek kısa sürede Türkiye geneline yayılarak, bu dönemde ayrıca arama ve kurtarma odaklı çok sayıda sivil toplum kuruluşu da ortaya çıktı.

İstanbul Deprem Master Planı ve İSMEP

Uyanış döneminde yürütülen çalışmalar arasında, risk yönetimi özelliğiyle öne çıkan iki büyük çalışma mevcut. Bunlardan ilki, 2003 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi koordinasyonunda İstanbul Teknik Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversiteleri tarafından hazırlanan İstanbul Deprem Master Planı. ikincisiyse 2006 yılında başlayarak halen devam etmekte olan ve tüm dünyada da örnek olarak gösterilen İstanbul Sismik Riskin Azaltılması ve Afet Hazırlık Projesi (İSMEP).

İstanbul Deprem Master Planında, İstanbul’u da etkileyecek şekilde meydana gelmesi olası bir deprem sonrasında İstanbul’da ortaya çıkabilecek kayıp ve hasar durumlarının çeşitli senaryolar bağlamında analizinin yanı sıra, yapıların incelenmesi ve güçlendirilmesi, imar uygulamaları, hukuki çalışmalar, mali kaynak çalışmaları, eğitim ve sosyal faaliyetler ile afet ve risk yönetiminin temel ilke ve esasları belirlendi.

İSMEP kapsamındaysa kurumsal kapasite artırımı ve toplumsal bilinçlendirme çalışmaları (A Bileşeni); güçlendirme, yeniden inşa ve kültür mirasının korunması çalışmaları (B Bileşeni); eğitim çalışmaları (C Bileşeni) olmak üzere, üç temel bileşen altında proje çalışmaları yürütülüyor.

Modern afet yönetimi, doğa olaylarının toplumu etkileme potansiyeli üzerine odaklanarak, krizi yönetmeyi ve meydana gelecek olayı yönetilebilir kılmayı temel prensip haline getiriyor

Kentsel dönüşüm seferberliği

Buraya kadar kısaca aktarılmaya çalışılan çalışmalar, 2009 yılına kadar uyanış döneminin başat faaliyetleri olarak öne çıkmıştır. Ancak 2009 yılıyla başlayarak bugüne kadar gelen dönem, uyanış dönemindeki en radikal iki değişikliğin yapıldığı dönem oldu: Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının kurulması ve kentsel dönüşüm seferberliği.

1999 depremlerinden sonra yönetim ve koordinasyon anlamında gösterilen ilk reaksiyonun, iki farklı kurum tarafından yürütülen faaliyetler arasında eşgüdüm sağlanması amacıyla yeni bir koordinatör kurumun kurulması olduğu ifade edildi. 2001-2009 yılları arasında Türkiye afet yönetiminin başat kurumları olan bu üçlü yapı, 2009 yılında bugünkü AFAD’a dönüşerek, Türkiye afet yönetimi kurumsal olarak tek elden yönetilmeye başlandı. Böylece, 1999 depremleri sonrası dönemde çeşitli platformlarda sıklıkla dile getirilen ve dünyada da başarılı örnekleri bulunan “afet yönetiminde tek elden koordinasyon” anlayışı, Türkiye’ye de getirildi ve bu anlamda önemli bir eşik, aşıldı.

2009 sonrası dönemde yapılan bir diğer radikal değişiklik de kentsel dönüşüm yaklaşımının kurumsallaştırılarak afet yönetimi politikalarına eklemlenmesi oldu. Özellikle İstanbul Deprem Master Planı hasar analizleriyle birlikte, başta İstanbul olmak üzere Türkiye genelinde sıkça tartışma konusu olan kentlerin yapı kalitesi sorunun çözülebilmesi için, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunla 2012 yılında yasal altyapısına kavuşan kentsel dönüşüm yaklaşımı, yapıların depreme dayanıklı hale getirilmesi temel amacı doğrultusunda merkezi hükumetin öncülüğünde hayata geçirildi.

“Uyanış dönemi”nin sonuçları

Görüldüğü üzere 1999 depremleriyle başlayan uyanış dönemi, Türkiye afet yönetimi açısından verimli geçirildiği düşünülen pozitif bir dönemi de simgeliyor. Öyleyse bu kadar pozitif çalışmalarla addedilen bir dönem sonucunda verilen en büyük sınavın ortaya çıkan sonuçlarının da derinlemesine incelenmesi gerekecek.

Öncelikle, 2023 sınavının sonuçları aslında, uyanış döneminde yürütülen bu pozitif çalışmalarda gizli. Şöyle ki deprem, sel, heyelan vb. olaylar, birer doğa olayı olarak tanımlanıyor. Bu tanımlama bu olayların, dünya üzerindeki insan varlığından bağımsız olarak meydana geldiklerini gösteriyor. Bu olayların birer “afet” olarak nitelendirilmesi ya da afet olarak tanımlanabilecek sonuçlar doğurması, öncelikle insan varlığı ve toplumsal yaşam tarzıyla doğrudan ilişkili. Bir başka ifadeyle bir doğa olayı, ancak toplumu etkilediği ölçüde afet niteliği kazanıyor. Bu nedenle modern afet yönetimi, doğa olaylarının toplumu etkileme potansiyeli üzerine odaklanarak ve krizi, yani olay sonrası dönem yerine riski, yani olay öncesi dönemi yönetmeyi ve meydana gelecek olayı yönetilebilir kılmayı temel prensip haline getiriyor.

Oysa ki Türkiye, uyanış döneminde örneklenen faaliyetlerin çoğundan da anlaşılabileceği üzere bu dönemi, kriz yönetimi kapasitesini artırma çalışmalarıyla geçirdi

Risk yönetimi ve kriz yönetimi süreci

Bugün tüm dünyanın kabul ettiği modern ve bütünleşik afet yönetimi, temelde iki ana süreç üzerine kurgulanıyor: Risk yönetimi ve kriz yönetimi. Risk yönetimi süreci; kendi içerisinde risk ve zarar azaltma ile hazırlık ve planlama olmak üzere iki temel aşamaya ayrılıyor. Olay sonrası dönemi simgeleyen kriz yönetimi süreci de yine kendi içerisinde müdahale ve iyileştirme olmak üzere iki temel aşamadan oluşuyor. (Şekil 1)

Şekil 1

Birbirini takip eden süreç ve aşamalardan oluşan bu döngüsel modelde başlangıç aşamasının, risk ve zarar azaltma aşaması olduğu kabul ediliyor. Bu kabul, modern afet yönetiminin temelini oluşturan “riski yönetilebilir hale getirme” prensibinin doğal bir sonucu. Bu prensip deprem, sel vb. gibi toplumu etkilediği ölçüde afete dönüşmesi olası olaylara bağlı olarak toplumun etkilenme kapasitesini (zarar görebilirliği) azaltacağı gibi; riskin gerçekleştiği bir durumda da müdahale kapasitesini ve verimini artırıyor.

Oysa ki Türkiye, uyanış döneminde örneklenen faaliyetlerin çoğundan da anlaşılabileceği üzere bu dönemi, kriz yönetimi kapasitesini artırma çalışmalarıyla geçirdi. Öyle ki, bir eğitim ve bilinçlendirme seferberliği şeklinde yürütülen toplumsal bilinçlendirme ve afet eğitimi faaliyetlerinde dahi yapılan çalışmalar, afet sonrasında yapılacaklar ve ilk müdahale yöntemleri üzerine. Her ne kadar İstanbul özelinde sayılan risk yönetimi çalışmaları ve projeleri yapılmış olsa da yürütülen çalışmaların İstanbul’la sınırlı olması bugün Kahramanmaraş depremleri sonucunda yaşanılan tabloyu ortaya çıkardı.

Kahramanmaraş merkezli depremler ayrıca, Türkiye’nin en çok yatırım yaptığı anlaşılan yönetim, koordinasyon ve organizasyon kapasitesinin de sorgulanmasına neden oldu. Şöyle ki 2009 yılında yürürlüğe giren teşkilat kanunuyla kurulan AFAD, kuruluş aşamasını tamamlayarak faaliyetlerine 2010 yılında başlamış; faaliyete geçmesinin üzerinden yalnızca bir sene geçmişken, 2011 Van Depremiyle ilk ciddi sınavına girdi.

Türkiye Afet Müdahale Planının çıkışı ve eksiklikleri

Resmî verilere göre 644 kişinin hayatını kaybettiği, 1966 kişinin yaralandığı, 100 binin üzerinde konut ve işyerinin de yıkıldığı veya çeşitli ölçülerde hasar aldığı 2011 Van Depreminden, AFAD’ın ifadesiyle, edinilen tecrübe Türkiye’nin ilk ulusal afet müdahale planı olma özelliğini taşıyan ve kısa adı TAMP olan Türkiye Afet Müdahale Planının çıkış ve dayanak noktasını oluşturdu.

2014 yılında yürürlüğe giren TAMP’ın amacı “afet ve acil durumlara ilişkin müdahale çalışmalarında görev alacak hizmet grupları ve koordinasyon birimlerine ait rolleri ve sorumlulukları tanımlamak, afet öncesi, sırası ve sonrasındaki müdahale planlamasının temel prensiplerini belirlemek”, kapsamıysa “ülkemizde yaşanabilecek her tür ve ölçekte, afet ve acil durumlara müdahalede görev alacak, bakanlık, kurum ve kuruluşlar, özel kuruluşlar, STK’lar ve gerçek kişiler” olarak aktarıldı.

Ancak TAMP, modern afet yönetiminin prensipleriyle, yönetim bilimi ve afet yönetimi planlama yöntemleri ekseninde değerlendirildiğinde, birçok eksik noktasıyla dikkat çekiyor. Bu eksik noktalar beş farklı eksende gruplandırılabilecek 10 sorun alanıyla açıklanabilir.

Tablo 1

Tablo 1’de gösterilen sorun alanlarını kısaca açıklamak gerekirse; yasal altyapı ekseninde Türkiye’de, yalnızca TAMP’ın değil, afet yönetimi sisteminin de birden çok yasal dayanağının bulunması, afet yönetimi süreçlerinde yürütülen faaliyetlerin hukuki kaynaklarıyla ilgili hem normlar hiyerarşisi yönünden hem de yasal dayanak yönünden sorunlar doğmasına neden oluyor.

Planlar hiyerarşisi açısından; riskin yönetilebilir seviyeye indirilmeden müdahalenin planlanmaya çalışılması ve bir müdahale planının öncülü ve ardılı olması gereken risk ve zarar azaltma planıyla iyileştirme planından yoksun hazırlanması, müdahalenin yönetilemez bir sahayla karşılaşmasına neden oluyor.

Planlama süreci ekseninde yönetim bilimine aykırı olarak, bir afet durumunda yapılacak işler tespit edilmeden, o işleri yapması beklenen organizasyonun kurulmasının başlangıç noktası olarak alınması ve bu sırada örnek olarak lokal bir olay olarak kabul edilebilecek 2011 Van Depreminden edinilen tecrübelerin kullanılması, TAMP ekseninde müdahale kapasitesi açısından soru işaretleri doğuruyor.

Birden fazla hizmet grubunun oluşturduğu servislerin nasıl yönetileceğinin; hizmet grubu içerisinde yer alan kurumların hangi kurallar çerçevesinde koordine edileceğinin tanımlanmamış olması, TAMP’ın hizmet grubu düzeninin işlemesine engel oluyor

TAMP, görev dağılımı açısından hizmet grupları odağında hazırlanmış görünüyor. Bir başka ifadeyle TAMP’ın esas birimi, hizmet grupları. Bahse konu hizmet grupları, dört ayrı servis altında afet müdahale sürecindeki görevleri dikkate alınarak gruplanarak; ayrıca her bir hizmet grubu da hizmet grubuna verilen görevleri yerine getirebilecek kurumlardan oluşturuluyor. Bu yapı, organizasyon yapısı ve hiyerarşik düzen ekseninde değerlendirildiğinde; birden fazla hizmet grubunun oluşturduğu servislerin nasıl yönetileceğinin; hizmet grubu içerisinde yer alan kurumların hangi kurallar çerçevesinde koordine edileceğinin tanımlanmamış olması, TAMP’ın temel birimi olan hizmet grubu düzeninin işlemesine engel olacak. Ek olarak, hizmet gruplarını oluşturan kurumların da olası bir afet durumundaki sürdürülebilirliklerinin ve çalışabilirliklerinin iş sürekliliği ilkeleri ekseninde tanımlanmamış olması, müdahale planını işler kılacak kurumların kapasitelerinin müdahale aşamasına yansıtılamaması sonucunu doğuracak.

Organizasyonel yetki ve sorumluluklar eksenindeyse, işin yapılacağı yere ulaşım ve nakliye gibi bir işin bir yerde yapılmasını ilgilendiren doğal iş süreçlerine ilişkin görevlerin farklı hizmet gruplarına verilmiş olması; koordinatör bir üst kuruluş olması amacıyla kurulan AFAD’ın, müdahale planı içerisinde birçok hizmet grubunun ana çözüm ortağı olarak konumlandırılmış olması da afet yönetiminin tüm evrelerinde ihtiyaç duyulan koordinatör rolünü olumsuz etkileyecek.

Kahramanmaraş depremleri ve koordinasyon sorunları

Nitekim, burada kısaca sayılan aksaklıkların tamamı, Kahramanmaraş depremi sonrasında yaşanan süreçte gözlemlenmiş durumda. Öyle ki ilk müdahale kapasitesindeki yetersizlik ve koordinasyon sorunları, afetin meydana gelmesinden hemen sonra sahaya yansıyarak; afet bölgesinde kontrol sağlanmasının önünde engel teşkil etti. Bu durumun ortaya çıkmasında, meydana gelen afet sonrasında etkilenen alanın coğrafi büyüklüğünün de etkisi bulunuyor. 10 ilin tamamında ve 500 km’lik bir alanda yıkıcı etki doğuran ve dokuz saat arayla meydana gelen iki deprem, bölgedeki etki ve ihtiyaç analizinin yapılmasını da güçleştirdi. Ek olarak ilk müdahale ekiplerinin de afetzede konumunda olmasıyla birlikte, TAMP’ta birbirlerine destek olması planlanan illerin tamamının depremden etkilenmesi ve ulaşım altyapısının da hasar görmesi neticesinde birçok kaynağın bölgeye ulaştırılmasında ve ilk müdahalenin başlatılmasında aksaklıklar yaşandı.

Bu durumun doğal sonucu, afetin ilk anlarında vatandaşlarının kendi kendilerine yetme çabası. Ancak, daha önce değinilen eğitim seferberliğinin yaygınlaştırılamamış olması, ekipman eksikliği, iletişimde ve ilk müdahalede yaşanan aksaklıklar ve yıkımın büyüklüğü, yönetilemez bir durumun ortaya çıkmasına neden olmakla birlikte kendi kendine yetme çabası içerisindeki vatandaşların da çaresiz kalmasına neden oldu.

Tüm bu tablo, yapılan planlamadaki eksik ve hatalara işaret ediyor. Özellikle ’80 sonrası dönemde görülen üçüncü dalga kentleşme süreçlerinin “kentlileşme”ye dönüşememesiyle birlikte, ortaya çıkan barınma sorununun kalitesiz konutlarla çözülmeye çalışılmış olması, kentlerin büyümesi sürecinde kentlileşmenin ve bilimsel gereklerin dikkate alınmaması, betonarme köy olarak ifade edilebilecek yerleşimlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu durum da bölgenin afetselliğini ve bu bölgede yaşayan insanların zarar görebilirliğini artırdı. Nitekim afet öncesinde bölgeye yönelik yapılan tahminler, olası bir depremin boyutlarının yıkıcı olacağını gösteriyor.

Aksaklıklar ve müdahale planı

Bu bağlamda, bir müdahale planının öncülü olması gereken risk ve zarar azaltma çalışmalarının yapılmaması veya yapılamaması, yapılan müdahale planının da en önemli ayağının eksik kalmasına neden olmakla birlikte; müdahale planlamasında da birçok hatanın ortaya çıkmasına neden oldu. Bir afet öncesinde tasarlanması gereken “nasıl” sorusu, analizlerin eksikliği nedeniyle cevaplanamadı. Etki ve ihtiyaç analizleriyle birlikte hangi ulaşım hatlarının nasıl kullanılacağı, çadır ve konteyner kentlerin nereye, ne zaman ve nasıl kurulacağı, ikmalin nasıl ve nereden yapılacağı, hangi kaynağın ne zaman ve nereye yönlendirileceği gibi; bir müdahale planının olmazsa olmazı birçok sorunun cevapsız kalmasına neden oldu.

Ayrıca mevcut planlama modeli içerisinde “asıl işin bölünmesi” de, özellikle arama ve kurtarma ekipleri olmak üzere ilk müdahale ekiplerinin ilk anlarda lojistikten yoksun hareket etmesi sonucunu doğurdu; ekipmanların sevki, konuşlanma, iaşe, temizlik gibi lojistik unsurlarca karşılanması gereken kritik ihtiyaçların giderilmesinde aksaklıklara sebep oldu.

Özetle, afetin ilk anlarında ortaya çıkan tüm bu aksaklıklar, müdahale kapasitesinin ilk andan itibaren afet bölgesinde sahaya yansıtılamaması sonucunu doğurdu.

Afet yönetimi nasıl uygulanmalı?

Türkiye bir afet ülkesidir. Son yaşanan Kahramanmaraş depremleri, Türkiye’de meydana gelen ilk afet olmadığı gibi son afet de olmayacak. Deprem başta olmak üzere, afetselliğin son derece yüksek olduğu bir coğrafyada yaşam, ancak o coğrafyanın kurallarına uygun bir yaşam tarzıyla mümkün olabilir. Bu yaşam tarzını işler kılmanın birinci ve en önemli yolu, bilimsel gerekleri yerine getirmek. Bugün Türkiye’de de uygulandığı iddia edilen modern afet yönetimi, merkezine bilimi almakta ve risk yönetimi temel prensibinden hareket ediyor.

Bu nedenle hiç vakit kaybetmeden müdahale odaklı anlayışın yerini risk yönetimi odaklı anlayışın alması; kentin “yaşayan bir organizma” olduğu gerçeğinden hareketle kent sosyolojisinin de kentsel dönüşüm süreçlerine entegre edilerek güvenli yaşam alanlarının oluşturulmaya başlanması; kapsamlı risk analizleriyle kentsel afet risklerinin tespitinin ve bertaraf edilmesinin sağlanması; ancak bundan sonra müdahale aşamasının planlaması, bu planlamanın da nasıl, nerede, ne zaman sorularına cevap verecek şekilde yapılmasının sağlanması gerekiyor.

Merkez üssü Kahramanmaraş olan 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki depremlerden önce habere Türkiye’nin kırmızı Pazartesisi* tanımıyla giriş yapmıştım. Kapsamlı bir deprem haberi üzerine çalışırken, 10 kent büyük bir felaketi yaşadı. 

6 Şubat 2023 tarihinde sabaha karşı saat 04.17’de merkez üssü Kahramanmaraş olan 7,7 büyüklüğündeki deprem şimdiye kadar Türkiye’den yaşanan en büyük ikinci deprem olarak kaydedildi. 6,0’dan büyük birden fazla artçı depremin meydana geldiği bölgede saat 13.24’te 7,6 büyüklüğünde ikinci büyük bir deprem meydana geldi. Yaşanan ikinci depremle yıkımın boyutu arttı ve arama kurtarma çalışmaları kesintiye uğradı. Türkiye’deki depremler Suriye’nin İdlib, Halep, Hama, Lazkiye, Tartus ve Rakka illerinde de şiddetli hissedildi. Bu kentlerde de büyük yıkımlar meydana geldi. 

Türkiye’de şu ana kadar 20 bini aşkın kişi hayatını kaybetti. 80 binden fazla ise yaralının bulunduğu depremde tespit edilebildiği kadarıyla 6 binden fazla bina yıkıldı. Tahminlere göre, binlerce kişi hâlâ enkaz altında. 24 saat içinde irili ufaklı 100’den fazla depremin gerçekleştiği bölgede artçı depremlerin 2-3 yıl sürebileceği belirtiliyor. Suriye’de ise yetkililer 2 binden fazla kişinin hayatını kaybettiğini, 2 bin 950’den fazla kişinin ise yaralandığını belirtiyor. 

Uzmanlar bölgedeki olası depremler için uyarmıştı

6 Ekim 2019 tarihinde CNN TÜRK ekranında depremle ilgili açıklamalarda bulunan Yer bilimci Prof. Dr. Naci Görür, Doğu Anadolu Fay hattındaki tehlikeye dikkat çekerek, “Doğu Anadolu fayına bir uyarı yapmak istiyorum. Bu fay uzun zamandır suskun. Doğu Anadolu fayı uzun zamandır suskun. Aşağı yukarı bin 500 yıllarından beri deprem olmadı. Büyük depremler olmuş. O bölgeler için ciddi risk söz konusu. Elazığ-Bingöl arası” dedi.

Görür, 24 Aralık 2020 tarihinde CNN ekranındaki başka bir açıklamasında ise “2020 yılında da Elazığ Sivrice’de deprem oldu. Bu deprem hattı Sivrice ile Pütürge arasındaki fay kolunu kırdı. Dolayısıyla hem Elazığ’ı hem de Malatya’yı etkiledi. Sivrice hattı kırılınca dikkatimizi onun Güneybatısında yer alan Çelikhan-Erkenek arasına ve Maraş-Türkoğlu yöresine dikkat çekmeye başladık. Çünkü böyle doğrultu atımlı faylar bir yerde büyük deprem ürettikleri zaman o fay üzerinde onun devamı olan yerlerde stresi artırır. Deprem olduğu zaman kırılan fay kolunun enerjisinin önemli bir kısmı sismik dalga halinde veya bir ısı şeklinde boşalır ancak önemli bir kısmı da o fayın devamına transfer olur. Dolayısıyla Elazığ-Malatya arasında kol kırıldığı zaman Çelikhan-Erkenek bölgesine dikkat etmek gerekir. Bir de tarihi depremlere bakarız. Tarihte ne olmuşsa günümüzde de benzer şeyler olabilir. Gerçekten de o bölgenin sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Hangi yer bilimciye sorsak sıkıntılı olarak sayacaklarının arasında Çelikhan-Erkenek, Maraş-Türkoğlu yöresini sayar. Zaman varken yerel yönetimlerin, halkın hazırlıkları yapmasında fayda var” diye konuştu.

Hatay. 9 Şubat 2023. | Fotoğraf: Video aktivist Hakan Tosun.

“Hatay’da gelecekte çok büyük depremler olabilir”

18 Aralık 2022 tarihinde Hatay Kırıkhan merkez üssünde 4,8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Kısa bir süre sonra 4,7 büyüklüğünde bir deprem daha yaşandı.  Kırıkhan depreminin ardından deprem uzmanı Prof. Dr Şükrü Ersoy, Kırıkhan merkezli olmak üzere 4,8 büyüklüğünde deprem sonrası, “Bu 4,8 büyüklüğündeki deprem bu bölgede enerjisini almış değil gelecekte de çok büyük depremler olabilir. Normaldir bölgenin deprem potansiyeli açısından Kırıkhan ilçesinden geçen fay hattı Hatay’dan Kızıldeniz’e kadar giden kuzey güney doğrultulu çok uzun bir faydır. Dolayısıyla geçmişte çok büyük bir deprem üretti. Gelecekte de büyük depremler üretebilir. Bu bakımdan buradaki yöneticilerin karar vericilerin yapı stokların denetlenmesi yapımı ve mevcut yapı stoğunun kentsel dönüşümle yenilenmesi adımına önemli çalışmalar yapması gerekiyor. Çünkü deprem sizi beklemez mutlaka zeminle depremin barışık olması gerekir. Yapılan yapıları sağlam yaparsak korkulacak bir şey yok ama mevcut yapı stoku içerisinde hasar görebilecek çok sayıda bina olabilir” ifadelerini kullandı

Türkiye’de her ay 2 bin, her yıl ise 25 bin deprem oluyor. 1930’lardan bu yana 6,0’dan büyük depremlerde en az 100 bin kişi hayatını kaybetti, yüzbinlerce insan yaralandı

Anadolu coğrafyası 1500’lü yıllardan bu yana pek çok yıkıcı depremle yüzleşti. Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafyada son 120 yılda 79 adet yıkıcı deprem meydana geldi. Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi Dekanı Jeoloji Mühendisi Prof. Dr. Şükrü Ersoy’un 8 Şubat 2023 tarihinde FOX TV ekranında yaptığı açıklamaya göre, Türkiye’de her ay 2 bin, her yıl ise 25 bin deprem oluyor. 

Modern Türkiye devletinin ilk yıllarından bu yana yıkıcı pek çok deprem geride kaldı. Bu depremlerin başlangıcı olarak 13 Mart 1939 tarihinde gerçekleşen 7,9 büyüklüğündeki Erzincan depremi gösterilebilir. 1930’lardan bu yana 6,0’dan büyük depremlerde en az 100 bin kişi hayatını kaybetti, yüzbinlerce insan yaralandı. 

1987 yılında Maden Tetkik ve Arama (MTA) Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen, Türkiye’de var olan ve deprem potansiyeli taşıyan aktif fayların haritalanmasına yönelik proje 1987 yılında tamamlandı. 1992 yılında ise Türkiye Diri Fay Haritası yayınlandı. Ardından bu harita dikkate alınarak dönemin Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından uygulamada kullanılan yönetmeliklere esas olan Deprem Bölgeleme Haritası yenilendi. Gelişen bilgi altyapısı ve teknoloji ile Türkiye Deprem Tehlike Haritası ise en son 2018’de güncellendi.

Kahramanmaraş. 11 Şubat 2023. | Fotoğraf: Bağımsız gazeteci Fatih Pınar.

Fay Yasası

Erzincan depremi sonrasında 1940 yılında “Zelzele Mıntıkalarında Yapılacak İnşaata Ait İtalyan Yapı Talimatnamesi” adıyla yayımlanan yönetmelikte, yapılan değişikliklerle günümüze kadar ulaştı. Sırasıyla 1944, 1949, 1953, 1962, 1968, 1975, 1998, 2007, 2011 ve 2018 yıllarında yapılan değişiklikler bina deprem yönetmeliğine bugünkü şeklini verdi. 

2018 Türkiye Deprem Bina Yönetmeliği’ne göre sahaya özel deprem tehlike analizi, sahaya özel zemin davranış analizi ve yüksek binaların analizinin yapılması öngörülüyor. Dört farklı deprem düzeyinin tanımlandığı yönetmelikte, deprem yer hareketinin spesifik olarak tanımlanmasını sağlanıyor.  

Ancak deprem alanında çalışan uzmanlar söz konusu mevzuatı eksik bularak bir Fay Yasası olması gerektiğini bir süredir gündeme getiriyor. 24 Ocak 2020 tarihinde Malatya Doğanyol merkezli 6,7 büyüklüğündeki depremin ardından İçişleri Bakanlığı tarafından Fay Yasası çalışması başlatıldı. 30 Ekim 2020 tarihinde Yunanistan’ın Samos Adası merkezli 6,9 büyüklüğündeki deprem, 70 km uzaklıktaki İzmir’in Bayraklı ve Bornova semtlerine ağır hasar ve kayıplara yola açtı. Kamuoyunda İzmir Depremi olarak da bilinen deprem sonrası Fay Yasası yeniden gündeme geldi.

“Dünyanın hiçbir yerinde fay üzerinde yapılaşma olmaz. Türkiye’de fay üzerindeki yapılaşmaya son vermek için özel bir fay yasasına ihtiyacımız var”

Afet riskini en aza indirmek amacı taşıyan Fay Yasası, fay hattı geçen kentlerde fay üzerindeki yerleşim yerlerinin kontrol altına alınmasını öngörüyor. Bu kontrol kapsamında fay hatları üzerinde gerçekleşen yapılaşmaların önüne geçilmesi ve mevcut yerleşim yerlerinin kentsel dönüşümle yıkılarak yurttaşların daha güvenli bölgelere taşınması öngörülüyor. 

Yasa tasarısı ile fay hatların imar planlarına işleneceği ve yerleşim yerlerinin hangi yöne doğru ilerleyeceği belirlenecek. Tasarı ile yerleşim yerlerinin tamamının değil sadece fay hattına denk gelen kısımlarının kapatılması ve fay çevresine denk gelen yerleşim yerlerindeki binalara kat sınırlaması öngörülüyor. 

Tasarı,  “İmar Yasası, Kentsel Dönüşüm Yasası, Belediye Yasası, Yapı Denetim Yasası ve Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanunu’nu yakından ilgilendiriyor. 

Adıyaman. 9 Şubat 2023. | Fotoğraf: Gazeteci Rabia Çetin.

Hangi ülkelerde fay yasası var?

Türkiye’de tartışılan Fay Yasası, dünyada sadece iki ülkede uygulanıyor. İlki Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Kaliforniya eyaletinde 1971 yılında meydana gelen ve yıkıcı etkileri olan San Fernando depremi sonrası yürürlüğe giren Alquist-Priolo Deprem Fay İmar Yasası. Bu yasa ile yüzey kırığı kaynaklı hasarları en aza indirmek amaçlanıyor. İkinci fay yasası ise başka bir deprem ülkesi Yeni Zelanda’da bulunuyor. 1991 yılında yürülüğe giren yasa ile,  arazide açıkça görülen fayların üzerine ve faylardan güvenli bir uzaklıkta olmayan yerlerde yapılaşma yasaklanıyor. Fay hatları üzerinde güvenli yapılaşma için bölgesel olarak ABD’de Tek Tip Bina Yasası, Avrupa’da ise Sismik Tasarım Yasası gibi düzenlemeler bulunuyor. 

Uzmanlar ne düşünüyor?

Türkiye’de deprem alanında çalışan uzmanları fay yasası konusunda farklı görüşlere sahip. TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası, “7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun kapsamında gündeme getirilen, “Fay Yasası” konulu bir ek yasaya gerek olmadığı” düşüncesinde. Kurum, mevcut kanunların/genelgelerin doğal olay (deprem, heyelan, kaya düşmesi, çığ, sel-taşkın, vb.) kaynaklı afet zararlarının azaltılması yönünde bilimsel normlar dikkate alınarak yeniden güncellenmesi yeterli olacağını düşünüyor.

Gezegen 24’e açıklamalarda bulunan Jeoloji Mühendisi Prof. Dr. Şükrü Ersoy ise, Fay Yasası’nın yararlı olacağı görüşünde, “Pek çok teknik özellikten dolayı uzmanlar görüş birliğinde değil ancak ben fay yasasının yararlı olacağını düşünüyorum. Dünyanın hiçbir yerinde fay üzerinde yapılaşma olmaz. Türkiye’de fay üzerindeki yapılaşmaya son vermek için özel bir fay yasasına ihtiyacımız var.” 

Fay Yasası dışında Türkiye’nin bir afet bakanlığına da ihtiyaç duyduğunu söyleyen Prof. Dr. Ersoy, “Sadece deprem değil Türkiye’de pek çok meteorolojik afet var. İçişleri Bakanlığı’na bağlı AFAD var ancak yaşanan afetler karşısında yeterli değil” ifadelerini kullanıyor.

20 yıllık iktidarında 2011 Van, 2020 Elazığ-Malatya, 2020 İzmir depremleri gibi ağır hasarlı ve can kayıplı depremleri yaşamış AK Parti’nin programında depreme yönelik herhangi bir vaad yer almıyor

Adıyaman. 8 Şubat 2023. | Fotoğraf: Gazeteci Rabia Çetin.

Siyasi partiler deprem önlemleri konusunda neler vadediyor?

Deprem Türkiye’de siyaset konusu olagelen bir gündem. Kimi siyasetçiler sorumluluklarında azade olmak için, kimileri ise siyasi rakiplerini yetersiz göstermek için sık sık deprem sonrası yaşanan felaketleri gündemde tutuyor. 

Deprem mevzuatı, bunların uygulamalarında eksiklikler, kaçak, güçsüz ve yetersiz binaların imar affı ile kayda geçirilmesi tam anlamıyla siyasetin konusu. Mayıs 2023’te yapılması planan Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçimleri öncesinde mecliste vekili bulunan siyasi partilerin programlarında ve seçim vaatlerinde** depreme yönelik vaatlerini inceledik. 

20 yıllık iktidarında 2011 Van, 2020 Elazığ-Malatya, 2020 İzmir depremleri gibi ağır hasarlı ve can kayıplı depremleri yaşamış AK Parti’nin programında depreme yönelik herhangi bir vaat yer almıyor. Parti programında 2023 seçim vaatlerini henüz yayınlanmayan iktidar partisinin seçim beyannamesinde deprem başlığı yer almıyor.

Bütüncül deprem programı

Ana muhalefet partisi, CHP’nin parti programında “Depreme Hazırlıklı Kentler” başlığı bulunuyor. Bu başlık altında, afet yönetim sistemini bir bütün olduğu vurgulanıyor ve seçimin kazanılması halinde deprem konseyinin yeniden kurulacağı belirtiliyor. Deprem zararlarının azaltılmasını amaçlayan Ulusal Deprem Konseyi 2007 yılında kapatılmıştı. 

Ulusal afet yönetimi stratejik planının hazırlanması öngörülen programda, deprem risklerini azaltma konusundaki mevzuatın yenileneceği belirtiliyor. Programda yer alan depremler ilgili diğer temel başlıklar ise şöyle:

-Deprem risk alanları yeni veri kaynakları ile güncellenecek.

-Risk azaltma yöntemi planı hazırlanacak.

-Uzun vadeli yerleşim planı yürürlüğe konulacak. 

-Tarihi mirasa ve kamu bina ve tesislerine, depreme karşı öncelikli güçlendirme uygulamaları yürütülecek. 

-Deprem Fonu oluşturularak, dar gelirli ailelerin konutları başta olmak üzere, uzun vadeli ve düşük faizli kredi olanağı yaratılacaktır.

-Mahalle afet gönüllüleri sistemi oluşturulacak.

-Yeni bir yapı denetim yasası hazırlanacak.

Milletvekili dağılımında meclisin üçüncü büyük partisi olan HDP’nin parti programında, depremle ilgili “Doğal, tarihi ve kültürel varlıklara ilişkin korumaları kaldırmayı amaçlayan mevzuat saldırılarının da karşısında olarak, deprem, sel ve toprak kayması gibi doğal felaketlere karşı gerekli tedbirlerin alınması için mücadeleyi sürdürür” ifadesi yer alıyor. 

MHP’nin parti programında ise “Her türlü yapılaşmanın coğrafi ve jeolojik etütleri tamamlanmış, başta deprem olmak üzere sel, heyelan ve diğer doğal afetlere karşı güvenli alanlarda kurulması sağlanacak, mevcut yerleşimlerde ise bu doğrultuda kentsel dönüşüm projeleri uygulanacaktır. Konut ve her türlü bina üretiminde depreme dayanıklılığı esas alan teknoloji ve standart malzeme kullanımı sağlanacak, sağlıklı, güvenli, kaliteli ve ekonomik konut üretimine önem verilecek, zemin etüdü aşamasından iskân ruhsatı aşamasına kadar etkin denetim yapılacaktır” ifadesi yer alıyor. 

İYİ Parti’nin parti programında ve partinin diğer temel belgelerinde deprem ile ilgili herhangi düzenleme yer almıyor. 

“Deprem Vergisi için 2000 yılından bugüne kadar 70,2 milyar TL toplandı. Bu para ile 1 milyonun üzerinde daire depreme dayanıklı hale getirilebilirdi”

Adıyaman. 8 Şubat 2023. | Fotoğraf: Gazeteci Rabia Çetin.

“Deprem vergileri nerede?”

Türkiye İşçi Partisi’nin parti programında depremle ilgili herhangi bir düzenleme yer almıyor. Ancak 2022 tarihli Türkiye İşçi Partisi Politika ve Tutum Belgesi’nde “AKP ile kalıcılaşan Deprem Vergisi için 2000 yılından bugüne kadar 70,2 milyar TL toplandı. Bu para ile 1 milyonun üzerinde daire depreme dayanıklı hale getirilebilirdi. Toplanan deprem vergisinin nereye gittiği sorulduğunda ise yetkili bakan, deprem önlemi almak yerine, parayı duble yollara harcadıklarını itiraf etti. Afet Toplanma alanlarımız AVM’lere kurban gitti” ifadesi yer alıyor. 

Memleket Partisi’nin parti programında, “Afet (Deprem, Sel, Taşkın) Dirençli Kentler” başlığında Türkiye’nin deprem, sel, taşkın gibi afet ülkesi olduğu belirtiliyor. İstanbul’un depreme hazırlanmasına önem verilen metinde, bağımsız bir deprem kurulu oluşturulacağı belirtiliyor. Kentsel dönüşüm eylem planında birinci önceliğin afet riskli alanlara verileceği belirtiliyor ve “Kentsel dönüşüm projelerini, deprem, sel ve diğer afetlere karşı kentin hazırlıklı ve dayanıklı olmasını hedefleyecek şekilde hazırlayacağız” deniyor.

Büyük Birlik Partisi parti programında, iktidarlarında deprem riski yüksek bölgelerden başlayarak bütün ülkede kentsel dönüşüm hamlesine başlayacakları belirtiliyor. Programda ayrıca hem estetik, hem de fonksiyonellik açısından çok uzun zamanı içine alan bir bakış açısıyla modern şehirler inşa edecekleri ifade ediliyor. 

DEVA Partisi parti programında yer alan afet yönetimi başlığında, Afet Yönetim Sistemi’nin oluşturulacağı belirtiliyor. Bu kapsamda “Tüm yapıları süratle gözden geçirerek, deprem ve sel açısından en riskli bölgelerden başlamak üzere bir kentsel dönüşüm programını derhal uygulamaya koyacağız. Böylece bölge risk düzeyine bağlı olarak hastane, okullar ve diğer kamu binaları öncelikli olmak üzere tüm yapı stoğumuzu elden geçirecek ve depreme ve diğer afetlere dayanıklı hale getireceğiz. Bunun için gerekli uygun koşullu finansmanı, arsa tahsislerini ve diğer kolaylıkları sağlayacağız. İstanbul’un depreme hazırlanması konusunu öncelikli olarak ele alacağız” ifadeleri yer alıyor. 

Zafer Partisi’nin parti programında, afet yönetimi başlığında afet riskini azaltılması yönünde çalışmalara öncelik verileceği belirtiliyor ve “Afet riski yönetiminde yerel yönetimlerin kapasiteleri yükseltilecek, erken uyarı, tahliye, afete hazırlık ve müdahale, afet sonrası yeniden yapılanmada tüm paydaşların katılımı artırılacak, başta da yerel yönetimler önceden hazırlıklı hale getirilecektir” ifadeleri yer alıyor. 

Demokrat Parti, Saadet Partisi, Yenilik Partisi’nin parti programlarında depreme yönelik bir düzenleme yer almıyor. 

1 milyon 166 bin binanın bulunduğu İstanbul’da olası 7,5 büyüklüğündeki bir deprem senaryosunda yaklaşık 48 bin binanın ağır hasar alacağı tahmin ediliyor

Diyarbakır. 9 Şubat 2023. | Fotoğraf: Fırat Aygün.

CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Partisi, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin oluşun altılı masanın yayınladığı “Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde ise depremle ilgili başlıca şu maddeler yer alıyor: 

-İstanbul depremine karşı, risk azaltmayı hedefleyen Hayat İstanbul Projesini başlatacağız.

– Şehirlerin imar ve deprem eylem planlarını ivedilikle yapacağız.

– Tüm yapıları süratle gözden geçirerek, deprem ve sel açısından en riskli bölgelerden başlamak üzere bir kentsel dönüşüm programını derhal uygulamaya koyacağız.

-İstanbul depremine karşı, risk azaltmayı hedefleyen Hayat İstanbul Projesini başlatacağız.

-Deprem ve doğal afet riskinin yüksek olduğu tüm kentlerde güçlendirme ve yeniden inşa projeleri yapacağız.

-Deprem bölgelerinde deprem raporu olmayan yapıların deprem raporları hazırlanmasını, olası depremlerde ne kadar hasar alabileceğinin simülasyonlarının yapılmasını sağlayacağız.

-Deprem riski taşıyan yapılarda, okul, hastane, sosyal hizmet binaları başta olmak üzere depreme karşı güçlendirme çalışmalarını hızlandıracağız.

-Deprem bölgelerinde mikro planlamalar yapacak, zemin etüt sonuçlarına göre imar planlarını revize edeceğiz. 

-Deprem tehdidi altındaki bölgelerde, ivedilikle yeterli deprem toplanma alanları tesis edecek ve bu alanların imara açılmamasını güvence altına alacağız.

-İnşaat mühendisi, mimar, kent plancısı ve sismolog yetiştiren üniversite, akademi ve yüksek okulların müfredatına deprem mühendisliği ve mühendislik sismolojisi eğitimi ekleyeceğiz.

Adıyaman. 9 Şubat 2023. | Fotoğraf: Gazeteci Rabia Çetin.

Merkezi ve yerel yönetim arasındaki siyasi farklılıklar

Mecliste temsiliyeti olan pek çok partinin depreme yönelik çalışmaları olsa da merkezi ve yerel yönetim arasındaki siyasi farklılıklar adım atmanın önünde en büyük engel. Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş 23 Ocak 2023’te katıldığı 40 Soru programında “Hatay, yıkıcı bir depremin tekrarına hazırlıklı mı?” sorusuna “Hayır değil” yanıtı vermişti. Savaş, yanıtının devamında, “Hazırlıklı olması için genel hükümetle belediyelerin işbirliği yapması lazım. Biz, ne kadar yazı göndersek özellikle bakanlıklara, bunların çok büyük kısmı bize cevap olarak bile gelmiyor. Antakya’nın en üst mahallelerinde heyelan bölgesi vardır, bir kısmı mezarlık olarak kullanılan, 37 dönümlük bir arazi, orayla ilgili bir kentsel dönüşüm istedim, her şeyi yaptık, 5 buçuk yıldır bize bakanlık cevap bile vermiyor” diyerek durumu gözler önüne serdi.

Beklenen İstanbul Depremi

1999 Gölcük Depreminden sonrası uzmanlar 30 yıl içerisinde İstanbul’da en fazla 7,5 büyüklüğünde deprem beklediklerini aktarıyor. Ancak Prof. Dr. Naci Görür, İstanbul’da beklenen depremin Kahramanmaraş’taki depremden daha küçük olmasına rağmen yıkıcılığın daha büyük olacağı görüşünde. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü’nün çalışmalarına göre, İstanbul’da 2000 yılı öncesi yapılan 3,1 milyon konut bulunuyor. 20 yaş üzeri bina en fazla Üsküdar ve Fatih ilçelerinde bulunuyor. 

Toplam 1 milyon 166 bin binanın bulunduğu İstanbul’da olası 7,5 büyüklüğündeki bir deprem senaryosunda yaklaşık 48 bin binanın ağır hasar alacağı tahmin ediliyor. Yeşil alan ve deprem toplanma alanlarının ard arda imar açıldığı İstanbul’da halk adete kaderine terk edilmiş durumda.

Ancak İstanbul için deprem yeni bir doğa olayı değil. 10 Eylül 1509 7,2 büyüklüğünde İstanbul Depremi öylesine yıkıcı etkiler bıraktı ki halk arasında küçük kıyamet olarak anılıyordu. Yaklaşık olarak 5 bin kişinin hayatını kaybettiği depremde, yükselen deniz suyu şehrin surlarını aşarak güzergahında bulunan yerleşim yerlerine zarar verdi.

İktidar kontrolündeki medya kanalları eleştiriden ve soru soran yayıncılıktan uzak yayınlar yaparken, iktidar medyası dışında kalan gazeteciler sahadan teknik imkanların kısıtlı olmasına rağmen yaşananları aktarmaya devam ediyor

Adıyaman. 9 Şubat 2023. | Fotoğraf: Gazeteci Rabia Çetin.

Medyaya düşen görev

Mesleğinin doğası gereği deprem bölgesine giden ilk ekiplerden biri gazeteciler oluyor. Arama kurtarma çalışmaları başta olmak üzere deprem bölgesinde gelişmeleri, kamu yararı güderek halka aktarmakla görevli gazeteciler “Bir etki ya da davranış sonucunda ortaya çıkan olasılıklar hakkında topluma bilgi sağlama işlevini” yani riski iletişimini yürütüyor. 

Son on yılda siyasi ve ekonomik dönüşüm geçiren medya düzeni ve sosyal medyanın yaygın kullanımı Kahramanmaraş depreminde de kendisini gösterdi. İktidar kontrolündeki medya kanalları eleştiriden ve soru soran yayıncılıktan uzak yayınlar yaparken, iktidar medyası dışında kalan gazeteciler sahadan teknik imkanları kısıtlı olmasına rağmen yaşananları aktarmaya devam ediyor. 

Türkiye’de yeni medya düzeninde ilk defa bu denli büyük bir yıkım yaşıyor. 1999 depreminin gazete manşetleri ve televizyon yayınlarında takip ederken, 2023 yılında enkaz altındaki yakınlarıyla telefonda iletişim kuran insanlara şahit olduk. Sosyal medyada arama kurtarma ekiplerinin ya da basının olmadığı yerlerden videolar geldi, enkaz altındakilerin kurtarılması için adresler yayınlandı, ayni ve nakdi yardımlar organize edildi. Sosyal medyanın bu denli aktif kullanımında sonra iktidar dezenformasyon gerekçesiyle Twitter’a erişimi engelledi. Gelen tepkiler sonrası yeniden erişime açılan Twitter’ın yönetimi ile dezenformasyon konusunda uzlaşmaya varıldığı açıklandı.

Kriz anlarında böylesine büyük bir yıkımdan sonra gazetecilerin fikri takibi her zamankinden büyük önem taşıyor. Hem Kahramanmaraş depreminin yıkımlarını ve hem de beklenen İstanbul depremine yönelik hazırlıkları takip etmek biz gazetecilere düşüyor. 

*Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Gabriel García Márquez’in işleneceğini herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsünü anlatan kitabı.

**Partilerin 2023 seçim beyannameleri henüz açıklamadığı için bir standart oluşturmak adına bu incelemeyi sadece parti programı üzerinden gerçekleştirdik.

 

İsviçre’nin Davos kasabasında gerçekleşen “Dünya Ekonomik Forumu”nun (Word Economic Forum), bu seneki başlığı “Parçalanmış bir dünyada işbirliği” idi. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ikinci yılına girdiği 2023’te, uluslararası ilişkilerde işbirliği ve dayanışmanın giderek “ender” hale geldiği bir dünyada oldukça yerinde bir seçim. İklim Krizi’nin de, Davos 2023’ün başlıca gündem maddelerinden biri olduğu düşünülünce, başlığın seçimi kulağa daha da anlamlı geliyor.

Ne var ki, “karar vericiler” ve “güç sahiplerinin” buluştuğu Davos’taki “işbirliği”, iklim krizi aktivistlerinin eleştirdiği gibi, “Yeşil Aklama” (Green Washing) konusunda gerçekleşti. Davos, “yeşil göz boyama”nın gerçekleştiği; yani, sözde iklim krizinin başlıca gündem maddesi olacağı öne sürülen uluslararası toplantılarına eklenen halkaların sadece en son örneği. Dünyanın önde gelen ekonomik fosil yakıt şirketlerinin yöneticileri ve üst düzey politikacıların bir araya geldiği ortamlar zirvelerde, iklim krizi üzerine bol bol konuşuluyor-ama sadece konuşuluyor.

İklim krizinin genç aktivistleri, Greta Thunberg, Vanessa Nakate, Helena Gualinga ve Luisa Neubauer de, Davos’taydı. Ve hatta, daha zirve başlamadan da, “Yeşil Aklama” tuzağına düşülmemesi için uyarılarda bulunmuşlardı. Genç aktivistler, zirvedeki fosil yakıt şirketlerinin “ağır toplarına” hitaben kaleme aldıkları mektupta, şöyle diyorlardı:

“Derhal harekete geçmezseniz, dünyanın dört bir yanındaki vatandaşların sizi sorumlu tutmak için her türlü yasal işlemi yapmayı düşüneceklerini unutmayın. Ve büyük kalabalıklar halinde sokaklarda protestolara devam edeceğiz.”

ABD’nin “petrol devi” ExxonMobil’in, kendi bilim insanlarının gerçekleştirdikleri araştırmalar 1970’lerden beri, iklim krizinin ne kadar ciddi bir tehlike oluşturduğunu açıkça kanıtlıyordu

| Fotoğraf: Boris Baldinger via World Economic Forum. Davos, İsviçre.

Zirvenin başlamasına günler kala “Science” dergisinde yayınlanan bir makale, ABD’nin “petrol devi” ExxonMobil’in, 1970’lerden beri iklim krizinin şirket bünyesindeki araştırmalar nedeniyle gayette farkında oldukları halde, inkâr ettiğini ortaya koyuyordu. Diğer bir deyişle, Exxon’un kendi bilim insanlarının gerçekleştirdikleri araştırmalar 1970’lerden beri, iklim krizinin ne kadar ciddi bir tehlike oluşturduğunu açıkça kanıtlıyordu. Ancak, şirket bu konuda alabileceği önlemleri almadığı gibi, yıllarca iklim krizinin “varlığını” yalanladı.

Fosil yakıt şirketlerinin sicili bu kadar kötü olunca, iklim aktivistlerinin de, devasa maddi imkânlara ve nüfuza sahip bu kurumlara güvenmemesi son derece doğal. Üstelik de, Dünya Ekonomik Forumu’nun Davos arifesinde yayınlanan raporu, gerek şirketlerin yöneticilerine gerekse de “yakın fikirdeki” siyasetçilere gayet güzel bir mazaret sunuyordu: küresel çapta başlıca risk arzeden konu, “artan pahalılık ve temel ihtiyaçları karşılamanın yükselen bedeli” idi. 1200 uzmanın görüşlerine başvurarak hazırlanan raporun bütününe bakıldığındaysa, dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük tehdidin iklim krizi olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

İklim krizi, “ikinci sırada”

Dünya Ekonomik Forumu’nun “Yeni Küresel Krizler” başlıklı bu raporu, “doğal afetler ve aşırı hava koşulları”nı, güncel risk sıralamalarında ikinci sırada. Belirttiğimiz üzere, günümüz ve “yakın” vadedeki başlıca riskleri, “artan hayat pahalılığı” ve “şiddetli meteorolojik vakalar” oluşturuyor. Uzun döneme bakıldığında ise, “İklim krizini durdurmayı başaramamak”, dünyayı bekleyen risklerin baş sırasına oturuyor.

“Uzun vade” ile kastedilen de, 10 yıl…

Raporu hazırlayan Marsh McLennan ve Zurich de dev şirketler: ilki, “risk” konusunda uzmanlaşan 85 bin profesyoneli bir araya getiriyor; ikincisi de, dünyanın önde gelen sigortacılarından. Dolayısıyla, uzun vadede iklim krizinin yarattığı küresel riske dikkat çekerken, gelecek on yıllarda kendi kurumsal kimliklerini de korumaya yatırım yapmış oluyorlar. Exxon Mobil örneğinde gözlendiği gibi, gerçekler nasılsa bir gün ortaya çıkıyor.

Dahası, “Yeni Küresel Krizler” raporunun, uzun vadedeki riskler sıralamasındaki 10 meselenin altısını da, “Yeşil Sorunlar” oluşturuyor. Yani, iklim krizi kaynaklı riskler.

Dünya Ekonomik Forumu’nun ilk günü (16 Ocak) Davos’ta iklim aktivistleri birçok protesto düzenledi. | Kaynak: “Strike WEF” isimli oluşum.

Gelecek 10 yılda dünyayı bekleyen risklerin ilk başında, “İklim krizini durdurmayı başaramamak” demiştik: ikinci sırada ise, “İklim krizinin getirdiği değişikliklere ayak uydurmayı becerememek” yer alıyor. Görüldüğü gibi, iki risk de aslında birbirine bağlanıyor.

Üçüncü sıradaki risk de tanıdık, günümüzdeki en büyük ikinci tehlike: doğal afetler ve aşırı hava koşulları. Dördüncü sırada ise, “Biyoçeşitlilik kaybı ve ekosistemin çöküşü” var. Altıncı büyük risk de, “Doğal kaynaklara yönelik krizler”.

Ve 10. olarak, “Çevreye büyük çaplı zararların gerçekleştiği olaylar”, uzun vadeli riskler arasında sıralanıyor. Listedeki, “büyük çaplı göç hareketleri” ve “sosyal kutuplaşma” gibi durumları tetikleyen faktörler arasında iklim krizinin de olacağını görmek zor değil.

“Çoklu kriz” dönemi ve yeni inkârlar

2022’de uluslararası ilişkilerde en çok kullanılan kelimelerden biri, “Polycrisis” (Çoklu kriz) idi. Davos’ta da, “Polycrisis” sözcüğü dillerden düşmedi. Aslında, “bu Davos’ta ‘Polycrisis’in değeri keşfedildi” desek belki de daha doğru. Zira, iktisat tarihçisi Adam Tooze, 2022’deki Davos’a katıldığında, dünyanın “Polycrisis” döneminde olduğunu öne sürmüştü. Yani, eş zamanlı olarak gerçekleşen ve birbirlerinin içine geçen krizler dönemi. COVID-19 pandemisi, Ukrayna’daki savaş, enflasyon artışları, iklim krizi, demokrasinin dünya genelinde yaşadığı krizler ve daha niceleri, iç içe geçerek “Çoklu krizler” yaratıyor.

Bu Davos’ta da, “Yeni Küresel Krizler”” raporunu hazırlayan kurumlardan Zürih Sigorta’nın uzmanlarından John Scott, “İklim değişikliğinin etkileri, biyolojik çeşitlilik kaybı, gıda güvenliği ve doğal kaynak tüketimi arasındaki etkileşim tehlikeli bir kokteyl” diyordu.

Görüldüğü gibi, “kriz algısında” ortaklıkta bir sorun yok. Üzerine anlaşılamayan konu ise, “Çoklu kriz”in tam odağında yer alan iklim krizine karşı ne yapılacağı. Daha doğrusu, bir şey yapılıp yapılmayacağı…

John Kerry, Davos Zirvesi’nde fosil yakıt şirketlerinin yöneticileriyle işbirliğini savunanlardandı

ABD’nin İkim Krizi Özel Temsilcisi John Kerry, Dünya Ekonomik Forum’unda “Protecting Our Planet” oturumunda konuşuyor. | Fotoğraf:  Valeriano Di Domenico via World Economic Forum. Davos, İsviçre.

ABD’nin İkim Krizi Özel Temsilcisi John Kerry, Davos Zirvesi’nde fosil yakıt şirketlerinin yöneticileriyle işbirliğini savunanlardandı. Kerry, Birleşmiş Milletler’in 2023 İklim Zirvesi’nin Birleşik Arap Emirlikleri’nde gerçekleşmesini desteklediğini güçlü biçimde seslendirdi. Kerry, BM Zirvesi’nin sorumluluğunun Birleşik Arap Emirlikleri’nin ulusal petrol şirketi Adnoc’un yöneticisi, Endüstri ve İleri Teknoloji Bakanı Sultan el Cabir’e verilmesinin “doğru bir seçim olduğunu” da ileri sürdü. Kerry’nin iddiasına göre BAE, fosil yakıtlardan uzaklaşmak için büyük bir çaba gösteriyor ve bu nedenle de, dünyaya örnek teşkil edebilir.

İklim aktivistleri ise, Kerry ile aynı fikirde değil.

Greta Thunberg, Davos’ta diğer genç iklim aktivistleri Vanessa Nakate, Helena Gualinga, Luisa Neubauer ile Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) Direktörü Fatih Birol ile beraber katıldıkları panelde, BAE’nin BM Zirvesi’ne ev sahipliği için seçilmesini eleştirdi.

Thunberg, BAE’nin fosil yakıtlara yatırım yapanların başını çekerek “gezegenin yok edilmesini büyük ölçüde körüklediğini” ve “iklim krizinin tam da merkezinde” olduğunu söyledi. Thunberg, iklim krizine karşı tedbir almakta söz hakkı ve iradenin, “Her nasılsa, sorunlarımızı çözmek için onlara öncelik vermediklerini defalarca kanıtlamış gibi göründüğümüz insanlara” bırakılmasını “saçma” bulduğunu da sözlerine ekledi. Davos’a katılmadan önce, Almanya’da Lützerath Köyü’ndeki kömür madenin genişletilmesine karşı yapılan bir gösteriye katılmış ve diğer göstericilerle beraber polis tarafından gözaltına alınmıştı. Thunberg, gözaltına alındıktan sonra, Twitter’da “iklimi korumak suç değil” mesajını paylaşmıştı.

“Dünyanın dört bir yanındaki vatandaşların sizi sorumlu tutmak için her türlü yasal işlemi yapmayı düşüneceklerini unutmayın. Ve büyük kalabalıklar halinde sokaklarda protestolara devam edeceğiz”

IEA Direktörü Fatih Birol, iklim aktivistleri Almanya‘dan Luisa Neubauer, Ekvador‘dan Helena Gualinga, Uganda‘dan Vanessa Nakate ve sveç‘ten Greta Thunberg. (soldan, sağa). | Fotoğraf: World Economic Forum. Davos, İsviçre.

Thunberg ile aynı panelde konuşan IEA Direktörü Birol, dünyanın şu anda temiz enerjiye yaklaşık 1,5 trilyon dolar yatırım yaptığını ancak iklim hedefleri doğrultusunda bunun 4 trilyon dolara çıkması gerektiğini söyledi. Birol, “Enerjiyi temiz, karbon içermeyen enerji kaynaklarından elde etmemiz gerekiyor ve bunu yapmak için sihirli kelime yatırım” diye de ekledi.

Belki de, “yatırımın” gerçekten sihirli kelime haline gelebilmesi için, yanına diğer bir sihirli kelimenin de gelmesi gerekiyor; o da “yaptırım”.

Davos’un krizi

Davos’un başlamasına günler kala Greenpeace’in yayınladığı bir araştırma, 2022’deki zirvenin davetlilerinden önemli bir kısmının, özel uçaklarla seyahat ederek katılım sağladığını ortaya koymuştu. Greenpeace’e göre, 2022’deki Davos’un davetlileri, zirveye katılmak için özel uçaklarla 1040 uçuş gerçekleştirmişti.

Greenpeace’in raporunda, “Tüm bu uçuşların yüzde 53’ü, 750 km’nin altında; tren veya araba ile kolayca yapılabilecek kısa mesafeli yolculuklardı. Yüzde 38’si ise 500 km’nin altındaki kısacık mesafelerdi. Kaydedilen en kısa uçuş ise, sadece 21 km idi.” deniyor. Tabii, mesele sadece “özel uçuşlar” da değil. Davos gibi uluslararası zirvelerde, bir yandan iklim krizi tartışılırken, bir yandan da katılanların karbon ayak izlerini düşürmek için hiçbir çaba göstermediklerine tanık oluyoruz.

Thunberg’in Davos’ta her zamanki açık sözlülüğü ile, “Kendi hırsına, kurumsal açgözlülüğe ve kısa vadeli ekonomik kârlara insanların ve gezegenin üzerinde öncelik veriyorlar” diyerek işaret ettiklerinin listesi çok uzun. Ve Greenpeace’in araştırmasının gibi, Davos gibi uluslararası zirvelerin katılımcılarının önemli bir kısmı bu listeye girebilir.

2023’ün son günlerinde BM’nin COP28’inin de, aynı tuzağa düşmesi mümkün. Dahası, 2023’ün başlıca risklerinden biri, Davos ve COP28 gibi uluslararası zirvelerin, “çözüm” sunmaktan çok; “yeşil göz boyama buluşmalarına” dönüşerek sorunun parçası haline gelmeleri.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 27. Taraflar Konferansı’nı da (COP27) geride bıraktık. Mısır’ın sayfiye merkezlerinden Şarm el-Şeyh’de düzenlenen zirvenin sonuçları, 20 Kasım Pazar günü açıklandı. 6 Kasım’da başlayan görüşmeler, “tarihi sonuçlar” elde etme mücadelesiyle öngörülenden iki gün daha uzun sürdü. Elimizde hakikaten de, tarihi sonuçlar var mı peki?

Evet; bir yandan önemli bir kazanım var: COP27’ye katılan delegasyonların temsilcileri, iklim krizinin yoksul ve “gelişmekte olan” ükelerde yarattığı “kayıp ve zararların” karşılanması için bir fon kurulması konusunda anlaşmaya varıldı. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, 1992’de Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde imzalandığından beri, böylesi bir “kayıp ve zarar” tazmin fonunun oluşturulması için çaba gösteriliyor. Sözleşmenin imzalandığı, 30 yıl önce gerçekleşen Yeryüzü Zirvesi’nden bugüne verilen mücadele sonunda meyvesini verdi (mi acaba?).

COP27, Mısır’nın Şarm El-Şeyh şehrinde 6 – 18 Kasım 2022 tarihleri arasında gerçekleşti. | Fotoğraf: Indigenous Climate Action via Flickr.

COP27’nin “kayıp ve zarar” odağı

Öncelikle, COP27’ye damgasını vuran, “kayıp ve zarar” konusu nedir? Bu kavramla, iklim krizinin önlenemeyecek etkilerine maruz kalan ve risk yönetimini maddi imkansızlıklar nedeniyle uygulamaya koyamayan ülkelerin mağduriyeti kast ediliyor. Zarar ve kayba yol açan, iklim krizinin şiddetlendirdiği tayfunlar, kasırgalar gibi afetler de olabilir; yükselen deniz seviyeleri, artan erozyonla tuzlanan toprağın tarıma elverişsiz hale gelmesi gibi uzun vadeye yayılan sonuçlar da…

“İklim Değişimi Kaynaklı Kayıp ve Zarar” (Loss and Damage from Climate Change) adlı kitapta yeralan araştırmalara göre, sadece “gelişmekte olan” ülkelerin uğradıkları maddi zararın 2030’a kadar 580 milyar doları bulabileceği hesaplanıyordu. 2050’ye kadar ise, bu zarar 1,8 trilyon dolara çıkabilirdi. Üstelik, bu araştırma 2019 tarihli bir kitaptan: güncel tablonun vehameti giderek artıyor. Elbette, “gelişmekte olan” ülkelerde yaşanan iklim kaynaklı kriz ve zorluklar, sadece ateşin düştüğü yeri yakması manasına gelmiyor: göçün tetiklenmesi ve üretim zincirlerinin kopması gibi, bugünden yaşanmaya başlanan küresel krizlere de neden oluyor.

İklim aktivistleri COP27’nin gerçekleştiği alanda birçok eylem ve basın açıklaması gerçekleştirdi.  | Fotoğraf: Indigenous Climate Action via Flickr. 11 Kasım 2022.

COP27’de, en azından “gelişmekte olan” ülkelerin kayıp ve zararlarını tazminine yönelik bir fon oluşturma kararı alınabilmesinin ardında, Pakistan’da bu yaz yaşanan sel felaketi yatıyor. Pakistan’da bu yaz düşen muson yağmuru oranı, normaldekinin 3,5 katı fazlaydı. Ülkenin üçte birinin sular altında kalmasına yol açan sel felaketi, bilim insanlarının kanıtlarını sunduğu üzere, iklim krizinin etkisiyle gerçekleşmişti. Sonuçta, yaklaşık bin 300 insan hayatını kaybettiği ve 33 milyondan fazla insan mağdur olduğu halde Pakistan, büyük ölçüde yalnız kaldı. Ülkede, iki milyon ev, 24 bin okul, 13 bin kilometre yol, bin 500 sağlık merkezi zarar gördü. Dünya genelindeki emisyonlarının sadece yüzde 0, 8’inin sorumlusu olan Pakistan’ın ödemek zorunda kaldığı bedelse sadece bu yazın felaketinin sonuçlarını tazmin etmek için 30 milyar dolar. Bu da ülkenin gayrisafi milli hasılasının yüzde 10’u demek.

Pakistan’da hükümetin geri kalanı Rehman kadar dava yoluyla hak aramaya meraklı değil; daha ziyade, gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olanlara “ahlaki borcundan” dem vuruyorlar

Pakistan’ın İklim Krizi Bakanı Sherry Rehman’ın COP27’deki kapanış konuşması. | Fotoğraf: L&DC.  20 Kasım, 2022.

Pakistan’ın bu faturayla başbaşa kalması, sadece bu ülkeyi değil; yaklaşık 130 diğer “gelişmekte olan” ülkeyi de harekete geçirdi. Zirve sonunda, Pakistan’ın İklim Krizi Bakanı Sherry Rehman, “En azından Kayıp ve Zarar fonunun kurulması kararı, COP27’ye biraz da olsun kredibilite kazandırdı” diyordu. Haksız da değil. Şimdi, Rehman’ın da vurguladığı gibi, gelecek Kasım’daki COP28’de fonun işleyişinin detaylarının belirlenmesi ve Aralık 2023’te fonun hayata geçirilmesi gibi bir kritik süreç söz konusu. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dubai’de ev sahipliği yapacağı COP28, Kayıp ve Zarar Fonu’nun hakikaten bir başarı hikayesi olup olmayacağının belirlendiği yer olacak.

Rehman, COP kapısı kapanırsa, Pakistan gibi iklim krizi mağduru ülkelerin, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yolunu tutmak zorunda kalacağına dikkat çekti. Ancak, Çin ve ABD gibi ülkelerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taraf olmaması, bu seçeneği çok da etkin kılmıyor. Rehman’ın diğer önerisiyse, sigara şirketlerine açılan davalar gibi, “iklim krizi mağduriyet davaları” açılması. Pakistan’da hükümetin geri kalanı Rehman kadar dava yoluyla hak aramaya meraklı değil; daha ziyade, gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olanlara “ahlaki borcundan” dem vuruyorlar ve desteği böyle arıyorlar.   

Rehman’dan önce ve hâlâ “uluslararası hukuk yoluyla” iklim krizi mağduriyetinin tazmin edilmesini savunanlar, “Küçük Ada Devletleri İttifakı”. Pasifik Okyanusu’nda, iklim krizinin etkisiyle sular altında kalma tehdidiyle yüzyüze olan küçük ada devletler de, 30 yıldır haklarını aramaya çalışıyor.

Kayıp ve Zarar Fonu’na maddi destek verebileceği taahhüdünde bulunanlar Almanya, Belçika, Danimarka ve İskoçya oldu. Kurumsal olarak da Avrupa Birliği. Fakat, onların taahhütleri sembolik olmaktan öteye gitmiyor henüz

Indigenous Environmental Network’ten iklim aktivisti Casey Camp Horinek “Daha fazla toprak çalınmasın” yazılı pankartı. | Fotoğraf: Lise Masson via Flicker. 15 Kasım, 2022.

Faturayı kim ödeyecek?

Kayıp ve Zarar Fonu projesini hayata geçirmenin önündeki en büyük engel, kimin finansmanını karşılayacağı sorusu. Tabii bununla beraber, gelişmekte olan ülkelerin hangileri sayılacağı gibi meseleler de var. ABD ve Avrupa Birliği, “gelişmekte olan ülkeler” kategorisindeki Çin’in, böylesi bir fondan yararlanmak bir yana, fona destek olması gerektiğini öne sürüyorlar.

Şimdiye kadar, Kayıp ve Zarar Fonu’na maddi destek verebileceği taahhüdünde bulunanlar Almanya, Belçika, Danimarka ve İskoçya oldu. Ve, kurumsal olarak da Avrupa Birliği…Fakat, onların taahhütleri de sembolik olmaktan öteye gitmiyor henüz.

2014’te Barack Obama’nın başkanlık döneminde ABD, Birleşmiş Milletler’in iklim değişikliği konusunda imkanları kısıtlı ülkelere destek vermek için 3 milyar dolar kaynak sağladığı zaman; Çin de, aynı fona 3,1 milyar dolar bağışta bulunmuştu. COP27 de ise, ABD ve Çin iklim krizi konusunda herhangi dişe dokunur bir temasta bulunmadı. Buna karşılık, ABD’nin İklim Özel Temsilcisi John Kerry ve Çin’in aynı konumdaki ismi Xie Zhenhua, hiç olmazsa yeniden diyalog kurmaya başladı. Üstelik de Kerry’nin COVID-19 testinin pozitif çıkması sonucu, COP27’yi izole geçirmesine rağmen…

Kayıp ve Zarar Fonu’nu hayata geçirmenin önündeki en büyük engel, kimin finansmanını karşılayacağı sorusu. Tabii,  “gelişmekte olan” ülkelerin hangileri sayılacağı gibi meseleler de var

ABD’nin İklim Özel Temsilcisi John Kerry “Ormanlar ve İklim Liderleri Ortaklığı” (FCLP) etkinliğinde konuşuyor. Fotoğraf: Lydia Handford via Birleşik Krallık Hükümeti. 7 Kasım 2022.

Gelişmiş ülkeler, 2009’da gelişmekte olan ülkelere, 2020 yılına kadar yılda 100 milyar dolar, “yeşil enerji sistemlerine geçmek” ve “iklim krizine adapte olmak” için destek verecekleri taahhüdünde bulunmuşlardı. Hepimizin gözleri önünde, 2020 geldi geçti ve ortada hâlâ hiçbir şey, “anlamlı” sayılabilecek bir destek yok.

BM Genel Sekreteri António Guterres, COP27 sonrasında Twitter hesabından şöyle yazdı: “Kayıp ve zarar için bir fon gerekli – ancak iklim krizi, haritadan küçük bir ada devletini silerse veya bir Afrika ülkesini tamamen çöle çevirirse, bir cevap da değil. Dünyanın hâlâ, iklim krizi konusunda dev bir sıçramaya ihtiyacı var.”

İşte Guterres, bu konuda hiç de haksız değil…

Guterres ayrıca, fon kararına ilişkin Twitter hesabından bir video da paylaştı. Orada ise, “ Önümüzdeki dönemde kayıp ve hasar fonu kurulması ve faaliyete geçirilmesi kararını memnuniyetle karşılıyorum. Açıkçası bu yeterli olmayacak, ancak kırılan güveni yeniden inşa etmek için çok ihtiyaç duyulan siyasi bir işaret” diye konuştu

Fosil yakıt kullanımının dünya genelinde azaltılması; “bırakılması” bile değil, sadece azaltılması, bu COP’un es geçtiği temel tedbirlerden oldu

İskoçya’nın başkenti Edinburgh’ta iklim adaleti yürüyüşü. | Fotoğraf: Connal Hughes via Flickr. 13 Kasım 2022.

Somut sonuçlar elde edilmedi

COP27’deki büyük eksiklik, iklim krizini durdurmaya yönelik tedbirler üzerine somut sonuçlar elde etmemek oldu. Fosil yakıt kullanımının dünya genelinde azaltılması; dikkat çekelim “bırakılması” bile değil, sadece azaltılması, bu COP’un es geçtiği temel tedbirlerden oldu.

Daha da düşündürücü şekilde, geçen sene Glasgow’da gerçekleşen COP26’da ulaşılan taahhüt ve hatta tartışma seviyesinin gerisine düşülmemesi mücadelesi ön plana çıktı. COP26’nın yürütücü ismi, “zirve başkanı” olan İngiliz politikacı Alok Sharma’nın deyişiyle, “Glasgow’un kazanımlarının kaybedilmemesi için müthiş çaba gösterildi.”

COP27’de Mısır gibi, Doğu Akdeniz’deki doğal gaz; yani fosil enerji kaynaklarına büyük önem veren bir ülkenin ev sahipliği yaptığı bir ortamda, belki de farklı bir tablo beklemek zordu. Ve tabii, dünyanın önde gelen “emisyon rekortmeni” şirketlerinin de, COP27’ye sponsor olmak için yarıştığını unutmayalım. Seneye de, başka bir fosil yakıt bağımlısı Birleşik Arap Emirlikleri COP28’e ev sahipliği yaparken, bakalım ne gibi “gelişmeler” kaydedilebilecek…

UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan Kapadokya’da milyonlarca yılda oluşmuş peri bacaları, binlerce yıllık manastır ve kilise yapılarının ortasından geçen bir karayolu yapılıyor. Ortahisar-Göreme arasında yapımı süren yol tamamlandığında 2,2 kilometre uzunluğunda olacak. Yolun kazı işleminin büyük bir kısmı tamamlandı. Özellikle son 500-600 metrelik kısmı bölgenin dünyada ender görülen jeomorfolojik yapısına, tarihi ve etnografik dokusuna “geri dönüşümü olanaksız” zararlar verebileceği belirtiliyor.

Gerçekten de inşaat sürecindeki yolun Göreme Açı Hava Müzesi’nden geçen eski yolla birleşeceği güzergâhta bin 600 yıllık bir manastır yapısı, hemen onun sağında bir şapel ve bu iki tarihi eserin ortasında ise bir peri bacası yer alıyor. Eğer nitelikli bir mühendislik çözümü üretilemezse yolun bu yapılara ve peri bacasına zarar vermeden eski yolla birleşmesi neredeyse olanaksız.

Göreme’nin Milli Park ilan edilmesi ve sonrası

İç Anadolu’nun iki eski volkanı Erciyes ile Hasan Dağı arasında yer alan Kapadokya’daki jeolojik oluşumların yaşı 60 milyon yıl öncesine kadar gidiyor. Kapadokya’daki bu jeolojik oluşumların en çok yoğunlaştığı bölgeler arasında bulunan Göreme ve çevresinin milli park ilan edilmesi için 1967’de yapılan planlamalar, zamanın yasal düzenlemelerinin sadece ormanlık alanların milli park ilân edilebilmesine olanak tanıması nedeniyle yaşama geçirilemedi. UNESCO’nun 1985’te Kapadokya’yı dünya mirası listesine almasının ardından bölgenin eşsiz yapısının ve tarihi dokusunun korunabilmesi için Bakanlar Kurulu kararı ile Kapadokya’ya 1986’da milli park statüsü verildi. Göreme Tarihi Milli Parkı bu tarihten itibaren 1-Mili Park, 2-Arkeolojik ve Doğal Sit ve 3-UNESCO Dünya Miras Listesi olmak üzere üç yasal statüye aynı anda sahip olarak ciddi bir yasal korumaya kavuştu. Ancak zamanla “Kapadokya Alanı’nda arkeolojik, kentsel, doğal sit alanları, kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgesi ve milli park gibi birçok farklı koruma statüsünün bir arada bulunmasının zamanla yetki karmaşasına neden olduğu” iddialarının eşliğinde bölge 23 Mayıs 2019’da Kapadokya Alanı Hakkında Kanun ile ‘Kapadokya Alanı’ ilân edildi. Birkaç ay sonra da bölgenin milli park statüsü 22 Ekim 2019’da kaldırıldı.

Kapadokya Alanı ve Alan Başkanlığı’nın kurulmasını, yörede yıllarca tıbbi jeolojik çalışmalar yapan Jeoloji Yüksek Mühendisi Dr. Eşref Atabey kaleme aldığı bir yazıda şu şekilde yorumluyor: “Kapadokya’da bütüncül bir korumadan ziyade yatırımcıların turizme yönelik talepleriyle ilgili uygulamaların olduğunu görmekteyiz. Daha önceki farklı statülerin karmaşaya ve yatırımcıların ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldığı, Alan Başkanlığı uygulamalarıyla yatırımlara hızlı cevap verme ilkesi benimsendiği belirtilmekte, böyle olduğunda da bütüncül bir koruma ne yazık ki sağlanamamaktadır.”

Zengin jeomorfolojik ve tarihsel dokusuna zarar vermeden yapılması gereken bu yol peri bacalarıyla dolu vadilerin ortasında yükselen bir platonun üzerinde

Göreme Milli Parkı’ndan devam ederek eski yolla birleşecek olan yeni yol çalışmasının geldiği son nokta. | Fotoğraf: Özer Akdemir. 12 Ağustos, 2022

Alan Başkanlığı’nın kuruluşunu destekleyenlerden birisi de Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Nevşehir Milletvekili Faruk Sarıaslan’dı. Sarıaslan yetkilerin tek elde toplanması ile bölgenin daha etkin şekilde korunacağını ileri sürüyordu, ancak daha sonra bölgenin milli park statüsünün kaldırılmasına karşı çıktı. Sarıaslan, Kapadokya’nın milli park statüsünden çıkarılması ile yapılaşmanın önünün açılacağı uyarısında bulunuyordu. Gelinen noktada gelişmeler Sarıaslan’ı haklı çıkarmış görünüyor ki kendisi bu konuda TBMM’ye yazılı-sözlü soru önergeleri verdi. Bölgenin milli park statüsünün kaldırılmasına dair Cumhurbaşkanlığı kararına karşı Danıştay’da da dava açmasına rağmen Sarıaslan hâlâ o zamanlar yasal düzenlemeyi savunmakta haklı olduğunu düşünüyor. Ağustos ayında sorularımı yanıtlarken “Yanlış uygulayacaklar diye doğru bir yasayı çıkarmayalım mı?” diyen Sarıaslan’a göre Alan Başkanlığı doğru bir yasal düzenleme yapıyor ama AK Parti bunu kötüye kullanıyor.

Göreme’nin milli park statüsünden çıkarılması ve yöredeki yol ve maden çalışmaları arasındaki ilişkiye değinen ODTÜ Kentsel Politika Planlaması ve Yerel Yönetimler Ana Bilim Dalı doktora öğrencisi Ceren Gamze Yaşar tarafından 2019’da kaleme alınan “Göreme Milli Parkı Statüsünün kaldırılması: Mekânsal Bir Değerlendirme” adlı rapor daha o tarihte Kapadokya’yı bekleyen tehlikenin altını çiziyordu: “Göreme, milli parkı alanını statüsünden ve koruma kalkanından mahrum bırakarak, daha esnetilebilir kurallara sahip olan Kapadokya Alanı statüsüne indiriyor. Kapadokya Alanı içinde genişlemekte olan kentsel alanlar (Nevşehir başta olmak üzere) madenler ve taş ocakları, hızlı tren için önerilen ve ciddi bir jeolojik müdahale gerektiren güzergâh da bulunmakta…”

Ortahisar-Göreme arasına yeni yol

Bölgede halen devam eden Ortahisar-Göreme yolu ile ilgili tartışmalara dönecek olursak; yeni yol aslında Göreme’yi Ortahisar’a bağlayan 2,8 km’lik mevcut yolun yörenin tarihi ve jeolojik yapısına zarar verdiği gerekçesiyle yapılıyor. Peri bacalarının ortasından, Tokalı Kilisesi’nin hemen önünden geçen parke taşı döşeli yoldaki trafikten kaynaklanan titreşimlerin Kızlar Manastırı’yla Tokalı, Elmalı, Yılanlı ve Karanlık kiliselerini olumsuz yönde etkilediği Nevşehir Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’nün 2011 tarihli raporunda belirtilerek yolun kapatılması gerektiği savunulmuş. Koruma Bölge Kurulu’nun 2019’da da benzer bir görüşü var. İşte yeni yol, Nevşehir Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu raporundan 11 yıl sonra gündeme getiriliyor.

Eskisine göre 600 metre kadar daha kısa olarak planlanan 2,2 km uzunluğundaki yeni yol Ortahisar-Göreme arasında, eski yolun paralelinde inşa edilmeye başlanıyor. Bölgenin son derece hassas, zengin jeomorfolojik ve tarihsel dokusuna zarar vermeden yapılması gereken bu yol peri bacalarıyla dolu vadilerin ortasında yükselen bir platonun üzerinden geçiyor. Yörede yaşayanların üzüm bağlarına, meyve bahçelerine ulaşmak için kullandıkları, köylülerin deyimiyle eski bir “eşek yolu”, kadastral çalışmaların ardından yeni yol olarak belirleniyor.

Bu alternatif yolun bir ihtiyaç olmadığına, yapımında zorunluluk bulunmadığına dair ciddi eleştiriler var. Dr. Eşref Atabey alternatif yol yerine Ortahisar’ı Uçhisar üzerinden Göreme’ye bağlayan karayolunun daha uygun olduğu görüşünde. Atabey ayrıca, Bölge Kurulu Müdürlüğü’nün mevcut yol için gösterdiği titreşim sorunu gerekçesinin yeni yol için de geçerli olacağını belirtiyor. “Mevcut yol parke taşı döşemedir. Sismik iletkenliği nedeniyle bu taşların asfalta göre titreşimleri artıran özelliği bulunmaktadır. Mevcut yolda titreşimi sönümleyen pomza sergi malzemesi kullanılarak, üzeri asfalt kaplama yapıldığında titreşim sorunu çözülmüş olurdu; böylece yeni yola ihtiyaç kalmazdı. Yeni yolda, aynı yöntem uygulanmadığında da yine titreşim sorunu yaşanacaktır” diyor.

Alan Başkanlığı’nın “yok” dediği, Ortahisar Belediye Başkanı’nın ise “8-10 kaya damı” diye küçümsediği manastır kompleksini bizzat görüntüledim

Göreme Açıkhava Müzesi sınırları içinde bulunan manastır kompleksi. | Fotoğraf: Özer Akdemir. 12 Ağustos, 2022

Yol öncesi bilimsel çalışmalar yapıldı mı?

Alan Başkanlığı’nın açıklamalarına göre 2021 Ekim ayında Kapadokya Alan Komisyonu’nca onaylanan bu yolun 5-7 metre arasında olan genişliği 10 metreye çıkarılacak. Yol yapımının başlaması ile birlikte “Bu derece hassas bir bölgede yapılacak böylesi bir yolla ilgili ne tür çalışmalar yapıldı? Bölgede tarihi, kültürel yapılar ile korunması gereken jeolojik bir oluşum var mı?” gibi sorular yöneltiliyor, ancak bu soruyu soranlara (başta yöredeki çevre-ekoloji örgütleri) doyurucu bir yanıt verilmiş değil.

Alan Başkanlığı açıklamasında şunları belirtmekle yetiniliyor: Güzergâh çalışmalarından sonra arkeolojik jeoradar çalışmaları yapılmış herhangi bir taşınmaz kültür ve tabiat varlığına rastlanmadığı tespit edilmiştir. Ayrıca yol çalışmaları devam ederken bir bütün olarak Göreme Açık Hava Müzesi ile çevresine yönelik Çevre Düzenleme Projesi ve ulaşım planlaması çalışmalarına başlanılmıştır. Söz konusu haberler kamuoyunu yanlış yönlendirmekte ve manipülatif olup, yapılan yol çalışması ile sorunların giderilmesi amaçlanmıştır.”

Yolla ilgili tartışmaların kamuoyunda yayılması üzerine konuya dair Alan Başkanlığı’ndan yapılan iki açıklamada da yol yapımı öncesi gerçekleştirildiği söylenen bilimsel bilgilere yönelik bir paylaşım yapılmadı. Aksine, bugünlerde Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan’ın tartışmalı bir şekilde memuriyetten çıkarılması ile gündemde olan TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi yolla ilgili çeşitli bilgileri istemelerine rağmen Alan Başkanlığı’nın bunları kendilerine vermediğini dile getirerek suç duyurusunda bulundu.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi açıklamasında, “Ortahisar-Göreme beldeleri arasında yapılması planlanan yol çalışmaları Göreme Açık Hava Müzesi başta olmak üzere peri bacaları oluşumlarını, yer altı zenginliklerini, Saklı Kilise’yi ve arkeolojik sit alanlarını tehdit etmektedir” diyerek yol inşaatının yörede yarattığı tehditleri sıraladı. Oysa Alan Başkanlığı’nın 10 Ağustos’ta yaptığı açıklamada “Planlanan yol, kaya oluşumların uzağından geçmekte ve Saklı Kilise’ye 18 metre mesafededir” ifadelerine yer veriliyordu.

29 Ağustos’ta Alan Başkanı Birol İnceciköz’ün basına verdiği demeçte ise yapımı süren yolun Saklı Kilise’ye 32 metre, peri bacalarına ise 20 metre mesafede olduğu bilgisi verildi. İki açıklama arasındaki bu çelişki izaha muhtaç, ancak iddiaları yerinde görmek için İzmir’den 13 saatlik otobüs yolculuğunun ardından gittiğim bölgede ve yol inşaatı üzerinde yaptığım gözlemler İnceciköz’ün açıklamalarının gerçeği yansıtmadığı yönünde.

Alan Başkanlığı yolun bölgedeki en önemli arkeolojik yapılardan birisi olan Saklı Kilise’ye 18-32 metre uzaklıkta olduğunu söylese de Kapadokya Çevre Platformu Sözcüsü Mükremin Tokmak’a göre yol neredeyse Saklı Kilise’nin üzerinden geçiyor. Birkaç kez yol inşaatına gidip ölçümler yapan (birini bizzat benim yanımda yaptı) Tokmak’ın saptamalarına göre yolun genişliği en az 16-19 metre arasında. Tokmak’ın yol inşaatı ile ilgili yaptığı drone ve balon çekimlerine göre Saklı Kilise, peri bacası ve manastır yapısı gibi hassas eserler yolun çok yakınında ya da üzerinde. Yolla ilgili haberlerin ardından jeoradar görüntülerini de ekleyerek bir açıklama yayınlayan Alan Başkanlığı’nın “yok” dediği, Ortahisar Belediye Başkanı’nın ise “8-10 kaya damı” diye küçümsediği manastır kompleksini, şapel ve peri bacasını yol inşaatına kadar gidip bizzat görüntüledim.

Bilimsel makaleler gerçekleri sunuyor

Video çekimlerini yaptığım ve fotoğrafladığım kadarıyla yol, Göreme Açıkhava Müzesi sınırları içinde bulunan manastır kompleksi ve peri bacalarına dayanmış durumda. Yolun geldiği yerdeki manastır yapısı ile ilgili kısa bir literatür taraması yaptığımda iki makaleye erişebildim. Yolun geldiği noktanın tam önünde bulunan manastır yemekhanesi ve şapelle ilgili Erciyes Üniversitesi Fen Bilimleri Bölümü’nden Yüksek Mimar Sümeyye Ertürk ve Erciyes Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Leyla Kaderli’nin 21-22 Ağustos 2020 tarihinde Trabzon’da yapılan 8. Uluslararası Kültür ve Medeniyet Kongresi’ne sundukları makaleleri bölgedeki tarihi dokunun önemini ortaya koyuyor.

Social Science Development Journal adlı dergide yayınlanan “Göreme, Saklı Kilise, Manastır Yemekhanelerinin Değerlendirilmesi” başlıklı makalede yolun geçeceği güzergâhta bulunan manastır yemekhaneleri ve kilise “yapıldıkları dönemin sosyal, ekonomik ve dini yapısını gösteren, tarihi ve estetik değerleri ile korunmaları gereken kültürel birer varlık olarak önemli bir yere sahiptir” diye anlatılıyor. Doğu Roma İmparatorluğu Dönemi’nde yapılan kilise ve manastırlarla birlikte Kapadokya bölgesinin Hristiyanlar için önemli bir dini merkez olduğuna dikkat çekilen makalede, yeni yolun üzerinden geçtiği Saklı Kilise’nin yanı sıra yukarı ve aşağı vadide birçok önemli dini yapının bulunduğu vurgulanıyor.

Drone ve balon çekimlerine göre Saklı Kilise, peri bacası ve manastır yapısı gibi hassas eserler yolun çok yakınında ya da üzerinde

Ortahisar-Göreme arasında yapımı süren yol çalışması. | Fotoğraf: Kapadokya Çevre Platformu. 9 Ağustos, 2022

“Vandalizm” suçlaması

Kapadokya Alan Başkanlığı’nın yol yapımının peri bacalarına ve tarihe zarar vermediğini ileri süren açıklaması, yol yapımına karşı çıkanlar tarafından “kamuoyunu yanıltıcı” olarak nitelendirildi. Kapadokya Çevre Platformu’ndan mimar Zeynep Çöloğlu, Alan Başkanlığı’nın jeoradar ölçümleri ve kuş bakışı bir harita eşliğinde yaptığı açıklamaya dair şu görüşleri ileri sürüyordu: “Koydukları haritada sadece yolun temiz kısmını göstermişler, asıl tahribat yapılan ve yapılacak yeri keserek göstermemişler. Kapadokya Alan Başkanlığı açıklamasında ‘Kaya oluşumlarına zarar verilmiyor’ diye belirtmiş; fotoğraflar ortada, yolun güzergâh haritası ortada, kültür varlıkları ve jeopark ortada. Zarar gözler önündeyken nasıl inkâr edebiliyorlar?” Çöloğlu ayrıca jeoradarın “temiz” olduğunu göstermek için yalnızca çok kısa bir görüntü paylaşıldığına da işaret ediyor. “Yeraltında yapılaşma yoksa da yerüstünde yer alan kültür varlıklarına, peri bacalarına, jeoparka, kiliselere yapılacak yoldan geçen araçların ve yol yapım çalışmalarının sismik etkisi, titrasyon etkisi ile ilgili raporları var mı? Eksik bilimsel çalışmalar jeoparkı olumsuz olarak etkilemeye şimdiden başlamış durumda. Kayaoyma kiliseye 18 metre mesafeden geçiyor demişler, peki üstünden mi geçseydi? 18 metre çok yakın!”

Yolun tıpkı mevcut Ortahisar-Göreme yolunda olduğu gibi gereken bilimsel alt yapı olmadan aceleyle açılmasının kabul edilemez olduğunu dile getiren Çöloğlu, bir altyapı çalışması uğruna Kapadokya gibi eşi benzeri olmayan bir doğa harikasının feda edilemeyeceğini söylüyor. Çöloğlu, bu görüşüne dair Almanya’dan bir örnek veriyor: “Dünyada bir çok örnekte böylesi özel yerlere araç girişi yasak ya da bir çok kurala bağlı. Almanya’da ufacık bir şelâle ve jeoparka giderken (Dreimühlen Şelalesi) 2 kilometre ötesinde sizi arabanızdan indiriyorlar.”

“Uçhisar’dan doğalgazı getirseler yol düz ancak çok uzun ve Enerya enerji şirketine maliyeti çok artıyor”

Yol çalışmasına tepeden bakış. | Fotoğraf: Kapadokya Çevre Platformu. 12  Ağustos, 2022

Ortahisar’a doğalgaz yolu iddiası

Çöloğlu, Kapadokya Alan Başkanlığı’nın koruması gereken yeri korumayarak “vandalizme” teslim ettiğini savunuyor. “Bölgenin üst ölçek planlarına daha doğru düzgün başlanmadı. Sit irdelemesi daha yapılmadı. Alt ölçek plan kararları bile durdurulmuşken neye dayanarak ana aks yoluna karar verdiler? Sebep doğalgaz hattı mı?” diye soruyor. “Kapadokya alanı için doğalgaz unsuru tehlike arz etmiyor mu? Bu konunun riskleri, aksi bir durumda vereceği zararlar düşünüldü mü?”

Kapadokya Çevre Platformu sözcüsü Mükremin Tokmak yolun doğalgaz hattı için yapıldığı iddiasını yüksek sesle dille getirenlerden. Tokmak bu konuda şunları söylüyor: “Uçhisar’da doğalgaz var, Ürgüp’te var, Göreme’de var. Uçhisar’dan doğalgazı getirseler yol düz aslında, asfaltın kenarından döşenir borular. Ancak yol çok uzun ve Enerya adındaki enerji şirketine maliyeti çok artıyor. Ürgüp’ten getirseler yine 4-5 kilometre fazla boru döşemek zorunda kalacaklar. Bu doğalgazı da gerekçe göstererek yapıyorlar bu yolu.”

Yolun Ortahisar’a en kısa yoldan doğalgaz hattı döşenmesi için yapıldığı iddiası sadece Kapadokya Çevre Platformu üyelerinin değil, CHP Nevşehir Milletvekili Faruk Sarıaslan’ın da iddiaları arasında. “Ortahisar Belediye Başkanı sıkışmış durumda. Doğalgaz sözü vermiş, doğalgazı da getiremiyor. Doğalgazın Ortahisar’a getirilmesi için iki tane yol var: Bir tanesi o yol yapacaklarını söyledikleri güzergâh, diğeri de Nevşehir’den ve Ürgüp’ten direkt olarak gelecek doğalgaz” diyor Sarıaslan. “Bu doğalgaz şirketi Ürgüp’le Nevşehir güzergâhından getirilecek doğalgazı maliyeti yüksek olduğu için getirmek istemiyor. Onun yerine kısa mesafede Göreme’den Ortahisar’a geçirmek istiyor. ‘Biz doğalgaz geçireceğiz’ gerekçesiyle orada bir şey yapamayacakları için yol yapmak istiyorlar.”

Kapadokya Çevre Platformu üyeleri, hafriyatın yol açtığı görüntünün gizlenebilmesi için hafriyat üzerine hayvan gübresi döküldüğünü gösteren bu görüntüleri sosyal medyada paylaştı. 6 Eylül, 2022

Gübreli kamuflaj

Yörenin tarihi ve doğal yapısına zarar vereceği iddiaları drone ve balon fotoğrafları ile basında geniş yer buldu. Ardından bir süre duran yol yapım çalışmaları geçtiğimiz günlerde yeniden başladı. Tonaj ve teker yapısı nedeniyle Kapadokya’ya girişinin yasak olduğu belirtilen iş makineleri ve kepçe yardımıyla yapımı süren yol çalışmalarında bir başka tartışma da yol hafriyatının döküldüğü yer.

Kapadokya Çevre Platformu üyeleri yol hafriyatının döküldüğü yere gidip yaptıkları çekimlerde, hafriyat dökülerek doldurulan vadinin ucunun Kapadokya’daki en bilindik yürüyüş güzergâhlarından birisi olan, yörenin jeolojik ve tarihi karakterinin en iyi görülebildiği alanlardan Zemi Vadisi’ne ulaştığını ileri sürüyorlar. Yolun üzüm bağları ve meyve bahçeleri arasından geçtiğini ve buraları yok ederek ilerlediğini belirten platform üyelerinin bir başka iddiası ise “ancak şeytanın aklına gelecek cinsten” diye yorumladıkları bir uygulama: Platform üyelerinin paylaştıkları video görüntüleri ve fotoğraflara göre hafriyatın gizlenebilmesi için üzerine hayvan gübresi döküldü.

Kapadokya nasıl korunur?

Göreme ile Ortahisar arasında yapımı süren yeni yol, adeta göz bebeğimiz gibi korumamız gereken Kapadokya’nın doğal ve tarihi güzelliklerini tehdit eden projelerden sadece birisi. Avanos ile Ürgüp arasında devam eden enerji nakil hattı çalışması, yöredeki taş ocağı, mermer, pomza, kil, bentonit gibi madencilik  faaliyetleri, turizm tesislerinin yol açtığı tahribatlar, yapımı süren oteller, AVM inşaatları, balon turizminin tetiklediği vadilere kontrolsüzce giren arazi araçları, hızlı tren hattı projesi gibi çok sayıda proje ve faaliyet bölgede tahribatlara yol açıyor.

Tüm bu olan bitenler kuşkusuz Kapadokya’ya ciddi zararlar veriyor. Kapadokya’nın gelecek kuşaklara korunarak taşınabilmesi için bu tahribatların önlenmesi ve alanın bütüncül bir koruma kalkanı ile korunması şart. Aksi takdirde “koruma-kullanma dengesinin en hızlı biçimde yerine getirilmesi” amacıyla oluşturulan Alan Başkanlığı gibi kurumların asıl işlevi Kapadokya’yı korumaktan çok, sermayenin turizme yönelik taleplerinin ivedilikle yerine getirilmesinin altyapısını hazırlamak gibi görünüyor. Her halükârda olan Kapadokya’ya oluyor ve olacak.

İstiklâl Caddesi’ndeki Beyoğlu Sineması’ndayım. Dışarıda gazetecilerden, politikacılardan, çevre aktivistlerinden oluşan bir grup toplanmış, gösterimin başlamasını bekliyor. Tanıdığım birkaç kişiye selam verdikten sonra, sinemanın içine doğru yöneliyorum. Merdivenlerden salonun olduğu alt kata inince gelenleri iki yuvarlak masa üzerinde #BüyüknohutçuCinayeti yazan stickerlar ve küçük bir kese içerisinde tohumlar karşılıyor.

Keseye iliştirilen kâğıtta, içindekinin karaçam tohumu olduğu yazılmış. Tohumları nasıl yetiştirmeniz gerektiğine dair bilgiler de verilmiş. Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun Antalya’nın Finike ilçesinde, mermer ocakları onları yok etmesin diye bütün tehditlere rağmen kesilmelerine engel olmaya çalıştıkları karaçam ağaçlarının tohumu…

Belgeseli izlemeye gelenlere karaçam tohumu dağıtıldı. | Fotoğraf: Tansu Pişkin

Slot Medya yapımı Büyüknohutçu Cinayeti belgeseli 9 Mayıs 2017’de öldürülen doğa savunucuları Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun cinayetini ve ardından geçen beş yıllık sürede sorumluların cezalandırılması için verilen hukuk mücadelesini anlatıyor. İnsanlar yavaş yavaş ilk gösterim için sinema salonuna yerleşirken onları çiftin en büyük kızları Emine Büyüknohutçu karşılıyor. Yıllardır anne ve babasının ölümünün aydınlatılması için mücadele veren Emine Büyüknohutçu, gösterimden dolayı heyecanlı ama metin duruşunu koruyor.

Bütün koltuklar dolmaya başlıyor. Yanımda Büyüknohutçu çiftinin bir diğer kızı Elif oturuyor. Ablası Emine de Elif’in diğer yanında. Cinayet gecesi cenazelerin evden çıkarılma görüntüleriyle açılıyor perde, arka fonda anlatıcı olarak Emine Büyüknohutçu’nun sesi var. Belgesel, ilk günden başlayarak yaşananları bir de onun gözünden izletiyor bize. O ilk an… Telefonların çok iyi çekmediği bir köyde, mermer ocaklarına karşı verdikleri mücadele nedeniyle tehditler alan anne ve babalarına ulaşamayan çocuklarının endişe dolu o ilk anına tanık oluyoruz.

Belgesel gösterimine katılım büyüktü. | Fotoğraf: Tansu Pişkin

Emine, 40 dakikalık belgesel boyunca gerçek hayattakinin aksine, savcı titizliğiyle cinayeti soruşturuyor. Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun dostları ve komşuları, mücadelelerini topluma duyuran gazeteciler, avukatları Tuncay Koç ve cinayeti işleyen Ali Yamuç’un ailesi eşlik ediyor ona. Ki benim için belgeselin en şaşırtıcı kısmı burası. Emine’yi, Tuncay Koç ile görüştükten sonra bir evin kapısında bir kadına sarılırken görüyoruz. Yanlarında başka bir kadın daha var. Sarıldığı kadın, cezaevinde intihar ettiği iddia edilen Ali Yamuç’un annesi, onları evin içine alan da teyzesi.

Acının hiyerarşisi olmaz. Burası işte tam o nokta. Bir yanda jandarmanın keşif sırasında sorduğu “Sen mi yaptın bak? Emin misin?” sorusuna duraksayarak cevap veren, cezaevinden yazdığı mektuplarda da “Elimi kana bulamadım” diyen, ama ardından teyzesinin evde sakladığı eşofmanının ipiyle her nasıl olduysa kendini astığı iddia edilen bir evlat; diğer yanda karaçam ve sedir ağaçlarının kurtulmasından, yaşadıkları dünyanın iyiliğinden başka istekleri olmayan ve tam da bu yüzden canlarından olan bir anne ve baba…

“Bu belgesel umarım hepimiz için, öncelikle bu dava ve onun devamındaki cezasızlığın son bulması için iyi bir sıçrayış olur”

Karşılıklı oturdukları koltuklarda heybelerinde taşıdıkları yükleri döküyorlar birbirlerine. Annenin verdiği dilekçeler, Yamuç’un yolladığı mektuplar, olaydaki çelişkiler… Hepsi bu kısacık anda ortaya saçılıp farklı kapıların aralanmasını sağlıyor. Ama acı bir gerçeği de aklınızdan çıkaramıyorsunuz: Ali Yamuç’un şüpheli ölümünün ardından Büyüknohutçu çiftinin cinayeti ile ilgili açılan dava düştü. Eşi Fatma Yamuç ise yargılandığı Elmalı Ağır Ceza Mahkemesi’nde “cinayete yardım etmek” suçundan beraat etti. Azmettiriciler hakkında herhangi bir işlem yapılamadı ve böylelikle cinayetlerin üstü örtüldü.

Bu sahnenin tam ardından Büyüknohutçu’ların avukatı Tuncay Koç giriyor söze. Soruşturma ve kovuşturma sürecini anlatan Koç, doğrudan söylemese de etkin bir soruşturma sürecinin yürütülmediğini, delillerin ve tanıklıkların karartıldığını, ve yargının da bu dosyanın bir an evvel kapatılması için var gücüyle çalıştığını satır aralarında duyabiliyorsunuz.

Belgesel bittiğinde salonda alkışlar başlıyor. Elif başını ablası Emine’nin omzuna yaslıyor. Emine, kardeşinin saçlarını okşayarak “Bir şey yok” diyor. Kafasını kaldırdığında kısa bir sohbet geçiyor aramızda:

“İyi misin,” diye soruyorum.

“Sindirmeye çalışıyorum.”

“Bu belgesel ve kalabalık, verilen mücadele iyi geliyor mu?”

“Bir amaç veriyor. Hayatta tutuyor aslında.”

Yapımcı Ümit Oktay Aymelek, yönetmen Mail Murad, yapımcı Murat Sercan Subaşı, avukat Tuncay Koç ve Emine Büyüknohutçu. (soldan, sağa) | Fotoğraf: Tansu Pişkin

Bu sırada belgeselin yapımcıları Murat Sercan Subaşı ve Ümit Oktay Aymelek, yönetmen Mail Murad, Emine ve Tuncay Koç seyircilerin sorularını yanıtlamak için salondaki beyaz perdenin önüne geliyor. Avukat Koç, adil yargılanma hakkının ihlal edildiği ve cinayetinin üstünün örtülmek istendiği gerekçeleriyle dosyayı Anayasa Mahkemesi’ne taşıdıklarını ve sürecin halen devam ettiğini söylüyor.

Son sözü alan Emine “Bu kadar kalabalığı bir de cenazede görmüştüm” sözleriyle hem kendi hem de anne ve babası adına teşekkür ediyor: “Bu bir son değil. Noktayı koymuyoruz. Bu belgesel umarım hepimiz için, öncelikle bu dava ve onun devamındaki cezasızlığın son bulması için iyi bir sıçrayış olur.”

Elif ve Emine Büyüknohutçu, ellerinde Büyüknohutçu çifti cinayetiyle ilgili yazılmış şiir kitabını taşıyordu. | Fotoğraf: Tansu Pişkin

Sadece soruları yok izleyicilerin. Aralarında sözünü söylemek isteyenler de var. Kuzey Ormanları Savunması’ndan Onur, güçlü bir konuşmayla Büyüknohutçu cinayetinin aydınlatılmasının tüm toplum açısından önemine işaret ediyor: “Ekolojik gelecek bu dünyanın yaşam kavgasıdır. İklim meselesi dünyanın var olma kavgasıdır. Büyüknohutçu cinayetinin arkasındaki matematiğin, siyasetin, adını ne koyarsanız koyun, yaşadığımız karanlığın bir parçası olduğunu hatırlayın, bilin ve Büyüknohutçu cinayetini unutmayın.”

Bu kısa konuşmalar ve soru-cevapların ardından salon yavaş yavaş dağılmaya başlıyor. Benim ise belgeseli izlerken aklıma bir soru takılmıştı. Büyüknohutçu çiftinin evinin kapısında büyükçe bir köpekleri var. Jandarmanın Yamuç ile olay yerinde keşif yaptığı sırada Büyüknohutçu’ların birkaç komşusu köpeğin o sırada nasıl sessiz kaldığını anlamadıklarını söylüyordu. Çünkü jandarmaya anlattığına göre Yamuç evin bahçesine dikenli telleri tırmanarak ulaşmış. O sırada köpek Yamuç’a saldırmamış. Köylüler köpeğin sesini hiç duymamış bile.

İlaçla uyuşturulmuş olabileceği belgeselde bir ara konuşuluyor. Ancak akıbeti belirsiz. İnsanlar salondan çıkmadan önce Emine ile sohbet ederken ben de belgeselin yapımcılarından Murat Sercan Subaşı’ndan köpeğin şimdi ne yaptığını öğrenmeye çalışıyorum. “Cinayetten çok kısa bir süre sonra kanser olup öldü” diyor.

“Büyüknohutçu cinayetinin arkasındaki matematiğin, siyasetin, adını ne koyarsanız koyun, yaşadığımız karanlığın bir parçası olduğunu hatırlayın, bilin”

Emine’nin etrafındaki kalabalık biraz azalınca salondan beraber çıkmak üzere yanına gidiyorum. Soru-cevap kısmında gözlerinin dolduğunu fark eder gibiyim. “Çok güçlü görünüyorsun” diyorum. “Birinin güçlü olup bu işlerin üstesinden gelmesi gerekiyordu” diyor Emine.

Zamanın bazı acılara merhem olmadığı hepimizin malûmu. Fakat hayatı bizim için her gün daha da zorlaştıran bir adalet mücadelesinin içine düşmek yas tutmamıza bile müsaade etmiyor. Adaletin yerini bulması, gerçeklerin ortaya çıkması için öfke ve kararlılıkla karışık büyük bir güç doğuyor içimizde. Emine’nin gücünün kaynağı da bu. Anne ve babalarını kaybetmelerinin ardından bile aldıkları tehdit telefonlarına aldırmadan kardeşlerine kol kanat geren bir ablanın, adalet isteyen bir evladın gücü ondaki.

Dilerim, mermer ocaklarının yerine karaçamların, şirketlerin yerine canlıların yaşamının yüceltildiği günleri hepimiz görürüz. Emine’nin söylediği gibi, bu belgesel bugün Büyüknohutçu’ların haklı mücadelelerinin kazandığı, adaletin yerini bulması için onca çaba harcamanın gerekmediği ve sedir ağaçlarının gölgesinde kayıplarımızın yasını tutabildiğimiz bir gelecek ısrarını da taşıyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, 25 Aralık 2021 günü Gaziantep’te bir törende, “Belediyeleri sahipsiz hayvanları sokaktan alacak adımları atmaya çağırıyorum, sahipsiz hayvanların yeri sokaklar değil, barınaklardır” demesiyle belediyeler işkence ve şiddetle sokak hayvanlarını toplamaya başladı.

Erdoğan’ın, Gaziantep’te dört yaşındaki Asiye Ateş’in pitbull cinsi iki köpeğin saldırısı sonrası ağır yaralanmasından sonra gerçekleştirdiği bu konuşmayla, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı valiliklere 17 maddelik bir genelge gönderdi. Genelgede, Pitbull başta olmak üzere beş cins köpeğin sokaklarda “sahipsiz“ bulunmaması, sokak hayvanlarının da “rehabilite olmadıkça” alındıkları ortamlara bırakılmaması talimatı verildi.

Ardından, birçok belediye tarafından sokak hayvanlarına karşı uygulanan şiddet ve işkence görüntüleri her gün sosyal medyaya düşmeye başladı. Gezegen Buluşmaları’nın altıncısında, Hayvan Hakları ve Etiği Derneği ile Burak Özgüner Hayvan Hakları Çalışma Merkezi’nden Özge Özgüner ve Hayvanlara Adalet Derneği’nden Avukat Barış Karlı ile bir hayvanın saldırısından hareketle, sokaklardaki tüm hayvanların alıkonulma sürecini konuşuyoruz.

Buluşmanın tamamını YouTube kanalımızda izleyebilirsiniz.

COP26, sadece bir “halkla ilişkiler zirvesi” miydi? Greta Thunberg’in ifadesi ile, COP26’nın tek başarısı “tam bir başarsızlık olduğunun kabul edilmesi” mi olabilir? Uzatmalardan sonra sona erdiğinde de, Thunberg’in deyişiyle, “Yeşil Aklama” (greenwashing) silsilesi mi başlayacak? Yani, COP26’nın “ne kadar başarılı” olduğunu konuşarak, beyaz yalanlarla kendi kendimizi teselli mi edeceğiz?

COP26 Başkanı Alok Sharma’nın kapanıştaki gözyaşları aslında herşeyi açıklıyordu. Maalesef, başta ortaya konan hedeflere ulaşılamadı. 12 Kasım Cuma günü bitmesi beklenen zirvenin uzatmalara gitmesi de “son dakika golünü” getiremedi.

Toplantının sonuç belgesi Glasgow İklim Paktı’nda, kömür kullanımının “azaltılması” için taahhütte bulunuldu. Ancak, COP26 başlarken Sharma, Glasgow’un “kömürün bittiği yer” olmasını istediğini ifade etmişti. Bu hedef gerçekleşmiş değil.

Paktın öngördüğü, ülkelerin “azaltılmamış kömür enerjisi ve verimsiz fosil yakıt sübvansiyonlarını aşamalı olarak azaltmaları” kararı elbette “devrimci” olmaktan çok uzak. Çin ve Hindistan’ın itirazları, daha kapsamlı bir karar alınmasını engelledi. Hindistan, gelişmekte olan ülkelerin önünde “fakirlikle mücadele ve kalkınma gibi konular varken”, kömür kullanımını bırakmalarının çok zor olduğunu öne sürdü. Gelişmekte olan ülkelerle, zengin ve gelişmiş olanların ortak taahhütlere varabilmeleri, zaten bana kalırsa COP26’daki en büyük mesele idi.

COP26’nın elde edilen her “başarısının” sonuna bir soru işareti koymadan edemiyoruz. Asıl mesele de bu işte

Bir yandan bakıldığında COP26, şimdiye kadarki iklim zirvelerine nazaran en çok taahhüdün yapıldığı küresel buluşma. Örneğin, 40 ülkenin, kömür kullanımının kademeli olarak sona erdireceklerine “söz vermesi”, başlı başına büyük bir ilerleme sayılabilir. Veya 100 ülkenin “ormansızlaştırmayı sona erdirecekleri” taahhüdünde bulunması bir dönüm noktası addedilebilir.

Elbette, Brezilya gibi Amazon Ormanları’nın kesildiği, yakıldığı bir ülkenin ormansızlaştırmayı durdurmaya dair taahhütte bulunması tamamen önemsiz değil. Benzer şekilde kömürü en çok kullanan ülkelerden Şili, Vietnam ve Polonya’nın da “bırakma” sözü vermesi geçmişten farklı bir sayfanın açılması demek.

… mi acaba?

COP26’nın elde edilen her “başarısının” sonuna bir soru işareti koymadan edemiyoruz. Asıl mesele de bu işte.

Ormansızlaştırmaya bu kez son mu?

COP26’nın “2030’a ormansızlaştırmaya son vermeye ilişkin” taahhüdü, iklim zirvesinin ilk ve en büyük “sözü” idi.

Öncelikle, dünya genelindeki ormanların yüzde 85’inin bulunduğu 100 kadar ülkenin 2030’a kadar “ormansızlaştırmayı durdurma” sözünü vermesini bir kalemde silip önemsizleştirmek mümkün değil. Türkiye’nin de ormansızlaştırmaya son verme taahhüdünde bulunan ülkeler arasında olduğuna dikkat çekelim.

Bu taahhütle ilgili en önemli kısım, ormansızlaştırmayı sağlayabilmek için ortaya maddi kaynak da konulması. Avrupa Birliği Komisyonu, Almanya, ABD, Belçika, Birleşik Krallık, İsveç, Güney Kore, Norveç, Japonya ile beraber Amazon’un sahibi Jeff Bezos’un vakfı, ormansızlaştırmaya karşı, 12 milyar dolar kamu kaynağı tahsisi ve 7,2 milyar dolar özel yatırım yapmayı vaat etti.

Bu kaynakların bir kısmı, gelişmekte olan ülkelere yönlendirilecek; oralarda ormanların kaybı ile zarar görmüş arazilerin doğaya kazandırılması, yangınlarla mücadele ve ormanların yok olmasından zarar gören yerel çevrelere destek için kullanılacak. Dünyanın ikinci büyük yağmur ormanlarının bulunduğu Kongo Havzası’nın korunması da, vaat edilen maddi kaynakların kullanılacağı başka bir alan.

2014’te verilen sözlere rağmen, 2014-2018 yılları arasında tüm dünyada Türkiye’nin coğrafi alanının yaklaşık iki katı kadar orman yok oldu

Yukarıda bahsettiğimiz kaynaklar dışında, dünyanın en büyük finansal kurumlarından 30’u da ormansızlaştırmaya 1,5 milyar euroya yakın kaynak tahsis etme sözünü verdi.

Ayrıca, 28 hükümetin bir adım daha ileri giderek, ormanların tarım arazisine döndürülmesine engel olacaklarına söz vermesi de kilit bir adım. Soya, kakao ve palm yağı gibi gıda sanayiinde yoğun biçimde kullanılan tarım ürünleri için ormanlık alanlar kesilip biçilip tarlaya dönüştürülüyor. Benzer şekilde, et endüstrisi ormanlık alanların, hayvanların beslenmelerinde kullanılan yemlik tarım ürünlerinin ekim dikimi için kesilmesine aracı oluyor. Bu gibi “tüketici” üretim alışkanlıklarından vazgeçilmesi, ormanların geleceği için hayatî.

Eğer ki, bu taahhütlerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini denetleyebilecek bir mekanizma oluşturulabilirse, bu seferki “ormansızlaştırma” taahhüdü belki gerçekleşebilir.

2014’teki “Ormanlar üzerine New York Deklarasyonu” da ormansızlaştırma konusunda bir dönüm noktası kabul ediliyordu. New York Deklarasyonu’nun aralarında 40’tan fazla hükümetin de olduğu 200’ün üzerinde destekçisi vardı -ama o zamandan bu yana ormanlar korunamadığı gibi, tersine daha da büyük bir “yokoluş” tehlikesi ile karşı karşıyalar. New York Deklarasyonu’nun “Değerlendirme Ortakları” olarak nitelenen 25 kuruluşun 2019’da yayınladığı bir rapor da, tam olarak bu bahsettiğimiz tabloyu ortaya koyuyordu: 2014’te verilen sözlere rağmen, taahhütte bulunan ülkeler başta olmak üzere dünya genelinde ormanlar ciddi biçimde azaldı. 2014-2018 yılları arasında tüm dünyada Türkiye’nin coğrafi alanının yaklaşık iki katı kadar orman yok oldu. Ve bu dönemde ormansızlaşmadan kaynaklanan karbon emisyon, Avrupa Birliği’nin yıllık sera gazı salınımıyla eşit miktarda.

“Ormansızlaştırma”, ormanların tamamen yok edilmesiyle sınırlı değil; aynı zamanda var olan ormanların “işlevlerini yitirip” karbon salınımına katkıda bulunur hâle gelmesiyle de söz konusu olabiliyor. Günümüzde ABD’nin Yosemite Ulusal Parkı ve Büyük Kanyon gibi doğal alanlarındaki ormanlar, karbondioksiti emmek yerine üretiyor.

Gelişmekte olan ülkeler ne olacak?

Öte yandan, karbon emisyonlarını temizlemek konusunda en “bereketli” ormanlara sahip ülkelerden biri olan Endonezya’dan itirazlar geldiğini de göz önüne almak gerek. Üstelik Çevre Bakanı Siti Nurbaya Bakar, ülkesinin verdiği sözü çürütürcesine yaptığı bir Twitter paylaşımında şöyle diyor: “Ormansızlaştırma, yolların olmaması anlamına geliyorsa; insanlar ne olacak, izole mi kalacaklar?” Bakar ayrıca, iklim kriziyle mücadele için Endonezya’nın “kalkınmadan fedakârlık etmesinin beklenmesinin adaletsiz olduğunu” da öne sürüyor.

Bakar’ın itirazı, son derece yersiz görünse de, gelişmekte olan ülkeler arasında benzer şekilde düşünüp dile getirmeyen çok sayıda politikacı olduğu kesin. Hatta gelişmiş ülkelerin liderleri arasında da “önce ekonomik büyüme, sonra iklim krizi tedbirleri” diye düşünenler olduğu da…

Dahası, başta Afrika’dan olmak üzere gelişmekte olan ülkelerden Glasgow’a aşıları olmadığı için seyahat edemeyenler olduğunu da vurgulayalım. COVID-19 aşısına erişimdeki adaletsizliklerin gözden kaçan böyle yönleri var. Hâl böyle olunca, gelişmekte olan ülkelerle gelişmişler arasındaki uçurumu dikkate alan küresel politikalara ve tedbirlere ihtiyaç artıyor, zira uçurum sürekli büyüyor.

Sharma’nın kendisi, COP26’yı kapatırken gözyaşlarını tutamadı. Bahsettiği tekerlek de havada kaldı

“Zengin ülkeler” 2020’den itibaren gelişmekte olan ülkelere yılda 100 milyar euroya yakın kaynak ayırmaya söz vermişlerdi. Ancak, 2009’da Kopenhag’da ve ardından 2015’te Paris’te verilen bu söz gerçekleşmedi. COP26 öncesi, zirve yönetiminin hazırladığı bir rapora göre, gelişmiş ülkelerden diğerlerine kaynak aktırımı bugünkü hızı ile devam ederse, ancak 2023’te bu hedefe ulaşılabilecek. Oysa, gelişmekte olan ülkelerin bir yandan fosil yakıtlar, ormansızlaştırma gibi “bağımlılıklarından” vazgeçmeleri gerekecek. Öte yandan da, zaten iyi durumda olmayan altyapılarını, iklim krizinin yaratacağı afetler ve zararlara karşı güçlendirmek zorunda kalacaklar.

Şimdi, İsviçre, Japonya ve hatta İspanya, gelişmekte olan ülkelere verilecek “yıllık 100 milyar euro” sözünün en azından 2022’de gerçekleşebilmesi için katkılarını arttırmaya söz verdi.

Mesele şu ki, tüm bu taahhüt ve sözlerin hiçbirini zorunlu kılan yaptırım mekanizmaları yok -şu aşamada da olması mümkün gözükmüyor. COP26 sürecinde verilen sözler ötesinde Glasgow İklim Paktı da yaptırım gücü olmayan bir belge.

Daha kaç COP26 olabilir?

COP26 Başkanı Alok Sharma, 8 Kasım 2021’de, dünyanın en büyük iklim konferansının 9. gününde “artık taahhütlerin somutlaşması gerektiğini” dile getiriyordu. İronik biçimde, Sharma’nın bu vurguyu yaparken kullandığı niteleme, “lastiğin yola değmesi gereken noktaya geldik” (“the point where rubber hits the road”) idi. Aslında bu ifade, her ne söz verilirse verilsin, bu değişimi gerçekleştirmek için mücadele verenlerin bile bazen eskinin paradigmalarıyla düşünüp, konuşup hareket ettiğinin bir kanıtıydı.

Sonuçta başta vurguladığımız gibi Sharma’nın kendisi, COP26’yı kapatırken gözyaşlarını tutamadı. Bahsettiği tekerlek de havada kaldı.

Acaba kaç daha COP olabilecek önümüzde? COP27, COP28 derken iklim krizine yönelik hakiki ve samimi değişimi gerçekleştirebileceğimiz, sonunda “devrim” niteliğinde sözlerin verilebileceği daha kaç zirve var?

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 21 Eylül 2021’de New York’ta gerçekleşen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Paris Anlaşması’nın TBMM’de onaya sunulacağını açıklaması, iklim krizi mücadelesi veren kesimler tarafından önemli bir adım olarak değerlendirildi.

Nitekim, açıklamanın hemen ardından 6 Ekim’de Türkiye’nin Paris Anlaşması’na taraf olması için hazırlanan kanun teklifi, tüm partilerin oylarıyla TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Anlaşmanın Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmesinin ardından gözler Türkiye’nin atacağı adımlara çevrildi.

Her şeyden önce Türkiye için bunun bir son değil, aksine son derece zor, sancılı bir değişim ve dönüşüm sürecinin başlangıcı olacağını söylemek gerek. Türkiye’nin hangi şartlar altında bu anlaşmayı onayladığının detaylarına geçmeden önce kısa bir hatırlatma yapalım.

Türkiye, COP26’da iklim müzakerelerinin sürdüğü masanın yan tarafında gözlemci statüsünde oturacak olmanın yaratacağı itibar kaybının ciddiyetine vardı

Türkiye, Aralık 2015’te Fransa’da kabul edilen Paris Anlaşması’nı Nisan 2016’da imzalamış ancak onaylamamıştı. Meclis onayıyla birlikte karar UNFCCC (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi – BMİDÇS) Sekreteryası’na iletiliyor ve böylece Türkiye resmen anlaşmaya taraf oluyor.

Türkiye’nin 22 Nisan 2016’da 175 ülkeyle birlikte imzaladığı Paris Anlaşması, küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 55’ini oluşturan en az 55 taraf ülkenin onayıyla 4 Kasım 2016’da yürürlüğe girdi. BMİDÇS’e taraf 197 ülkenin imzası bulunan anlaşmaya Türkiye, bu alınan son karara kadar Eritre, Irak, İran, Libya, Yemen ile birlikte onay vermemişti.

Türkiye, yıl sonunda İskoçya’nın Glasgow kentinde yapılacak 26’ncı Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nda (COP26) muhtemelen diğer beş ülkeyle iklim müzakerelerinin sürdüğü masanın yan tarafında gözlemci statüsünde oturacak olmanın yaratacağı itibar kaybının ciddiyetine vardı.

Zira, uluslararası iklim siyaseti arenasında Türkiye’nin bir OECD ve bir G20 ülkesi olarak kendi liginin çok altında olan diğer beş ülkeyle anlaşmayı onaylamayanlar arasında yer alıyor olmasının yarattığı itibar zedelenmesine artık “dur” denmesi kaçınılmaz olmuştu.

Yıllarca, Türkiye’nin BMİDÇS’in gelişmiş ülkeler kategorisini oluşturan Ek-1 listesinden çıkarılmayı ve gelişmekte olan ülkeler kategorisinde yer almayı talep etmesi, anlaşmanın bugüne kadar onaylamamasının önemli nedenlerinden biri olarak gösterildi.

Bu anlaşmanın ruhu, bugün içinden geçmekte olduğumuz şiddeti, sıklığı ve etkileri giderek artan iklim krizine neden olan sera gazlarının azaltılmasına dayanıyor.

Paris Anlaşması, temel olarak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (BMİÇS) dayanıyor ve Kyoto Protokolü’nün sona erme tarihi olan 2020 sonrası iklim değişikliği rejiminin düzenlenmesi amaçlanıyor.

Paris Anlaşması’nın uzun dönemli hedefini, endüstriyelleşme öncesi döneme kıyasla küresel sıcaklık artışının 2°C’nin olabildiğince altında, mümkünse 1.5°C seviyesinde tutulması oluşturuyor. Bu kapsamda, Paris Anlaşması’nı onaylayan ülkelerin, küresel sıcaklık artışını 1.5°C ile sınırlandırmak ve 2050’ye kadar sera gazı emisyonlarını sıfırlamak için taahhütlerini hayata geçirmesi gerekiyor.

Türkiye’nin en büyük eksikliği son derece yetersiz bir ulusal katkı beyanına sahip olması

Paris Anlaşması’nın herhangi bir yaptırımı ya da belli bir emisyon azaltım seviyesini zorunlu tutma gibi bir mekanizması yok. Ancak 1.5°C hedefini tutturmak için her ülkenin yapabilirliği ölçüsünde katkı sunması artık gezegenin geldiği noktada kaçınılmaz.

Evet, çokça söylendiği üzere anlaşmanın yasal bağlayıcılığı yok, eleştirilecek pek çok yanı da olmakla birlikte bu anlaşma küresel iklim diplomasisinin en önemli kazanımıdır, şimdiye kadar üzerinde ortaklaşılmış en önemli iklim anlaşmalarından biridir.

Anlaşmanın Kyoto Protokolü’nden farklı olarak, taraf ülkelerin ulusal katkı beyanlarını sunarak, emisyon azaltım ve sınırlama hedeflerini koyması istenmesidir.

Ulusal katkı beyanı yetersiz: Böyle geldi böyle gitmesin

Bu noktada, Türkiye açısından en büyük eksiklik son derece yetersiz bir ulusal katkı beyanına sahip olmasıdır.

Paris Anlaşması kapsamında, iklim değişikliğiyle mücadelede Türkiye’nin hedefini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı “2053 yılında net sıfır emisyon hedefi” oluşturuyor.

2053’te net sıfır emisyona ulaşmak için yeni kömür yatırımlarının yapılmaması gibi bazı önemli kilometre taşları bugün belirlenmeli

Peki, bu mevcut tablo ile nasıl olacak?

Türkiye, 506 milyon tonla dünyada en fazla sera gazı emisyonuna neden olan ülkeler arasında 16’ncı sırada yer alıyor. Dünyadaki sera gazlarının yüzde 1’inde fazlasından sorumlu. Kişi başı yıllık 6 ton olan sera gazı emisyonları her geçen gün artıyor.

Sera gazı emisyonlarının azaltımı için öncelikle, Türkiye’nin 2053 yılına kadarki süreci kapsayacak kısa vadeli iklim hedefleri belirlemesi gerekiyor.

Türkiye, hâlihazırda gerçek nitelikte herhangi bir emisyon azaltım hedefi taahhüdünde bulunmuş değil. 30 Eylül 2015’te BM Sekretaryası’na sunduğu ulusal katkı niyet beyanında Türkiye, 2030’da referans senaryoya göre sera gazlarında artıştan yüzde 21 oranına kadar azaltım öngörüyordu.

Paris Anlaşması’nın 1.5°C hedefiyle uyumlu bir politika geliştirebilmek için sera gazı emisyonlarında artıştan azaltımı öngören ulusal katkı beyanının diğer ülkeler gibi gözden geçirilmesi, daha iddialı ve kararlı emisyon azaltım hedefleri sunması bekleniyor.

Türkiye’nin yeni iklim politikası doğrultusunda sera gazı emisyonlarının azaltımı için yeni eylem planlarının hazırlanacak sektörler arasında, iklim değişikliğine en büyük etkiye neden olan enerji sektörü başta geliyor.

Türkiye’nin fosil yakıtlardan aşamalı olarak çıkması, mevcut fosil yakıt destek ve teşviklerini sonlandırması ve tüm kamu kaynaklarını güneş ve rüzgâr başta olmak üzere yenilenebilir enerji yatırımlarına, bunun için gerekli altyapı çalışmalarına ve tüm kesimleri kapsayacak adil dönüşüm planlarına ayırması öncelikli konular olarak ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin ulusal katkı beyanı kritik seviyede yetersiz

Uluslararası kamuoyunda, bu artıştan azaltım beyanı zayıf bir beyan olarak yorumlanıyor. Climate Action Tracker’ın 2019’da yayınladığı bir analize göre, Türkiye’nin mevcut politikaları, ileri sürülen beyanı rahatlıkla tutturabilecek seviyede ve tam da bu yüzden, ulusal beyanı kritik seviyede yetersiz. Çünkü Türkiye, bugüne kadar yapabileceğinin çok daha azını yapmaya niyetli görünüyordu.

Bu analize göre, Türkiye’nin sadece elektrik arzı, kara yolcu taşımacılığı ve konut yapıları sektörlerinde iklim eylemini artırması bile, ülkenin toplam sera gazı emisyonlarını, 2017 seviyelerine kıyasla, 2030’a kadar yüzde 14’e varan oranlarda azaltarak hâlihazırdaki emisyon artış eğilimini tersine çevirebilir.

Hükümetin yeni iklim politikası dahilinde ilk adım olarak bundan sonra yeni kömür santrali yapılamayacağını taahhüt etmesi önem kazanıyor. 2053’te net sıfır emisyona ulaşmak için yeni kömür yatırımlarının yapılmaması gibi bazı önemli kilometre taşlarının bugün belirlenmesi gerekiyor.

Türkiye’nin mevcut azaltım taahhüdü artıştan azaltımı hedeflediği için, 2030’daki sera gazı emisyonu 1990’a göre dört kattan fazla artacak

Türkiye’nin aynı zamanda kömürden aşamalı çıkışı için de bir hedef yıl belirlemesi çok büyük önem taşıyor. Mevcut kömürlü termik santrallerin, yenilenebilir kaynaklarla ikame edilerek aşamalı olarak emekliye ayrılması, 2053 net sıfır hedefinin gerçekleştirilmesi için olmazsa olmaz nitelikte.

Avrupa’da şu ana kadar 19 ülke ya kömürden tamamen çıktı ya da tamamen çıkma taahhüdünde bulundu. İklim politikasında yeni bir döneme giren Türkiye, kömürden çıkışı planlayarak, bu konuda lider ülkeler arasına girebilir.

İklim krizinin en önemli sebeplerinden ve sürükleyicilerinden olan kömürlü termik santrallerin kapatılmasına yönelik tarih ilan etmek bir yana, Türkiye hâlâ bu santrallere yenilerini ekleme isteğinde. Ayrıca, Türkiye her yıl kapasite mekanizması ödemeleriyle milyonlarca lirayı hem kömür madenlerine hem de kömürlü termik santrallere aktarıyor.

Bugüne kadar Paris Anlaşması’na taraf 110 ülke ulusal katkı beyanlarını güncelledi. 1990 yılı baz alınarak 2030 yılına kadar Britanya yüzde 68, AB yüzde 55 ve ABD yüzde 43 oranında sera gazı azaltım taahhüdü verdi.

Türkiye’nin mevcut azaltım taahhüdü, söz konusu ülkeler gibi mutlak bir azaltım hedeflemediği, sadece artıştan azaltımı hedeflediği için, 2030’daki sera gazı emisyonunun 1990’a göre dört kattan fazla artması söz konusu.

2053’te karbon nötr bir ülke kurgulayabilmek için şehirlerde emisyonun azaltımı ve iklim krizine adaptasyonu önceleyen stratejik eylem planları düzenlenmeli

Anlaşma gereği, ulusal katkı beyanlarının zaten her beş yılda bir güncellenmesi gerekiyor. Anlaşmanın onaylanmasıyla birlikte Türkiye için artık en önemli süreç güçlü, kararlı ve gerçekçi hedefler sunan yeni bir ulusal katkı beyanı belgesi ortaya koymak…

Bir diğer konu kentlerin planlanması meselesi. Örneğin, Türkiye’nin çokça eleştirilen beton ekonomisi aslında Paris Anlaşması kapsamında hayata geçirilecek karbon nötr olma hedefi için kullanılabilirdi. Yeni yapılan ya da kentsel dönüşüm gerçekleştirilen binalarda yağmur suyu hasadı yapılabilirdi, enerji verimliliği sağlanabilirdi. Bu önemli bir fırsattı, ancak bunlar göz ardı edildi.

2053’te karbon nötr bir ülke kurgulayabilmek için şehirlerde emisyonun azaltımı ve iklim krizine adaptasyonu önceleyen stratejik eylem planlarının acilen düzenlenmesi gerekiyor.

Bir diğer yeniden düzenlenmesi gereken alan ise Türkiye’nin ormansızlaşması. İstanbul Üniversitesi – Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay, bu konuya ilişkin hesaplama hatasına dikkat çekiyor:

“2053’te karbon nötr olma hedefi için, atmosfere verilenle atmosferden alınan karbon miktarının sıfır olması için Türkiye’nin elindeki tek argüman, atmosferden karbonu alabilen ormanlar. 2018’de ormanlarla ilgili olarak metodolojiyi değiştirdiler. Hesaplama değişikliği nedeniyle ormanların tuttuğu karbondioksit miktarı 60 milyon tondan 85 milyon tona çıktı. Türkiye’nin orman alanları Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre 23 milyon hektar civarında görünüyor. Bu ormanların yaklaşık yüzde 45’i yani 9-9,5 milyon hektarı çok seyrek orman.

“2018’de alınan bu değişiklik kararıyla ormanların uydu görüntülerinin alınması hedeflendi. Bu görüntülerden elde edilen verilere göre, 1990 yılına göre 2019’da orman alanları azaldı. Toplam orman alanları 23 milyon hektar olarak gözükürken, orada 21-22 milyon hektar olarak tespit edildi.

“506 milyon tondan 84 milyon ton karbona nasıl inebiliriz? Orman ekosistemlerinin madencilik gibi faaliyetlerle kaybedilmemesi önemli”

“Orman Genel Müdürlüğü bunların yüzde 45’i seyrek orman, boşluklu kapalı orman hatta bozuk orman derken, orada yüzde 95’i verimli orman yani çok sık orman olarak, çok iyi karbon tutuyormuş gibi gösteriliyor. Yüzde 50 oranında daha fazla karbon tutuyormuş gibi görünüyor. Eninde sonunda 2053’e geldiğimizde bizim atmosfere verebileceğimiz karbon miktarı, ormanların ve diğer ekosistemlerin tuttuğu karbon miktarı kadar olabilecek.

“2017’de ormanlar 90 milyon ton, meralar gibi diğer doğal ekosistemler 10 milyon ton karbondioksit eşdeğeriyken, 2018’de ormanlar 85 milyon tona düşüyor, meralar gibi diğer doğal ekosistemler 10 milyon ton civarında kalıyor. 2019’da ormanlar 75 milyon ton karbondioksit eşdeğerine düşüyor, diğer doğal ekosistemler 9 milyona iniyor. Toplam tüm doğal ekosistemden geri aldığı 84 milyon ton karbondioksit eşdeğeri oluyor.

“2053’e geldiğimizde bu rakamların doğru olduğunu kabul edersek, atmosfere ancak 84 milyon ton kadar karbon salabiliriz. Nasıl olur da biz 506 milyon tonlardan 2053’te 84 milyon tonlara inebiliriz? Toplam orman ekosistemlerinin madencilik vs gibi faaliyetlerle kaybedilmemesi önemli. Orman alanlarının kullanıma açılmasının yanı sıra 2018’den bu yana artan aşırı bir odun üretimi söz konusu. 2000 yılında 13 milyon metreküp odun kesilirken 2020 sonunda bu 28 milyon metreküpe çıkmış durumda. Ayrıca, sadece yanan alanlarda da 12 milyon metreküp gibi bir orman varlığımızı kaybettik. Bütün kurumlar elini taşın altına koymalı, bu topyekûn bir mücadele. Çok hızlı harekete geçilmeli.”

Son söz, Paris Anlaşması ile, Türkiye için iklim kriziyle mücadelede artık yepyeni bir sayfa açıldı. Sorumluluklar herkesin verebileceği küçük/büyük katkılarla ortak, ancak yetki ve karar alma siyasetçilerde. Herkesi alması gereken sorumluluklara ve atması gereken adımlara davet ediyoruz.

Mezopotamya coğrafyasında Dicle Vadisi çevresine konuşlanmış, tarihi 12 bin yıla dayanan Hasankeyf, günümüze kadar toprağıyla, suyuyla, havasıyla canlılara yaşam alanı sundu. Çağlar boyunca Hasankeyf’te yaşlısından gencine herkes mağaralarda yaşam sürüyordu. Mağaraların bulunduğu kayalık tepelerin en üst kısmına kadar çıkan gizli oyulmuş yollar ve merdivenler vardı. Ama bunlar sadece bilinenler… Bu kadim yerleşimin kurulu olduğu alanda hâlâ toprak altında çok sayıda medeniyetin keşfedilmemiş izleri olduğu söylenir. Romalılar, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Artuklular, Eyyubiler, Osmanlılar… Hasankeyf’in bereketli toprakları tarihi boyunca medeniyetlerin hepsine kucak açtı.

Hasankeyf, Dicle nehrinin kıyısına kurulu olması ve Yukarı Mezopotamya’dan Anadolu’ya geçiş yolu üzerinde bulunması gibi coğrafi avantajları sebebiyle kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan stratejik bir öneme sahip oldu. İnsanlığın ilk yerleşkeleri bu bölgede mağara yerleşimleri ile ortaya çıktı. Yumuşak kayalara oyulan mağara yerleşimleri ve doğal peyzajı insanlık tarihinin başlangıcından bu yana birçok farklı medeniyete tanıklık ettiğinden Hasankeyf’in tarihi önemi büyük. Roma dönemine ait kalıntıları ve Ortaçağ anıtları ile 1978’de doğal koruma alanı ilan edilen bölge, arkeolojik sit alanı niteliği kazandı. Ardından da tüm bu özelliklerinden dolayı UNESCO Dünya Miras Alanı olarak korunmaya değer evrensel kriterlerin dokuzunu birden karşılayan dünyadaki tek yer olarak arşivlere geçti. Arkeolojik değeri bir yana, Hasankeyf biyolojik çeşitlilik açısından da çok zengin bir yerleşim. Zira bölgenin topoğrafya ile uyumlu gelişen özgün makro-formu dışında, Bismil Ovası ve Dicle Vadisi ile kurduğu ekolojik koridor capcanlı bir flora ve faunaya sahip olmasını sağlamış.

Aynı zamanda tarımın ilk kez burada geliştirildiği de biliniyor. Arpa, kolza, keten, ıspanak, nohut gibi bilinen pek çok mahsul ilk kez bu bölgede yetiştirilmeye başlandı.

Baraj inşaatı sırasında patlatılan dinamitlerden yükselen dumanlar, 2017 | Fotoğraf: Barış Gün

Ilısu Barajı’nın dayattığı yıkım

Sayısız medeniyeti kucaklayan Hasankeyf’in yıkımı ise çatışmadan, yağmadan dolayı değil, modernleşmenin eliyle gerçekleşti. Dünyadaki en yıkıcı baraj projelerinden biri olarak gösterilen Ilısu Barajı, Hasankeyf gibi Dicle Vadisi’nin en önemli antik yerleşimlerinden birini gözden çıkararak planlandı.

Dicle Nehri üzerine planlanan barajın inşaatıyla Hasankeyf tamamen değişti. 2013 yılından itibaren bölgeyi belirli aralıklarla gezen biri olarak hem arkeolojik alanda yapılanlara hem de bölge halkının yaşamlarındaki değişime çok yakından tanık oldum.

Hasankeyf’e özgü tarihi mağara yerleşimleri, yukarı ve aşağı şehir olarak ayrılıyordu. Ayrıca vadi boyunca mağaraların yer aldığı yolun sonu çarşı alanına kadar ilerliyordu. Yukarı bölgeye çıkan iki farklı yol bulunuyordu. Bunlardan doğuya giden bölgede dört anıtsal kapı, batı kısmında ise Dicle Nehri’ne bağlanan tek bir kapı açıklığı olduğu belirtiliyor. Hasankeyf’in resmî internet sitesinde (hasankeyf.gov.tr) verilen resmi bilgilere göre sadece bu alanda yaklaşık iki bin kadar mağara ev bulunuyor. Hepimizin bildiği üzere yakın bir döneme kadar buradaki yerleşim yerlerine ziyaretçiler girebiliyordu.

Zaman içinde devlet baskısı halkın söylemlerine de yansıdı. Her ne kadar gitmek istemeseler de zorla dayatılan yaşam koşulları yüzünden geçim derdinin ve mücadelede yalnız kaldıkları hissinin ağır basmaya başladığını fark ettim

Hasankeyf’te eski yerleşim alanlarının tahliyesi için 2013’ten günümüze kadar yaşanan baskı sadece mekân kullanımında değil, aynı zamanda yöre halkının söylediklerinde de gözlemlenebiliyordu. İlk  gittiğimde baraj inşaatını sorduğunuzda Hasankeyfliler “Buralar bizim evimiz, taşınmak istemiyoruz. Elimizde Osmanlı tapuları var” derdi. Ancak zaman içinde devlet baskısının söylemlerine yansıdığını, her ne kadar gitmek istemeseler de zorla dayatılan yaşam koşulları yüzünden geçim derdinin ve mücadelede yalnız kaldıkları hissinin ağır basmaya başladığını fark ettim. Giderek kentin sular altında kalmasını onlar da kabullendi. Son zamanlarda “müze yapacaklar”, “dalgıçlık yapmayı öğreneceğiz”, “tekne turları yapacağız” gibi sözler duymaya başladım. Evet, on beş yirmi yıldır direnen bir halk elinden geleni ardına koymadı fakat zorla yerinden oldu. Baraj projesi sırasında Hasankeyf ve çevresinde sadece yüzde 5 civarlarında bir alanın arkeolojik kazısının yapılabildiği söyleniyor. Oysa keşfedilmemiş kalıntıların gün yüzüne çıkarılabilmesi için 50-70 yıl gerektiği düşünülüyordu. Ömrü 50 yılla sınırlı olan barajlardan gelecek kazanç ve üstü kapalı “güvenlik” gerekçeleri ile 12 bin yıllık kültürün önüne geçti.

Fotoğraf: Barış Gün

Demirel ile başlayan yeni yerleşim düzeni

Ilısu Barajı ve Hidroelektrik santral tartışmaları ilk kez 1950’lerde gündeme gelmeye başladı. 1960’lara kadar Hasankeyf’te yöre halkı yaşamlarının büyük çoğunluğunun Yukarı Şehir’de mağaralarda devam sürdürürken, altmışların ortasında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in ziyareti sonrası Aşağı Şehir’e geçiş ile değişim süreci başladı. Bu tarihten itibaren yalnızlaştırılma, gelecek korkusu, kimliksizleştirme, yerinden edilme, doğal düzeninin bozulması, canlı yaşamının yok olma tehlikesi bir yana, yerleşim bölgesini insansızlaştırma ve göçertme politikaları gündelik hâle geldi. Miras İzleme Girişimi’nin 16 Ocak 2021’de düzenlediği “Hasankeyf Miras İzleme Deneyimi” toplantısı konuşmacılarından sosyolog ve belgeselci Ali Ergül, 1950’lerde baraj inşaatından söz edilmeye başlandığı dönemden itibaren güvenlik söyleminin güçlendiğini ve bunun bir iktidar kurma aracı olarak devlet politikasına dönüştüğünü söylüyor.

1966’da Demirel’in bölgeyi ziyaret ederken Hasankeyf’te durup karşılaştığı insanların “ev” dediği yerin neresi olduğunu anlayamadığından bahsediliyor. Hatta “hani evleriniz? Burada hiç ev yok!” demesi üzerine insanlar mağaraları gösterince Demirel’in “bu devirde mağarada yaşanır mı? Size konut yapsak iner misiniz?” diye sorduğu ve olumlu yanıt aldığı anlatılıyor. Böylece 1972’de kale civarında yaşayan yöre halkı, 49 metrekarelik evlerden oluşan kayalıkların altındaki yeni yerleşim alanına geçiyor. Baraj için ön hazırlıklar yapılırken, 1981 yılında Yukarı Şehir birinci derece, Aşağı Şehir ise ikinci derece arkeolojik sit alanı olarak belirleniyor. Bundan tam bir yıl sonra da Ilısu Barajı projesi 1982’de kabul ediliyor. 1993’te çıkan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği’nden yatırım programına daha önce alındığı gerekçesiyle muaf tutuluyor. Birkaç sene içinde konsorsiyum kuruluyor, uzun bir süre finansman desteği için arayışlar devam ederken, eşzamanlı olarak baraj protestoları ve hukuki girişimler başlıyor.

Fotoğraf: Barış Gün

Hukuki mücadele ve yitirilen kültürel miras

2004 sonrası, yöre halkının yaşam alanları ile Hasankeyf’in doğal ve kültürel mirasının korunmasına yönelik ilk hukuki girişimler başladı. Avukat Murat Cano, Zeynep Ahunbay, Metin Ahunbay, Oluş Arık ve Özcan Yüksek’in öncülüğünde baraj inşaatının durdurulması için yasal yollara başvuruldu. 2006’nın Ağustos ayında yapılan Ilısu Barajı’nın temel atma töreninin ardından, “ekonomik ömrü 50-60 yıl olan bir baraj için binlerce yıllık bir tarihin yok edilmemesi, sosyal yapıya ve ekolojik sisteme bu kadar yıkıcı darbeler indirilmemesi gerektiği” şeklinde bir açıklamayla Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi çatısı altında bir araya gelen sivil toplum da bu çabalara katıldı. Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi’nin yanı sıra Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin korunması için çalışmalar yapan Doğa Derneği, bölgede toplam 199 yerleşim yeri ve 289’a yakın arkeolojik sit alanının sular altında kalacağını belirledi. Seksenin üzerinde sivil toplum kuruluşunun desteği ile hukuksuzluğun ulusal ve uluslararası görünürlüğü arttırıldı.

1972’de halkın yerleşim yerini değiştirmesi ve Yukarı Şehir’in (İç Kale) terk edilmesi sonrası mağaralar ve çevresi turistik bir alana dönüştü. 2010 yılında kaleden düşen kaya sebebiyle üst kale ve vadi boyunca mağaralara girişler ve işletmeler kapatıldı. Bunun sonucunda geçimini turizm ile sağlayan yöre halkı zor durumda bırakan adımlar çoğaldı. Ancak her ne kadar Avrupa Parlementosu’nun bölgeyi UNESCO Dünya Mirası ilan etme önermiş ya da Europa Nostra tarafından 2016 yılında Avrupa’nın “En Çok Tehlikede Olan 7 Kültür Mirası” listesine almıi olsa da, bu çabalar baraj inşaatını durdurmak için bir sonuç vermedi. Baraj çalışmalarıyla eş zamanlı olarak sürdürülen kurtarma kazıları, taşınmazların taşınarak korunması gibi koruma yöntemleriyle, dahası yerleşim alanının taşınması ve kamu binalarının yeni kurulan yerleşim yerinde hizmet vermeye başlaması ile birlikte geri dönüşü olmayacak bir yola girildi. Sivil toplum örgütlerinin düzenlediği çok sayıda eyleme rağmen mahkemelerden lehte bir karar çıkmadı. Son olarak 2019’da konunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamına girmediği kanaati ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başvurusundan olumsuz yanıt gelince hukuki süreç çıkmaza girdi.

Kültürel miras bilincinin henüz yerleşmediği bir toplumda miras savunuculuğu yapmak, sonucu ne olursa olsun alanda bilinçlendirici gelişmelere imkân sağlıyor

2019’da her ne kadar baraj çalışmaları tamamlanmış olsa da, baraj gölünde su tutulmasını önleme amacıyla mücadele son âna kadar devam etti. Bu amaçla Hasankeyf Koordinasyonu kuruldu. Koordinasyon’dan Mehmet Kızmaz, barajın etkilerinin sadece tarihi sitin sular altında kalmasından ibaret olmayacağı konusunda uyarıyor. “Baraj gölü oluşursa büyük bir bölgede iklimin değişmesi ve daha dengesiz bir yağış rejimi olması bekleniyor. Bu değişimden dolayı sağlık sorunları da artacaktır,” diyor Kızmaz. Baraj, kuraklıkla boğuşan Dicle Nehri’nin güneyindeki kentler için de çok kötü bir haber. Kızmaz, bu kentlerin suya erişiminden de sorumlu olduğumuzun altını çiziyor: “Ilısu Barajı’nın akış aşağı bölge üzerinde çok olumsuz etkileri olacak. Özellikle Bağdat ve Musul gibi çok sayıda Irak şehrinin içme suyu temininde ciddi sorunlar çıkacak ve büyük oranda nehirlerden sulamaya dayalı Irak tarımı büyük risk altına girecektir.” Tıpkı Ali Ergül gibi. Ergül, Basra sazlıklarının Irak’ta koruma altında olduğunu ve bölgede suyun yüzde kırk oranında düşmesiyle sazlıkları kurutacağı ve yaşamın sona ereceğini söylüyor.

Bugün, henüz yalnızca yüzey araştırmalarının yapıldığı 299’a yakın höyüğün baraj nedeniyle yok olduğu, kurtarma kazıları bitmeden alanların sular altında kaldığı biliniyor. Binlerce kişi doğup büyüdügü evlerden, kültürel geçmişinden koparılarak yeni yaşam modeline uyum sağlamaya zorlanıyor. Onlarca yıldır süregelen bu dayatmacı tutum, Avrupa ParlaKültürel miras bilincinin henüz yerleşmediği bir toplumda miras savunuculuğu yapmak, sonucu ne olursa olsun alanda bilinçlendirici gelişmelere imkân sağlıyor. Hasankeyf’in UNESCO Dünya Miras Alanı listesine alınması için başvuru yapılmaması ve yıkımın başlatılması, doğa ve kültürün korunmasının Türkiye’nin bir önceliği olmadığını açıkça gösteriyor. Yine de çıkacak her yeni karar, Hasankeyf’i savunma çabalarının sürmesi için bir umut anlamına geliyor.

Bu yıkımının hikâyesi, kültürel miras ile toplumsal bellek kıyımının durması, kültürel mirasa erişimin bir insan hakkı meselesi olduğunu daha yüksek sesle dile getirilmesine vesile olmalı. Koruma sorumluluğumuzu yerine getirmek toplum, kültür ve doğanın birbirinden ayrılamaz ilişkisini kabul etmekten geçiyor.

Kastamonu, Sinop ve Bartın’ı etkileyen sel felaketinde AFAD’ın açıkladığı son verilere göre 82 kişi hayatını kaybetti, 16 kişi ise hâlâ kayıp. Bir hafta önce her yerde tartışılan konu ise neredeyse unutuldu. Karadeniz’in “makus talihi” havası yavaş yavaş yerleşti. Böyle bakıldığını düşünüyorum çünkü bunun temel bir sebebi var: Ne bu tür taşkınların sebepleri ve etkilerinin neden arttığı yeterince ortaya çıkarılıyor, ne de yaşanan yıkım karşısında birileri hesap veriyor.

Yetmiş bir kişinin hayatını kaybettiği Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde sadece çöken Ölçer Apartmanı’nın müteahhidi Mehmet Özkan tutuklandı, onun dışında hiçbir soruşturma yapılmadı. Özkan ifadesinde “hepsini belediyeden onay alarak yaptım” derken, Özkan’ın avukatı Mehmet Tuna “şartları oluşmadığı halde rant için burayı imara açanlar sorumludur” diye ekleyecekti.

Sel nedeniyle ilçedeki araçların neredeyse tamamı zarar gördü. 15 Ağustos, 2021. Bozkurt, Kastamonu. | Fotoğraf: Fırat Fıstık

Polis, sadece 10-15 dakika önce uyarı yapıyor

Kastamonu Bozkurt’a taşkının üçüncü günü gittim. İlk vardığımda olağanüstü bir çabayla, ilçenin tamamını kaplamış balçıklar temizlenmeye çalışılıyor, harap olmuş evler, arabalar kaldırılarak ilçe normale döndürülmeye çalışılıyordu. Fakat kiminle konuşsam su seviyesinin yükselmesinden itibaren gereken uyarının yapılmadığından şikayet ediyordu. Öyle ki, taşkın yaşanmadan sadece 10-15 dakika önce polis anons yapmış, bu anonsun üzerine arabalarını kurtarmak için sokağa çıkanlar sele teslim olmuşlar. Binalar hızlı şekilde tahliye edilmemiş, yol kapanmış, mahsur kalanlar iki gün boyunca kendi hallerine bırakılmış…

Bozkurt’tan geçen Ezine Çayı’na ilişkin Orman Bakanlığı’nın 2019’da yayınladığı rapor açıkça taşkın uyarısında bulunuyor. Dere yatağına kurulan evler, yerleşim yerlerinin neredeyse Ezine Çayı’nın bitişiğinde bulunması bunca can kaybının temel sebeplerinden. Bir de buna, çay üzerindeki köprülerin kemerli yapılmak yerine betonla düz şekilde yapılması eklenince, su köprülerden yüksek basınçla merkeze giriyor ve 4-5 metreye kadar yükseliyor.

Ezine Çayı üzerinde kısmen yıkılan iki bina. 14 Ağustos, 2021. Bozkurt, Kastamonu. | Fotoğraf: Fırat Fıstık

Bölge halkı ne düşünüyor?

Bozkurt’ta yaşayanlardan biri sel anını “böyle afet ilk defa görüyoruz. Çöp atmaya çıkmıştım, polisler bangır bangır ‘Bayramgazi’de baraj, HES patlamış, evlerinizden çıkın’ dediler bize” sözleriyle aktarırken, konuştuğum bir kadın ise yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Üzerimdekilerle, pijamalarımla evden çıktım. İki bine yakın insan koşuyordu. Yukarıdan sel geliyor, alttan da yol kayıyor. Kastamonu yolunda arabalar sıkıştı. O göçen evleri sabaha kadar izledik. Ben hâlâ onun şokunu atamadım. Kız yurdu çöktü, hepsi çöktü. ‘Bizi kurtarın’ diyenler, çığlıklar…”

Bozkurt’ta 31 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin yüzde 53 oy almış,, MHP’nin oyu ise yüzde 42 olmuştu. Yani ülkeyi yöneten iktidarın yüzde 95 oy aldığı, 5 bin nüfusluk bir ilçeden bahsediyoruz. Taşkın sonrası arama kurtarma çalışmalarını gözlemlerken, bakanlarla da karşılaşıyoruz. Bakanların olduğu her yerde Bozkurt sakinleri isyan ediyor. Özellikle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum alanda bulundukları süre boyunca tepkilerden kaçamadılar.

Bir köşede itfaiye, AFAD, gönüllü ekipler balçık altından – ilçenin merkezini neredeyse 1-1,5 metre balçık kaplamıştı – hâlâ sağ olan insanları kurtarmaya çalışırken, bir taraftan da hayatta kalan Bozkurtlular kayıp yakınlarına ulaşma telaşında. Fakat çoğundan kötü haber geliyor. Sokaklardan geçen iş makinalarının, dozerlerin aralıksız sesi, itfaiye, ambulans sirenlerine, ağlayışlara ve çığlıklara karışıyor…

Yolların tamamı taşkın nedeniyle çamur ve balçıkla kaplandı. 14 Ağustos, 2021. Bozkurt, Kastamonu. | Fotoğraf: Fırat Fıstık

Geçmişe bakmak…

Karadeniz’in genelinde olduğu gibi Kastamonu ve Sinop ilk kez su taşkınlarıyla karşılaşmıyor. Her sene, özellikle Ağustos ayında yaşanan taşkınlar, bu sefer bir felakete dönüştü. Öyle ki, bir Bozkurtlu şöyle diyor: “Bozkurt, Bozkurt olalı böyle bir felaketle hiç karşılaşmadı.” Karadenizliler, Ağustos aylarını bu sebeple “ölü ay” olarak anarken, asıl sorulması gereken soru şu: Her yıl yaşanan bu taşkın, bu sene neden bu kadar büyük bir felakete dönüştü?

Sebebini düşünürken geçmişe bakmakta yarar var. Giresun Dereli’de geçen yıl bu zamanlarda dere taşmış ve 11 kişi hayatını kaybetmişti. Artvin Yusufeli, Trabzon Araklı yine ilk anda aklıma gelen sel felaketlerinden. Peki, ne yapıldı bunların ardından? Hiçbir şey.

Hiçbir şey diyorum çünkü merkezi yönetim ve ilgili belediyelerin bu felaketlerin ardından tek vaatleri daha sağlam binalar inşa etmek oluyor. Fakat dere ıslah projeleriyle, duvarlarla, HES’lerle her geçen gün hem suların özgürce akması engelleniyor, hem de verilen imar izinleriyle insanların canı hiçe sayılıyor.

Hesap verebilirlik açısından yapılan tek şey ise yıkılan binaların müteahhidini tutuklamak. Müteahhidin elbette önemli bir sorumluluğa sahip, ancak bu büyük resmin içindeki küçük bir parça. Diğer parçalar sorgulanmadıkça bu dev bataklık Artvin’de, Sinop’ta, Trabzon’da, Kastamonu’da karşımızda duruyor. Yeni felaketler yaşanmadan onlarla yüzleşmek ise hepimizin elinde.

Türkiye’deki yaşantımın son beş yılı, aile üyelerimin dönemsel ataklar halinde gelen sorularına karşın neden araba satın almayı mantıklı bulmadığımı açıklamakla geçti. Yazılı olmayan kurallara göre Türkiye’de bir insan doğuyor, büyüyor, okuyor ve iyi bir işe girdiğinde bir araba ediniyor, öncesinde ya da sonrasında evleniyor, işler yolunda giderse bir de ev alıyor. Bense ehliyetimi 18 yaşında almış olmama rağmen bir araba edinmeyi mantıklı bulmuyordum. Araba kullanmaktan keyif almıyordum. Zaten İstanbul gibi korkunç trafiğiyle meşhur bir kentte bir de kişisel aracınla trafiğe çıkmanın stres seviyesini ikiye katlayacağını düşünüyordum. Üstelik toplu taşıma araçlarında biri sizin yerinize aracı kullanırken bir şeyler okuyabilme, izleyebilme ya da uyuyabilme seçeneğini düpedüz ucuz bir lüks sayıyordum.

Tüm bunların yanında bir yerden bir yere gitmek için kullanmak zorunda kaldığıma sevindiğim tek araç bisikletti. Bisikletliler için hiç de dostane koşullar sağlamayan İstanbul trafiğine, yine aile üyelerimin “deli olmalı” anlamındaki bakışları altında, bisikletimle katılmayı tercih ediyordum. Böyle bir bilinçle çok geçmeden sadece kendim için değil, dünya için de bir şeyler yaptığımı düşünmeye başlamıştım ancak İstanbul gibi araç sayısının günden güne hızla arttığı bir kentte biz bir avuç bisikletlinin direnişi kentin karbon emisyonunu kurtarmaya yetecek gibi değildi. Üstelik koşullar ve politikalar da hiç bizden yana değildi.

2019 yılında Londra’ya taşınırken uçak bagajına valizimin yanında bir de bisikletimi verdim. Açıkçası Londra’ya taşınırken en heyecanlandığım şeylerden biri, bisiklet dostu bir kentte yaşamak ve İstanbul’a kıyasla bisikletimi gerçekten bir ulaşım aracı olarak kullanabilecek olmamdı. Londra’ya geldiğimde ise bisikletle daha konforlu bir gündelik yaşama kavuşurken, Londra’nın nasıl da otomobil dostu bir şehir olmadığını hayretle fark ettim. Araç park alanlarının kısıtlılığı kadar şehrin dört bir yanında işleyen düşük emisyon uygulamaları durumu benzinli araçların aleyhine çeviriyordu.

Nida Dinçtürk, Londra

2019’da 27 kilometre yol araç trafiğinden arındırıldı ve 2041’de başkentteki tüm yolculukların yüzde 80’inin yürüyerek ya da bisikletle yapılması isteniyor. Şu an bu rakam yüzde 63

Karbon emisyonu ile mücadelede dünyanın en iddialısı

Küresel iklim krizinin en büyük öncüllerinden biri olan karbon emisyonuyla mücadelede İngiltere oldukça iddialı bir ülke. 2019 yılında, Teressa May iktidarında İngiltere karbon emisyonunu sıfıra indirme sözü veren ilk G-7 ülkesi olmuştu. Bu hızlı reflekste belki tarihinde aşırı kömür kullanımına bağlı olarak kitlesel ölümler kaydetmiş bir ülke olması, belki de dünyayı en çok kirleten 20 ülkeden biri olmasının etkisi vardı. Takvimler 2020 yılını gösterdiğinde ise yeni başbakan Boris Johnson daha yakın tarihli bir iddia ortaya koyup 2030 yılı sonunda karbon emisyonunu en az yüzde 68 azaltmayı hedeflediklerini açıkladı.

Bununla beraber hükümet Birleşik Krallık’ta, 2030 yılına kadar benzin ve dizel yakıtlı yeni araç satışını yasaklayacağını duyurdu. Bu sürece kadar tüm araçların yerini elektrikli araçlara bırakması planlanıyor ve elektrikli araç kullanımı teşvik ediliyor; şehrin dört bir yanına araç şarj istasyonları yerleştiriliyor. Hatta geçtiğimiz Mayıs ayında, İngiltere’deki araç şarj istasyonlarının sayısının arttırılması çalışmaları 300 milyon sterlinlik bir fonla desteklendi. Bu değişime, birçok otomobil firması da uzun dönem kiralama gibi düşünülebilecek ‘abonelik sistemleri’ni araçları elektrikli ikamelerine geçiş yapılabilecek şekilde düzenleyerek katılıyor. Kurumsal firmaların da araçlarının dönüşümü için yaklaşık 12 milyar sterlinden fazla harcama yapması bekleniyor.

Londra’da egzoz sesi de dumanı da azalıyor

Dokuz milyonluk nüfusuyla Londra, İngiltere’de karbon emisyonunun en yüksek olduğu yer. Fosil yakıtlara dayalı ulaşım seçenekleri, Londra’nın iklim kriziyle mücadele planında hedef belirlenen ilk ‘düşman’ gibi görünüyor. İngiltere’nin düşük karbon emisyonu iddiasına, Londra’nın belediye başkanı Sadıq Khan agresif bir aksiyon planı ekledi. 2019 yılında uygulamaya alınan Ultra Low Emission Zone (ULEZ), şehrin çeşitli noktalarına fosil yakıtlı araçların girişini kısıtladı ve ücrete tabi kılarak bir nevi caydırma politikası izlenebilmesini sağladı. Şehri karbon emisyonundan arındırma planı, sınırlarını giderek genişletiyor. Bu politika gereği, araçlar boyutlarına göre 12,5 sterlinden 100 sterline kadar varan ücretlerle karşılaşabiliyor ve sistem asla mola vermiyor, 7/24 çalışıyor.

Pandemide bisiklet trafiği gözle görülür düzeyde artmıştı. Normalleşmeyle beraber Londralılar iyiden iyiye daha fazla bisiklet kullanıyorlar

Tüm bunların öncesinde de Khan’ın şehir politikası gereği, şehir merkezinden başlayarak araç girişinin yasak olduğu sokak ve cadde sayısı artıyordu. Buna göre 2019’da toplamda 27 kilometre yol araç trafiğinden arındırıldı ve yine bu hedef doğrultusunda 2041’de başkentteki tüm yolculukların yüzde 80’inin yürüyerek ya da bisikletle yapılması isteniyor. Şu an bu rakam yüzde 63. Khan, bu planı sadece karbon emisyonunu azaltmak için değil, yayaların şehirde güvenli ve huzurlu biçimde dolaşabilmeleri için de önemsiyor. Bu planı desteklemek üzere şehirdeki bisiklet yollarının neredeyse kesintisiz uzayıp gittiğini ve şehir içindeki bisiklet kullanımını arttırmak için işlek noktalara kiralanabilir bisiklet istasyonları kurulduğunu da not etmek gerek.

Fotoğraf: Daria Shevtsova

Peki, kişisel araç kullanımını azaltmakta ve araçların dönüşümünü teşvik etmekte oldukça başarılı görünen bu plan, toplu taşımada nasıl işliyor? Londra’nın taksi ve otobüs filosu da yavaş yavaş yerini elektrikli araçlara bırakıyor. Bununla beraber, Uber gibi alternatif ulaşım sistemleri de bu politikaya sadakatle uyum sağlıyor.

2020 yılının başı itibariyle İngiltere’yi de pençesine alan koronavirüs pandemisi karbon emisyonunun azaltılması ve bisiklet kullanımının artışı için neredeyse bir fırsata dönüştü. Hiçbir zaman sokağa çıkma yasağının uygulanmadığı Londra’da otobüs şoförlerini koruyabilmek için aylar boyunca otobüslerin ön kapıları kullanım dışı bırakıldı ve aslında otobüsler bir süreliğine ücretsiz oldu. Buna rağmen, henüz normalleşme adımları atılmamışken bile şehirdeki bisiklet trafiği gözle görülür düzeyde artmıştı. Normalleşme adımlarıyla beraber Londralılar iyiden iyiye daha fazla bisiklet kullanmaya başladılar. Hatta hükümet, pandemide açıkladığı yardımlara bir 50 sterlinlik bisiklet onarım desteği ekleyerek bu krizi neredeyse bisiklet kullanımını yaygınlaştırmak için bir fırsata çevirdi.

Dünya’nın en büyük metropollerinden biri olan Londra, tamamıyla karbonsuz hava sahasına dönüşmek için emin adımlarla ilerliyor ve büyük iddiasında yanılmamak için işini şansa bırakmıyor. Avrupa Çevre Ajansı’nın verileri tüm bu çabaların bir sonuca ulaşabileceğine dair umut vaat ediyor.

Altın Kemer Plajı’nın 2012’de İzmit Körfezi’nin Mavi Bayrak sertifikası alan ilk plajı haline gelmesi vaktiyle bir “mucize” olarak değerlendirilmişti. Kocaeli’nin Karamürsel ilçesinde, Hereke ve Dilovası kıyılarının tam karşısında bulunan bu plaj daha geçtiğimiz sene yeniden Mavi Bayrak almaya hak kazandı. Altın Kemer, “deniz salyası” olarak adlandırılan müsilajla kaplanan ilk sahillerden biri oldu.

Peki, Marmara Denizi gibi kapalı bir denizde, Türkiye’nin doğaya en fazla kirlilik yayan sanayisinin bulunduğu dar bir körfezindeki bir plaj nasıl oldu da 2020’de Mavi Bayrak kriterlerine uygun görüldü? Deniz geçen sene temizdi ve bütün kirlilik bu sene mi su yüzüne çıktı? Yoksa denizin “öldüğü” bilinirken kamuoyuna bunun tersi mi vaat ediliyordu? Bu teşhislerden hangisi doğru?

Marmara Denizi kıyısında sanayi tesisleri ve nüfus yoğunluğundan kaynaklı deniz kirliliği bugüne mahsus bir durum değil. Belki de, kirliliğin boyutunun idrak edilebilmesi için müsilaj oluşması gerekiyordu. Bugün karşı karşıya kaldığımız asıl soru, bundan sonra nelerin değişeceği. Birçok aktörün çatışan çıkarlarından, Marmara Denizi’ni korumak için nasıl bir yol haritası ortaya çıkarılabilecek? Şayet bir yol haritası ortaya çıkarsa, masadaki farklı aktörleri ikna edebilmek amacıyla her zamanki, alışılagelmiş tavizlerden verilecek mi?

Kapsamlı bir yol haritası belirlemeye doğru atılan ilk adım, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un açıkladığı 22 maddelik Marmara Denizi Koruma Eylem Planı. Ancak bu eylem planında alınması vaat edilen tedbirlerin büyük bölümünü, kamu kurumları tarafından çoktandır hayata geçirilmesi gereken temel uygulamalar oluşturuyor. Tüm bu eksiklikler kamuoyu baskısı olmadan en basit adımların dahi atılamayacağını ortaya koyuyor.

Müsilaj kirliliğinin ortaya çıkmasından bu yana çok sayıda söyleşi, görüş, öneri ve rapor kamuoyuna yansıdı. Son olarak 18 Haziran’da İstanbul Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü öğretim görevlileri tarafından kapsamlı bir değerlendirme yayınlandı. Haftalardır Marmara Denizi’nin ortalamanın çok üzerinde ısınması, derin deniz deşarjı, tür çeşitliliğinin azalmasıyla ekolojik dengenin yitirilmesi gibi çok sayıda olguyu konuşmaya başladık. Bugüne kadar yayınlanan söyleşiler ve raporlar ışığında, bakanlığın 22 maddelik eylem planını temel alarak yetkililerden ve deniz kirliliğinde en büyük pay sahibi aktörlerden cevap bekleyen soruları derledik.

 

denizhaber.net adlı sitede 2008 yılında yayınlanan bir haber. | Görsel: Ekran görüntüsü.

➀ Müsilaj bugüne kadar neden ciddiye alınmadı? Yarın ciddiye alınacağına neden güvenmeliyiz?

Bakanlığın sunduğu planda müsilajla mücadele için öncelikli olarak Marmara Belediyeler Birliği bünyesinde Bilim ve Teknik Kurulu adında bir yapının oluşturulması ve bir “Stratejik Plan” hazırlanması öngörülüyor. Oysa ne Marmara’daki kirlilik ne de müsilajın oluşmasındaki etkenler yeni.

Çıkan haberlerden, özellikle 2007-2008 yıllarında Marmara Denizi’nde ciddi seviyede bir müsilaj oluşumunun yaşandığını öğrendik. Marmara Denizi’ndeki biyoçeşitlilik ve kirlilikle ilgili 2000’li yıllardan itibaren başlayan, meydana gelen müsilaj oluşumu sonrasında hızla artan kapsamlı çalışmalar var. İstanbul Üniversitesi öğretim görevlileri Neslihan Balkıs-Özdelice ve Seyfettin Taş ile Kocaeli Üniversitesi’nden Halim Aytekin Ergül’ün Türkiye Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) tarafından 2016’da yayımlanan Marmara Denizi’nde zararlı alg patlaması (HAB) ve müsilaj oluşumu (Harmful algal blooms (HABs) and mucilage formations in the Sea of Marmara) adlı çalışması aralarındaki en güncel örneklerden biri. Makalede müsilaj oluşumunda pay sahibi biyolojik türler ve tek hücreli canlılarla ilgili bilgiler verilirken, Marmara Denizi’nde hangi zararlı algların saptandığı listelenmiş ve bunların her geçen yıl artacağı öngörülmüş. TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’nin (MAM) başı çektiği Denizlerde Bütünleşik Kirlilik İzleme Çalışması’nda da erişilmek istenen hedeflerden biri olarak “alg-fitoplankton patlamaları ve müsilaj oluşumları için riskli alanların belirlenmesi” gösteriliyor.

İyi haber, politika oluşturabilmek için bir birikimin olduğu. Kötü haber ise bu girişimlerin akıbetini çoğu zaman kısa vadeli ekonomik çıkarların dikte etmesi. Bahsedilen stratejik planda bu araştırmalara dayalı olarak somut ve ölçülebilir politika değişiklikleri ortaya konacak mı, yoksa Türkiye’de çoğu zaman olduğu gibi kötüye gidişatın yavaşlatılması ile mi yetinilecek?

 

Hacı Aktif Mahallesi, İstanbul-İzmit yolu, 2019. | Fotoğraf: Ümit Yıldırım via Unsplash.

➁ Marmara’nın tamamı koruma alanı olarak belirlenirse sanayi ve yapılaşmadan vazgeçilecek mi?

Bakan Kurum’un açıkladığı eylem planının en dikkat çekici vaatlerinden biri 3. maddede yer verilen Marmara’nın tamamının koruma alanı ilan edilmesi. Eğer bakanlığın bu vaadi Marmara Denizi kıyılarının Tabiat Koruma Alanı gibi yasal bir statü kazanması anlamını taşıyorsa, bu durum gerek kentleşme gerek sanayinin tabiat varlıklarının korunmasına ilişkin mevzuata tabi olmasını gerektirir.

Kentleşme bir yana, Tüpraş rafinerisi, petrokimya fabrikaları, tersaneler, limanlar ve termik santrallarla çevrili bir alan, bunların doğaya etkisinden bağımsız bir şekilde korunabilir mi? Doğayı kirletenlere ciddi yaptırımlar uygulanır mı, hatta sanayinin Marmara havzasından başka bir bölgeye taşınması gündeme gelir mi?

 

degisenkocaeli.com adlı haber sitesinde 2018 yılında yayınlanan bir haber. | Görsel: Ekran görüntüsü.

➂ Belediyeler somut bulgulara dayalı ortak bir söylem geliştirebilir mi?

Belediyeler yıllardır Marmara Denizi sularının temiz ve yüzmeye uygun olduğu, biyoçeşitliliğin arttığı ve avlanılan balıkların dileyenler tarafından tüketilebilineceğine dair bir söylem benimsiyor. Örneğin, 2018’in Eylül ayında İzmit açıklarındaki sualtı yaşamını belgelemeye yönelik fotoğraf ve video çekimlerine katılan dönemin Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun İzmit Körfezi’ne “tam not” verdiğini okuyoruz. Karaosmanoğlu’nun Değişen Kocaeli sitesinde yayınlanan haberdeki açıklamaları şu şekilde: “Özellikle İzmit Körfezi’nin arıtılmasına yönelik verdiğimiz çetin mücadele Türkiye’ye örnek ve model oldu. Bu noktada en büyük atılımımız; Karamürsel’den Darıca’ya kadar İzmit Körfezi’nde atıksu kolektör hatları inşa etmek oldu. Sadece 2017 yılında 123 milyon m3 atıksu arıttık. Körfezimizin akvaryum gibi balık ve yaşam çeşitliliğin artması için çok çalıştık.” Karaosmanoğlu’nun belediye başkanlığı görevini 2004 ile 2019 yılları arasında 15 yıl boyunca sürdürdüğünü belirtelim.

Marmara kıyısının en kirli bölgelerinden bir olan Ambarlı Limanı’nın yanı başında bulunan Avcılar sahilinde halk plajı kurma çabası da benzer bir örnek olarak gösterilebilir. Dün halk plajı açmaya çalışıldıysa, nasıl oluyor da bugün denizi temizlemek için büyük bir seferberlik ilân edilebiliyor? Marmara Denizi’nin İstanbul kıyıları insanların girip yüzebileceği kadar temiz miydi, yoksa deniz yıllardır bakıma muhtaçtı ve belediyeler kirliliğe göz mü yumuyordu? Marmara Belediyeler Birliği bünyesinde oluşturulacak olan Bilim ve Teknik Kurulu, somut verilere ve bulgulara dayalı, ortak bir söylem geliştirilmesini sağlayabilir mi?

 

İstanbul’un Tuzla ilçesinde bulunan İleri Biyolojik Atık Su Arıtma Tesisi. | Fotoğraf: İSKİ

➃ Atıksu arıtma tesisleri yeterli mi? Marmara’daki kirlilik yalnızca atıksuların arıtılmasıyla önlenebilir mi?

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun alıntılanan açıklaması deniz kirliliğini önleme çabalarının temelinde atıksu arıtma tesislerinin olduğunu ortaya koyuyor. Bakanlığın eylem planındaki beş madde atıksu arıtma tesislerine ilişkin çeşitli vaatler içeriyor. Ancak kullanılan ifadeler muğlak. Bugüne kadar arıtmanın bazı durumlarda “göstermelik” olduğuna dair iddialar nedeniyle hangi yeni teknolojilerin kullanılacağına ilişkin daha fazla bilgi de şart. Mesela Sıfır Sıvı Deşarjı (ZLD) denilen ve arıtılan atıksulardaki tehlikeli kimyasalların suya karışmasını önleyen teknolojiler uygulanacak mı? Bunun gibi teknolojilerin gelişmesi için farkındalık özellikle Greenpeace’in tekstil sektörüne yönelik “Detoks” kampanyası kapsamında artmıştı.

Bakan Kurum, Sıfır Atık’tan bahsederken hep çöplere değiniyor. Oysa atık, çöpten ibaret değil. Acaba “Sıfır Atık” adı verilen kampanya denizlere sıfır kimyasal atık deşarjını gündemine alır mı? Eğer petrokimya sanayinin atıkları önlenemiyorsa, bakanlık bu fabrikaların başka yere taşınmaları için bir çalışma yapmaya hazır mı?

 

Kocaeli’nin Dilovası ilçesinden geçen Eynerce deresi. | Görsel: Gebze Yenigün Gazetesi, “Dilovası Eynerce Deresi temizleniyor” başlıklı haberden ekran görüntüsü.

➄ Endüstriyel atıklar ve deşarj: Yaptırım olmadan nasıl önüne geçilebileceği düşünülüyor?

Eylem planının en büyük eksiklerinden biri caydırıcılık. Örneğin, 15. maddede derelerin kirliliğine dair alınacak tedbir olarak şu vaat öne çıkarılıyor: Marmara’yla ilişkin havzalarda dere yataklarına yapay sulak alanlar ve tampon bölgeler oluşturularak kirliliğin denize ulaşması önlenecektir.

Bu maddeden derelerin kirletilmesine yeşil ışık yakıldığını anlamak pekâlâ mümkün. Özellikle Ergene nehri ve Dilovası’ndaki Eynerce deresi gibi kimyasal foseptiklere dönüşmüş su yolları varken, sanayi kirliliğinin derelere boşaltılmasının önlenmesine yönelik herhangi bir adımın gündeme alınmaması endişe verici. Devlet yine iş dünyasını rahatlatmak için bütün sorumluluğu yüklenmiş gibi görünüyor. Bu kirliliğe yol açanlara herhangi bir yaptırım uygulanacak mı? Buradaki sanayiler şeffaf, hesap verebilir ve ihlallerin saptanması hâlinde ağır cezalar içeren denetimlere tabi tutulacak mı?

 

Ergene Havza Koruma Eylem Planı kapsamında arıtılmış endüstriyel atıksuların bir boru hattı vasıtasıyla toplanarak Marmara Denizi’ne deşarjını sağlayacak Marmara Derin Deniz Deşarj Hattı, 2019. | Fotoğraf: Tarım ve Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü.

➅ Sanayi kirliliği sonucu doğaya salınan kimyasallarla ilgili veriler var mı? Varsa, açıklanacak mı?

Marmara Denizi’nin kirlenmesinde tek etken kuşkusuz sanayi kirliliği değil, ancak yapılan değerlendirmelerde sanayi kirliliğinin boyutu ile ilgili somut verilere ulaşamıyoruz. Ayrıca sanayicilerin son yıllarda giderek artan çevreci görünme çabası, sorumluluktan kaçınmalarına da sebep olabilir. En azından, sanayicilerin plastik üretiminin sürekliliğini sağlamanın bir yolu olarak geri dönüşüm ve çöp toplama girişimlerinde yer almaları son yıllarda giderek artan bir çıkar çatışması ya da bulanıklığı yaratıyor.

Buna örnek olarak Rahmi Koç’un başkanlığında kurulan Deniz Temiz Derneği ya da TURMEPA’nın dergisinin müsilajla ilgili sayısı gösterilebilir. Nitekim Tüpraş, Aygaz, Opet, Henkel, Enka gibi firmaların desteğiyle çıkarılan dergide, müsilaja dair kaleme alınan yazıda “müsilajın ana sebebi evsel atıklar” ve “iklim değişikliği ve insan baskısı sebebiyle bu durum tekrarlanabilir” gibi başlıklar tercih edilmiş. Oysa Zeynepgül Alp’in Gezegen için hazırladığı haberde alıntılanan uzmanlar Marmara’nın sularının ısınmasının en önemli nedeni kirlilik olarak gösteriyor. TURMEPA’nın Acil Eylem çağrısında her ne kadar endüstriyel atıkların ciddi bir kirliliğe yol açtığı kabul edilse de, temel sorun olarak arıtma tesislerinin kapasitesinin yetersizliği öne çıkarılıyor. Denizcilik sektörü haricinde iş dünyası paydaşlar arasında sayılmıyor bile.

Peki, petrokimya sanayinin merkezi olan Marmara’da bu firmaların, bahsedilen derelere dahil olmak üzere saldıkları ve deşarj ettikleri atıklar ölçülebiliyor mu? Cevap evet ise ölçümler açıklanır mı? Hayır ise ölçmek için gerekli adımlar atılacak mı?

 

Kanser yapıcı kimyasalları tespit etmeyi amaçlayan projeye ilişkin bulguları kamuoyuyla paylaştığı için hakkında dava açılan Bülent Şık’ın ilk duruşmasında yapılan basın açıklaması, 7 Şubat 2019. | Fotoğraf: Evrensel Gazetesi.

➆ Şeffaflık ve hesap verebilirlik nasıl sağlanacak?

Gerek ölçümlerin kamuoyuyla paylaşılması, gerekse yaptırım konusu şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerinin tavizsiz bir şekilde uygulanmasını gerektiriyor. Oysa bundan sadece üç yıl önce, gıda güvenliği uzmanı Bülent Şık Cumhuriyet gazetesinde Sağlık Bakanlığı tarafından 2011-2016 yılları arasında “Kocaeli, Antalya, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli İllerinde Çevresel Faktörlerin ve Sağlık Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi Projesi” adı ile yürütülen ve kendisinin de kısmen dahil olduğu projenin sonuçlarına ilişkin bilgiler paylaştığı için yargılandı. Dava açıldıktan sonra TTB tarafından Sağlık Bakanlığı’na yöneltilen sorulara hâlâ cevap verilmiş değil.

Eğer bugün Marmara Bölgesi’nde kanserojen kimyasallarla ilgili bir araştırmanın sonuçları kamuoyuyla paylaşılmıyorsa, dahası bu bilgileri yayınlayan Şık mahkeme tarafından 15 ay hapis cezasına mahkûm edildikten sonra Bölge Mahkemesi’ne yapılan itiraz sonucu ancak beraat edebildiyse, Marmara’daki kirlilikle ilgili hangi biliminsanı ve araştırmacı veri paylaşırken kendini güvende hissedebilir? Şeffaflık olmadan hesap verebilirlik beklemek iyimserlikten öteye geçmiyor.

 

Sıfır Atık projesi kapsamında şehirlerde yaygınlaşan atıkların kaynağında ayrıştırılmasını sağlayan çöp kutuları.

➇ Sıfır Atık uygulamaları yeterli bir çözüm mü?

Bakan Kurum’un vaatlerinden biri de 2017’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın öncülüğünde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından başlatılan Sıfır Atık Projesi’nin Marmara genelinde uygulanması. Müsilaj, Sıfır Atık Projesi’ne de yeni bir görünürlük katmış gibi. Ancak Sıfır Atık Projesi, atık üretimin azaltılmasından ziyade atıkların geri dönüşümü üzerine kurulu. Kimyasal ya da hafriyat atıklarını kapsayan bir çözüm önermiyor. Bilakis, petrokimya, plastik ve geri dönüşüm sanayisinin sürekliliğini sağlayacağından ters etki yaratması bile söz konusu. Ayrıca, Sıfır Atık projesinin en kritik eksiklerinden birisi de veri elde etmek için herhangi bir çaba ortaya konmaması. Bu kısıtlı haliyle Sıfır Atık uygulaması yeterli mi?

 

Yılın 12 ayı Boğaz’da yaşayan yunusların sayıları gün geçtikçe azalıyor. | Fotoğraf: Arda Tonay, Türk Deniz Araştırma Vakfı (TÜDAV)

➈ Aşırı avlanmayla ilgili ne gibi tedbirler alınacak?

Bakanlığın eylem planında balıkçılıkla ilgili en önemli vurgu hayalet ağların temizlenmesi. Ancak, uzmanlara göre kirlenmenin yanı sıra aşırı avlanma Marmara Denizi’ndeki biyoçeşitliliğin azalmasının sebeplerinin başında geliyor. Aşırı avlanma bazı canlıların besin bulamamasına ve ekolojik dengenin kaybolmasına yol açıyor. Emrah Temizkan’ın Gezegen için hazırladığı haberde okuyabileceğiniz üzere, özellikle yunuslar gibi sayıları azalan deniz canlıları için aşırı avlanma büyük bir tehdit oluşturuyor. Marmara Denizi’nin koruma alanı olması öngörülüyorsa, balıkçılıkla ilgili kısıtlamalar biyologların denetiminde daha sıkı hâle getirilecek mi?

 

Saros’ta yapılmasına başlanan doğalgaz limanına karşı yurttaş hareketlerinin tepkisi dinmiyor.

⑩ Kirlilikte termik santralların etkisi nedir?

Marmara Denizi’nin kirlenmesinde ve ısınmasındaki en büyük etkenler arasında termik santraller de gösteriliyor. MAREM raporlarında termik santrallardaki soğutma çalışmalarının bugünkü kirlilikteki etkisi ile ilgili çok sayıda ayrıntı var. Yetmiyormuş gibi Saros körfezine BOTAŞ’ın doğalgaz limanı inşa ediliyor. Termik santralların yol açtığı kirlilikle ilgili herhangi bir çalışma var mı? Termik santralların Marmara Denizi kirliliğindeki doğrudan ve dolaylı etkisi nedeniyle, belirlenecek yol haritasında yenilenebilir enerjilere daha fazla yatırıma yer vermek düşünülür mü?

 

Yetkililer müsilajı Kanal İstanbul’u olumlu bir proje gibi göstermek için bir fırsat olarak kullanıyor.

⑪ Kanal İstanbul’un inşaatı müsilajı ve Marmara Denizi’ndeki kirliliği nasıl etkiler?

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu’nun müsilaja çözüm olarak Kanal İstanbul’u göstermesinin ardından Sabah gazetesinde Kanal İstanbul bu kez atıksu sorununa da çare gibi sunuldu. VOA’ya açıklamalarda bulunan deniz bilimci Cemal Saydam, Kanal İstanbul’un Marmara Denizi’nin alt tabakasında hidrojen sülfür yoğunluğunu artıracağını ve “yalnız Marmara Denizi değil Marmara Bölgesi elimizden gideceğini” söylüyor. Bu durumda, Kanal İstanbul’un etrafına bina edilecek bir yol haritası ne kadar gerçekçi? Ayrıca inşaattan çıkacak devasa hafriyat ve inşaat atıklarının su havzalarına ve dolaylı olarak Marmara Denizi’ne etkisinin ne olacağına dair bir çalışma var mı?

 

Müsilaj sorunu ve daha genel olarak Marmara Denizi’nde geriye dönüşü olmayan seviyelerdeki kirlilik şapkayı önümüze koyup düşünmemizi gerektiriyor. Bugüne kadar ortaya konan yaklaşım Türkiye’de aslolanın inşaat sektörü ve sanayinin çıkarları olduğunu apaçık ispatlar nitelikteyken, ancak göz boyamanın ötesine geçen, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerine dayalı bir iklim ajandası bu boyuttaki sorunlara çözüm üretebilir. Sunulan Eylem Planı’nda böylesine bir iradeye işaret eden herhangi bir vaat göremiyoruz. Şeffaflık ve hesap verebilirliğin artabilmesi için birçok ülkede olduğu gibi önce Paris Anlaşması onaylanıp, net sıfır emisyon gibi somut hedefler konarak köklü değişikliklere gidilmesi şart.

Evlerimize kapandığımız ve kendi içimize döndüğümüz pandemi sürecinde, gıdaya dair farkındalığımız arttı demek pek yanlış olmaz. Bir yandan sokağa çıkma yasakları, sosyal mesafe koruma kaygısı ile gıdaya erişim ön plana çıkarken, “peki hangi gıdaya ve ne pahada?” sorusu daha önemli hâle geldi. Güvenilir, zehirsiz, organik, doğal, temiz ve ekonomik gıdaya erişim ihtiyacı ve hakkı, her ne kadar yeni bir gündem değilse de, pandemi sürecinde daha da belirginleşti ve kitleselleşti. Gıda ihtiyacımızın temini hızlıca dijitalleşirken, dış dünyayla kalan en önemli fiziksel bağlantımız market ve pazar alışverişleri oldu. Karantinanın başlangıcında, 2020’nin Mart–Nisan aylarında kapalı olan semt pazarlarının gıda bölümleri bir süre sonra yeniden açıldı. Üç ay kapalı kalan tekstil-hırdavat bölümlerinin de açılmasıyla birlikte birçok pazar tam kapasite çalışmaya başladı. Market alışverişleri, temkinli, hızlı ve planlı bir şekilde yapılırken; tanışıklığa, sohbete ve iletişime dayalı pazarlar, insanların bir araya gelmeyi sürdürdüğü yegâne ortak kamusal alanımız.

Pandemi sürecinde yeniden gündeme gelen gıda güvenliği ve olası bir gıda krizi üzerine tartışmalar, üretici pazarlarının, kent bahçeciliğinin, Yedikule bostanları gibi kent-içi tarımsal alanların korunmasının, yeni dijital dayanışma mecralarının, gıda toplulukları ve tüketici kooperatiflerinin Türkiye’nin tarım politikası açısından önemi daha da belirgin hâle geliyor. Üretici ya da çiftçi pazarları doğrudan üreticiyi ve tüketiciyi bir araya getirerek gıda güvenliğini korumaya alırken, aracılık eden kişi ve kurumları sahneden çıkarıyor. Böylece hem üretici hem tüketiciyi destekleyecek sürdürülebilir bir model sunuyor. Şu an İstanbul’da beş adet faal üretici pazarı bulunuyor. Ayrıca, gıdaya dair kaygıların had safhaya çıktığı bir dönemde mevcut ve yerleşik semt pazarlarının oynayabileceği rol azımsanamaz. Her semtimizde bir, hatta çoğu zaman iki gün kurulan, Türkiye’nin yaygın bir mekânsal ve kültürel bir kent örüntüsü olan semt pazarları sürdürülebilir gıda dolaşımını sağlamak adına nasıl bir model oluşturuyor? Semt pazarları kültürel, çevresel ve toplumsal anlamda “üçboyutlu” bir sürdürülebilirlikte nasıl bir etkiye sahip olabilir?

Tanışıklığa, sohbete ve iletişime dayalı pazarlar, insanların bir araya gelmeyi sürdürdüğü yegâne ortak kamusal alanımız

İleriye dönük bu soruların izine düşmeden, öncelikle günümüz pazarlarına dair bazı soruları sormamız gerekiyor: Bizim gıdaya erişimimizde semt pazarları nasıl bir yer tutuyor? Semt pazarları, gıda güvenliği anlamında güçlü bir toplumsal alternatif olarak karşımıza çıkıyor mu? Artık karşı koyamayacağımız bir şekilde bir zorunluluk olan sürdürülebilirlik açısından ele alındığında semt pazarları nerede duruyor? Üreticilerin emeğinin karşılığını sağlıyor mu? Taze, mevsimsel ürünlere daha uygun fiyatlarda ulaşılabiliyor mu? Üretici ve tüketiciyi yakınlaştırıp, tedarik zincirinde aracıların bertaraf edilmesini sağlıyor mu ya da ne ölçüde yapabiliyor? Bu sorular aklımızda, tezgâhların arasında bir yolculuğa çıkalım.

İstanbul pazarlarında satılan gıda ürünleri nereden geliyor?

Beykent Çarşamba pazarında sebze tezgâhında buluştuğumuz Mustafa Karaca, yaklaşık 30 senedir Tarihi Surdibi Bostanları’nda çalışıyor. Yemyeşil ve taptaze bir sebze tezgâhı burası. Herkesin ona seslendiği üzere Mustafa abi haftada üç gün İstanbul semt pazarlarında satış yapıyor, geri kalan günlerde ise bostandaki üretime odaklanıyor. Üç kardeş ve eşleri, birlikte üretim yaptıkları bostan yerinde işçi çalıştırmıyorlar. Bostanda yetiştirdikleri pazı, soğan, kara lahana, maydanoz, dereotu başta olmak üzere belirli miktardaki ürünü pazarda satışa sunuyorlar. Fakat bostandan gelen ürünler tezgâhın yaklaşık yüzde 30’unu oluşturuyor. Kalan sebze ve meyveyi ise İstanbul Hali’nden getirtiyor.

Esenyurt Beygâh Pazarı. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Semt pazarlarında satılan gıdaların nereden ve nasıl temin edildiğine dair genel bir resim çizecek olursak, ürünlerin yüksek oranda halden temin edildiğini söyleyebiliriz. Fakat, Mustafa abi gibi bir kısmı dahi olsa bostanda yetiştiren çiftçilerin ürünlerinin yer aldığı tezgâhlar da mevcut. Aslında 1500 yıllık tarihi bir tarım alanı ve kültürel miras olan Yedikule Bostanları defaatle tahribat ve yok olma tehlikesiyle karşılaştı. 2013 senesinde ansızın molozlar döküldü, 2016 yılında Fatih Belediyesi şantiye inşaatı başlattı ve 2018’de otopark projesi gündeme geldi. Tarihi Yedikule Bostanları Koruma Girişimi’nin gösterdiği mücadele sayesinde uğradığı erozyon bir nebze yavaşlasa da bu kültürel-kentsel miras, henüz tam anlamıyla korunma altına alınmış değil. Üstelik her geçen gün yeni tehlikelerle karşılaşmaya devam ediyor: “Her şeyin bir zorluğu olduğu gibi bunun da var. Üretmek, çiftçilik zordur, kolay değil. Zorluktan geldiğimiz için sarılıyoruz işe. Hem bostan, hem pazar aynı anda, bazen destek işçi almamız gerekiyor, yetişemiyoruz. İşçi tutsak bile, bırakmıyoruz tezgâhımızı. Oğlum ve işçiyle çalışıyorum şu an mesela tezgâhta. Bahçede ise abilerim, yengelerim ve eşim var bugün mesela.”

Beykent Çarşamba Pazarı’nda Mustafa Karaca’nın tezgâhı, 24 Şubat 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Tüm bu zorlukların yanı sıra, bostanlardaki üretim belediye tarafından güvenceye alınmadığı gibi semt pazarlarının akıbeti de yetkililerin iki dudağının arasında. Bu yüzden Mustafa abi gibi üreticiler hep diken üstünde: “Kiracı sıfatında olsan yine hakkın olur ama işgalci sıfatında bir hakkın yoktur,” diye anlatıyor bu durumu.

Esenyurt Beygâh pazarının anonsları Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere dört dilde gerçekleşiyor: Hem ziyaretçiler hem satıcılar arasında bu diller yaygın bir şekilde kullanılıyor

O sırada geçen haftadan bostan ısırganı ısmarlayan bir çift tezgâha yaklaşıyor ve biraz serzenişte bulunuyorlar, çünkü meğer geçen hafta geldiklerinde tezgâhtaki ısırgan otlarının hepsi satılmış. “Evet geçen hafta biri geldi erkenden, hasta için aldı gitti hepsini. Bugün de biraz daha geç gelseydiniz verecektim, yine çok soran oldu,” diye yanıtlıyor Mustafa abi. Öğreniyorum ki ısırgan özellikle limon sıkılıp tüketildiğinde oldukça faydalı, şifalı bir bitki. Mustafa abi anlatıyor, “Bizim bahçenin kenarında Arnavutlar oturuyordu. 2000’lerden sonra o mahalle yıkıldı, yerine kentsel dönüşümle yurt yapıldı. Yani onlardan (Arnavut komşularımızdan) biliyoruz biz de, bahçenin kenarında biterdi, onlardan göre göre öğrendik ısırganı. Onlar tanırdı, o komşularımız yapardı Isırgan’ın böreğini, çok da lezzetli olurdu.” Boşnakların zelanik, Arnavutların kopriva dedikleri ve balkanlar boyunca ortak bir damak lezzeti olan ısırgan otlu börek ise, oldukça merak uyandırıyor bende. Isırgan otunun şifasına ve balkan kültürünün parçası ısırgan otu böreğine dair böylesi bir sohbete katılma şansı bulduğum için gerçekten çok mutlu oluyorum. Tıpkı pazardan alışveriş yapmayı tercih eden birçok kişi gibi. Pazar yalnızca insanlar arasında ürünlerin değil; kültürler, coğrafyalar, diller vb. birçok boyutlar arasında bilginin, deneyimin ve hafızanın aktarıldığı bir toplumsal mekân aslında.

Kültürel paylaşım, güven ilişkisi, bilginin dolaşımı

Pazarda hemen hemen birçok tezgâhta kültürel bir paylaşım yaşanıyor. Sağlıkla ilgili bilgilere, yerel ürünlere, yeni tariflere dair bir karşılaşma/öğrenme ortamının oluşmasından nice koyu sohbetler ve tanışıklıklar doğuyor. Bu tezgâhlardan biri de Yusuf ve kardeşinin aktariye tezgâhı. Herkeste büyük bir merak uyandıran bir tezgâh burası, belki nenemizden, çocukluğumuzdan hatırladığımız, belki bir kitapta denk geldiğimiz ama asla görmediğimiz, belki duyduğumuz ve merak ettiğimiz ve elbette severek kullandığımız birçok değişik bitki, baharat, ot, toz, sıvı yer alıyor. Aktariye tezgâhı, belki de geleneksel şifa bilgisinin yegâne taşıyıcısı günümüz kentinde. Yusuf ve kardeşinin tezgâhında ise, bitkisel şifa bilgisinin ve damak tadının çeşitli dillerde ve kültürler arası dolaşımını görebiliyoruz.

“Pazarda sürekli devir-daim oluyor, markette ise rafta bekliyor ürünler. Bu nedenle, beklemiş ürün yoktur pazarda, tazedir”

Kendilerini daha önce Yakuplu mahalle pazarında ziyaret etmiş olsam da, Esenyurt Beygâh Pazarı’nda gerçekleştiriyoruz sohbetimizi. Esenyurt kozmopolit bir bölge, pazar ise bunu en çok gözlemleyebildiğimiz kamusal alanlardan biri. Esenyurt Beygâh Pazarı’nın anonsları Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere dört dilde gerçekleşiyor: Hem ziyaretçiler hem satıcılar arasında bu diller yaygın bir şekilde kullanılıyor. Aslen Bitlisli olan Yusuf Abi ise zaten aşina olduğu Arapçaya ve bildiği Kürtçeye ek olarak, Farsçasını da oldukça geliştirmiş İranlı nüfusun çok temel bir bileşeni olduğu bu pazarlarda. Birçok müşterisiyle kendi dilinde sohbet edip, ürünler üzerine paylaşımda bulunabiliyor. Dükkândan seçilen yedi bitkinin karıştırılmasıyla elde edilen, evde dolandırılmasıyla türlü kötülüklere karşı koruma sağladığına inanılan bir geleneksel tütsü olan “yedi dükkân süprüntüsü”, bıttım sabunu, ev yapımı sirke, tokat asma yaprağı, özel kış çayı karışımı ve tezgâhındaki daha nice ürüne, İran, Suriye, Pakistan ve daha nice coğrafyadan göçerek İstanbul’a yerleşmiş müdavimlerinin etkileşimiyle birçok ürün eklenmiş: Çeşit çeşit safran, baharat, gur, Basra kara limonu…

Esenyurt Beygâh Pazarı aktariye, Yusuf ve kardeşinin tezgâhı, 26 Şubat 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

“Pazarda sürekli devir-daim oluyor, markette ise rafta bekliyor ürünler. Bu nedenle, beklemiş ürün yoktur pazarda, tazedir,” diyor Yusuf. “Dükkân daha rahat olsa da, ekonomik olarak pazar daha uygun oluyor sermaye ihtiyacı az olduğu için. Örneğin, Yakuplu sokak pazarındaki tahta-tezgâh fiyatı buradan da ucuz. Böylelikle masraf ve risk olmuyor.”

Tarhana Geyve’den, nar ekşisi Mersin’den, pekmez Erzincan’dan

Pazarda bilginin dolaşımına ve kültürel paylaşıma örnek olan bir diğer tezgâh Reşit Mermi’nin ve yeğeni Oktay’ın birlikte açtıkları Hatay ürünleri tezgâhı. Burada bir yandan alışveriş yaparken bir yandan da ürünlerin içeriğine, menşeine, yapılışına, şifasına ve nasıl tüketileceğine, kültürel bağlamına dair bir sohbet gerçekleştirmek mümkün. Aslen Hataylı olan Reşit Mermi, İstanbul’da bir bankada özel güvenlik olarak çalışıyormuş: “Şartlar ve iş seni o tarafa itiyor. Annem beni hep pazara götürürdü, yarın öbür gün pazarcı olacağımı bilmiyorduk,” diye anlatıyor pazar esnafı olma sürecini. Ürünlerin yüzde 80’ni Hatay’dan getiriyor; boy boy kavanozlar ve kaplarda nar ekşisi, zeytinyağı, zahter, tereyağı, şırdan mayalı peynir, tuzlu yoğurt gibi çeşit çeşit ürün dizili tezgâhında. Tüm bu ürünleri Hatay’daki tanıdıklardan, akrabalardan, annelerinden, teyzelerinden temin ediyor. “İyi tereyağı, yoğurt mayalamada kullanılır. Yoğurdu mayalarsa o tereyağı iyi tereyağıdır.”

Tuzlu yoğurt ve şırdan mayalı Hatay peyniri ise benim bu tezgâhta tanıştığım ürünler. Süpermarketlerde hiç rastlamadığın tuzlu yoğurt meğer Hatay’da bir hayli yaygınmış: “Yoğurt oluyor, yoğurt olduktan sonra kaynatılıyor ve tuzlanıyor. Süzme yoğurdun pişmiş hali bir nevi. İki yıl sağlam kalıyor bu şekilde bu kavanozlanmış yoğurt. Kahvaltıda çok tüketiyoruz, nar ekşisi, zeytinyağı, kekik, pul biber serperek. Bir de mesela bununla çorba yapılıyor, hiç kesilmez bu yoğurtla yapılan çorba.”

Esenyurt Beygâh Pazarı aktariye, Reşit Mermi, 26 Şubat 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Reşit Mermi ve yeğenleri, Beylikdüzü ve Esenyurt pazarlarındaki tezgâhlarının yanı sıra, Büyükçekmece tarafında bir dükkân da işletiyorlar. Dükkân ve pazar arasındaki farklılaşmaya dair şunları belirtiyorlar: “Pazar çok daha ekonomik bizim açımızdan, dükkânı döndürmek daha zor. Pazarda eğer tezgâh fiyatları çok uçmayan bir yerdeyseniz, maliyet daha az ve insanlar geliyor. Burada iki günde 30 kilo şırdan mayalı peyniri satıyoruz mesela, çok daha fazla insana ulaşabiliyoruz. Pazarda sirkülasyon var, gıda taze kalıyor.”

Kendileri üretim yapmasalar dahi, yerel ile kurdukları organik bağları üzerinden, lokal ürünleri İstanbul semt pazarına getiren bir başka tezgâh, Sebahat ve eşinin tezgâhı.

Pazarların günlük kuruluyor olması sürekli bir masraf yükü oluşturmadığı için birçok esnaf işini sürdürebiliyor, yurttaşlar ise gıda çeşitliliğine marketlere kıyasla daha ekonomik şekilde ulaşıyor

Dört sene önce çocuklarının eğitim masraflarını karşılamak için pazarda ürün satmaya başlayan Sebahat ve eşi, tarhanayı Adapazarı Geyve’de kadın kooperatiflerinde yaptırıyorlar. Nar ekşilerini Sebahat ablanın kız kardeşi Mersin’de yaptırıp göndermiş. Pekmezleri Erzincan’daki bir tanıdıkları hazırlayıp kargo ile gönderiyor. Kayısıları ise Malatya’da öğretmenlik yapan kardeşi aracılığıyla temin ediyorlar. Siyah üzümü Antepli öğretmen bir tanıdıklarının bahçesinden getirtiyorlar. Reçelleri ise kendisi hazırlıyor.

Sebahat ve eşinin tezgâhı, Beykent Pazartesi (Pazar) Semt Pazarı, 1 Mart 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Ancak pandemi dönemi nedeniyle ürün çeşitliliği normalden azmış. Pandeminin tüm olumsuz koşulları daha da zorlaştırmasına rağmen Sebahat abla semt pazarında tezgâh açıyor olmanın, dükkân işletiyor olma ihtimallerine göre ekonomik açıdan daha kolaylaştırıcı olduğunu düşünüyor: “Yani pandemi dönemi oldukça zorlu geçti, geçiyor. Pazartesi günü [normalde Pazar pazarı] belediye kira almıyor, bu nedenle gelip açabiliyoruz. İşgaliye yarı yarıya düştü, Çarşamba pazarında normal kiramızı veriyoruz. Kazandığımız olduğu gibi maliyete gidiyor bazen bu süreçte.”

“Öğretmendim, işsiz kalınca köyden getirdiğim zeytinleri önce cami önünde ve metro çıkışlarında sattım. Daha sonra pazarlara çıkmaya başladım. Ya batan pazara düşmüştür ya da çıkamayan”

Pandemi bütün esnafı olduğu gibi, pazar esnafını da zor koşullarla mücadeleye itti. Fakat pazarların günlük kuruluyor olması sürekli bir masraf yükü oluşturmadığı için birçok esnaf işini sürdürebilirken, yurttaşlar ise yarı-açık bir alanda gıda çeşitliliğine marketlere kıyasla ekonomik ve az riskli bir şekilde ulaşabiliyor. Ekonomik sınırların iyice aşındığı pandemi sürecinde de gözlemlenebildiği üzere, pazar hem alıcılar hem satıcılar için görece ekonomik bir alternatif sunmaya devam etti.

Dersliklerden tezgâha: “Pazar, köprüden önce son çıkış”

Kent hayatında semt pazarları, ekonomik kalkınmanın ve sosyal ağlar kurmanın yolu olarak işlev görebiliyor. Araştırmam boyunca, tezgâh açanlar arasında İstanbul’da geçim sağlamak, ihtiyaçları karşılamak, durumlarını iyileştirmek amacıyla pazar işine girenlere tanık oluyorum.

Kendi kuralları, ekonomisi ve işleyişi olan pazara girebilmek elbette kolay bir iş değil. Yine de pazar, az sermayeyle “günün kurtarıldığı”, eldeki ürünü aynı gün insanlarla buluşturulduğu bir mekân; emeğin gitgide güvencesizleştiği zamanlarda halen karşılığını bulabildiği bir kamusal alan.

Esenyurt Beygâh Pazarı’nın en çeşitli zeytin tezgâhını işleten eski bir edebiyat öğretmeni. Halil öğretmen ürünlerinin yarısını ailesi ile birlikte işlettikleri Manisa Büyükbelen köyündeki zeytinliklerinden getiriyor. Geri kalanı ise tanıdığı, güvendiği ve nasıl üretim yaptığını bildiği zeytincilerden topluyor. Gerçekten, zeytinin neredeyse bütün renklerini, dokusunu ve kokusunu duyumsayabildiğimiz bir tezgâh burası. Onu dersliklerden tezgâhlara getiren süreci merak ediyorum:

“Sekiz yıl öğretmenlik yaptım. İş özellere düşünce ve işsiz kalınca, köye gittim. Zeytin getirdim, önce caminin önünde, metro çıkışlarında başladım, ondan sonra pazarlara çıkmaya başladım. 2016’dan beri pazara çıkıyorum. Pazarcılar hep der, ‘pazar, köprüden önce son çıkıştır.’ Yani ya batan pazara düşmüştür ya da çıkamayan. Gerçi tahta fiyatlarının alıp başını gitmesiyle beraber pazardan yüklü miktarda para kazananlar da var. Ama yine de, pazar benim geçimim için bir seçenek oldu.”

Halil İbrahim “öğretmen”in zeytin tezgâhı, Esenyurt Beygâh Pazarı, 26 Şubat 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Önce işe tek bir tahtayla başlamış. Ardından ikincisini açmış. Şimdilerde ise bir ucundan diğer ucuna selesinden halhalısına kadar renk renk, boy boy zeytinleri dizdiği geniş tezgâhı var. “Evvelden tek çalışırdım, şimdi yanımda işçi çalıştırıyorum. Bütün zeytin çeşitlerini kendim üretmem mümkün değil, hepsini yapamam. Fakat, mesela Edremit, Gemlik Orhangazi, oralarda hangi zeytin daha iyiyse, alıyorum. Seleleri kendimiz yapıyoruz. Sezonda bol miktarda ham zeytin satıyoruz,” diyor.

Serde zeytincilik olduğundan, tüketiciye sunduğu ürünü de çok iyi tanıyor: “Dededen kalma on dönüm bir yer var köyümüzde. Bir de bizim ortak baktığımız zeytinlikler var. Babam annem çiftçi insanlar zaten. Eskiden beri, ilkokul ortaokul lise hep köydeydik, tütün de yaptık geçmişte, sonradan zeytinliğe geçtik.”

Peki, pazarcılıkla daha geç tanışan Halil öğretmen, kendi deneyiminden yola çıkarak semt pazarlarındaki diğer ürünler hakkında ne düşünüyor? Sera ve hal mallarının ürünlerin çoğunluğunu oluşturduğu semt pazarlarında güvenilir gıdaya erişimimiz mümkün mü? “Doğal yöntemler var, eğer ilgilenirseniz biliyorsunuz. Örneğin, yeşil zeytini ağartmak için zerdeçal kullanırız biz, sarartıcı kimyasal atmak yerine. Ben bunları yaptığım zaman, bidonda kuruyorum, üzerine toz zerdeçal atıyorum ağarması için. Kendi yapmadığım zeytinleri de tanıdığım insanlardan alıyorum sonuçta.” Ürünlerin tazeliği, pazar alışverişinin şiarı.

“Siyah zeytinleri aldığım Hüseyin abi var Gemlik Orhangazi’de Yukarı Sölöz köyünde, o kendisi üretici, biliyorum. Bizim köyde var tanıdığım kişiler, aile çevremiz ve köyümüz hep zeytincilik üzerine. Eğer pazarda güvenebileceğiniz esnafı bulabildiyseniz içiniz rahat edebilir. Kendi ürünümü getiriyorum, tezgâhımı tanıdığım üreticilerin ürünleriyle tamamlıyorum. Mesela burada da yazar: iade ve değişim yaparım. Pazarda sirkülasyon var, ürün tazedir. Sabah bu zeytinler tamamen doluydu. Haftada bir zeytinlerim değişir benim, bazen gününde değiştiği olur.”

“Balı benden değil, BİM’den alıyor. Yanda Konya tahini çekiyor arkadaş, bunu almıyor. Fıstıktan elde edilen sahte tahini alıyorlar. İranlılar, Libyalılar, Suriyeliler, Ürdünlüler besliyor şu an bu pazarı”

Bir başka tezgâhta Ali Karataş memleketi Trabzon’dan getirdiği onlarca ürünü satıyor. Pazarcılığı önce kendi ailesinin ürettiği fındık, yeşil çay ve balla başlamış. “Sürmeneliyim,” diye başlıyor söze. “Trabzon’da baba mesleğim, nalbur, hırdavat, yöresel kazma, bıçak gibi el işleri üzerine. Köyüm zanaatkâr. Buraya geldik, olduk tabldotçu.” Otuz yıl boyunca fabrikalara yemek dağıtmış ancak geçimini bir türlü sağlayamamış. “Hile yapmadığım için kazanamadım,” diyor. “Güven, azim ve sebat çok önemli. İslam’da kar oranı yüzde 12’dir. Altı yıldan beri pazara çıkıyorum. Mağazada satmak daha kârlı ama mağaza açmak sermaye gerektiriyor. O daha zor. Pazarda ise sermayen olmasına gerek yok.”

Pazar işi imece işi. Ali Karataş köyünü de seferber etmiş, bereketini İstanbul’a taşımış. Vitrin ürünü çay. “Ben yazın kendim gidip üretim yapıyorum. Yeşil çayı örneğin kendimiz yapıyoruz, topluyoruz, gölgede kurutuyoruz. Güneşte kurumaz, tarhana bile gölgede bekletilmeli. Siyah çay içinse çayımızı fabrikaya veriyoruz, çünkü fırında yüksek ateşe girmesi gerekiyor. Ondan sonra eleklere girer. Çay dört hasattır, ilk hasat mayıstır. 2, 3, 4 diye gider, kalite ve miktar düşer.” Bir tek çay da değil, köyde ve etrafında yetişen birçok ürünü tüketiciyle buluşturuyor. “Orada gidip hasat yapıyorum, fındık, çay. Yaylaya çıkıp kekik çayı, yaban mersini topluyorum. Şekeri düşürür yaban mersini, bizim yayladaki, rakımı yüksek yerdeki. Genelde pazarda satıyorum, onun dışında eşe dosta satıyorum tanıyan bilen.”

Ali Karataş’ın tezgâhı, Esenyurt Beygâh Pazarı, 6 Mart 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Müşterilerinin başında göçmenler, toptancı marketlere teslim olmayıp pazarda alışveriş alışkanlıklarından vazgeçmeyenler var. “Halkımızın alışveriş bilinci değişti. Toplu tüketime, marketlere yöneldi insanlar. Balı benden almıyor, gidiyor BİM’den alıyor. Yanda Konya tahini çekiyor arkadaş, bunu almıyor. Yer fıstığını çekip ucuzdan tahin diye, helva diye satanlar var. Fıstıktan elde edilen sahte tahini alıyorlar. İranlılar, Libyalılar, Suriyeliler, Ürdünlüler besliyor, destekliyor şu an bu pazarı.”

Kadınlar, göçmenlik ve pazar

Göçmenler yalnızca müşteri olarak desteklemiyorlar pazarı. Aynı zamanda pazarda kurucu rol de oynuyorlar. Nasıl ki kadınlar yalnızca müşteri değil (her ne kadar özellikle gıda bölümünde az sayıda kadına rastlasak da) pazarın asli unsurularsa. Sabrina’nın Esenyurt Semt pazarında açtığı kuru yemiş tezgâhı bunu açıkça görebildiğimiz yerlerden biri. 2016’da Özbekistan’dan Türkiye’ye göç eden Sabrina ile çay ve Siirt fıstığı eşliğinde bir sohbet gerçekleştiriyoruz.

“Pazarda kadınları gıda tezgâhlarının başında çok sık göremiyor olsak da, tezgâhların arkasında muhakkak yer alıyorlar. Buna rağmen, İstanbul’da geçimini sağlamaya çalışan göçmen bir kadın için açık bir toplumsal alan olabiliyor pazaryeri”

19 yaşında memleketi Özbekistan’dan ayrılan Sabrina, Moskova’da bir süre çalıştıktan sonra Türkiye’ye gelmiş. Beş aydır pazarda tezgâh açarak Siirt fıstığı satan Sabrina, öncesinde restoranlar başta olmak üzere hizmet sektöründe çalışıyormuş. Hizmet sektörünün oldukça zorlayıcı koşullarındansa kendi tezgâhının, işinin başında olmayı tercih etmiş. Sabrina, pandemi sürecinde hizmet sektörünün duraksamasıyla birlikte kendini fıstık tezgâhının başında bulduğunu söylüyor. Pazarın da kendine has oldukça zorluğu olduğunu da ekliyor sözlerine: “Yine de kendi işinin başında olmak insana çok iyi hissettiriyor, artık başkasının emrinin altında çalışmak istemiyorum.” İstanbul pazarlarına uzun süredir müşteri olarak gelip giden Sabrina, fıstık satarak geçimini sağlayabileceğini düşünmüş ve tanıştığı bir fıstık toptancısıyla anlaşarak, Tozkoparan, Avcılar, Zeytinburnu pazarlarında tezgâh açmaya başlamış.

Pandemi sürecinde pazardan geçim sağlamanın özgün koşullarına dair sorduğumda “Yani kimsede para yok, biz de malı alıyoruz, iki hafta sonra ödeyebiliyoruz. Aslında baya zorlayıcı ama insan mecbur olunca yapıyormuş demek ki,” diyor. Pandemi süreci geçince de pazarda tezgâh açmaya devam etmek konusunda oldukça kararlı Sabrina.

Sabrina’nın tezgâhı, Esenyurt Beygâh Pazarı, 9 Nisan 2020. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Pazarda kendi tezgâhının başında duran kadınları görmek imkânsız değilse de özellikle gıda bölümünde bir hayli zor oluyor. Fakat bu pazarın gıda bölümünde kadın emeği olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin, Beylikdüzü ve Esenyurt pazarlarında gıda tezgâhlarında satılan mantarların birçoğu Çatalca’da kadınlar tarafından yetiştiriliyor. Yine yumurtalar, Çatalca’da yumurtacılık yapan kadınlardan temin ediliyor. Ya da tarhana, reçel, salça gibi birçok yerel gıda ürünü kadınlar tarafından üretiliyor. Bunların yanı sıra, pazara bostanlardan gelen meyve sebzenin büyük bir bölümüne de pazarcıların eşlerinin elleri değiyor. Yani pazarda kadınları gıda tezgâhlarının başında çok sık göremiyor olsak da, araştırma boyunca gözlemliyorum ki kadınlar tezgâhların arkasında muhakkak yer alıyorlar. Özellikle gıda bölümünü düşündüğümüzde, kadınların tezgâhların arkasından, tezgâh başına geçmeleri çok da kolay olmuyor. Buna rağmen, Sabrina gibi, İstanbul’da geçimini sağlamaya çalışan göçmen bir kadın için açık bir toplumsal alan olabiliyor pazaryeri, bu nedenle gitgide daralan kent kamusal hayatı açısından önemli bir yer teşkil ediyor.

Gıda alışverişinden çok daha fazlası

Sürdürülebilir gıdaya erişim açısından birçok güzel örnek var: Organik pazarlar, organik ürün marketleri, tüketici ve üretici gıda kooperatifleri, üretici pazarları ve nicesi. Ancak bu alternatifler ne yazık ki fiyatlar, olanaklar ve lokallik nedeniyle alışverişe gelen kitleleri belirli bir kesimle sınırlı kalabiliyor. Tüm bu örneklerden edindiğimiz farkındalık, semt pazarının sunduğu olanaklar ve yelpaze ile birlikte düşünüldüğünde sürdürülebilir bir gıda modelinin altyapısının hazırda var olduğunu söyleyebilir miyiz? Hele hele pandemi gibi gıda güvenliğine ciddi bir gölge düştüğü, süpermarketlerin tedarik zincirinin gıdaya erişim açısından da ne denli bir risk olduğunun iyice ortaya çıktığı bir dönemde… Diğer taraftan, semt pazarları yerel üretime teşvik imkânı sağlayabilir. Örneğin, İstanbul’un her mahallesinde mevcut olan semt pazarlarının bir kısım tahtasının, üretici kooperatiflerince işletilmesi düşünülemez mi?

Bugün sürdürülebilirlikten bahsederken, aslında üç boyutlu bir olgu kast ediyoruz: Çevresel, kültürel ve ekonomik. Sürdürülebilir kalkınma modelleri ile semt pazarları, küresel anlamda da birlikte işleniyor, düşünülüyor. Kent planlama, çevre, kent sosyolojisi, tarım sosyolojisi gibi birçok alanda yapılan çalışmalar, farklı coğrafyalardaki sokak pazarlarının hem toplumsal bir ekonomik akış hem de gündelik hayatta anlamlı sosyal temaslar için önemli bir alan olduğunu, bir yandan da yerel üretimi ve yerel gıdanın tüketimini teşvik etmesi itibariyle sürdürülebilir bir kalkınma açısından da önem taşıdığını ortaya koyuyor. İstanbul’un Beygâh ve Beykent pazarlarında yaptığımız bu kısa gezintinin sunduğu resim, semt pazarlarının geçim sağlama, gıdaya erişim, sosyalleşme, kültürel paylaşım, bilgi dolaşımı, sosyal ağlara katılım gibi alanlarda birçok kent sakininin hayatında önemli bir yer tuttuğunu gösteriyor.

Örneğin, İstanbul’un her mahallesinde mevcut olan semt pazarlarının bir kısım tahtasının üretici kooperatiflerince işletilmesi düşünülemez mi?

Her yörenin sürdürülebilirlik adına kendine özgü alternatifleri var. Bu alternatifleri yine her yörenin kendi kültürel ve toplumsal dokusu ile birlikte düşünmek gerekiyor. Pazar, tüm bunların kesişiminde yer alan, toplumsal, ekonomik ve çevresel bir sürdürülebilirlik için zemin oluşturabilecek bir toplumsal alan. Bu nedenle yalnızca geçimini sağlamak kaygısıyla tezgâhını açan pazarcılar açısından değil, yaşadığımız toplum için de pazar köprüden önce son çıkışlarımızdan biri olarak mahallelerimizin orta yerinde, yolumuzun üzerinde duruyorlar.

***

Yazarın notu: Bu yazı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Departmanı bünyesinde gerçekleştirdiğim doktora tez araştırmasının bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Sevgili Büşra Kılıç’a değerli yorumları için, tez araştırmama özveriyle yol gösteren danışmanım Dr. Begüm Özden Fırat’a emekleri için teşekkür ederim.

İsviçre, tarihi bir fırsatı kaçırdı. 13 Haziran 2021 günü yapılan bir referandumda, sentetik tarım ilaçlarının yasaklanıp yasaklanmaması oylandı. Sonuç ise, “tarım ilaçları” lehine oldu: Yüzde 61’lik bir çoğunluk, yasaklanmalarını reddetti. Eğer ki İsviçre, yasaklanmalarını kabul etseydi, bu adımı atan ilk Avrupa ülkesi olacaktı. Şimdiye kadar dünyada, tamamen organik tarıma yönelen ilk ülke, Himalayalar’daki Butan. 2013’te alınan kararla Butan, 20 yıl içinde tamamen organik tarıma yönelecek.

İsviçre ise sadece Avrupa’da organik tarımın tamamen egemen olacağı ilk yer olmayı reddetmekle kalmadı, iklim krizine yönelik iki teklife daha sırtını çevirdi. Benzin, dizel, ısınmada kullanılan yakıtlar, bir başka deyişle fosil kaynaklı tüm enerjilere ve uçak biletlerine ek vergi getirilmesi teklifleri de geri çevrildi. Her iki teklif, İsviçre’nin Paris Anlaşması çerçevesinde üstlendiği yükümlülüklere erişebilmesini sağlamayı amaçlıyordu. Seçmenler, tekliflere yüzde 51 gibi bıçak sırtı bir oranla “Hayır” oyu verdi.

Bu durumda, İsviçre Çevre Bakanı Simonetta Sommaruga’nın ifadesiyle, ülkenin Paris Anlaşması’nı imzalayarak belirlediği 2030 yılı hedeflerine ulaşması “çok zor” hâle geliyor. İsviçre’nin hedefi 2030’da, karbon emisyonlarını 1990’daki seviyenin yarısına indirmekti. İsviçre, 2050’ye kadar da “sıfır karbon” noktasına gelmeyi hedefliyordu.

İsviçre Halk Partisi fosil yakıtları savunan lobilerle oldukça sıkı fıkı, Yeşiller ise ortak bir kampanya stratejisi bile oluşturamadılar

İsviçre, Paris Anlaşması’na 2017’de taraf oldu. Benzin ve uçak biletlerine uygulanmak istenen çevre vergisi ile beraber, tarım ilaçlarının yasaklanmasın reddedilmesi, öncelikli olarak seçmenlerin, “İsviçre’nin zaten yeşil ve çevreci bir ülke olduğu” algısına sahip olmalarından kaynaklanıyor. Referandumda oylanan çevre odaklı maddelere muhalif olanlar, İsviçre’nin küresel çaptaki emisyonların sadece yüzde 0,1’inden sorumlu olduğunu ve ülkenin daha fazla çaba göstermesi gerekmediğini öne sürüyordu. Ayrıca, seçmenlerin COVID-19 pandemisinin ülke ekonomisini daha kırılgan hâle getirmesinden endişe ettikleri de belirtiliyor.

Buna karşılık İsviçreli seçmenler, terörle mücadele konusunda emniyet ve yargıya daha kapsamlı yetkiler verilmesini onayladı. Yüzde 57’lik bir çoğunluğun onayladığı terörle mücadele düzenlemelerine göre, 12 yaşındaki çocukların bile “terörist” olarak yargılanması mümkün olacak. Avrupa’da 2015’ten sonra gerçekleşen radikal İslamcı terörizm saldırılarının yarattığı negatif algının etkisi altındaki seçmenler, son derece sert tedbirleri onaylamakta tereddüt etmedi. Böylece İsviçre, Avrupa’nın organik tarım konusunda öncü ülkesi olmaya sırtını dönerken, Avrupa’nın en sert terörizm yasasına sahip ülkesi olmakta beis görmedi.

İsviçre’de “yeşil dalga” neden duraksadı?

Oysa, 2019’daki İsviçre federal seçimlerinde Yeşiller’in çıkışından bahsediyorduk. Ne oldu da İsviçre’de siyasette “yeşil dalganın yükselişi” böyle kritik bir noktada duvara tosladı? Üstelik de, Almanya’nın yeni şansölyesinin Yeşiller’den olabileceği konuşulurken ve Avrupa Birliği kurumsal çatısı çerçevesinde son derece iddialı İklim Yasası’nı geçirirken…

Ekonomik kaygıların İsviçreli seçmenler üzerinde ciddi bir etkisi bulunmaması gerekir. İsviçre bilindiği gibi, dünyanın en gelişmiş ekonomilerinden ve gayrisafi milli hasılası 76 bin dolara yakın. Bunun ötesinde, referandumda oylanan karbon emisyonlarına yönelik vergilerin çoğunluğu İsviçre halkının kendi cebine geri dönecekti. Karbon kaynaklı yakıtlara ve uçak biletlerine uygulanan ek vergiden elde edilen maddi kaynak, ağırlıklı olarak sağlık sistemine ve “yeşil ekonomi” için teknolojik yatırımlara harcanacaktı. Bugün İsviçre’nin ekonomisi, ağırlıklı olarak bankacılık sektörü nedeniyle son derece sağlam olsa da, “yeşil dönüşüme” kaynak ayırmayan ülkeler ister istemez, gelecekte sıkıntılar yaşayacaklar. Yeşil ekonomik dönüşüme öncelik veren ülkelere ayak uyduramayacakları gibi, ahlakî ve ilkesel olarak da dışlanır hâle gelecekler.

Dahası, eğer ki referandumda söz konusu vergiler onaylansaydı, yaşam tarzlarında hiçbir değişiklik yapmayıp fosil yakıtlara ve uçak seyahatlerine ağırlık veren bir İsviçreli aile yılda yaklaşık 100 CHF (yaklaşık 1000 TL/100 Euro) fazladan vergi ödemiş olacaktı.

Tüm bu tablo, “yeşil” gözüken İsviçre’nin gerçekte hiç de azımsanamayacak çevre sorunları olduğunu gösteriyor

Öte yandan, tarım ilaçlarının yasaklanması teklifi, bu tür kimyasalların hem kullanımını hem de ithalatının sonlandırılmasını öngörüyordu. Bu teklif, ağırlıklı olarak Cenevre, Zürih ve Basel gibi kentlerde onaylanırken, ülke genelindeki kırsal kesimde reddedildi. Çiftçiler başta olmak üzere, ülkenin kırsalındaki “Hayır” oyunun gerekçesi, İsviçre’nin zaten az tarım ilacı kullanan bir ülke olduğu. Ancak, gerçek hiç de böyle değil: OECD verilerine göre, İsviçre’nin boyutuna ve nüfusuna oranla kullanılan tarım ilacı, Türkiye’den bile fazla. Birleşmiş Milletler’in Tarım ve Gıda Kurumu FAO’ya göre, İsviçre’de hektar başına 5 kiloya yakın pestisit kullanılıyor. Türkiye’de ise bu oran, 2,7 kilogram. Avrupa Birliği’nin İstatistik Ofisi Eurostat’a göre de, 2011-2019 döneminde İsviçre’nin tarım ilacı kullanımı azalmasına rağmen, Avrupa genelindeki azalmanın gerisinde kaldı. Dahası, Türkiye’nin karbon emisyonları ile İsviçre’ninki arasında uçurum yok.

Tüm bu tablo, “yeşil” gözüken İsviçre’nin gerçekte, hiç de azımsanamayacak çevre sorunları olduğunu gösteriyor. Mesele olansa, siyaseten yeşil çizgiyi savunanların kamuoyuna gerçek tabloyu yeterince aktarıp, onları ikna edememesi. İsviçre’nin yeşil politikacıları arasında referandum ile getirilen tekliflerin “çok zayıf” olduğu düşüncesi hâkimdi. Yeşillerin liberal kanadında ise, vergilerin “yeşil fonda” toplanmasına fazla müdahaleci olduğu kaygısıyla soğuk bakılıyordu. Yeşillerin kendi aralarında referandum tekliflerinin üzerinde anlaşamaması, kamuoyunu da ikna edememelerine neden oldu.

Ülkenin en çok oy alan partisi ve hükümetteki dört partinin başını çeken İsviçre Halk Partisi’nin (SVP) yeşillikler arasından doğan bir güneşten oluşan logosuna bakılınca “çevreci” sanılabilir. Oysa bu parti, sağ popülizmin aşırıya kaçan temsilcilerinden ve İsviçre’nin son derece tartışmalı “göç karşıtı” politikalarının mimarlarından. 2009’daki minare yasağı referandumunun arkasında da SVP vardı. İsviçre Halk Partisi, aynı zamanda fosil yakıtları savunan lobilerle de oldukça sıkı fıkı. Referandumda SVP gibi partiler, bu gibi lobilerin desteğiyle büyük imkânlara sahipken, Yeşiller ortak bir kampanya stratejisi bile oluşturamadılar.

Böylelikle de, iklim krizi ve çevre koruma yolunda dünyaya örnek olabilecek yasal düzenlemeler İsviçre için şimdilik hayal oldu. Ancak, diğer ülkelerin İsviçre’nin bu hezimetine bakarak öğrenbileceği çok şey var.

Gezegen, 31 Mayıs’ta gerçekleştirdiği beşinci buluşmasında odağına doğa savunucularını aldı. Türk Tabipler Birliği Başkanı ve hak savunucusu Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı ve Evrensel gazetesi İzmir temsilcisi gazeteci-yazar Özer Akdemir, Türkiye’de doğayı ve yaşam alanlarını korumak için verilen mücadeleleri haklar perspektifinden değerlendirdi.

Türkiye’de doğa savunucularına yönelik baskı, taciz, gözdağı ve tehditlerin artığı bir dönemde Kaz Dağları’ndan İkizdere’ye, Marmara’dan Van’ın Gürpınar ilçesine farklı girişimlere karşı yurttaşların sürdürdükleri mücadelelere karşı devletin uyguladığı şiddet türleri üzerine konuştuk. Yeşil alanları savunmanın ne denli kitlesel hâle gelebileceğini, toplumun her kesiminden insanları nasıl birleştirebileceğini berraklıkla gördüğümüz Gezi’yi 8. yıldönümünde hatırlayarak, bugüne ve geleceğe baktık.

Webinarda katledilişinin 10. yıldönümünde Metin Lokumcu’yu, Karadeniz Sahil Yolu inşaatına karşı verdiği doğa mücadelesinden dolayı silahlı saldırıya uğrayan ve öldürülen avukat Cihan Eren’i, Finike’de taş ocakların faaliyetleri nedeniyle zarar gören sedir ağaçlarını korudukları için öldürülen Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’yu hatırladık, Türkiye’nin dört bir yanındaki Gezi Parkı protestolarında polis şiddeti nedeniyle katledilenleri andık. Ekoloji alanında hem teorik çalışmalar yapan hem de sahadaki her mücadelede desteğini esirgemeyen akademisyen Beyza Üstün’ün Kobane davasında tutuklu yargılanmasına parantez açtık.

Buluşmanın tamamını YouTube kanalımızda izleyebilirsiniz.

İnsanlığın büyük bir hızla büyümesi ve güçlenmesi, dünyayı etkileri milyonlarca yıl sürecek bir değişime uğrattı. Antroposen olarak adlandırılan bu dönem, alüminyum, plastik, beton gibi malzemelerin üretiminden nükleer ve biyolojik silahların kullanımına, insanı ve hayvanı besleyen yeryüzünün bir parçası olan toprağın çeşitli müdahalelerle kontrol altında tutulmasından tabağımıza gelen besin değerlerinin kontrolüne kadar her şey nüfus artışı kaynaklı tüketim kriziyle ilişkilendiriliyor.

Leicester Üniversitesi’nden paleobiyolog Dr. Carys Bennett ve ekibinin 12 Aralık 2018’de Royal Society Open Science dergisinde yayınladığı araştırmada, Antroposen döneminin en belirgin kanıtının tavuklar olduğu savunuluyor. Çünkü tavukçuluk endüstrisi ile beraber, eti için yetiştirilen modern tavuğun (broiler) biyolojisi, atalarından (kırmızı orman tavuğu) belirgin olarak ayrılıyor: Kemik uzunluğu iki kat, genişliği ise üç kat daha fazla oluyor. Yaklaşık 70 yıl içinde bir tavuğun biyokütlesi tam beş katına çıkıyor. Ve Bennett ekliyor: “Tavuklar, bu çağın gerçekten önemli bir sembolü. Gelecekte bu dönemin ve insanın gezegen üzerindeki etkisini gösteren potansiyel fosil olacak.”

Bennett’in, insanların yok olduğunda, dünya üzerinde en kalıcı izlerinden birinin tavuk kemiklerinin olacağını söylemesi şu an sadece dikkat çekici ve merak uyandırıcı bir çalışma. Araştırmanın kabul edilme süreci bilim dünyasında devam ediyor. Ancak, tavukçuluk endüstrisine dair veriler, insanların tavukların neslini yok ettiği gerçeğini gizlemiyor.

2019 verilerine göre dünya genelinde yılda 50 milyar tavuk kesiliyor

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre dünyada yaşayan farklı hayvanların yüzde 20’si risk altında ve neredeyse her ay bir canlının nesli yok ediliyor. Yok olma tehlikesi bölgelere göre değişiklik gösterse de en yüksek risk yüzdesine sahip olanlar tavuklar (soylarının yüzde 33’ü), domuzlar (soylarının yüzde 18’i) ve sığırlar (soylarının yüzde 16’sı) gibi çiftlik hayvanları. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2019 verilerine göre ise dünya en çok tavuk eti yiyor. Tavuk etinin son 60 yılda büyük bir artış gösterdiği, kanatlı hayvan etinin 1961’de tüketilen tüm etler arasında yüzde 12’sini oluştururken, bugün yüzde 33’ünü oluşturduğu belirtiliyor. Dünya genelinde yılda 50 milyar tavuk, 500 binden fazla koyun, 400 binden fazla keçi ve oğlak ve yaklaşık 300 bin inek kesiliyor.

1 kg tavuk için yaklaşık 3700 litre su harcanıyor

Artan talep ve rekabet küresel su tüketiminin artmasına da yol açıyor. Örneğin tatlı su kaynaklarının yüzde 70’i küresel tarım tarafından tüketiliyor. Bu gidişatın su kıtlığına sebep olacağı, 2025 yılına kadar dünya nüfusunun yüzde 64’ünün su sıkıntısı yaşayacağı konuşuluyor. Bir dilim ekmek için 40 litre, bir paket patates cipsi için 185 litre, 50 gram çikolata için 860 litre, 150 gramlık bir hamburger için 2400 litre, 1 kg tavuk için yaklaşık 3700 litre (10 haftalık bir tavuk için), tek bir yumurta için ise 1800 litre suya ihtiyaç duyulan bir aşırı tüketim sistemi içindeyiz.

Metan emisyonlarının başlıca kaynağı çiftlik hayvanları

Çiftlik hayvanları, tüketilen yem birimi başına en fazla metanı geviş getirerek ürettikleri için metan emisyonlarının başlıca kaynağı olarak öne çıkıyor. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, çiftlik hayvanlarının, asit yağmurunun başlıca nedenlerinden amonyak salımının üçte ikisinden fazlasına yol açan 100 kadar kirletici gaz ürettikleri belirtiliyor. Hayvansal üretim sebepli, karbondioksit (CO2) emisyonu yüzde 9, metan gazı (CH4) emisyonu yüzde 35-40 ve mineral ve organik gübrelerin üretilmesinde kullanılan azot oksit (N2O) emisyonun ise yüzde 65. FAO’ya göre hayvancılık sera gazı emisyonlarının yüzde 14,5’ini oluşturuyor. Bu oran, sığır üretiminde yüzde 65, domuz üretiminde yüzde 9, manda sütü, tavuk eti ve yumurta üretiminde ise yüzde 8’e karşılık geliyor. Hayvancılığın, motorlu taşıtlardan 86 kat daha yüksek metan gazı, azot oksitin ise karbondioksitten 300 kat daha güçlü olduğunu düşünürsek rakamların korkunçluğu karşısında “elimizden ne gelir?” diye düşünmemiz gerekiyor.

Doğal hayatta bir tavuğun ömrü 10-15 sene arası değişirken, eti için üretilen tavuklar 38-42 gün yaşıyor

Tavuk endüstrisinde, tavuk eti üretimi ile yumurta üretimi için ise ayrı ayrı tavuklar yetiştiriliyor. Eti için üretilen tavuklar, kısa surede yüksek kâr elde etmek için normal surenin üçte bir oranında hızlı büyütülüyor. Et sektörü tavukları hızla kilo alacak şekilde büyütürken, yumurta sektöründe kilo almayacak şekilde yetiştiriliyorlar. Doğal hayatta bir tavuğun ömrü 10-15 sene arası değişirken, eti için üretilen tavuklar 38-42 gün yaşıyor ve sonra marketlere, sofralara giriyor. Hayvanlar, normalde 90 gün sürmesi gereken gelişim sürecine rağmen, yemlerdeki katkılar yüzünden 35-42 gün içinde kesim için istenen ağırlığa ulaştırılıyor. Özetle, yemlerin içeriği güçlendirilerek miktarı yarıya indiriliyor, yaşam ömürleri kısaltılıyor ve büyüme süreci üç katına kadar hızlandırılıyor. Yumurtaları için kullanılan tavukların yaşam ömrü ise 12-18 ay. Aynı şekilde, doğal hayatta sadece türlerinin hayatta kalmasını sağlamaya yetecek sayıda ortalama 10-20 kadar yumurta yumurtlarken, endüstri yılda 260-300 yumurta yumurtlamaları için zorluyor.

Bebekken yetişkin görünümüme getirilen tavuklar

Elbette, kısacık ömürlerinde yaşadıkları sorun sadece bu değil. Birçok tavuk, yapay olarak aydınlatılmış yaklaşık 20-30 bin kanatlı bir kümeste, A4 kâğıttan daha küçük, bir alanda yetiştiriliyor. Aydınlatma sisteminin nedeni ise tavuklarının günlerini daha hareketli kılmak. Ancak bu uygulama onları yorgun ve uykusuz yapıyor. Hayatlarında bir kez olsun kanatlarını kullanamayacakları kadar dar alanda ısıtma, havalandırma ve yem ile su dağıtım sistemi tarafından kontrol altında tutuluyorlar. Fabrikada yetiştirilen birçok tavuk gelişim sürecini tamamlamamış, neredeyse bebekken yetişkin görünümüne getiriliyor. Tel kafeslerde ayaklarıyla yere rahat basamadan, toprağa değmeden büyüyor.

Türkiye’de dört yumurta yetiştirme metodu uygulanıyor: Organik yetiştiricilik, free range (açık dolaşıma erişim) yetiştiricilik, kümeste yetiştiricilik ve kafesli yetiştiricilik. Türkiye’deki üretimin yaklaşık yüzde 80’inde uygulanan ve yetiştiriciler açısından “en avantajlı” görülen yöntem kafesler. Yumurta Üreticileri Birliği, sektör verilerine göre 2018’de Türkiye’de kümes hayvanları sayısı 359 bin 218, bunun 353 bin 561’i ise tavuk. Aynı rapora göre, 82 milyon 303 bin 879 adet civciv ve kişi başına yıllık 294 adet yumurta üretilmiş. TÜİK 2020 Ekim ayı verilere göre ise tavuk eti üretimi 172 bin 439 ton, tavuk yumurtası üretimi 1,7 milyar adet olarak gerçekleşmiş. Yumurta Üreticileri Birliği’ne göre Türkiye’nin yumurta ihracatının üretimdeki payı yüzde 27,36 iken, Covid-19 ile beraber 2020 mart ayının sonunda sınır kapılarının kapatılması sebebiyle bir ayda 6 milyon tavuk kesime gönderilmiş, altı tavuk çiftliği ise kapatılmış.


İkon / Laymik via the Noun Project

Tavuklarda birçok hastalığın ve ölümün sebebi kafesler

Türkiye’de yaygın uygulanan kafes sistemi tavuklarda birçok sağlık sorununu da beraberinde getiriyor. Araştırmalar, tavukların yüzde 90’ının, dar kafeslerde kemiklerinin, kaslarının ve ayaklarının vücutlarının ağırlığıyla baş edemez hâle geldiğini belirtiyor. Bu durum, bağışıklık sistemlerinin zayıf, hastalıklara elverişli, organlarının ve bacaklarının hasarlı, kimi zaman kırık olmasını neden oluyor. Ayrıca, kapalı kafes ortamlarında göğsüne yeterli oksijen sağlayamadığı için kalp krizi veya şişmiş kalpten ölümler tavuklarda sıkça görülen vakalar.

Erkek civcivler karbondioksit odalarında öldürülüyor, ucuz sosislere harç oluyor

Tavuk yumurtasının kombine kuluçka makinelerindeki 21 günlük sürenin ardından civcivler çıkıyor ve insanlar tarafından cinsiyetlerine göre ayrılıyor. Bu devasa kuluçka makineleri ya da mekanik “yalancı anneler”, annenin yumurtasını döndürme hareketinden, ışık ihtiyacına, ısıya ve eğime kadar her şeyi simüle ediyor. Erkek civcivler yumurta sektöründe bir yararı olmadığı için çeşitli yöntemlerle katlediliyor. Örneğin, bazıları karbondioksit odalarında toplu halde nefessiz bırakılarak öldürülüyor, bazıları ise canlı olarak kıyma makinelerinde çekilerek ucuz sosis harçlarının içine katılıyor.

Erkek civcivler öldürülürken, dişi civcivlerin ise sektörde can telaşı başlıyor. Onların da sırayla önce gaga, sonra ibik kesimi yapılıyor. Bu yöntemin nedeni ise, yumurta yeme/kırma, tüy yolma, birbirini gagalama/yeme gibi sektörü maddi zarara uğratacak eylemleri önlemek. Hepsinin temel sebebi verimi artırırken, maliyeti düşürmek. Ancak bunun açıklaması, özetle beden ve yaşam hakkının gasp edilmesi. Bu tavuklar, reklamlardaki özgür yeşil alanların aksine kapalı alanda bir kafes sistemi içine tıkılmış canlılar. Maalesef bu sömürü ilişkisi sadece endüstri içinde ilerlemiyor. Küçük üreticiler, bahçesi ve evinde kuluçka makinesi olanlar da aynı şiddeti farklı bir ortamda devam ettiriyor. Köyünde, bahçesinde, bizimle hiçbir bağı olmayan özgür bir canlının bedeni üzerinde mülkiyet hakkı görüyorsak, sömürü ilişkisi aynen devam ediyor demektir.

 

 

Mevsimsel ve yerel gıdaya verilen önemin tavan yaptığı bir dönemden geçiyoruz ki, en azından COVID-19 pandemisi sürdüğü müddetçe, böyle olacak gibi duruyor. Ancak, birçok ülke ihracata kapalı modellere geçerken, bunun biraz da zorunluluktan ötürü olduğunu kabullenmek gerek. Elbette bu kapalı model, 1980 sonrası yerleşmeye başlayan neoliberal gıda tedarik zincirini yıpratmıyor değil. 1980’lerden günümüze kadar yavaş yavaş ithalatın sınırlandırılması, tarımsal ürün fiyatlarının yüksek tutulması ve üreticilerin çeşitli girdi sübvansiyonlarıyla desteklenmesi gibi iç pazara yönelik korumacı önlemler kaldırılmışken, son bir senedir bütün dünya ülkelerinin bu politikaları terk ederek, antik zamanlarda insanların yaşadığı gibi yeniden bir “ilkelleşmeye” doğru yol aldığını gözlemleyebiliyoruz.

Mevsimsel gıdaları tanıyor muyuz?

COVID-19’u bir kenara bırakacak olursak, küresel gıda tedarik zincirinin bizleri hâkimiyeti altına aldığı kaçınılmaz bir gerçek. Herhangi bir ülkeden, birkaç prosedürü aştıktan sonra istenilen her gıda ürünü tedarik edilebiliyor. Oysa eğer Paleolitik kökenlerimize kadar geri dönersek, bunun tam tersi bir tablo karşımıza çıkıyor. Avcı-toplayıcı toplumlarda insanlar sahip oldukları role göre sebze-meyve ve tohumları toplarken, bir yandan avlanıp et tedarikini sağlıyor, bunlara gerekli işlemi uygulayıp uzun süreli tüketime uygun hale getiriyorlardı. Öyleyse, devletlerin yaşadığı değişimler gibi, bireylerin de tarihte ikinci -aslında üçüncü- kez ilkelleşmeye doğru bir yol izlediğini öne sürebiliriz. Ancak tarımdan bu denli uzak kalmış modern insanın, devletlerde olduğu gibi bir yasa değişikliğiyle hızlı bir dönüşüm yaşayabilmesi çok da kolay değil.

Modern insanın tarımdan uzak kalışının kanıtına bir örnek olarak, BBC’nin 2000 denekle yaptığı bir anket verilebilir. Ankete katılan kişilerden yalnızca yüzde 5’i böğürtlenin ne zaman olgunlaştığı hakkında doğru tahminde bulunabilmiş. Konu eriğe gelince, bu oran yalnızca yüzde 4. İşin ironik tarafı şu ki, ankete katılan insanların yüzde 86’sı mevsiminde beslenmeye önem verdiğini söylerken, yüzde 78’i de mevsimsel şekilde alışveriş yaptığını iddia etmiş.

Neden mevsiminde tüketmeliyiz?

Gelişen gıda teknolojisi sayesinde yıl boyunca her ürüne ulaşabilme şansımız var. Ancak, mevsimi olmadığı halde marketten aldığınız bir domatesin besin değeri, yaz domatesiyle aynı mıdır?

7/24 ulaşabildiğimiz bir meyveyi, mesela elmayı ele alalım. Sürdürülebilir bir şekilde dünyanın her bir noktasına ulaşılabilir kılınması için elmaların soğuk hava depolarında stoklanması gerekir. Tabii depolamakla bitmiyor. Marketlere ulaşması için güzergâh mevsim zamanına kıyasla çok daha uzun. Elmalar ortalama olarak 1600 kilometre daha fazla yol kat etmek zorunda. Taze ve sağlam durmaları için yüksek miktardaki balmumu kaplamalarını, koruyucuları ve olgunlaştırıcı maddeleri işin içine katınca, aslında elmadan daha farklı bir ürün geliyor sofralarımıza. Ayrıca bekledikçe kaybedilen besin değerini de hesaba katmak gerekiyor.

California Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, ıspanak ve taze bakla gibi sebzelerin içerdiği C vitamini, hasattan bir hafta kadar sonra üçte iki oranında azalmış. Yalnızca bir haftada besin değerinde böylesine bir azalmanın yaşandığını düşünecek olursak, binlerce kilometre seyahat etmek için soğuk hava depolarında haftalarca bekleyen ürünlerde geriye çok az bir besin kaldığını iddia edebiliriz.

Gıdaları mevsiminde tükettiğimizde, yerli üreticiyi desteklemiş oluruz. Aynı zamanda ulaşım, soğutma ve ısıtma (seracılık için) gibi kalemleri ortadan kaldıramasak da azalttığımız için, çevreye verdiğimiz hasar önemli ölçüde azalır.

BÜTÜN BU İHRACATLAR, İKLİM KRİZİ İLE BİR KÖPRÜ KURMAMIZI SAĞLIYOR: BİNLERCE KİLOMETRE KAT ETMESİ GEREKEN ÜRÜNLER VE ORTAYA ÇIKAN ZİYADESİYLE FAZLA KARBON AYAK İZİ…

Ancak mevsimsel beslenmenin bir de karanlık tarafı var. Türkiye gibi gelişmekte olan ve Avrupa’ya yakın ülkeler, en değerli tarım ürünlerini Avrupa ülkelerine ihraç ediyor.

1987 yılından itibaren Türkiye, başta Almanya olmak üzere AB ülkelerine organik sebze ve meyve ihraç etmeye başladı. Ekonomist dergisinin 1997’de yayımladığı rapora göre, 1990’ların ortasında ihracat rakamları 1 milyon dolardan 6.5 milyon dolara yükselmişti. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın 2019 verilerine göre ise 149 milyon doları aşmış durumda.

Karanlık yüz ise burada ortaya çıkıyor, çünkü bütün bu ihracatlar, iklim krizi ile yeni bir köprü kurmamız sağlıyor: Binlerce kilometre kat etmesi gereken ürünler ve ortaya çıkan ziyadesiyle fazla karbon ayak izi, daha fazla plastik ambalaj kullanımı da cabası. Fakat burada suçlanması gereken kişiler üreticiler değil. Çünkü doğal olarak kim daha fazla para verirse, ürünü ona satıyor. Peki ihracat yapmayıp, bunları ekolojik pazarlarda satanlar kaç liradan vermek durumda kalıyor yetiştirdiği ürünleri? En son üç ay kadar önce Tangör Tan ile Feriköy Ekolojik Pazarı’na gittiğimizde restoran için aldığımız üç adet karnabahara ödediğimiz fiyat kaçtı dersiniz? 86 lira!

Burada devreye ülkedeki gıda politikaları giriyor. Aslında AKP yönetimindeki Türkiye’nin uzun süredir genelgeçer bir gıda politikasına sahip olduğunu söylemek zor. Çünkü bugüne kadar yapılan müdahaleler yalnızca maddiydi. Ya çiftçiye doğrudan ödeme sistemiyle ekilen alan başına destek verildi, ya da raflardaki fiyatlar üzerinden ithalata gidildi.


EKONOMİK REFORMLAR NÜFUSUN YOKSULLAŞTIRILMASINA DEĞİL DE, EKONOMİDE AKTİF ROL ALMASINA VE ELDE ETTİKLERİ GELİRİN DENGELENMESİNE YÖNELİK UYGULANIRSA, ANCAK O ZAMAN İKİNCİ ADIM OLAN GIDAYI ERİŞİLEBİLİR KILMAKTAN SÖZ EDEBİLİRİZ


Gıda güvenliği nasıl sağlanır?

Gıda güvenliği, ülkelerin ekonomik güvenliğinin önemli bir parçası. Kısaca gıda güvenliği sağlıklı yaşam için önemli ve gerekli ürünlerin insanlara sağlanması olarak tanımlanabilir. Dört ana bileşenden meydana geliyor: Gerçeklik, erişilebilirlik, tüketim ve istikrar.

Gıda güvenliği ile ekonomik gelişim doğru orantılı iki kavram. Bu nedenle ekonomisi kırılgan bir ülkede, gıda güvenliğinden söz etmek oldukça zor. Ekonomik reformlar nüfusun yoksullaştırılmasına değil de, ekonomide aktif rol almasına ve elde ettikleri gelirin dengelenmesine yönelik uygulanırsa, ancak o zaman ikinci adım olan gıdayı erişilebilir kılmaktan söz edebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, bugün Türkiye’de gıda güvenliğinin sağlandığı söylenemez.


Sürdürülebilirliğin gerçekliği nedir?

Sürdürülebilir bir gıda tedarik zincirine geçmek, sistemin bu denli derinleştiği bir noktada çok basit görünmüyor. Süpermarket kültürünün hafızalarımızdan sildiği kültürel bilgi ve süreçleri tekrardan canlandırmamız gerek. Toprak ve onun mevsimsel ritimleriyle yeniden bağlantı kurmak, önümüzdeki ilk hedef olmalı.

ABD’deki seçimlerde kazanan taraf demokratlardı ve kampanya sırasında Green New Deal’ı imzalama sözü vermişlerdi. Green New Deal, temel olarak iki ana fikir üzerine kurulu: İlk olarak, iklim krizini çözüme kavuşturmamız için yapılması gerekenleri ele alıyor. Bunun için de “kullandığımız araçları, malzemeleri, yakıtları, yapıları ve gıda sistemini yeniden nasıl tasarlayabiliriz” sorusuna odaklanıyor.

Diğeri ise daha çok, bu değişimler sonrası insanlara ne olacağı ve geçiş süresinden nasıl en az hasarla çıkabilecekleri ile ilgili. Her şeyin sonucunda görüyoruz ki önümüzdeki büyük krizi yeni bir fırsata dönüştürmek için hâlen şansımız var, ancak kolay olmayacak. Bu yüzden gereken adımları bugünden atmaya başlamalı ve çözüme bütünsel bir yolla, dört elle sarılmalıyız.


Fotoğraf / Can Koyuncu, Urla’da padron biberi  yetiştiriyor. Can Koyuncu’nun arşivinden.

İnsanca yaşayabilecek düzeyde ücret almak, temel bir insan hakkı sayılıyor. Asgari ücret tartışmalarını önemli kılan da bu. Zira en vasıfsız, en yeni işçinin asgari düzeyde yaşamını idame ettirecek bir ücreti belirlemek değil mesele; tüm çalışanlar için asgari “insani sınır”ın nereye çekileceğine karar vermek. Asgari ücretin temelinde yatan kök fikir, emekçinin kendi bedeni üzerindeki hakimiyetiyle ilgili çünkü. Enerjisinin ne kadarını yaşamaya, ne kadarını üretime ayıracağına dair bir pazarlık.

İşte asgari ücret belirlenirken karşımıza çıkan “kalori hesabı”, tam burada anlam kazanıyor. Görünüşte bilimsel yaklaşım gibi görünen kalori düzeni, esasında emekçi beden üzerinde durmaksızın süren sınıf savaşının ideolojik ve politik bir tezahürüdür.

Türkiye’de her yıl asgari ücrete karar verilirken, ücretin ana çıkış noktasını Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nün hazırladığı “kalori tablosu” oluşturur. Hafif, orta ve ağır iş kolunda çalışan erkek, kadın ve çocuk işçilerin günlük ihtiyaç duydukları protein, sebze-meyve, süt ve süt ürünleri, yağ, karbonhidratın asgari miktarı belirlenir. Bu tabloda, Türkiye İstatistik Kurumu’nun enflasyonu ölçerken kullandığı sepetten gıda maddeleri seçilir. TÜİK, seçilen gıda maddelerinin günlük parasal değerini hesaplayarak işçi, işveren ve hükümet yetkililerinden oluşan Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na gönderir. Baz rakam böyle hesaplandıktan sonrası artık işçinin ailesi, kirası, temel bazı hizmetler de dikkate alınarak bunun üzerine eklenir.

Örneğin; 2021 yılı asgari ücreti vergileri sigorta primi dahil brüt 3.577,50 TL’dir. İşçinin eline net geçen ise 2.825,90 TL. Sonra evli olup olmadığına ve çocuk sayısına bakılarak “Asgari Geçim İndirimi” adı altında bir teşvik verilir. Bekar 220,73, evli ama eşi çalışmayan 264,87, evli ve bir çocuğu olan 297,98 TL gibi… Lakin asıl olan kalori hesabıdır yine de.

Serbest piyasanın ücret konusundaki felsefi yaklaşımı “bilimsel” temele oturtulur: Asgari ücretteki “yaşam payı”nı ne kadar gasp edip “iş payı”na dahil ederseniz, daha fazla ücret vermeden üretimi en az maliyetle, o kadar artırırsınız!

Gelin asgari ücret ile kalori arasındaki muammayı çözmeye çalışalım.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi Almanyası’nın maden cenneti Ruhr bölgesinde, kömür üretimiyle işçilerin harcadıkları günlük kalori arasındaki korelasyonu ortaya koyan araştırmalar yapıldı. İktisatta üretim ve kalori arasındaki ilişkiyi inceleyen yeni bir literatürün de temelini attı buradan elde edilen bulgular.

1939 yılında bölgedeki kömür işçilerine ortalama 4 bin 500 kalorilik beslenme olanağı tanıyan ücret ödeniyordu. Hesaplamaya göre işçi, 2 bin 200 kaloriyi “yaşam payı” olarak tüketirken, 2 bin 300 kaloriyi de “iş payı” olarak harcamaktaydı. Bu kalori sayesinde her işçi, bir iş gününde yaklaşık 1.9 ton kömür üretiyordu. 1942 yılına gelindiğinde ise ağırlaşan savaş koşulları nedeniyle beslenme imkanlarının bozulması, iş için ayrılan kaloriyi bin 700’e, sonrasında 900’e kadar düşürdü. Aynı düzeyde üretimin de azaldığı ortaya çıktı tabi. 1944’te “iş payı” yeniden bin 900 kaloriye yükseltildiğinde, üretim 1.65 tona yükseldi. Benzer araştırmalar çelik sektöründe de yapıldı.

Sonuçta şu “bilimsel” yönteme ulaşıldı: 2 bin 200 kalori vücut ısısının sabit tutulması; kalbin çarpması, bağırsakların çalışması vb. nedenlerle yaşamsaldır. İnsanı ayakta tutan enerjinin sıfır noktasıdır bir bakıma. Üretimi artırmanın yolu, hayati sınırın üzerindeki kaloriyi, yani “yaşam payı”nı artırmaktan geçer. Dolayısıyla ücreti belirleyen ana faktör “iş payı”dır.

Ne var ki Nazilerin pek çok konuda olduğu gibi asgari ücretin felsefesi konusundaki keşfi de “özgür dünya”nın sermayedarlarına ilham verir. Serbest piyasanın ücret konusundaki felsefi yaklaşımı “bilimsel” temele oturtulur: Asgari ücretteki “yaşam payı”nı ne kadar gasp edip “iş payı”na dahil ederseniz, daha fazla ücret vermeden üretimi en az maliyetle, o kadar artırırsınız!

Asgari ücreti bir ücret olmaktan çıkarıp, insanın yaşam ve haysiyet mücadelesi haline getiren şey de kalori üzerinde süren bu sınıf kavgasıdır. Kavgayı kaybetmek, emekçileri sadece daha kötü koşullara mahkûm etmez, yaşamını da tehlikeye atar.

1975 yılında Maden Mühendisleri Odası, Zonguldak’ta hızla artan iş kazalarının nedenlerini araştırırken, Ruhr bölgesindeki incelemelerden faydalandı. Hazırlanan rapor, 21 Kasım 1975 günü odanın yayın organı Birlik Haber’de yayınlandı.  SSK’ya kayıtlı 1 milyon 800 bin kadar işçinin ücret ortalamasının, üçü çocuk beş nüfuslu bir işçi ailesinin beslenme ihtiyacını karşılayamadığı tespit edilirken; ortalama ücretin ancak dörtte birini alabilen asgari ücretli çalışanların ise açlık çektikleri belirtiliyordu.

Görünüşte onları ayakta tutacak, her gün kömür ocağına girip çalışacak kadar beslenmekteydiler fakat, gerçekte bu bir “yalancı tokluk”tu. İşçiler bedenlerini sağlıklı kılacak enerjinin yanında işin gerektirdiği enerjiyi alamadıklarından dolayı giderek daha fazla “yaşam payı”nı işe harcıyorlardı. Emekçi beden bir anlamda kendi kendini yemeye başlıyordu. Mühendisler buna “otofaji hali” diyorlardı.

Henüz 1975’te, Zonguldak’taki iş kazalarını inceleyen bir raporda kullanılan “otofaji”nin, bugün sağlıklı beslenme konusu her açıldığında başvurulan mucizevi bir kavram haline gelmesi, oldukça manidar. Sözlük anlamı “kendi kendini yemek” anlamına gelen “otofaji”nin tıbbi açıklaması kabaca şöyle: Otofaji sürecine giren hücreler, içlerindeki lizozom isimli yapıların da yardımıyla kendi atıklarını, yaşlanmış parçaları, döküntüleri yiyerek yaşamlarını sürdürmeye başlar. Beden böylece “beslenme zahmetine” girmeden toksik atıklardan kurtulur, arınır. Daha anlaşılır söylersek, “detoks” modasının doğal olanıdır. Çağın furyası olan “açlık diyetleri”nin formülleri buraya dayanır zaten. Otofajinin bilimsel faydasını araştıran Japon bilim insanı Yoshinori Ohsumi’nin 2016 yılında Nobel Tıp Ödülü aldığını ve yıllarca oruç tutmanın bilimsel açıklamasını arayanların da hayli rahatladıklarını hatırlatalım. Ekonomik kriz dönemlerinde açlığın faydalarına işaret eden haber ve yorumların ucunun da buralara uzandığını not edelim. Bilimsel bir bilginin emekçi üzerindeki tahakküm ilişkisinde oynadığı rolden, toplumu kuşatan ideolojik örüntülere uzanan serüveni bakımından çarpıcı bir örnek olsa gerek.

1970’lerin ithal ikameci modelinin sağladığı korumacı avantajlarla temel mal ve hizmetlere sürekli zam yapılmasına karşın, ücretlerin baskılanması sayesinde sermaye birikiminin hızlanmasının, emekçi bedendeki tahribatı kademe kademe artırdığına dikkat çekiliyordu. Eğer yaşamak için gerekli kalorinin yüzde 10’u “iş payı”na ayrılırsa, verim yüzde 20 düşüyordu. Oran yüzde 15’e çıktığında verim yüzde 50; kayıp yüzde 20’yi bulduğunda verim yüzde 80 eriyordu. Yarı açlık halinin iş ve iş yetisinde yol açtığı tahribatın sosyal ve psikolojik sonuçları da şu şekilde tarif ediliyordu: “Kötü beslenme öncelikle depresyona yol açar. Başkalarıyla iletişim ve sosyal ilişki zayıflar. Zihinsel kapasite daralırken, yetiler aşınır.”

Asgari ücretin düzeyinin, iş kazalarından işçinin iş ve sosyal yetilerini etkilemesine uzanan belirleyiciliği üzerine çalışmanın gösterdiği hayati konu, asgari ücretin “yaşamak için gerekli kalori” hesabıyla yapılamayacağı, beden sağlığının asla pazarlık konusu olamayacağıydı. Böyle bir pazarlık, bizatihi işçinin varlığının tartışmaya açılması demekti. Herkesin sahip olması gereken temel bir insan hakkının üzerine eğer bir de üretim isteniyorsa, karşılığı ödenmeliydi ve ücret denilen geçim imkanının sınırı buradan başlamalıydı.

Kalorinin kendisinin de manipüle edilebilir olması sorunun bir başka boyutu elbette. Hemen her yıl asgari ücret değişirken ihtiyaç duyulan kalorinin de değişmesi dikkat çekici

Bugün kaloriye dayalı asgari ücret sisteminin, insan hakları ihlali sayılması bundan dolayıdır. Üstelik asgari ücret üretimde tek kişiyi kapsarken, emeğin yeniden üretiminde tüm bir aileyi kapsıyor. “Aile Geçim İndirimi” adı altında yapılan cüzi ek ödemeler de bu gerçeğin manipüle edilmesi anlamına geliyor ve orada kalori, hiç hesaba katılmıyor. Nitekim Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) asgari ücret belirlenirken, ülkelerdeki geçim koşullarının tamamının ve ailenin de geçiminin göz önüne alınmasının zorunlu olduğunu öngören düzenlemesini Türkiye imzalamadı. Ücret tespit edilirken ekonomik koşullara göre hareket edildiği iddia edilse de kalori hesabı daima ana kıstas olmayı sürdürüyor.

Kalorinin kendisinin de manipüle edilebilir olması sorunun bir başka boyutu elbette. Hemen her yıl asgari ücret değişirken ihtiyaç duyulan kalorinin de değişmesi dikkat çekici. 2010’larda 4 bin kalori ihtiyaç görülürken, bugün nasıl oluyor da 3 bin 500 kalori yeterli olabiliyor?

Türkiye’de devletin sağlıklı beslenme konusundaki resmî belgesi, 2003’te ilk kez Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nün hazırlayıp, Sağlık Bakanlığı’nın yayınladığı “Türkiye’ye Özgü Beslenme Rehberi”dir. (2) Son olarak 2015’te revize edildi ve sağlık konusundaki resmi yaklaşımın da temeli kabul ediliyor. Tabii, kâğıt üzerinde. Rehberin iddiaları ile fiiliyattaki sosyal politikalar ve toplumun geniş kesiminin yaşam koşulları arasındaki uçurum, asgari ücret-kalori ilişkisinin insanlık dışı yüzünü daha da gün yüzüne çıkarıyor.

Rehbere bakılırsa beden sağlığı için 70’e yakın farklı besinin alınması şart. Yetişkin bireylerde enerjinin yüzde 10-15’i proteinlerden, yüzde 55-60’ı karbonhidratlardan, en fazla yüzde 30’u yağlardan sağlanmalı. Böyle bir beslenme imkânı, mevcut asgari ücretle sağlanabilir mi? Devletin kendi vatandaşına tavsiye ettiği listeye bakmak dahi bu sorunun yanıtını kolayca veriyor.

Mesela; yetişkin bir insanın, bırakın ağır çalışma koşullarını, gündelik yaşamını normal sürdürebilmesi için gereksinim durduğu kalori miktarı 2000-3000 arası. Bunun en az 400-600’ünün kahvaltıda alınması beden için zorunlu. Bugünkü fiyatlarla parasal değeri 7-8 TL civarında. Bütün ay yapılacak ortalama harcama 200 TL demek. Sadece bir kişinin yaşamak amacıyla tüketeceği kalorinin bedeli bu. Türk-İş Konfederasyonu’nun son yaptığı hesaplamaya bakarsak eğer, yetişkin bir işçinin gıda harcaması bir ayda 745 TL’ye ulaşıyor. Aile dikkate alındığında 2 bin 719 TL bırakın çalışmayı, günlük yaşamda ayakta kalmanın maliyeti, açlık sınırı yani.

Ücret; türlü rakamların, tanımların vb. oluşturduğu bir kalabalığın gizlediği “yaşam payı” ve “iş payı” arasındaki kavganın ürünü olarak ortaya çıkar. Ve kalori hesabı da bu savaşta işçinin doğal hakkı olan “yaşam payı”nın ne kadarının daha onun aleyhine gasp edilip üretime sevk edileceğinin formülünü oluşturur. Asgari ücretin ardında, insanın yaşam hakkının pazarlığı yatar. Dolayısıyla herkesin fiziki varlığını sürdürecek bir ücret alması tartışması, emek karşılığı ödenecek ücret sorunu değil, temel insan haklarıyla ilgili bir sorundur.

ABD Başkanı Joe Biden’ın davetiyle 22-23 Nisan’da sanal ortamda gerçekleşen “İklim üzerine Liderler Zirvesi”, Türkiye’de hiç de ilgi görmeden geçip gidiverdi. Üstüne üstlük, zirvenin hemen ertesinde Biden’ın “Ermeni Soykırımı”nı telaffuz etmesiyle, birden Türkiye gündemi adeta bir asrı aşkın geriye ışınlanıverdi.

Türkiye için “milliyetçiliğin” ön plana çıktığı bir dönemdeyken dünyanın önde gelen ülkeleri, sınır tanımayan ölümcül bir kriz için ortaklaşmaya çalışıyor. Biden’ın “İklim Zirvesi”, son dönemde uluslararası ilişkilerde gerçekleşen en önemli gelişmelerden biriydi.

Zirve sonrası ise ABD ve aslında dünya geneli için de işin asıl zor kısmı başlıyor: 40 liderin katıldığı bu toplantının yarattığı beklentiyi karşılamak ve dünya genelinde, iklim krizine karşı tedbir alınması için hakikaten de somut ve kalıcı ivme yaratabilmek.

Biden için iklim krizi mücadelesi hakikaten öncelik çünkü…

Biden, zirvenin açılış konuşmasını yaparken, iklim krizine karşı mücadele etmenin “ahlâki bir zorunluluk” olduğundan bahsetti. Beyaz Saray açısından bakılınca, iklim krizinin yıkıcılığı ötesinde “ahlâki” ve “zorunluluk” kavramlarının ayrı bir anlamı var. Biden ve ekibi, ülke içinde ve dışında Donald Trump yönetiminin yarattığı tahribatı onarmaya çalışırken, ellerinde iklim krizi dışında ABD’nin “ahlâki alanda öncülük” yapmasını sağlayacak fazla da bir ilham kaynağı yok. Bunun ötesinde, iklim krizine karşı önlem alınması ve hakiki bir dönüşüm sürecine girilmesi, ekonomik ve politik bir zorunluluk.

Zirveden 24 saat önce AB kendi içinde sabaha kadar uzayan bir müzakere ile “Avrupa İklim Yasası”na son şeklini verdi. Bu yasa, tüm AB ülkeleri için bağlayıcı ve dolayısıyla baştan aşağı dönüştürücü…

Biden yönetimi, Trump döneminin aksine bilimsel veriler ışığında hızlı ve etkin hareket eden, rasyonaliteye sadık kalan bir yönelim benimseme iddiası taşıdığından, iklim krizini öncelikli olarak gündeme alması kaçınılmaz. Bu politik çizginin faydasını da şimdiden gördüler: Biden ekibinin aşılamayı hızla tamamlamaya ve ekonomik destek paketlerine ağırlık vermesi ile, ABD’nin Koronavirüs pandemisinin yarattığı krizi aşmaya başlaması söz konusu olabildi. Bu da, etkin ve hızlı hareket etmenin, ülkenin akıbeti açısından ne denli belirleyici olacağının bir göstergesi oldu.

Tüm bu sebeplerle, iklim krizi ile mücadele ve tüm ABD ekonomisinin “yeşil” dönüşümle baştan aşağı değiştirilmesi, Biden yönetimi için başlıca öncelik. Sadece ABD için değil, Avrupa Birliği için de iklim krizinin ne denli ciddiye alındığı ve o taraflarda nasıl köklü bir dönüşüm başladığını Türkiye’den pek de fark etmiyoruz. AB, Biden’ın toplantısının başlamasından yaklaşık 24 saat önce, kendi içinde sabaha kadar uzayan bir müzakere ile “Avrupa İklim Yasası”na son şeklini verdi. Bu yasa, tüm AB ülkeleri için bağlayıcı ve dolayısıyla baştan aşağı dönüştürücü olacağı gibi, Avrupa ile ticaret yapan ülkeleri de yakından ilgilendirecek.

Liderler arası yeni rekabet alanı

“Liderler İklim Zirvesi”nde gözler, sera etkisine neden olan gazların atmosfere salımından tarih boyunca en çok sorumlu olan ABD’nin ve şu an için en yüksek emisyon oranına sahip Çin’in üzerindeydi.

Biden yönetimi, 2030’a kadar sera gazı emisyonlarını, 2005’teki seviyelerine göre yüzde 50-52 oranında azaltacağı gibi hakikaten çıtayı kendisi açısından yükseğe koyan bir vaatte bulundu. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ise, 2030’a kadar kömür başta olmak üzere fosil yakıtların kullanımını sınırlayacağını ve 2060’a kadar ekonominin tamamen “karbonsuz” hâle geleceğine dair sözünü yineledi.

Bu sözlerin tutulması iki ülke için de kolay değil. Biden’ın emisyonları yarılama sözü, 2015’te Paris İklim Anlaşması’na ABD taraf olurken Barack Obama’nın söz verdiği miktarı ikiye katlıyor. Obama’nın, altı yıl önce o dönem oldukça iddialı olan vaadi, ABD’nin emisyonlarını 2005’e göre %26-28 azaltmaktı. ABD’nin, bu sözün yarısına bile ulaşması henüz mümkün olmadı.

Çin ise iklim krizi ile ilgili kendisine yönelik eleştirilere karşılık, endüstrileşmeye Batı ülkelerinden çok daha geç başladığını ve halkının tümünü fakirlik çizgisinin üzerine çekme mücadalesinin öncelikli olduğunu öne sürüyordu. Ancak, 22 Eylül 2020’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı bir konuşma ile Xi Jinping büyük bir rota değişikliğine gitti. Xi, “Çin, ‘Kesin Katkılar için Ulusal Niyet Beyanı’nı genişleterek daha gayretli politikalar ve tedbirler benimseyecektir. 2030’da [karbondioksit] emisyonlarının en yüksek seviyeye ulaşıp düşmeye başlamasını, 2060’dan önce de sıfır karbon hedefine erişmeyi hedefliyoruz,” dedi.

Çin’in neredeyse Mao Zedong döneminde olduğu ölçekte bir devrimden geçmesi gerekiyor ki “sıfır karbon” hâle gelebilsin

Xi, Biden’ın davetine icabet ettiği Liderler İklim Zirvesi’nde de bu vaadini yineledi. Bir yandan bakınca, Çin’in zaten belirlediği hedeften farklı ve daha iddialı bir söz verilmemiş oldu. Öte yandan ise, Xi ilk olarak bu hedefi koyduğunda ülkesinde de şaşkınlık yaratmış ve hatta fazla iddialı bulunmuştu. Zira, Çin neredeyse Mao Zedong döneminde olduğu ölçekte bir devrimden geçmesi gerekiyor ki “sıfır karbon” hâle gelebilsin. Buna karşılık, Çin’in vaadini gerçekleştirmesi demek, küresel ısınma seviyesini yapılan projeksiyonlardan 0,3 derece aşağı çekmek anlamına geliyor. Bu da maksimum 1,5 derecelik ısınma hedefine, dünya genelinde herhangi bir ülkenin alabileceği tedbirlerin sağlayabileceğinden daha fazla yaklaşılmasını sağlayacak bir düşüş.

Yine bardağın dolu ve boş yanlarına bakarsak, ABD ve Çin’in hedefleri, şimdiye kadar yapılması ertelenenlerden hareketle hakikaten erişilebilirlikleri veya daha fazlası için neden söz verilemediği gibi bakımlardan eleştirilebilir. Başka bir açıdan bakıldığında ise, bu iki ülkenin silahlanma veya ticaret savaşları üzerinden rekabet etmesindense, küresel iklim krizi alanında yarışmaları çok daha tercih edilebilir bir durum.

Uluslararası ilişkilere “iklim krizi” şartı

Zirvede, Avustralya, Meksika ve Hindistan gibi ABD ile diğer konularda işbirliği yapan ülkelerin söz vermekten kaçınması ve hatta sadece “savunmacı” bir tutumla sıra savmaları da dikkat çekiciydi.

Avustralya’da, küresel bir medya imparatorluğuna sahip Rupert Murdoch’un sahibi olduğu sağ muhafazakar Sky News’un popüler programcısı Chris Kenny’nin “Biden’ın zirveyi düzenleyip, aptal yeşil solcu bir yola saparak kendini rezil ettiği” yorumunu yaptığını da unutmayalım. Yine Murdoch’un sahibi olduğu ve Avustralya’da ulusal çapta dağıtımı olan The Australian’da çıkan yorumlarda, “Greta Thunberg bile Biden’ın ne kadar saçmaladığını anladı” gibi alaycı ifadeler kullanılıyordu.

Bugün hayal etmesi zor olabilir ama uluslararası ilişkilerde dengeler iklim krizinin zorlaması ile çok değişebilir. Avustralya ve ABD ile geleneksel müttefik olan ülkelerin böylesi temel bir konuda anlaşamaz ve örtük olarak zıtlaşırken, Çin ve ABD gibi rakipler ortak nokta bulabiliyor. İklim krizi üzerinden yeni ilişkiler gelişeceğini ve tıpkı insan hakları gibi bu konunun da ticaretten politikaya, dış ilişkileri etkileyen boyut kazanacağını öngörebiliriz.

Hindistan ve ABD arasında, zirvenin hemen arifesinde yaşanan perde arkasındaki gerilimin iklim krizi boyutu da vardı. Bilindiği gibi Hindistan, bugünlerde COVID-19 pandemisinin en sert vurduğu ülke: 26 Nisan itibariyle son 4 gündür 350 bin fazladan yeni vaka tesbit edildi. Bu süreçte, Hindistan’a Rusya ve Çin hızla yardım teklif edip destek verirken; ABD, en son ses veren ülke oldu. Dahası, Hindistan genelinde inaktif virüs içeren aşıların hızla üretilmesi hedefi de, Washington’un bu aşıların hammaddelerine ambargo uygulaması dolayısıyla duvara tosladı. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in kökenlerinin de etkisiyle Hindistan ve ABD’nin arasının her zamankinden de iyi gitmesi beklenirken, tersine “aşı krizi” ilişkilerde ciddi bir yara açtı.

“Aşı krizi”, iklim krizi konusunda Hindistan’ın Başbakanı Naredra Modi’nin, Biden’ın beklediği desteği vermemesine de bahane oldu. Her ne kadar ABD ve Hindistan zirveyle eş zamanlı olarak “Temiz Enerji Ortaklığı” ve “İklim Hareketi Finansal Seferberlik Diyaloğu” belgelerini açıklamış olsalar da, Biden’ın tüm teşviklerine rağmen Modi tarafında ayak direme tavrı ön plana çıkıyordu. Washington’un Çin ile ABD’nin ardından, dünyanın en çok emisyona neden olan üçüncü ülkesi olan Hindistan’a yeşil dönüşüm için finansal ve ekonomik destek vermesini öngören işbirliği paketleri, beklenen sinerjiyi yaratamadı.

Öte yandan, Biden’ın toplantısı ertesinde Washington merkezli Council on Foreign Relations’ın (CFR) Pekin’deki şubesinin düzenlediği bir panele katılan Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, zirvenin iki ülke arasında dayanışmanın mümkün olabildiğini gösterdiğine işaret ederken; yine de “şartlı” bir tavır benimsiyordu. Wang, eğer ABD, Çin’in içişlerine ve “özgür modeline göre çizgisini sürdürmesine” karışmazsa, iklim krizi konusunda işbirliğinin çok daha derinleştirebileceğini söylüyordu.

Görüldüğü gibi, Biden’ın liderler zirvesi, uluslararası ilişkilerde iklim krizinin öncelik hâline gelmesi bakımından ve bu açıdan, Trump döneminin büyük tahribatının bir nebze olsun onarılmaya başlandığı bir dönüm noktası. Dediğimiz gibi, iklim krizine karşı tedbir almak ülkeler arasındaki başlıca rekabet konusu olursa, yapıcı bir değişiklik yaşanır. Buna karşılık, liderler zirvesinin şimdilik ortaya koyduğu, istisnasız olarak her tarafın, iklim krizini yaşamsal bir mesele olmaktan ziyade bir “pazarlık kozu” olarak gördüğü. Evet, tüm dünyanın geleceğini kurtaracak uluslararası dayanışmanın “ucunu” gördük, ama tünelin sonuna daha var. Ve zaman da giderek azalıyor.