İzmir Toprak Koruma Kurulunun “tarım dışı planlanabilir” kararından sonra yapılaşmaya açık hâle gelen İnciraltı mevkii için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın hazırladığı imar planının yankıları sürüyor. Bahçelerarası Mahallesi’nde dedelerinden devraldığı çiftçiliği uzun yıllar sürdürmüş olan ve hâlen orada yaşayan mülk sahibi Ayten Güleryüz, imar planında arazisinin “turizm-ticaret alanı” olarak gösterildiğini, bu nedenle bağımsız bir konut projesi uygulamalarının mümkün olmadığını belirtti. Tarım vasfından çıkarılan arazilerde konut ile ticaret-turizm merkezlerinin yapılmasını öngören İnciraltı planının hazırlanmasında aktif rol oynayan İnciraltı Gelişim Derneği’nin (İNGE-DER) Başkanı Tayfun Karabulut ise İnciraltı’yla ilgili yapı projesinin hazır olduğunu ancak projeyi daha sonra açıklayacaklarını söyledi.
Bölgede yıllar içinde tarım faaliyetinin azalmasında sulama suyu sorunu ilk sıralarda yer alıyor. Su sorununu ortaya çıkaran temel neden tarım arazilerinin çevresine yapılan büyük alışveriş merkezleri olarak gösteriliyor. Aileden çiftçi olan 42 yaşındaki Kemal Cihan, inşa edilen AVM’ler yüzünden yıllar geçtikçe yeraltı sularının azaldığını, yeraltı sularına deniz suyu karıştığını ifade etti. Cihan, “Burası tarım bölgesi olmasına rağmen devletten hiçbir teşvik alamadık. Yıllardır kendi yağımızla kavruluyoruz. Su sorunu da baş gösterince işler iyice zorlaştı. Hâlbuki Balçova Barajı bu bölgenin tarım suyu ihtiyacını karşılamak için yapılmıştı. Ama baraj açıldıktan sonra sadece birkaç yıl su verilebilmiş. Sonra bir damla su alamadık” dedi.
“Proje var ancak şimdi açıklayamayız”
İzmir’in Balçova ilçesinde son 35 yılda imar planlarına konu olan birinci, ikinci, üçüncü derece doğal sit statüsündeki İnciraltı ve Bahçelerarası Mahalleleri için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yeni bir imar planı hazırladı. Revize edildikten sonraki hâliyle Aralık 2023’te yeniden askıya çıkarılan İnciraltı Turizm Merkezi 1/5000 ve 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Nâzım İmar Planları doğrultusunda İmar Kanunu’nun 18. maddesine göre bölgenin parselasyon planı yapılacak. Şahıslara ait her bir arazinin yüzde 40’ından fazlası kamu hizmetleri için kullanılmak üzere kamuya terk edildikten sonra mevcutta büyüklükleri 1 ile 60 dönüm arasında olan tarımsal nitelikli arazilerden iddiaya göre ikişer dönümlük imar parselleri çıkarılacak. Plana göre bölgede üçer katlı turizm-ticaret yapıları, ikişer katlı konutlar ve birer katlı günübirlik tesisler inşa edilecek.
İmar planı uygulama süreciyle ilgili bilgi veren İNGE-DER Başkanı Tayfun Karabulut, “Şimdi altlıklar yapılıyor. 18. madde uygulamasını yapacak arkadaşlar mayıs ayı içinde çalışmaya başlayacak. Önümüzdeki günlerde burada artık haritacıları göreceğiz” dedi. Karabulut, “İnciraltı’yla ilgili yeni plana göre bir proje hazırlandı mı?” sorumuza şu yanıtı verdi:
“Var ama bunu sizinle paylaşırsam kamuoyuyla da paylaşmış olacağım. Çünkü biz dernek olarak bu sürecin artık içindeyiz. Çevre Bakanlığı’nın da burada bir güven telkini var. O güveni karşılıklı sağlayabildik. Dolayısıyla bu sorular için biraz erken. Yakında çok özel bir mimarî tasarım açıklanacak.”
“İl Toprak Koruma Kurulunun kararı hukuken düştü”
İnciraltı ve Bahçelerarası Mahallelerinde imar ve yapılaşma yolunu açan İzmir İl Toprak Koruma Kurulunun 23 Eylül 2020’de aldığı “tarım dışı planlama yapılabilir” kararında planlama çalışması yapılmak istenen 711 hektarlık alanın yaklaşık 471 hektarlık kısmının “dikili ve mutlak tarım arazisi” 240 hektarlık kısmının ise “marjinal tarım arazisi” olduğu belirtildi. Ancak Kurul, oy çokluğuyla marjinal tarım arazisi vasfında olan kısım için “planlama yapılmasında sakınca olmadığına” dikili ve mutlak tarım arazisi vasfında olan kısmın da “kamu yararı kararı alınması şartıyla planlama çalışmasına dâhil edilmesine” karar verdi. Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği (TMMOB) Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi karara şerh düştü.
Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı Dr. Hakan Çakıcı, daha önce bölgeyle ilgili marjinal tarım arazisi statüsünün farazi bir şekilde “toprakta bor sorunu var” diyerek verildiğini belirtiyor. “Tamamının ‘mutlak tarım arazisi’ olarak değerlendirilmesi durumunda bölge tarım dışına çıkarılmayacaktı” diyen Çakıcı, İl Toprak Koruma Kurulunun kararının ise zamanında bir proje önerilmediği için hukuken düştüğünü söylüyor:
“Tarım dışı planlamaya açılan marjinal tarım arazilerinde doğrudan inşaat yapamazsınız. Sadece eko-köy, seracılık gibi özel projeler uygulayabilirsiniz. Ayrıca tarım dışına çıkarılan araziler hakkında kanuna göre iki yıl içinde bir proje önerilmesi gerekiyor. İnciraltı’yla ilgili imar planı 14 Mayıs 2023 seçimlerinden üç gün önce askıya çıkarıldı. Kurul ‘tarım dışı planlama yapılabilir’ kararını ise 23 Eylül 2020’de verdi. Bu süreçte somut bir proje önerilmedi. Dolayısıyla Toprak Koruma Kurulunun kararı hukuken düşmüş durumda.”
Bölgedeki arazilerin yarısı sermaye gruplarınca toplandı
Tarihi mandalina üreticiliği, çiçek, sebze yetiştiriciliği ve seracılıkla başlayan Bahçelerarası ve İnciraltı’nda aileler geçimini sahibi oldukları veya kiraladıkları tarlalarda çiftçilik yaparak sağladı. Birçok aile tarımcılığın genel sorunları, bölgede ortaya çıkan sulama suyu sorunu nedeniyle çiftçiliği bırakmak zorunda kalırken bölge tarımında çalışan işçi sayısı da giderek azaldı. Ancak 100 ila 120 aile hâlâ tarımcılığı sürdürüyor.
Kemal Cihan, Bahçelerarası’nda dedelerinden kalan topraklarda hâlâ tarımcılığı devam ettirenlerden. Anne ve babası yaşlanınca işleri devralan Cihan, iki dönümü kendine ait olmak üzere toplamda 27 dönüm tarlada kasımpatı, biber, patlıcan; sebze, çiçek yetiştiriyor. Kışınsa seracılık yapıyor. “Biz buranın son köylüleriyiz” diyen Cihan, bölgedeki tarım arazilerinin mülkiyetiyle ilgili şunları söylüyor:
“Araziler dedelerinden, babalarından çocuklara intikal ettiği için hisseli. Kardeşlerden biri maddî anlamda zora düştüğünde ya da kardeşler arasında anlaşmazlık çıktığında hissesini satabiliyor. Dışarıdan hisseyi alansa bu kez diğer hissedarlara izaleyi şüyuu (ortaklığın giderilmesi) davası açıyor. Davalar kardeşlere karşı arazide tek hissesi olan o kişinin lehine sonuçlanıyor genelde; arazinin tamamı kardeşlerden çıkıyor. Bu şekilde geçmişi tarımcılığa dayanan onlarca aile burayı bırakıp gitmek zorunda kaldı. Bölgede arazilerin yüzde 50’sinden fazlası maalesef büyük firmaların eline geçti. Alanlar zaten buraya tarım yapacağım gözüyle bakmıyor. Mesela bir Alman şirketi 300 dönüme yakın yer topladı. Bu arazileri alan kişilerin hiçbirinin tarımla işi yok.”
Sahil kıyısındaki konumuyla dikkat çeken Bahçelerarası ve İnciraltı’nda kime sorsanız aynı yanıtı veriyor: “Bölgedeki tarım arazilerinin yarısı büyük şirketler tarafından toplandı!” Yereldeki çeşitli kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre inşaat, otel, turizm, restoran, galericilik gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren Akgerman, Kâya ve Dabak ailelerinin; İZKA İnşaat, Zorlu Holding gibi birçok sermaye grubunun bölgede dönümlerce arazisi bulunuyor.
“Bizi mutlu eden parseli küçük tutmak oldu”
İnciraltı ile Bahçelerarası’nda yaklaşık 2 bin 200 hissedarın olduğunu bildiren İNGE-DER Başkanı Karabulut da bölgedeki mülkiyet değişimini doğruluyor. Ölümlerle birlikte hisselerin küçüldüğünü söyleyen Karabulut, “Bir arazinin içinde en az iki, en çok 30 hisse var. Bu hisselerden biri el değiştirdikten sonra eğer satın alan kişi bir simsarsa hemen o arazinin tamamını icra yoluyla satın almaya çalışıyor. Ata mirasın var. Satmak istemiyorsun ama hisseli olduğu için tek başına söz sahibi de olamıyorsun. Yabancı hissedarlar yüzünden gözyaşıyla arazisini satan çok oldu” diyerek ekliyor:
“O yüzden bu imar planında bizi mutlu eden parseli küçük tutmak oldu. Diyelim ki Özdilek emsali verilmiş ama imar parseli 20 dönüm yapılmış olsun. Toplam 30 kişi olacağız. Para olmadığı için kimsenin birbirinden satın alma şansı yok. Aramızda kim güçlüyse tüm hisseleri o alacak. Ama parsellerin küçük olduğunu düşünelim. Örneğin iki dönümlük konut parseli… O zaman herkes kendi başına ya da üç hissedar mülkiyetine devam ederek buradaki hayatını terk etmeyecek. Belki diyecek ki arazideki hissemi satmayıp beş dönümlük otel projesine ortak olmak istiyorum.”
“Evimizi, tarlamızı turizm-ticaret alanı olarak ilân etmişler”
Bahçelerarası’nda çiftçi bir aileden gelen 61 yaşındaki Ayten Güleryüz* dedelerinden kalan 4,5 dönümlük tarlada annesinden devraldığı sebze ve çiçek yetiştiriciliğini 30 yıl boyunca sürdürdü. Hâlen Bahçelerarası’nda tarlasının içindeki evde oturan Güleryüz, tarımda maliyetlerin artması, işçi çalıştıramaması gibi nedenlerle pandemi döneminde çiftçiliği bıraktı.
Mahallenin eski günlerinden bahseden Güleryüz, “Burada yetiştirdiğimiz çiçekler yurtdışına gönderilirdi. İstanbul’a mandalina, sebze buradan giderdi. Çoğu aile malûm sebeplerle tarımcılığı bıraktı. Ben de artık kendime yetecek kadar ekiyorum. Anne ve babaları vefat edince çok az kişi çiftçiliği devam ettirdi” diyor.
Güleryüz, Çevre Bakanlığı imar planını hazırlarken kendisi gibi çevresindeki mülk sahiplerinden görüş almadığı, planda arazisi ticaret-turizm alanı olarak belirlendiği için tepkili:
“Bir gün öğrendik ki evimizi, tarlamızı turizm-ticaret alanı olarak ilân etmişler. Burada yıllardır süregelen bir yaşamımız var. Ekip biçiyoruz. Doğayla, toprağımızla iç içeyiz. Düşünebiliyor musunuz; plana göre konut yapma imkânımız bile yok. Bizim arazinin de içinde olduğu ada ve altı parselde tek bir turizm-ticaret projesi uygulanacak. Ama projenin ne olduğunu bilmiyoruz. Bizi bilmediğimiz bir projeye dâhil ettiler. Sonradan arazi satın alanların hepsi şirket. İçlerinde mafya kılıklı insanlar var. Devlet bu imar planıyla bizleri o kişilerle ortak etti. Dosyamız hazır. İzaleyi şüyuu davası açacağız.”
İnciraltı Plajı hâtıralarda
İnciraltı-Bahçelerarası bölgesi, 1989’da “turizm merkezi alanı” ilân edildikten sonra farklı dönemlerde birçok imar planına konu oldu. Bölgenin “turizm merkezi” ilân edilmesi İnciraltı ve Bahçelerarası’nın tarımcılıkla gelen tarihinin paralelinde önemli bir yer tutan deniz kültürüne ve Balçova’nın termal suyu dolasıyla sağlık turizmi potansiyeline dayandırılıyor. 1950’li yıllarda İzmir Belediyesi imar müdürü Rıza Aşkan tarafından Bahçelerarası ile İnciraltı’nın kıyı kesiminde 30 kilometrelik hattın plaj, gazino, bin kişilik soyunma kabini ünitesi, 68 konut, çarşı, dükkânlar, çocuk oyun parkı ve otopark barındıracak biçimde düzenlenerek kullanıma açılması bugün hâlâ “İnciraltı Plajı” adıyla toplumsal bellekteki yerini koruyor.
Mimar Emel Kayın, Belediye Kampı olarak faaliyet gösteren bu tesisin dışında, bölgede çadırlı ve sinema perdeli ESHOT Kampı, derme çatma bir kurguya sahip diğer çadırlı kamplar ile bölgenin sonunda yine çadırlı bir kamp olan, ancak gazinosu ve hizmet birimleri de bulunan Astsubay Kampı bulunduğunu yazıyor. Bu düzenin 1960’lara kadar sürdüğünü belirten Kayın, “İnciraltı’nın erken plaj yapılaşmasında doğa gözetilmiş, 1970’lerden sonra ise ölçek değişmeye başlamıştır” diyor.
Eski planlar iptal edildi, yenileri hakkında dava açıldı
İnciraltı-Bahçelerarası 1989’da turizm merkezi alanı ilân edildikten sonra 2000’lerin başında bölge hakkında imar planı çalışmaları hızlandı. İzmir’in EXPO (Dünya Fuarı) 2015-2020 adaylığında yer olarak İnciraltı’nın belirlenmesiyle Çevre ve Şehircilik ile Kültür ve Turizm Bakanlıkları, İzmir Büyükşehir Belediyesi İnciraltı-Bahçelerarası’yla ilgili 2007, 2009, 2011, 2012 ve 2013 yılında birbirine benzeyen imar planları hazırladı.
İmar planları ekili dikili araziler, doğal çevre, tarım, orman, lagün, sulak alan ve ekoloji gibi konularda koruma-kullanma dengesi gözetilmediği için meslek örgütleri, sivil toplum kuruluşları tarafından dava edildi. TMMOB Mimarlar Odası İzmir Şubesi 2013’te imar planları hakkında şu açıklamayı yaptı:
“2013’te Balçova ilçesinde mevcut 110 bin metrekare AVM alanı bulunmaktayken, EXPO planı ve Üçkuyular’daki henüz uygulanmayan 100 bin metrekarelik AVM alanı da dâhil olmak üzere bölgede yaklaşık 400 bin metrekare AVM alanı önerilmektedir. Bu alan da 10 adet Göztepe Spor Tesisi veya 20 adet Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi alanına eşittir.”
Dönemin Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar ise 2013’teki imar planlarını “İnciraltı’nın cazibesini artırarak konut yatırımcısını bölgeye çekecek bir planlama yaptık” sözleriyle savundu.
Çevre Bakanlığı, bugünkü İnciraltı Turizm Merkezi 1/5000 ve 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Nâzım İmar Planlarını da İzmir İnciraltı Termal Turizm Merkezi sınırlarını genişleten 29 Ocak 2021 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararından sonra hazırladı. Planlara mahkemenin iptal ettiği Körfez Geçit Projesi’nin işlenmesi büyük tepki çekti. İzmir Büyükşehir Belediyesi (İzBB), Balçova ve Narlıdere Belediyeleri planlara itiraz etti.
Önceki dönem İzBB Başkanı Tunç Soyer, planları “bilgilendirilmediğimiz ve bize gösterilmeden hazırlanan planlar” diye yorumladı. Soyer, İzBB’nin İnciraltı için yaptığı taslak imar planı çalışması 2018, 2019, 2020 yıllarında Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na iletilmesine rağmen bakanlığın planları değerlendirmeye almadığını açıkladı:
“Belediyemizce Turizm, Ticaret, Konut kullanımlarında belirlenen inşaat alanı, bakanlık tarafından onaylanan planda yaklaşık iki katına çıkartılmıştır. Bizim önerdiğimiz planda kıyı boyunca tüm İzmir halkının dinlenme, eğlenme ve rekreatif ihtiyaçlarının karşılanması adına büyük kentsel yeşil alanlar ayrılmış, bakanlık tarafından onaylanan planda ise kıyı alanı üst ölçekli planlara aykırı olarak büyük ölçüde yapılaşmaya konu edilmiştir.”
Soyer, 2023’ün temmuz ayında katıldığı bir programda imar planları hakkında dava açacaklarını duyurdu. Eylül ayında ise TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu (İKK) dava açtı. Planlar Çevre Bakanlığı tarafından revize edildiği duyurulmasından sonra Aralık 2023’te yeniden askıya çıktı. TMMOB İKK, yerel seçimlerden sonra 5 Nisan’da yaptığı basın açıklamasında ise 31 Mart’ta seçilmiş olan İzBB Başkanı Cemil Tugay ile Balçova Belediye Başkanı Onur Yiğit ve Narlıdere Belediye Başkanı Erman Uzun’a şu sözlerle seslendi: “Tarım alanlarının korunması ve artırılması üzerine program hazırlatan partinin belediye başkanları İnciraltı’na itiraz etmek zorundadır. Belediye başkanları bu sürece sahip çıkmalı.”

İnciraltı bölgesi hava fotoğrafları. İzmir Büyükşehir Belediyesi 2 Boyutlu Kent Rehberi görüntüleri kullanılarak üretilmiştir. | Kaynak: Ilgaz Su Aktaş.
“Kaçak yapılar plana emsal olamaz”
TMMOB Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi ve şehir plancısı Ilgaz Su Aktaş, İl Toprak Koruma Kurulunun 2010’da bölgeyi tarım dışı kullanıma açan kararının, art arda onaylanan imar planlarının TMMOB’a bağlı meslek odalarının yürüttüğü hukukî mücadele sonucunda iptal edildiğini söylüyor. Aktaş, bölgenin 1989’da “turizm merkezi alanı” ilân edilmesinden sonraki süreci şöyle özetliyor:
“1989 yılından önce onaylanan planlarda bölgenin Tarım Alanı niteliğinin korunmuş olduğunu, daha çok kuzey kısmının planlara konu edildiğini söylemek mümkün. Ancak 1989 yılı sonrasında İnciraltı için yeni bir sayfa açıldı. Bu tarihten itibaren ‘turizm merkezi alanı’ ve sit alanı sınırları ve statüleri farklı kararlar neticesinde değişikliğe uğradı. Aynı zamanda alanın bütünlüğünü tehdit eden ve İnciraltı’nın yapılaşma baskısını günümüze taşıyan İzmir-Çeşme Otobanı ve Özdilek turizm ve alışveriş merkezi planları gibi pek çok parçacıl plan üretildi. Tüm bu uygulamalar bir yandan da alanı sermaye için cazip kıldı: Tarım alanlarında ‘tarımsal amaçlı yapı’ kullanımı adı altında havuzlu, lüks villalar ortaya çıktı. Ayrıca İnciraltı bölgesinde süreç içerisinde pek çok kaçak yapılaşma meydana geldi. Bu eğilim günümüzde de devam ediyor. Bu kaçak yapılaşmalar alanın yapılaşmaya açılması için gerekçe olarak gösterilmektedir. Oysa yasal dayanaktan yoksun uygulamaların planlamaya altlık teşkil etmesi söz konusu olamaz.”
“Kaçak yapılara işletmelerden vergi toplamak için izin verildi”
Özdilek ve 27 katlı gökdelen otel bulunan İnciraltı ile Bahçelerarası’nın güneyindeki otoban yolunun yanında uzanan otoyol boyunca yıllar içinde yüzlerce kafe, restoran, nargile salonu, oyun parkı, karavan parkı, mangal yeri açıldı. Son 20 yılda kır düğünü konseptiyle açılan düğün salonları bölgede trafiği saatlerce kilitleyecek derecede arttı. Bahçelerarası’nın iç kesiminde ise yıllar içinde halı yıkamacı, oto tamirci, oto yıkamacı, demirci, marangoz gibi pek çok dükkân, depo faaliyete geçti. Bahçelerarası Mahallesi muhtarı Erkan Mutlu, bölgedeki işletmelerin yüzde 80’inin kaçak olduğunu belirtiyor.
Bölge halkı bu plansız-kaçak yapılaşmadan şikâyetçi ve bölgenin bu hâle gelmesini İnciraltı ve Bahçelerarası’yla ilgili uygun bir plan yapılamamasına bağlıyor. Bahçelerarası’nda çiftçi Kemal Cihan, “İnsanlar yıllarca plan yapılacak denilerek oyalandı. Bölge yıllarca plansız bırakıldığı için tarım alanı olmaktan da çıktı. Devlet bu kaçak yapılara işletmelerden vergi toplamak için izin verdi. Yoksa tarım alanında düğün salonunun ne işi var? Mesela ben çiftçiyim. Erken yatıp erken kalkmam lâzım. Ama burada 2.00’ye kadar düğün salonu seslerinden uyku uyunmuyor” diyor.
Bölgede tarım işçiliğinden çiftçiliğe uzanan bir yaşam
Peki uzun yıllar tarım yapılan Bahçelerarası ile İnciraltı’nda tarımcılık neden geriledi? Bölgede tarım canlandırılabilir mi?
Yılmaz Kuşkovan 40 yıldan beri Bahçelerarası ve İnciraltı’nda kiraladığı tarlalarda çiftçilik yapıyor. Kurduğu seralarda kışın çiçek yazınsa sebze yetiştiriyor. Tarlasında ziyaret ettiğimiz Kuşkovan, bu mevsim ektiği fasulye fidelerini gösteriyor. “Bu fasulyeyi” diyor, eliyle kuzeyi göstererek “bir kilometre metre ötede eksen yetişmez.” Nedenini Özdilek adlı alışveriş merkezi ile gökdelen otelin temelinin yeraltı sularının dengesini değiştirmesi olarak anlatıyor.
Ailesiyle ektiği tarlanın kıyısındaki evde yaşayan Kuşkovan, sorunlardan bahsederken ilk sıraya tarımın artan maliyetlerini koyuyor. Bin 500 metrekare tarlayı ailesiyle birlikte işleyen Kuşkovan, “Ekip biçiyorsun ama maliyeti karşılayamıyorsun. Giderin belli, ürününe karşılık kazanacağın ise belirsiz. Geçen sene 10 bin lira olan tarla kirası şimdi 30 bin lira. İki sene önce 190 liradan aldığım gübre şimdi bin lira; 300 liraya aldığım tohum şimdi 900 lira. Su motoru çalışıyor. Ortalama her ay bin 500 lira elektrik faturası geliyor. Hayvan gübresi alamıyoruz. İşçi çalıştırmaya kalksan bugün bir yevmiye 600 ila 700 lira. Giderler yarı yarıya artıyor. Bu yüzden aile üyeleriyle birlikte çalışıyoruz. İşe giden çocuklarım akşam serada, tarlada çalışıyor” diyor.
Kuşkovan, bir sera kurmanın maliyetinin 100 bin lira olduğuna ve tarımcılıkta bunun ancak üç-dört yılda kendini amorti ettiğine dikkat çekiyor. “Karnımızı doyuruyoruz ama işçilik ederek verdiğimiz emeğin karşılığını alamıyoruz” diyen Kuşkovan için tarım temel geçim kaynağı:
“12 yaşından beri tarladayım. 1980’de Ordu’dan geldikten sonra Bahçelerarası ve İnciraltı’nda uzun bir süre tarım işçiliği yaptım. Sonra tarla kiralayarak çiftçilik yapmaya başladım. Evlendim. İki oğlum ve bir kızımdan ikisini evlendirdim. Bunlar hep çalışmayla oldu. Memlekette anne ve babamızdan kalan tek bir mal yoktu. Burada dededen, babadan arazi intikal edenler en azından arazisini işletmelere kiraya verip geçinip gidiyor. Ama ben bu işi yapmasam geçinemem.”
“Tarım bölgesinde AVM’nin ne işi var?”
Çiftçi Kemal Cihan’ın tarlası ise biraz daha ileride. Şimdilerde kasımpatı ve patlıcan yetiştiren Cihan, bulunduğu yerde suyun çok kısıtlı olduğunu söylüyor. Suyun kalitesinin düşük olması nedeniyle kasımpatı çiçeklerinin yapraklarının yandığını anlatan Cihan, “Su motorunu çalıştırdıktan bir saat sonra su bitiyor. Sonra tekrar su gelsin de çekelim diye bekliyoruz. Tuzlu su baskın geldiği için özellikle de denize yakın arazilerdeki mandalina ağaçları kurudu. Ürettiğimiz kasımpatı çiçeklerinin çoğunun da yaprakları yanık. Hâliyle pazar değeri düşüyor” diyor. Cihan, bugün gelinen noktada öfkeli:
“Gücü olan tarım alanına gökdelenini dikti. Burası mandalina, sebze, çiçek yetiştirilen bir bölge. Daha önce bademli tarlalar vardı. Bahçelerarası’nın adı da oradan geliyor. Devlet burayı çok önce tarım alanı olarak tanımlamış. Ama otoban neden bademli tarladan geçirildi? Tarım bölgesinde AVM’nin ne işi var? Bu yapılara müsaade edilmeseydi, tarımcılığa teşvik verilseydi; burada domatesin, biberin, patlıcanın âlâsı yetiştirilirdi. Karanfil üretimi bitme noktasına gelmezdi.”
İlk darbe İzmir-Çeşme Otobanı’yla geldi
Şehir plancısı Aktaş’a göre bölge ilk darbeyi 1989 itibarıyla Bahçelerarası’nın güneyindeki araziler istimlak edilerek tarlalardan İzmir-Çeşme Otobanı geçirildiğinde aldı. Bahçelerarası ve İnciraltı mahalleleri bu otobanla fizikî olarak ikiye bölünmüş oldu. Aktaş şunları söylüyor:
“İnciraltı bölgesinin bütünlüğünü ve tarımsal niteliğini tehdit eden ilk ve en önemli uygulama kuşkusuz İzmir- Çeşme otoyolu. 1989 yılına tarihlenen bu Yonca Kavşak ve Otoyol Mevzi Planı ile otoyol güzergahı Bahçelerarası bölgesinin bütünlüğünü tamamen bozdu ve alandaki tarım alanlarını parçaladı. Aynı zamanda bu plan ile otoyol güzergahının güneyi alışveriş merkezleri olarak belirlendi ve ilerleyen yıllarda bölgede art arda sayısız AVM inşa edildi. Balçova’da 2002’de Özdilek ve yanına 27 katlı otelin inşa edilmesiyle başlayan AVM furyası Agora, Palmiye, Kipa, Encore Otel, Koçtaş, Asmaçatı ve son olarak da İstinye Park gibi büyük alışveriş merkezleri ve çok katlı otellerle devam etti.”
AVM’ler nedeniyle su azaldı ama su için hâlâ bir umut var
Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı Dr. Hakan Çakıcı, İnciraltı ve Bahçelerarası’nı besleyen su kaynağının Balçova’nın tepelerinden gelen yeraltı suları olduğunu belirtiyor. AVM gibi büyük yapıların yapılmasının bölge tarımı üzerine etkisini “Bir bölgede toplanan alışveriş merkezlerinin kazılan temelleriyle o tepelerden gelen suya set çekildi. Dağdan gelen yeraltı suları her yıl biraz daha azaldı. Hâlbuki oradan gelen sular deniz suyunu da baskılıyordu. Tatlı su azalınca içeriye deniz suyu girmeye başladı” sözleriyle anlatıyor.
Çakıcı’ya göre tarımsal üretimin yapıldığı İnciraltı ve Bahçelerarası’nda çarpık ve plansız yapılaşma tarımın yıllar önce gözden çıkarıldığının göstergesi.
Çakıcı, İnciraltı-Bahçelerarası tarımında su sorunun çözümüne ilişkinse Balçova Barajı’nı işaret ediyor. 1980’de açılan Balçova Barajı, yerel halkın verdiği bilgilere göre bölgede tarım yapan toprak sahiplerinin girişimleriyle tarımsal sulama için yapıldı ancak barajdan tarım bölgesine birkaç yıl su verildikten sonra baraj, şehrin su ihtiyacını karşılamak için kullanılmaya başlandı. Çakıcı, bölgedeki tarım suyu ihtiyacını gidermek için hâlâ bir şansın olduğunu hatırlatıyor:
“Geçmiş dönemlerde barajdan su verilebilseydi, şimdi bu noktaya gelinmeyecekti. Ama hâlâ bir şans var. Balçova Barajı’ndan bölgeye su verilebilir. Bu teknik olarak basınçlı sulama sistemleriyle mümkün. Bölgede hâlâ temiz su olan sondajlar var. Yani istendikten sonra ‘su sorunu’ çözülebilir. İnciraltı ve Bahçelerarası’nın hem doğal hâlini koruyacak hem de bölge halkını mağdur etmeyecek bütünlüklü plan ve projeler yine yapılabilir. Örneğin eko-köy, eko-tarım ve yıllar evvel ‘turizm bölgesi’ ilân edilmiş olduğu için de eko-turizm ağırlıklı projeler… Ama büyük tarım arazilerini küçük imar parsellerine böldüğünüzde hiçbir şeyi kontrol edemezsiniz.”
498 hektarlık planlama alanının 308 hektarı yeşil alan
Çevre Bakanlığı’nın 13 Aralık 2023’te onayladığı İnciraltı Turizm Merkezi İmar Planlarının açıklama raporunda “Planlama alanı sınırları dâhilinde yapılan mevcut arazi durumu tespit çalışmasında ağırlıklı kullanım dikili ve ekili tarım alanları ve sera alanlarına aittir” deniliyor. 498 hektarlık planlama alanının mevcutta 100 hektarı dikili tarım, 68 hektarı ekili tarım, 68,7 hektarı boş tarla, 55 hektarı sera, dokuz hektarı ağaçlık, dört hektarı park alanı; 1,2 hektarı fidanlık, 0,89 hektarı da pasif yeşil alan…
498 hektarlık planlama alanında toplamda 308 hektardan oluşan mevcut ekili-dikili-tarla-sera-park alanı dolayısıyla yeşil alana karşılık mevcutta konut alanı 42 hektar, ticaret alanı ise 28,8 hektar. İnciraltı ve Bahçelerarası sakinleri, Tarım İl Müdürlüğü’nün iki-üç yıl önce ev ev, tarla tarla gezerek hangi arazide ne kadar ağaç, bitki olduğunu tespit ettiğini söylüyor ancak imar planlarının raporunda buna ilişkin herhangi bir istatistik yer almıyor.
Tarihi dolayısıyla tarım mahallelerinde büyük mandalina bahçelerinin yanında farklı türden yüzlerce ağaç var. Mahalle sınırlarında olup binlerce ağacın yaşadığı İnciraltı Kent Ormanı ile Çakalburnu Lagünü’nün ise plan notlarında planlama alanının dışında olduğu belirtiliyor.
“İnciraltı-Bahçelerarası ile Çakalburnu Dalyanı’nın bütüncül bir ekosistemi var”
Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Ilgaz Su Aktaş, İnciraltı-Bahçelerarası bölgesinin sulama olanaklarına bağlı olarak günümüze kadar sulu tarım ve kuru tarım arazisi olarak kullanılma eğiliminin günümüzde de devam ettiğini vurguluyor. “Bölgenin tarım alanı olduğunun aksini gösteren herhangi bir bilimsel çalışma bulunmamaktadır” diyen Aktaş, İnciraltı ve Bahçelerarası’nın tarımsal niteliğinin Çakalburnu Lagünü için de yapılaşmaya karşı tampon görevi üstlendiğini söylüyor.
İnciraltı ile Bahçelerarası bölgesinin bütüncül bir ekosistemi olduğuna, “şehir planlama açısından da” “kamu yararı açısından da” herhangi bir yapılaşmaya söz konusu edilemeyeceğine dikkat çeken Aktaş şöyle devam ediyor:
“Önemli sulak alanlarımızdan biri olan Çakalburnu Dalyanı’nı flamingo, yalıçapkını, karabatak ve pelikan gibi birçok türün üreme alanı olarak kullandığı bilinmektedir. İnciraltı Kent Ormanı ise binlerce ağacıyla, endemik bitkileriyle kentimizin en önemli açık yeşil alanlarından biri. Bu doğrultuda gerek florası ve faunası gerek doğal yapısıyla İnciraltı, içerdiği tüm bu değerlerinin tekil anlamının da ötesinde bize bütüncül bir ekosistem ve bir biyolojik rezerv alanı niteliği sunuyor. Özellikle son yıllarda etkisini daha fazla hissederek yaşadığımız gıda krizi, iklim krizi gibi pek çok krizle karşı karşıya olduğumuz süreçte tarımsal nitelikli alanlarımızın ve doğal alanlarımızın korunması çok daha elzem hâle gelmiştir.”
“Virüs değil de, hayatımızın birtakım adamların eline düştüğü düşüncesi ürkütücüydü”, “Yaşlılık yüzünden ayrımcılığa uğramak büyük haksızlık”, “Pandeminin izolasyonu, cezaevindekinden daha ağırdı. Çünkü hayatımıza, görünmez duvarlar koydu”, “Nefret söylemlerine rağmen en azından konuşulur olduk”… Bunlar, 65 yaş üstünün pandemide yaşadıklarını gösteren sadece birkaç cümle.
7 milyon 953 bin 555 insanın, farklı derecedeki kısıtlamalarla 16 ay boyunca sokağa çıkması yasaklandı. Tehlikeliydi onlar, çok tehlikeli! O yüzden polisi arayıp ihbar edenler oldu. Peşlerinden “Evinize girin” diye bağıranlar da, başlarına kolonya dökenler de. Sekiz günlük bu yazı dizisinde, Covid-19 ve yasakların bıraktığı fiziksel ve zihinsel izleri, pandemiyle artan yaş ayrımcılığının hissettirdiklerini, “günah keçisi” yapılmalarının yarattığı tehlikeyi, teknolojiyle sınavlarını onlardan dinledik. Toplumdaki ageismin dayandığı tabanı, neden yaygınlaştığını, pandeminin +65 üzerindeki psikolojik etkilerini ise, uzmanları yorumladı.
> +65’in pandemi günlüğü #1: Hem pandemi hem yoksullukla baş etmek zor
> +65’in pandemi günlüğü #2: Yeni dünyanın vedalarında başrol yalnızlığın
> +65’in pandemi günlüğü #3: Alaylı bakışlar altında dijital göçmenlik
> +65’in pandemi günlüğü #4: Dışarıda ve içeride pandemiyle yaşamak
> +65’in pandemi günlüğü #5: Sorunların çözümü yaşlılık hukukundan geçiyor
> +65’in pandemi günlüğü #6: Depresyon arttı, demans hızlı ilerledi
> +65’in pandemi günlüğü #7: Yaşlanma korkusu, yaş ayrımcılığını besliyor
> +65’in pandemi günlüğü #8: Sekiz milyon görünmez
• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
Eylülde yaşlılara yönelik yarısı ölümle sonuçlanan 209 şiddet, ihmal, istismar vakası yaşandı. Senex’in her ay yayınladığı “Yaşlılara Yönelik Şiddet ve İhlallerin İzlenmesi” raporuna göre, “yaşlısına sahip çıkan, saygı gösteren” Türkiye’nin gerçeği işte bu… Pandemi ve +65 yaş üzerine yazı dizisi yapmaya karar verdiğimde, böylesi büyük bir hak ihlaliyle, ayrımcılıkla karşılacağımı ummamıştım. Bunda kendi payımın da olduğunuysa hiç düşünmemiştim. O yüzden bu bir çeşit itiraf yazısı aslında, bir nevi özür de. Nefret suçları üzerine kitap yazan biri olarak, yaşlıları nasıl da görmezden geldiğimi artık biliyorum. Ya da insanlar, “bu yaşlılar neden bu kadar çok otobüse biniyor?” dediklerinde verilebilecek bir yanıt olduğunu da. Zira yaşlıların sosyalleşebilmek için kendilerine sunulan ücretsiz ulaşım kartından, otobüste insan yüzü görmekten daha fazla şansları yok. Pandemide bu bile ellerinden alındı.
65 yaş üstü yaklaşık 8 milyon insan bir kararla, birkaç saatlik izinler dışında 16 ay boyunca evlerine hapsedildi. Sanki kendilerini koruyacak “akılları” yoktu, sanki hayatta kalmayı bir onlar bilmiyordu… Oysa içlerinde çalışması gerekenler de vardı. O yüzden konuştuğum çoğu kişi gibi pandemide benim de zihnime kazınan, otobüsten indirilmeye çalışılırken “üç merdiven sildim ben. Çalışmazsam açım” diyen kadının feryadı oldu.
Hepimiz bu suçun failleriyiz
Pandemi başındaki “yaşlıları korumak” sözleri bir anda “yaşlılar tehlikeli” algısına dönüşüverince sokaklarda kovalandılar, hakarete uğradılar, hırpalandılar… Ama yaşlılar konuştukça anladık ki, bu nefret hep vardı, pandemi onu sadece ayyuka çıkardı. Konuştuklarımın, bunca hakarete, nefrete rağmen en azından görünür olduk demesi bundan. Çünkü yaşlılık da, onlara yönelik nefret de tüm toplumun mutabık olduğu bir suskunluğa mahkûm ediliyor.
Genç nüfusa sahip olmakla övünen Türkiye’nin nüfusu yaşlanmakla kalmıyor, yoksullaşıyor da
Peki, bu nefretin sebebi mi? Hız ve tüketim üzerine kurulu bu sistemde, yavaşlamak yok sayılmayı getiriyor. Bu yetmezmiş gibi, yaşlılar bir de yeterince tüketmiyor. Üstelik kapitalizm gençlik kremleri, sağlıklı yaşam trendleriyle hepimize yaşlanmamanın yollarını sunarken, onlar utanmadan yaşlanıveriyor! Bu da haliyle korkuları arttırıyor. Anlayacağınız, yaşlılığa yönelik ayrımcılık hepimizin faili olduğu bir suç. Ancak bunun insanın bindiği dalı kesmesinden farkı da yok. Çünkü diğer ayrımcılıkların aksine, önünde sonunda hepimiz ayrımcılık yaptığımız bu gruba dahil olacağız. Tabii bu ülkede, yaşlanmayı başaracak kadar şanslıysak…
Genç nüfusa sahip olmakla övünen Türkiye’nin nüfusu yaşlanıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2020 istatistiklerine göre,65 yaş üstü grubun nüfusa oranı son beş yılda yüzde 22,5 arttı. 2015’te 6 milyon 495 bin 239 olan sayı, 2020’de 7 milyon 953 bin 555’e çıktı. Bu sırada size kötü bir haberim var, araştırmalar gösteriyor ki, Türkiye nüfusu yaşlanmakla kalmıyor, yoksullaşıyor da. Yani biz, yaşlılığımızı anne-babamızdan çok daha olumsuz şartlarda yaşayacağız. O yüzden ya şimdiden ses çıkarmaya başlayın ya da daha sert nefret söylemleriyle karşılaşacağınız bir yaşlılığa kendinizi hazırlayın. Seçim sizin!
Yaşlıları unutmayanlar da var
Yaşlıların pandemi sürecinde çektiklerini artık biliyorsunuz. Ancak onlar için hiçbir şey yapılmadı da sanmayın, bazı kurumlar, kişiler +65’i bu süreçte yalnız bırakmadı. İşte size iki örnek.
Dans Daima’nın kurucularından Filiz Sızanlı’nın, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi desteğiyle verdiği Aktif Yaşlanma Hareket Atölyesi, +65’e pandemide nefes aldıran çalışmalardan biri. Bu, fizik tedavi hareketlerinin yapıldığı bir etkinlik değil, yaşama katılımı sorgulatan, bedensel farkındalıkları arttırmayı amaçlayan çok daha derin bir çalışma. Bu süreçte en çok harekete ihtiyaç duyan kesimin +65 olduğunu biliyor Sızanlı: “Yasaklar, bedenlerinin bu kadar baskılanması yaşlanmaları çok daha hızlandırdı. Yaşama umutlarını azalttı. Bu yüzden yaşlılara yönelik çalışma yapabilmek bizim için önemliydi.”

Aktif Yaşlanma Hareket Atölyesi eğitmeni Filiz Sızanlı.
“Toplumsal olarak yaşlılar, bir şey yapamaz denilerek dışarı atılıyor. Oysa hayal güçleri, yaratıcılıkları inanılmaz”
Açık alanda 20 kişiyle başlayan atölye zamanla eş, komşu derken kalabalıklaşıyor. Peki kimler var grupta? “Mimarlar, emekliler, ev kadınları… Çocuklar sokakta oynarken nasıl eşitlenirse, buradaki ekip de öyle. Ne yaptıkları, nereden geldikleri değil, o yaştan sonra hayatla kurdukları ilişki üzerinden buluştukları alanda eşitleniyorlar. Atölye yıllardır inşa ettikleri bedene bir bakış sağlıyor. Aslında yabancı oldukları bir konu. İnsanları yere yatırabilmek, yalın ayak durdurmak, birbirlerinin bedenlerine temas ettirmek zor. Ancak heyecanları, istekleri hâlâ sürüyor. Katılanlar, kendi bedenleriyle yeni bir yolculuğa çıktıklarını, ağrı duydukları hareketlere tekrar baktıklarını söylüyor.”
Sızanlı’ya göre bu çalışmalar yaygınlaştırılmalı. Ancak Türkiye’de çocuklar için atölyeler olsa da, yaşlıların hep itilmiş, sona bırakılmış olduğunu görüyor: “Toplumsal olarak yaşlılar, bir şey yapamaz denilerek dışarı atılıyor, dışlanıyor. Oysa hayal güçleri, yaratıcılıkları inanılmaz. Bunu kültür politikaları içine nasıl dahil edebiliriz diye düşünmeliyiz. Yaşlıları duyulur, görünür yapmak benim için çok değerli.”

65+ Yaşlı Hakları Derneği Başkanı Rümeyza Kazancıoğlu
“Dünya hızla ilerlerken belli yaş grubunu teknolojinin dışında bırakmak mümkün değildi. Bu nedenle dijital okuryazarlık projesi başlatmak istedik”
65+ Yaşlı Hakları Derneği ise, 2014’ten beri yaşlı hakları üzerine çalışıyor. O zamanlar logolarındaki 65+’nın anlamını bilmeyen çok olsa da pandemi bu kavramı hayatlarımızın bir parçası hâline getirdi. Dernek başkanı Rümeyza Kazancıoğlu, Türkiye’de yaşlı algısı kırılganlıkla, hüzünle bağdaştırılsa da gerçeğin öyle olmadığını biliyor. “Son derece aktif, hayatın içinde, bizden daha çok enerjisi olan yaşlılar var” diyor, “Yaşlanmak bizim gerçeğimiz, bunu kabullenerek herkesin eşit olduğu, sağlıklı ve değer gören yaşlılık hakkı istiyoruz.”
Dijital okuryazarlık da bu haklardan biri. O nedenle daha pandemi olmadan, AB desteğiyle “65+ için Dijital Kapsayıcılık Projesi” başlatma kararı alıyorlar: “Dünya hızla ilerlerken belli yaş grubunu teknolojinin dışında bırakmak mümkün değildi. Bu nedenle dijital okuryazarlık projesi başlatmak istedik. Pandemide daha iyi anladık ki, hepimiz bu alanda düşündüğümüzden daha eksiğiz. Dolayısıyla proje daha da önem kazandı. Hedefimiz yüz yüze yapmaktı ama pandemi nedeniyle eğitimleri de teknolojiden yararlanarak gerçekleştireceğiz. Eğitimleri gençler verecek. Böylece kuşaklar arası birliktelik, birbirinin dilinden anlamaları, birbirlerine dokunmaları sağlanacak. Finansal okuryazarlık için de eğitimler veriyoruz.”
Pandemide yaşlıların eve hapsedilmesinin yanlış olduğunu düşünüyor Kazancıoğlu. Dışarı çıkma izni verilen belli saatlerde de şunun unutulduğunu söylüyor: “Yaşlıların bir hızları var ve bu süreye yetişmekte zorlandılar. Üstelik evde oturmaktan kaynaklı daha da yavaşlamışlardı.”
Ancak ne yazık ki yaşlıların sorunları pek konuşulmuyor. “Mesela” diyor, “çocuk istismarı var da, yaşlı istismarı yok mu? Bakımevleri ayrı bir konu, bakıcılar ayrı. Çok konu var. Çocuk geleceğimiz diye, onun için bunları dilendiriyoruz. Yaşlılardan bir gelecek beklemiyoruz, ne olursa olsun mu deniyor?”
• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
“Bir virüs yakaladık, diyerek başına kolonya döktüler”, “Bankta oturan yaşlılara suyla ‘tatlı-sert’ uyarı”, “Dedeleri evde tutamıyoruz”, “75 yaşındaki ninenin duvara örümcek gibi tırmanarak kısıtlamadan kaçtığı anlar”… Sosyolog Doç. Dr. Özgür Arun’a göre, Türkiye’de yaşlılar ne kadar görünür olursa, yaş ayrımcılığı da o denli artıyor. Çünkü yaş ayrımcılığını besleyenlerin başında yaşlanma korkusu geliyor. Bir de yaşlılara yönelik sürekli üretilen düşkünlük, acizlik kalıpları. Sistem de bunları arttırmak için elinden geleni yapıyor. Senex Yaşlanma Çalışmaları Derneği Başkanı, Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özgür Arun, sorularımızı yanıtlıyor…
> Yaşçılık, ageism dediğimizde ne anlamalıyız?
Çok sinsi bir ayrımcılık bu. Çünkü her yaşta hem aşağı hem yukarı doğru gerçekleşebiliyor, çocuğa da yaşlıya da yönelebiliyor. Kendi yaş grubuna da dönebiliyor. Yaşlanmaya ilişkin korkular, yaşlanmaktan ve yaşlı insanlardan kaçınma, dışlama, damgalama, hor görme, aşırı genelleme, küçümseme gibi boyutları içeriyor. Ekonomik açıdan büyük kayıplar yaşatan, kuşaklar arası çatışmaya yol açan, toplumsal barışı etkileyen önemli bir mesele.
“Yetkililerin açıklamaları yaşlıları bir virüse dönüştürdü”
> Türkiye’de yaşlılara saygı gösterilmesi övünülen konulardan biridir. Ancak pandemi gerçeğin öyle olmadığını gösterdi…
“Türkler yaşlısını sever, korur” söylemi bir şehir efsanesi. Arketiplere baktığımızda Türkiye’de yaşlılar düşkünlükleri, dökülen dişleri, bükülen belleriyle tanımlanıyor. Yaşlı imgesi yoksullar üzerinden oluşturuluyor. Bu toplumsal imajlar dışlamaya neden oluyor. Uzun süredir araştırmalarımızda hükümet ve yerel yönetimlerce sistematik yaş ayrımcılığı uygulandığını, vatandaşların bu tutumlarını tespit ediyoruz. Pandemi sadece bunu daha görünür yaptı.
> Pandemide ne oldu da yaşlılar “tehlikeli” hale geldi, ayrımcılık yükseldi?
İlk bulgular yaşlıların tehlikede olduğu üzerineydi. Onları korumak için çağrılar yapıldı. Ancak daha çok hastalandıkları ve virüsü yaydıkları yorumları arttıkça “tehlike altında” olduğu düşünülenler, “tehlikeli” insanlara dönüşüverdi. Bunda hem politika uygulayıcılarının hem “uzmanların” hem de medyanın payı büyük. Yetkililerin açıklamaları, yaşlıları bir virüse dönüştürdü. Medyanın dili de, daha çok kriminalize edilmelerine neden oldu. Damgalandılar. Salgınla yaşlılara yönelik ayrımcı tutumlar, davranışa dönüştü.
“Yoksul yaşlılar ayrımcılığı en yıkıcı biçimde yaşıyor”
> Mesela, ne gibi davranışlara?
Bir belediye, “Yaşlı İhbar Hattı” kurdu! Böylece yurttaşlara bir çağrı yapıldı. Devlet kurumlarının ve aygıtlarının ayrımcı uygulamaları ve söylemlerinden vazife çıkartan yurttaşlar, yaşlılara fiziksel şiddet de göstermeye başladı. Yolları kesildi, hırpalandılar. Trakya’da belediye başkanı, “sokağa çıkmayın, şansınızı zorlamayın” diye tehditte bulunabildi. Beni en çok etkileyenlerden biri, Manavgat’ta yaşlı bir çiftin evlendirilmemesiydi. “Sokağa çıkmanız yasak” denilerek resmî nikâhları kıyılmadı. Ne yazık ki, yasaklar ilan edildiğinde STK’lar, örgütler yaşlı kadınları, yaşlı işçileri, yaşlı yoksulları görmezden geldi.
2021’den beri “Yaşlılara Yönelik Şiddet ve İhlallerin İzlenmesi” raporu yayınlıyoruz. Her ay yarısı ölümle sonuçlanan ortalama 150 şiddet, ihmal, istismar vakasıyla karşılaşıyoruz. Mesela, Mardin’de 80 yaşında bir kadının kimliği olmadığı anlaşılıyor. Ömrünü, kimliksizliğin dezavantajıyla geçirmiş ancak çocukları yeni fark ediyor.

Doç. Dr. Özgür Arun. | Fotoğraf: Senex Yaşlanma Çalışmaları Derneği Arşivi
“Covid-19 haberlerinin yüzde 85’i yaşlılığa ve yaşlılara karşı ayrımcı söyleme sahip”
> Yaş ayrımcılığıyla ilgili araştırmalarda pandemi öncesi ve sonrasında nasıl bir değişim var?
Ya-Da Vakfı’nın 2019’da, pandemiden hemen önce yaptığı “Türkiye’deki Yaşlılık Tahayyülleri ve Pratikleri Araştırması”nda 65 üstüne yönelik yaş ayrımcılığı yüzde 6,5 olarak tespit edildi. Üç senede bir yaptığımız “Antalya Yaşlılık Araştırması”nın 2020 sonuçlarına göre ise, 2013’te yüzde 4 olan yaş ayrımcılığı, 2016’da 7’ye ve 2020’de ise yüzde 11’e yükseldi. Gelir ve eğitim açısından en yoksun konumdakilerde, oran yüzde 18’e çıkıyor. Yoksul yaşlılar, özellikle de engelli ve dul kadınlar bunu en yıkıcı biçimde yaşıyor. Senex olarak 2020 yılı Ocak-Haziran arasında, altı büyük gazeteyi inceleyerek, “Covid-19 Gündeminde Yaşlılara Yönelik Hak İhlalleri ve Ayrımcı Uygulamalar” araştırmasını yaptık. Bu konudaki haberlerin yüzde 85’inin yaşlılığa ve yaşlılara karşı ayrımcı söyleme sahip olduğunu gördük. Yaş ayrımcılığı, yakında Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olacak.
> Neler besliyor bu ayrımcılığı?
Yaşçılık aslında toplumsal, ekonomik ve kültürel süreçlerle ilişkili ortaya çıkan bir ayrımcılık türü ve kapitalist modernleşmenin trajik sonuçlarından biri. Yaşlanmanın ve yaşlılığın üzerini örten her şey, yaşlıların birbirine benzediğini varsayan tüm davranış kalıpları ayrımcılık getiriyor. Akademik çalışmaların bile geneli bunu üreten bir yaklaşıma sahip.
“Her gün geçici işlerde, parça başına çalışan gençler eşitsiz yaşlananlar kervanına katılıyor. (…) Türkiye’nin sorunu yaşlanmak değil, zenginleşemeden yaşlanmak”
> Sanırım bu nefreti, yaşlanma korkusu da tetikliyor.
Bu, yaş ayrımcılığının önemli bir boyutu. İnsanlar hem uzun yaşamak hem de yaşlanmamak istiyor. Ancak şimdiki makro ekonomik dengelere bakılırsa, Türkiye’nin gelecek kuşak yaşlıları ne yazık ki daha yoksul olacak. Her gün geçici işlerde, parça başına çalışan gençler eşitsiz yaşlananlar kervanına katılıyor. Anne-babalarının sosyal güvenlik haklarına, kapsayıcı bakım hizmetlerine sahip olamayacaklar. Şu an orta sınıfa dahil gençler bile bu refahı koruyamayıp yoksullaşacak. Daha yoksul ama daha eğitimli yaşlılar göreceğiz. Türkiye’nin sorunu, yaşlanmak değil, zenginleşemeden yaşlanmak. Önümüzdeki dönemde kuşaklar arası çatışma da yaş ayrımcılığı da artacak. Görünür olan yaşlılar, gençlerin yaşlanmaya yönelik daha fazla korku duymasına neden olacak.
“Avrupa’da, ulusal ve belli periyotlarda tekrarlanan yaşlılık araştırması olmayan tek ülkeyiz”
> Yaş ayrımcılığıyla mücadele için acil yapılması gerekenler özetle nedir?
Üç yapısal adım önemli. Birincisi, yasal düzenlemeler. İkincisi, izleme ve değerlendirme. Avrupa’da, ulusal ve belli periyotlarda tekrarlanan yaşlılık araştırması olmayan tek ülkeyiz. TÜİK Resmi İstatistik Programı’na bir yaşlılık araştırması girmeli. Üçüncüsü, bunları organize edecek, özerk bir Türkiye Ulusal Yaşlanma Enstitüsü kurulmalı. Yerel yönetimlere gelince, acil eylem planlarına ihtiyaçları var. İnsanları yoksulluğa mahkûm eden ihtiyaç temelli hizmet yerine, hak temelli hizmete başlamalılar. Kadın, genç, çocuk meclisleri yanında yaşlı meclisi kurulmalı. Senex olarak belediyelere uzman ve takvimlendirilmiş program desteği sunuyoruz. Tek şartımız, Dünya Yaş Dostu Kentler Ağı’na üye olmak için belediye meclisi kararı çıkarmaları.
Anaç, yardımsever ve kibirli ayrımcılar
Özgür Arun, ayrımcılık kadar onu yapanları da konuşmak gerektiğini söylüyor. “Aksi halde” diyor, “enflasyon canavarı gibi görünmez oluyorlar.” Peki bu insanlar kim mi? Antalya Yaşlılık Araştırması kapsamında çıkan üç tipolojiden bahsediyor:
> Anaç ayrımcılar: Anlayacak kapasitede olmadıklarını düşündüklerinden yaşlılara, bebek konuşması yapıyorlar. Biraz işlenirse yaş dostu olabilecek bir grup.
> Yardımsever ayrımcılar: Pandemide bu kişileri sıkça gördük. Yaşlıların düşkün ve hasta olduğu önyargısıyla hareket ediyor, onlar istemediği hâlde işlerini üstleniyorlar. Statüyü yok sayan, sosyal dışlamanın ilk adımı bu. Dönüştürülebilirler.
> Kibirli ayrımcılar: En tehlikeli grup. Yaşlılarla olmaktan korkuyorlar çünkü yaşlanmaktan çok korkuyorlar. Yaşlıların davranışlarını, fikirlerini, kimliklerini ayıplıyor, dışlıyorlar. Fiziksel ve psikolojik şiddet eğilimi sergiliyorlar. Dönüştürülmeleri zor. En büyük endişe, yaşlandıklarında da bu ayrımcılığı sürdürmeleri.
• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
Depresyon vakaları çoğaldı. Anksiyete bozuklukları daha çok görülmeye başlandı. Demans hastalarında iki-üç yılda gerçekleşen ilerleme beş-altı ayda yaşanır oldu… Yaşlılık psikiyatrisi üzerine çalışan Doç. Dr. Özlem Erden Aki, pandemi ve yasakların +65’te yarattığı psikolojik etkileri kısaca böyle sıralıyor ve ekliyor: “Yaşlı hastalarım arasında daha depresif hale gelenler oldu. İntiharı akıllarından geçirenler çoğaldı.” İşte Hacettepe Üniversitesi Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi ve aynı zamanda Türkiye Psikiyatri Derneği Geriyatrik Psikiyatri Çalışma Grubu Başkanı olan Doç. Dr. Erden Aki’nin anlattıkları…
> Yaşlılar, pandemiden nasıl etkilendi?
Pandemide maalesef tüm dünyada yaşlılar gözden çıkarılabilir görüldü. İtalya’da yoğun bakımlara yatışlarda, yaş bir kriter olarak ele alındı. Avrupa’da huzurevlerinde ölüme terk edilenler oldu. Etik olarak çok sorunlu işler yapıldı… Kapitalist dünyada yaşlanmak çok büyük sorun olarak kabul ediliyor. Çünkü sistem, tüketim üzerine kurulu. Oysa yaşlılar, tüketmeyen bir grup. Tüketmeleri için çok uğraşılıyor, anti-ageing (yaşlanmayı önleme) sağlık ürünleri ve hizmetleri gibi… Çalışma yaşamında da aktif olmadıkları için sistemin sürdürülmesinde elzem görünmüyorlar.
“Türkiye’de yaşlılar sistem için değersiz olduklarını görüyorlardı, pandemi daha somut ortaya koydu”
> Pandemi nedeniyle tüm dünyada yaşlılar daha fazla eve kapandı. Ancak Türkiye’de buna bir de devletin koyduğu yasaklar eklendi; sokağa çıkmalarına, toplu taşıma kullanmalarına izin verilmedi. Bu yasaklar, yaşlılara nasıl etki etti?
Bu süreçte pek çok yaşlı kendini değersiz hissetti, çocuk gibi davranıldılar. Aslında Türkiye’de yaşlılar, bir süredir sistem için değersiz olduklarını görüyorlardı, pandemi daha somut ortaya koydu. Literatürü gözden geçirdiğimde bizim dışımızda hiçbir ülkede 65 yaş üzeri için sokağa çıkma yasağı olmadığını gördüm. Avrupa ülkelerinden birinde, 65 yaş üzeri için şöyle bir düzenleme yapılmış: Haftanın üç ya da beş günü, 10.00-12.00 arasında bankalar, resmî kurumlar sadece +65’e hizmet ediyor. Hastalığı belirtisiz yayabilecek genç grupla karşılaşmasınlar, daha az kişiyle temas etsinler diye. Bizde de bunlar yapılabilirdi. Kısa süreli yasaklarda dahi, çok sayıda yaşlının beslenmeleri, yürüme ve hareket yetileri, akıl sağlıkları bozuldu.
“Bir demans hastasının iki-üç senede yaşayacağı ilerlemeyi, beş-altı ayda gösterenler oldu”
> Özellikle ne gibi psikolojik sorunlar görülür oldu?
Kaygı ve depresyon çok arttı. Hastalık kaparım, yardım alamam, hastalanır yakınlarıma yük olurum… Bizim yaşlılarımız çok sağduyulu. En çok yük olma, çocuklarına hastalık bulaştırma korkusu yaşıyorlar… Yaşlı hastalarım arasında daha depresif hâle gelenler var. Anksiyete bozukluğu geliştiren yeni hastalarım oldu. İntiharı akıllarından geçirenler çoğaldı.
> Alzheimer, demans gibi hastalıkların da arttığı belirtiliyor…
En kötü etkilenen yaşlı grubu, demans hastaları oldu. Bir demans hastasının normalde iki-üç senede yaşayacağı ilerlemeyi, beş-altı ayda gösterenler oldu. Demans öncesi grupta olanlar da hızla demansa girdi. Bellekleri, zihinsel yetileri ve muhakeme becerileri geriledi.
> Bunda izolasyonun payı büyük sanırım.
İzolasyon, hareketsizlik, uyaransızlık… Eskiden yakınları, çocukları geliyordu. Bakıcıları parka çıkarıyordu. Kısa süreli dışarı çıkmak bile yaşlılar için çok kıymetlidir. Hem bilişsel olarak uyarır, hem gün ışığı alırlar, kas erimesini önler. Hepsi bitti. Uyaran müthiş azaldı.
> Hasta yakınları da çok zorlanmıştır. Onlardan da destek için başvuran oldu mu?
Pek çok insan, yatılı olmayan bakıcılarını hastalık getirir endişesiyle işten çıkarınca bütün yük onlara kaldı. Kaygıları ve tükenmişlikleri çok arttı. Hastalar da evde tek kişiyle kalınca hırçınlaştı. Çünkü demans hastaları, “pandemi var, çıkamıyoruz. Parayı ellememen, gelene yaklaşmaman lâzım” cümlelerini anlamıyor ya da kısa sürede unutuyor. Ayrıca hep yaptığımız “üç-dört gün dışarı çıkarın. Arkadaşını çağırın. Kurslara gitsin” gibi önerilerimizden vazgeçmek zorunda kaldık. İlaçlara çok fazla yüklendik, bu da kendi sorunlarını yarattı elbette… Yaşlılar dışında, ciddi akıl hastalığı olanlar da çok zorlandı. Şizofreni gibi psikotik bozuklukları bulunanlar doktorlarına, tedavilerine ulaşmakta zorlandı, hastalığı nüksedenler oldu.

Doç. Dr. Özlem Erden Aki
“Yeterince şanslıysak, o ayrımcılık yaptığımız gruba gireceğiz. O yüzden garip de bir ayrımcılık. O kadar yaygın ama o kadar görünmez ki…”
> Yasaklar bitse de uyum sorunu yaşayan hastalarınız var mı?
Az da olsa hâlâ evinden çıkamayan bir grup var. Bakkala bile gitmiyorlar, korkuyorlar. Pandemi ilk başladığında iki ay sürecek, kaldığımız yerden devam edeceğiz sanıyorduk. 2021 sonuna yaklaşıyoruz ve hâlâ ne olacağı belli değil. Toplumun bu belirsizlikle yaşamayı öğrenmesi gerekiyor.
> Yasaklar ve açıklamalar, “yaşlılar tehlikede” yerine “yaşlılar tehlikeli” gibi bir algı yarattı. Bunun yaşlılardaki karşılığı ne oldu?
Hacettepe Psikiyatri’de takipli olan 65 yaş üzeri hastalara, “pandemiden önce algıladıkları ayrımcılık nasıldı, sonra nasıl?” diye sorduk. Pandemiden sonra ayrımcılığın katlanarak arttığı ortaya çıktı. Yaşlı avına çıkmak, maskesiz amcaları kovalamak… Geleneksel ülkeyiz, yaşlıları seviyoruz deriz ancak öyle olmadığını acı şekilde gördük.
> Yaş ayrımcılığı pandemiye kadar çok konuştuğumuz, düşündüğümüz bir konu değildi…
Ayrımcılık denince cinsiyet, cinsel yönelim, ırk gibi konular akla gelir ve hep bir öteki olma hâli vardır. Siz asla siyahi olmayacaksınız mesela. Oysa yaşlı ayrımcılığında şöyle bir durum var: Yeterince şanslıysak, o ayrımcılık yaptığımız gruba gireceğiz. O yüzden garip de bir ayrımcılık. O kadar yaygın ama o kadar görünmez ki… Pandemideki görünürlük, ayrımcılıkla yüzleşmek için iyi olabilir. Biz de yaşlı olacağız, sırf bunun için bile yaşlı haklarını savunmalıyız.
“Kendine yeten, zihni sağlam, işlerini yapabilen sağlıklı bir yaşlı olabilmek için gençliğinizden itibaren uygun koşullar gerekiyor”
> Neden kaçınılmaz olan yaşlılığı yok saymaya çalışıyoruz?
Bu, yeni dünya düzeninin dayattığı bir şey. Sadece yaşlılıkla ilgili değil, yeterince hızlı olmadığını düşündüğümüz her şeye karşı olumsuz bir tutumumuz var. Son yıllarda, dünya nüfusunun hızla yaşlanmasını ifade eden popüler bir tanım var mesela: Gri tsunami. Yaşlılık, bir felaketle, yıkımla özdeşleştiriliyor ve adlandırılıyor.
Kendine yeten, zihni sağlam, işlerini yapabilen sağlıklı bir yaşlı olabilmek önemli ancak bunun için gençliğinizden itibaren uygun koşullar gerekiyor. Ne kadar yoksulsanız, o kadar sağlıksız yaşlanırsınız. Kötü beslenip ağır işlerde çalışınca hem yoksulluğun getirdiği şekilde beliniz bükülüyor, hem de sadece gününüzü kurtarabildiğinizden yaşlılık için biriktirebileceğiniz paranız olmuyor. Kapitalizm, sağlıklı yaşlanmak elinizde diyor: şunu sürün, bunu yiyin… Yaşlı ve hastaysanız, sizin suçunuz oluyor. Fatura hep yoksula çıkıyor. Oysa devlet, her yaşlıya, daha doğrusu vergi veren ve ihtiyacı olan herkese bakmak zorunda.
> Genç nüfusa sahip olmakla çok övünen Türkiye, artık yaşlanıyor. Sizce buna hazır mıyız?
Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesinde çalışılıyor. Bakım evleri, ev hizmetleri konusunda yol alındı. Belediyeler daha çok şey yapıyor: ev temizliği, düzenli yemek servisi, saç kesimi… Yaşlıların sabah gidip akşam evine döndüğü, uyaranların çok uygun verildiği gündüz bakım evleri artmalı. Yaşlılık konusunda daha çok sağlıkla ilgili adım atılıyor ama diğer alanlarda çok hazırlıklı değiliz.
• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
70 yaşında bir hukukçu Cafer Tufan Yazıcıoğlu. Ankara’da eşiyle yaşıyor. Türkiye Emekliler Derneği’ne (TÜED) hukuk danışmanlığı yapıyor. İşe gidip geldiği, düzenli spor yaptığı, dostlarıyla buluştuğu, literatürdeki deyişle “aktif yaşlılık” yaşadığı bir hayatı bıçak gibi kesiyor pandemi. Evden çalıştığı için boşluğa düşmemeyi başarsa da sevdiklerinin, sokağın hasretini çekiyor. “Bir oğlum var, başka şehirde çalışıyor. Onlarla görüşemedik” diyerek anlatıyor o özlemi, “kardeşimle, arkadaşlarla, akrabalarla buluşamamak, hasret çok zorladı bizi. Balkondan aşağıda gezenlere ya da yürüyüşte rastlanan bir-iki dosta merhaba diyebildik.”
“Kalan zaman” +65 için kıymetli. Çünkü saat artık geri işliyor. İşte pandemi onlardan bu zamanı çalıyor, sevenlerle geçirelecek günleri, ayları, yılları… Çocuklarla edilecek sohbetleri, torunlarla oynanacak oyunları, arkadaşlarla kurulacak sofraları… En kötüsü de, yaprak dökümü yaşaya yaşaya sayısı iyice azalan dostlara edilecek vedaları çalması: “Yakınlarımızın cenazesine gidememek, içimizde kanayan bir yara. Zaten çoğu göçüp gittiği için az arkadaşımız kalmıştı. O yüzden vedalar bizim için önemliydi, edemedik…” Bir sessizlik oluyor. Göçüp gidenler giriyor konuşmanın arasına. Soluklanıp devam ediyor: “Pandemide eve kapanma nedeniyle hem fiziksel hem psikolojik rahatsızlıklar arttı.”
Nefret söylemleri arttı
Yine de +65 yaşa yönelik sokağa çıkma yasaklarını, bir koruma yöntemi olarak görüyor Yazıcıoğlu. Ancak net bir yasal düzenleme olmamasının sıkıntılar yarattığını eklemeyi de ihmal etmiyor. “Mesela, otobüslere binmemiz yasaklanınca maaşımızı almaya gidemedik. Alternatif sunulmalıydı. Üyelerimiz çok sıkıntı çekti. Dolandırıcılıklar arttı” diyor.
“Kalan zaman” 65 yaş üstü için kıymetli. Çünkü saat artık geri işliyor. İşte pandemi onlardan bu zamanı çalıyor, sevenlerle geçirelecek günleri, ayları, yılları…
Ona göre, bu tür felaketlerle çok karşılaşacağız. O yüzden de Meclis’in, bunlarla ilgili yeni ve bütünsel bir yasa yapması gerektiğini vurguluyor: “Geç bile kaldılar. TÜED’in de yer aldığı BM Yaşlı Hakları Komitesi’nde bu yıl pandemiyi çok tartıştık. Komitenin yakında yayınlayacağı yaşlı hakları maddeleri arasına pandemi ve salgınlarla ilgili yeni bir hak girecek görüşündeyim. İnsan hakları gibi yaşlılık hakları çıkacak.”
Buna ne kadar çok gerek olduğunu, pandemiyle birlikte iyice artan yaşlılara yönelik nefret söylemleri de gösteriyor. TÜED üyeleri de bunlardan şikâyetçi. Sosyal medyada hakareti bırakın küfürlere varan söylemlerle karşılaşmak, sokakta “fazlalıklarmış gibi” bakışlarla muhatap olmak hatta kovalanmak… Yazıcıoğlu’na göre, bunun nedeni medya ve ilgililerin pandemi ve 65 yaşla alakalı açıklamaları bilimsel şekilde yapmamaları. “Nefret söylemleri, suçtur. Türk Ceza Kanunu’nda, Medeni Kanun’da yaşlıyı koruyan önemli maddeler var. Savcıların istese kullanabilecekleri çok madde bulunuyor” diyor ve ekliyor: “Dünyada ilk yaşlılık hukuku yayınını dernek olarak biz yaptık. Türkiye’de yaşlılarla ilgili hangi kanunda ne varsa toparladım, 2 bin sayfayı buldu ama hepsi dağınık olduğu için yaşlılık hukuku şart.”

Cafer Turan Yazıcıoğlu
“Pandemi, yaş ayrımcılığının yaşlılar üzerindeki etkisini ortaya koydu”
Yazıcıoğlu, pandemide mahalli idarelerin de sınıfta kaldığını düşünüyor. Çünkü hangi evde +65 yaşıyor bilip, sorun varsa çözecek ilk merci onlar. Yaşlılık, herkesin önünde sonunda varacağı bir evre. Herkes bunu biliyor. Ancak niyeyse üzerine pek de konuşulmuyor, çalışılmıyor. O yüzden Yazıcıoğlu’na göre, pandeminin, nefret söylemlerine rağmen iyi yanı da oldu: “En azından yaşlılar gündeme geldi!”
Çok iç acıtıcı bir cümle bu ama öyle sessizliğe boğulmuş bir konu ki yaşlılık, pandemi, hatta hakaretler nedeniyle konuşulur, görünür olması bile olumlu, umut verici karşılanıyor: “Pandemiden beri hükümetle, Türkiye’deki ve dünyadaki STK’larla, BM’dekilerle gerçekleştirdiğimiz kadar çok toplantıyı, bugüne kadar hiç yapmadık. İki senede 300’den fazla toplantıya katıldık. Bu, yaşlıların daha çok gündeme geldiğini gösteriyor. Evet, belki bir nefret söylemiyle karşılaştık ama bundan sonraki yaşlılar için iyi bir adım atıldığı kanısındayım.”
Sonunu göremeyecekleri bir mücadelenin içinde olduğunu biliyor bu konuda çalışan +65 yaş aktivistleri
Bundan sonraki yaşlılar dediği; sizsiniz, biziz, orta yaşlılar, gençler… Sonunu göremeyecekleri bir mücadelenin içinde olduğunu biliyor bu konuda çalışan +65 yaş aktivistleri. Oysa yaşlılık da çocukluk, gençlik gibi hayatın bir çağı ve güzel geçirilmesinin sağlanması bir insanlık hakkı. Yazıcıoğlu, “Pandemi, yaş ayrımcılığının yaşlılar üzerindeki etkisini ortaya koydu” diyor, “Yaşam boyu eğitim, sağlık ve bakım hizmetlerine erişim, sosyal koruma, çalışma gibi hakların her yaşta eşit olarak garanti edilmesini hedefleyen Avrupa Birliği Yaş Eşitliği Stratejisi gibi bir uygulamanın Türkiye’de de olması şart. Şu an bunun için mücadele veriyoruz ama bize yetişeceğini sanmam. O yüzden gençlere hep diyorum ki, bunlara sahip çıkın, bunlar aslında sizin için, bizim için değil.
Pandeminin sessiz mekânları: Huzurevleri
Türkiye’de 27 bin 454 kişi, 81 ildeki Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı 425 huzurevi ve yaşlı rehabilitasyon merkezinde kalıyor. Ancak huzurevlerinde kaç kişinin koronavirüs tedavisi gördüğünü, kaçının hayatını kaybettiğini bilmiyoruz. Türk Tabipler Birliği’nin şeffaflık çağrısına, bazı milletvekillerinin soru önergesine rağmen bakanlık sayı açıklamadı. Tek bildiğimiz basına yansıyan birkaç haber: Etiler’de özel huzurevinde 40’a yakın kişinin koronavirüs testi pozitif çıktı. Bayburt Memnune Evsen Huzurevi’nde 27 sakin ve sekiz kurum personeli Covid-19 oldu. Eskişehir Hacı Süleyman Çakır Huzurevi’nde koronavirüs nedeniyle ona yakın kişi öldü…
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü, yapılan bilgi edinme başvurusuna yanıtında tek bir veri bile paylaşmadı
Biz de Bilgi Edinme Hakkı Yasası’ndan yararlanarak, CİMER üzerinden Sağlık ile Aile ve Sosyal Hizmetler bakanlıklarına üç başvuru yaptık. Yanıtlardan biri özetle şuydu: “Bilgiler Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığımız Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü’müzün yetkisinde ancak Bilgi Edinme Kanunu kapsamında olmadığından cevap verilememiştir.”
Müdürlük bıkmış olacak ki, başka bir başvurumuza, sorularımızla alakasız olsa da “Covid-19 Kapsamında Yapılanlar” başlıklı üç sayfalık yanıt yolladı. Ancak tek veri yoktu! Bize de huzurevlerinde yaşananları anlamak için haberlere yansıyanlara bakmak kaldı. On kişinin koronavirüsten öldüğü Hacı Süleyman Çakır Huzurevi’yle ilgili davanın avukatı Kemal Sayılır’la konuştuk.
8 Nisan 2020’de bir personelin Covid-19 olmasıyla başlıyor her şey. O hafta 47 yaşlı ile 28 personel koronavirüse yakalanıyor. Sayılır’a göre, bunun nedeni yeterli tedbir alınmaması: “O dönemde huzurevi kuruluş müdürü M.T. tecrübesiz bir vekil müdür. Adeta hiçbir kararı tek alamıyor, il müdürü ve yardımcılarının yönlendirmesiyle hareket ediyor. Yaşlıların odaları seyreltilmiyor. Hastaneye gidenlere izolasyon uygulanmıyor.”
Bunlar kimi haberlere göre 10, kimine göre 20 kişinin ölümüne yol açıyor. Sayılır’a göre doğru sayı 20, “Ancak yalnızca dokuz yaşlı ve müvekkilimin babası, kurum personeli Sadık Kaya olmak üzere, 10 kişinin ölüm gerekçesine Covid-19 yazılıyor. Maksat daha fazla dikkat çekmemek” diyor.
Ölenlerin yakınları çekiniyor
57 yaşındaki Sadık Kaya obezite, kronik diyabet ve tansiyon hastası. Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinde “kronik rahatsızlığı olan üst amire bildirdiği gibi idari izinli sayılacak” denmesine rağmen, izin alamıyor. Çünkü dönemin Eskişehir Aile Çalışma Sosyal Hizmetler İl Müdürü A.S., “kronik rahatsızlığı olanlar hastanelerden üçlü hekim raporu getirmeden idari izne çıkarılmayacak” şeklinde kurul kararı alıyor. Üstelik tüm idareciler de imzalıyor. Çalışırken Covid-19’a yakalanan Kaya, 10 Nisan’da kaldırıldığı hastanede 26 günlük yaşam mücadelesinden sonra vefat ediyor.

Av. Kemal Sayılır
“Adeta aklanmaya çalışılan üst idareciler il müdürü ile huzurevi müdürü hakkında adli soruşturma izni verildi”
İlk soruşturmada tüm sorumluluk, kurumun sağlık memuru A.M.Ç. ile hemşiresi N.E. üzerine bırakılıyor. Ancak avukat Sayılır’ın itirazı ve durumun basına da yansıması üzerine Eskişehir Valisi yeniden soruşturma başlatıyor. Avukat Kemal Sayılır, son durumu şöyle anlatıyor: “Adeta aklanmaya çalışılan üst idareciler il müdürü A.S. ile huzurevi müdürü M.T. hakkında adli soruşturma izni verildi. İtiraz etseler de Ankara Bölge İdare Mahkemesi adli soruşturma yapılmasına kesin karar verdi. Sorumlular hakkında ‘kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi’ ve ‘görevi kötüye kullanma’ maddelerinden şikâyetçi olduk. Henüz iddianame hazırlanmadı. Kovuşturma aşamasına geçilmediği için duruşma günü de belirlenmedi.”
Şimdilik huzurevindeki ölümlerle ilgili açılan tek dava Sadık Kaya’nınki. Ama Sayılır umutlu, “Ölen huzurevi sakinlerinin akrabaları çekiniyor ama bazı aileler, bizi destekleyeceklerini belirttikleri için ceza yargılaması derdest hâle gelince müdahil olabileceklerini veya tanıklık yapabileceklerini düşünüyorum. Hatta birkaç mağdur yakını bu minvalde beyanda bulundu” diyor.
• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
Bu sefer size, bir kişinin değil bir ailenin hikâyesini anlatacağım. Her biri kendi yolunu çizmiş ama birbirinin yanında olmayı hiç bırakmamış bir ailenin hikâyesini… Selma, Sevinç ve Bahadır Altan kardeşler, pandemi sürecine farklı dönemeçlerden geçerken yakalanıyor. Selma Altan, pandemi başladığında cezaevinde mesela. Yani Altan, sadece pandeminin +65 üzerindeki etkisini anlatmakla kalmıyor, yaşlılara ne kadar sert davranılabildiğini de gösteriyor bize. Tutuksuz yargılanma imkânı varken, 71 yaşındaki bir kadını cezaevine atan bir anlayış sözünü ettiği… Durun en iyisi başa sarıp, sizi onlarla tanıştırayım.
Pandemi bahanesiyle tam tecrit
Selma Altan, emekli bir hak savunucusu, Ege Tutuklu ve Hükümlü Aileleriyle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin (Ege TUHAYDER) yöneticilerinden biri. Kardeşi Sevinç Altan, birçok şehirde sergiler açmış, çeşitli yayınevleri için 600’den fazla kapak illüstrasyonu yapmış bir ressam. Bahadır Altan ise, Pegasus’un 6 Şubat 2020’deki uçak kazasıyla ilgili açıklamalar yaptığı için işinden kovulan bir emekli pilot. Pandeminin herkeste olduğu gibi Altan kardeşlerde de yarattığı en büyük huzursuzluk, sevdikleri için duydukları kaygı oluyor. “İki arkadaşımı kaybettim. Dokunamamak, sevdiklerime sarılamamak çok zorladı” diyor Sevinç Altan, “üstelik ablam hapishanedeydi ve sağlık sorunları vardı, onunla ilgili endişelerim arttı. Hapishanelerde pandemi bahane edilerek, insanlık suçu olduğu halde tam tecride geçildi. Görüşe gidememek ağır geldi.” Öyle bir tecrit ki bu, uzun süre ne onlar ablalarından ne de ablaları onlardan haber alabiliyor.
Ablasının 71 yaşında cezaevine girmesinin nedeni mi? Selma Altan, bu soruyu şöyle yanıtlıyor: “11 Kasım 2019’da dizlerime protez takılması için İstanbul’a gittiğim gece gözaltına alındım. İzmir terörle mücadele takibe almış, devletin onayladığı STK’yı ‘sözde dernek’ olarak niteliyorlar. Şakran Cezaevi’ne gönderildim. Zor yürüyordum, içerideki arkadaşların yardımıyla günlerimi geçirdim. 7,5 ay sonra bırakıldım, tutuksuz yargılanıyorum. Pandemi başladığında cezaevleri de devlet gibi şaşkındı. Hâlâ da düzgün politika yürütülmüyor. Pandemiyi bahane edip tecridi çok ileri götürdüler. Kapalı görüşler bile kısıtlandı. Dışarıda her şey açıldı, herkes AVM’lerde ancak cezaevlerinde açık görüş hâlâ yok.”
“Kimse gelemiyor, ben çıkamıyorum. İçeride hiç olmazsa 19 kişiyle berabersin. Dışarıda daha izolesin”
Peki, cezaevinde pandemi için nasıl önlemler alınıyor? “Hijyen önemli deniliyor ancak 19 kadın bir koğuşta kalıyorduk. Yeterli deterjan bile vermediler. Paramızla aldık. Hijyen malzemelerinin fiyatları korkunç arttı. Üstelik cezaevi kantinleri dışarının iki katıdır! En çok sıkıntıyı hasta tutsaklar çekti. Hastaneye gönderilmediler. Bel ameliyatı olması gerekenler, bir senedir yürüyemeyenler bile bekletildi. Kanser tedavisi görenleri, kronik rahatsızlığı olanları hastaneye götürünce karantina odasına alıyorlar ama yeni biri hastaneden gelince aynı odaya koyuyorlar. Yani karantina sürekli uzuyor, 14+14+14 gün kalanlar var. Pis ve kötü bir oda. Orayı yapmak için koğuşları kalabalıklaştırdılar. Dışarıdaki mesafe kavramı, cezaevlerinde sıkışıklığa dönüştü. Menemen, Şakran ve Ödemiş cezaevlerinde çok kişi Covid-19 oldu.”
Yeni dünya: Açık cezaevi
Selma Altan, 2020 Haziranı’nda çıkıyor. İçeride sadece 7 buçuk ay kalsa da insanlığın başına yüz yılda bir gelen pandemi, dışarıyı çok değiştiriyor: maskeli insanlar, “güvenli adım” işaretleri, her an izimizin sürülebildiği HES kodlarının korunuyoruz duygusu yaşatması, cep telefonu ekranına sığdırılan sosyalleşmeler… Bunların arasında sağlık sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalıyor: “Kalp damar, tansiyon hastasıyım. Çıktıktan 14 gün sonra diz ameliyatı oldum. İki ay yattım, kızım ve kardeşim baktı. Tam ayağa kalktım, iki haftalık kapatma geldi. Açık cezaevi gibiydi. Kimse gelemiyor, ben çıkamıyorum. İçeride hiç olmazsa 19 kişiyle berabersin. Dışarıda daha izolesin. Üç arkadaşımı kalp krizinden kaybettim. Yasakların getirdiği hareketsizlikten oldu.”

Soldan sağa: Sevinç, Bahadır, Sema ve Selma Altan (oturan) kardeşler.
Bahadır Altan, yasaklardan bir yılla “yırtsa” da kardeşleri ve çevresi nedeniyle bütün hak ihlallerinin yakın şahidi. Ona göre, kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı kestiği gibi, emeklinin ölmesini de kayıp olarak görmüyor: “İleride, ‘85’ine geldin, daha fazla sağlık hizmeti vermiyor, emekli maaşı ödemiyorum’ diyecekleri bir sınır bile getirebilirler. Bu anlayışın ömrü yeterse, bizim ömrümüzü sınırlayacağından korkarım.”
“Ayrımcılık, mutasyon geçiren bir virüs gibi ve bu açıdan çok verimli bir coğrafyadayız ne yazık ki!”
Şimdilik ömürlerini olmasa da özgürlüklerini sorgusuz sualsiz kısıtlayabiliyor. Sevinç Altan’ı da en çok rahatsız eden bu. “Virüs değil de, hayatımızın birtakım adamların eline düştüğü düşüncesi ürkütücüydü” diyor, “Mesela, 20.01-09.59 arasında çıkmamızın hem kendimiz hem toplum için nasıl bir olumsuzluk yaratabileceğinin izahı yapılamadı. Parkları kapatıp fabrikaları açık tuttular yahu! Yaşlı olmanın polis takibine maruz kalacak kadar suç haline getirilmesi akıl alır gibi değildi. ‘Huzurevleri’ bir yara olarak duruyordu, dönüp bakmadılar bile.”
Bu dönemde ‘evde kal’abilen şanslı azınlıktan olduğunun farkında Sevinç Altan. “Oysa boğaz manzaralı ‘evde kal’, ‘hayat eve sığar’ çağrıları yapılırken işe gitmeye mecbur bırakılanlar, yaşlı bile olsalar ‘evde kalamayanlar’ vardı” diyor, “Hastalanmalarında, ölmelerinde beis görülmeyenler… Daha çok kadın ve çocuk evde şiddetle baş başa kaldı. Her ne pahasına olursa olsun büyümeye dayalı sistem durmadı, diğer felaketler karşısında yaptığı gibi pandemi için de ‘ekonomik değeri ne?’ diye düşündü. O yüzden ‘iyi yönetemiyorlar’ cümlesi benim için bir şey ifade etmez. O istediği gibi, istediği biçimde yönetir.”
Düzenli geliri olmayanlara yeterli destek sağlanmaması da devletin vatandaşını değil, çarkların dönüşünü umursadığının kanıtı. Altan düzenli geliri olmayan milyonlarca insandan biri: “Birikimlerimle hayatımı idame ettirdiğimden başlarda sorun yaşamadım. Ama hazırladığım iki sergim de pandemiye toslayınca falan… sıkıntılarım oldu tabii. Yine de çocuklu ev geçindiren, işini kaybeden, intihar eden insanları düşününce manasız şeyler.”
“Pandemide alınan tedbirler, yaşlılığı bir düşkünlük, yardıma muhtaçlık şeklinde gösterdi”
Bahadır Altan, yasakların 68 ya da 78 kuşağından olan 65 yaş üzerindekilerle Z Kuşağı arasındaki bağı kopardığını, böylece toplumun hafızasının silinmeye çalışıldığını düşünüyor. Yine de bu süreçte iyi şeyler de olmuyor değil. Altan’a göre, bunların en önemlisi mahallelerde kurulan dayanışma ağları. “Devletin sağladığından çok daha etkili bir yaşam arzusu sundular” diyor.
Sevinç Altan da iktidardan, devletten bir şey ummayı çoktan bırakmış. Onun önerisi, iktidarın krizlerden, ‘felaketler’den beslenme hâline karşı virüsten öğrenmemizi söyleyen Paul B. Preciado’ya kulak vermemiz: “Boyun eğmeye direnmek istiyorsak, bizim de virüs gibi mutasyon geçirmemiz gerekiyor.” “Sınır veya tecrit dayatmasıyla değil, yaşayan tüm canlılarla beraber kurulacak yeni bir topluluk ve denge anlayışıyla sağlığımıza kavuşacağız”…
“Biz değil devlet yaşlı”
Koronavirüsle ilgili haberlerin ve yetkililerin açıklamalarının toplumda zaten var olan ırkçılığı, yaş ayrımcılığını adeta hükümet eliyle körüklediğini düşünüyor Sevinç Altan. “Ayrımcılık, mutasyon geçiren bir virüs gibi ve bu açıdan çok verimli bir coğrafyadayız ne yazık ki!” demesi bundan. Ona göre, atlanan bir nokta da yaşlıların homojen bir grup olmadığı! “65 yaş üstü her yetişkinin kronik hastalığı yok, her biri bağımlı değil. Toplumsal yaşamın içinde aktif yaşlılar olduğu gibi çalışmak zorunda olanların sayısı da az değil. Mesela, ben” diyor.
Sevinç Altan için yaşlılık biraz yavaşlık demek ama olumsuz anlamda değil. Hatta sağlık sorunların yoksa rahatlık bile sağlıyor: “Bok püsüre aldırışsızlık ya da daha rahat bulaşma hâli. Daha rahat küfredebiliyorum mesela.” Bahadır Altan için nüfus kağıdında yazan yıl bir şey ifade etmiyor. “Kimi 60’ında bir ihtiyar olabiliyor, kimi 80’inde bile okuyup üretiyor. Ancak pandemide alınan tedbirler, yaşlılığı bir düşkünlük, yardıma muhtaçlık şeklinde gösterdi” diyor. “Oysa Nâzım Hikmet şiirinde diyor ya: ‘…etin gevşemesine başka bir tabir gerek, zira ki ihtiyarlamak: kendinden başka kimseyi sevmemek demek’. Birini, bir şeyleri sevebiliyorsanız, direneceğiniz bir idealiniz, istekleriniz varsa ihtiyarlamıyorsunuz. O yüzden bize kendimizi yaşlı hissettirmeye çalışan devlete, ‘sen yaşlısın’ demeliyiz. Devlet çok yaşlı, saraylarıyla, yüksek yüksek makamlarıyla… Onu oralara hapsetmeliyiz. Sokaklarsa çocuğuyla, genciyle, kadınıyla, yaşlısıyla bize kalsın. Bence yeni kısıtlamalar gelirse, yaşlıların devlete, ‘sensin yaşlı’ diyerek, sokakları terk etmemesinde fayda var.”
• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
“Ben, bir sosyal güvenlik numarası, ekrandaki bir görüntü değilim… Sizden hakkım olanı istiyorum. Ben, Daniel Blake, bir yurttaşım. Ne daha az, ne daha fazla.” Böyle sesleniyordu ünlü yönetmen Ken Loach’ın 2016 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü alan “Ben, Daniel Blake” filminin kahramanı. Onu böyle çileden çıkaransa, iki ay çalışamaz raporu verildiği için sosyal yardım kuruluşlarına başvurmak zorunda kalmasıydı. Kurşun kalemden vazgeçmeyen marangoz ustası, 59 yaşındaki Daniel’in teknoloji ve bürokrasiyle imtihanı işte böyle başlıyordu… Film, teknolojiyle 50’lerinde tanışan milyonlarca yaşlının bilgisayar ve interneti öğrenemezse, devlet tarafından nasıl da bir tuşa basar gibi “silinebileceğinin” en güzel anlatısı.
72 yaşındaki Yaşar Gökoğlu’nun yaşadıkları da bunu doğruluyor. Adana’da yaşayan Gökoğlu için pandemi, yalnızlığın sokağa taşındığı bir dönemin başlangıcı oluyor. Öncesinde evde “seçilmiş” yalnızlığını yaşasa da her gün dışarı çıkıp aktivitelere katılıyor, arkadaşlarıyla görüşüyor. Yasaklar gelince “yalnızlık sokağa iniyor, toplumsallaşıyor.” En çok da “yalnızlığını bastıracak teknolojik bilgisi olmamasına” dertleniyor. Bir dijital göçmen o. Bu yüzden, ev duvarlarını sanal dünya sayesinde aşma şansını da kaçırıyor. “1949 doğumluyum. Teknolojinin 90’larda geldiğini düşünürsek, bilgisayarla tanıştığımda 50 yaşın üzerindeydim” diyerek anlatıyor bunun nedenini, “pandemi sürecinde HES kodu, doktor randevusu almak gibi işlerde çok zorlandım.” Sırf teknolojiyle geç tanıştığı için yaşadığı dışlanmışlığa akıl erdiremiyor: “Mesela, bir gün trene binmek için HES kodu gerekince, istasyon çalışanlarının yardımıyla aldım. Çalışanların sanki büyük bir kabahat işlemişim gibi, alaycı bakışları hâlâ aklımda.”
Gökoğlu’nun teknoloji yüzünden yaşadığı zorluklar bunlarla sınırlı değil. Karşısına ezberlemesi gereken birçok şifre çıkıyor: e-devlet, HES kodu, banka hesap şifresi… E-devlet şifresini unutunca tekrar tekrar para verip yeniletmek zorunda kalıyor. Aşı randevularını internetten yapamadığından, hep 182’yi kullanıyor ancak ona da 20 defa arayıp dakikalarca bekledikten sonra ulaşabiliyor. “Bu işleri yapacak bilgiyi edinmemizi sağlayacak bir birim kurulmadı. Üstelik teknolojiyle aram, iş zamanındaki bilgisayar bilgim dolayısıyla ortalama bir yaşlıdan daha iyiydi. Ben böyle zorlandıysam, diğerleri neler yaşadı, tahmin edemiyorum” diyor. TÜİK’in verileri de +65’in bu dönemde ne kadar çabaladığını gösteriyor. İnternet kullanan 65-74 yaştakilerin oranı 2015’te yüzde 5,6 iken 2020’de yüzde 27,1’e yükseliyor.
“Sokakta ne işin var” bakışları…
Gökoğlu, 12 Mart döneminde cezaevinde yatmış biri olarak “tecrit” deneyimine sahip. Ancak pandeminin izolasyonu çok daha ağır geliyor. “Çünkü” diyor, “pandemi duvarların ötesinde görünmez duvarlar koydu hayatımıza. Yaş ayrımcılığı yapmasalardı, yaşlılar olarak bu kadar kıstırılmış, hayatımız yasaklanmış duygusuyla yaşamazdık…”

Yaşar Gökoğlu
“Biz yaşlıları bir yıl boyunca hastalığın suçlusu gibi gösterdiler. 20 milyon insanın aşı olmamasında bu algı da etkili”
Bu süreçte kendini mümkün olduğunca hareketsizlikten korumaya çalışıyor. Volta alışkanlığının da yardımıyla günde birkaç saatini, 65 metrekare evin içinde tur atmaya ayırıyor. Birçok arkadaşı, “Çık, mahallende dolaş” dese de, “densizin biri, bir şey söyler, altta kalmayınca iş büyür” diye yapmıyor. İzinli saatlerde bile “Sokakta ne işin var?” bakışlarından kaçamıyor. Otobüs yasakları, Gökoğlu’nu Adana sıcağında 8-10 kilometrelik çileli yürüyüşlere başlatıyor. “En azından sağlam bir yürüyüş alışkanlığı kazandım” derken hayata gülmeyi beceren insanlara özgü bir mutluluk düşüyor sesine.
Zaten “makbul” karşılanmıyorlardı
Gökoğlu’na göre, yaşlıların “makbul” sayılması salgından çok daha önce bitti. Özellikle de aileyle paylaşacağı bir emekli maaşı olmayanlar için. Pandemi sadece şunun net görülmesini sağlıyor: “Yaşlının el üstünde tutulduğu haller üzerine roman yazma, istatistik tutma imkânı bile olmadan bitmiş!” Geriye kalansa, muhafazakârın da solcunun da birleştiği bir nefret. Mesela, genç ve solcu bir arkadaşı, niye yapıldığı üzerine kafa yormadan, “bu yaşlılar yok mu? Otobüse binip serbest kartla son durağa gidip dönüyor, boşuna yer işgal ediyorlar” diyebiliyor. Oysa Gökoğlu nedenini biliyor: “Yaşlının toplumda bir yeri, horlanmadan gidebileceği mekân yok ki… Sosyalleşmeyi otobüse binmekte buluyor.”
“Yaşlılıkla ilgili mücadeleyle alışılmamış bir şeyi istiyorsunuz, belki de sonunu sizin göremeyeceğiniz bir şeyi…”
Yaşlılar “günah keçisi” ilan ediledursun, ölümlerin 300’e yaklaştığı şu günlerde ölenlerin çoğu aşıyı reddedenler olduğu halde bir şey yapılmamasını anlamıyor. “Biz yaşlıları bir yıl boyunca hastalığın suçlusu gibi gösterdiler. Toplumda şu algı oluştu: ‘Bize bir şey olmaz, bu yaşlı hastalığı.’ 20 milyon insanın aşı olmamasında bu algı da etkili. Yani gençlerin ölmelerinin nedeni hükümetin bize uyguladığı ayrımcı politikalar” derken şaşkınlığına bir de kızgınlık ekleniyor.
Huzurevi için sekiz yıl bekleme sırası
Gökoğlu, iki sene önce Adana’da Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın huzurevinde kalma imkânını sorduğunda, “Sekiz yıla kadar dolu. Ama Gümüşhane’de, Niğde’de boş yer var” yanıtını alıyor. Yaşlısına, memleketinde “huzur içinde” yaşamak için sekiz yıl hayatta kalma zorunluluğu getiren sisteme gülsün mü, kızsın mı bilemiyor. Ancak bildiği bir şey var: Yaşlılık, çekilmiyor.
“Neden biliyor musun?” diye sorup kendi yanıtlıyor: “Beden yaşlanıyor ama akıl ve ruh yaşlanmıyor ki… Keşke ruh da yaşlansa… Gençken hayallerin oluyor, uzak da olsa dert etmiyorsun. Önümde uzun bir hayat var, mücadele edersem, çözerim diyorsun. Yaşlanınca şevkin azalıyor. En kötüsü de ne kadar vaktin olduğunu bilmiyorsun… Hâlâ yapmak istediğin, ukde kalmış şeyler var ancak fiziki sınırlara çarpıyorsun.”
O sınırları giderecek merkezi, yerel yönetim bulunsa, yaşlılığın daha çekilir olacağını biliyor. O yüzden yaşlıları umursamadıklarını görmek çok öfkelendiriyor. “En kötüsü de şu” diyor, “İnsanlara ‘gel hakkımızı arayalım’ dediğinizde, ‘amannn’ diyor. Sendikaya girerken, toplu sözleşmeyle daha çok para alacağız dediğin için ikna oluyor. Ancak yaşlılıkla ilgili mücadeleyle alışılmamış bir şeyi istiyorsunuz, belki de sonunu sizin göremeyeceğiniz bir şeyi…”
• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
“Pandemi olmasa ben onu ilk günlerde hastaneye götürürdüm, erkenden müdahale edilirdi. Biraz daha yaşardı…” 72 yaşındaki Tülin Dizdaroğlu için pandemide yaşadıklarının özeti, kafasında dönüp duran bu cümle. Kaybettiği annesinin yasını, pandemi yüzünden sadece üç kişiyle tutabilmek canını acıtıyor. Bir de ölmeden önce annesinin sevdiklerini görememesi…
Türkiye’nin en yaşlı şehri Sinop’ta buluşuyoruz Dizdaroğlu’yla. Pandeminin, yatalak olan annesiyle hayatlarını nasıl değiştirdiğini anlatırken hüznü gözlerinden okunuyor. Her bayram dolup taşan evleri geliyor önce aklına, sonra da pandemideki yalnızlık. Ara sıra salgını unutan annesinin, “Niye kimse gelmiyor artık?” sorusunu hep sabırla yanıtlıyor. Pandemi yüzünden “uzak” kalmak gerektiğini biliyor ya, yine de annesinin sevdiklerini, akrabalarını göremeden vefat etmesi yüreğini dağlıyor.
“Pandeminin bende yarattığı en büyük üzüntü budur” diyor derin bir soluk alarak, “Eylül 2020’de kaybettik annemi. Hastalandı, ancak hastaneye götüremedim. Herkes, ‘Virüs kapar, sakın götürme’ dedi. O dönem hastaneler pandemiden dolayı çok yoğundu. Aile hekimi geldi, baktı. 5-6 güne iyice kötüledi. Bir gece dili dolanmaya başladı. ‘Kızım ben öleceğim, sakın korkma’ dedi bana…” Sonrası aranan 112, pandemi muamelesi, testler, yoğun bakım… Bu son konuşmaları oluyor ama o günleri kafasında hep evirip çeviriyor Dizdaroğlu, “Pandemi olmasa ben onu ilk günlerde hastaneye götürürdüm, erkenden müdahale edilirdi. Biraz daha yaşardı…” demesi bundan.

Tülin Dizdaroğlu, Sinop, 30 Temmuz 2021.| Fotoğraf: Esra Açıkgöz
“Teyzem iki yıldır evden çıkmadı. Yalnız dura dura şimdi kafası bulandı. Pandemi, yaşlılardan kurtulma yolu oldu”
Üç kişilik dua
“Teyzem, ben ve dayımın kızı…” diye başladığı cümleye bir sessizlik düşüyor önce, sonra bir yutkunma sesi. “Sadece üç kişi akşam duasını yaptık. Cenazesini de 15 kişi kıldık… İnsan kalabalık görmek istiyor bu anlarda. Facebook’tan, telefonla baş sağlığı diledi insanlar ancak kalabalık olmanın yas sürecine de etkisi var. Herkesle konuşunca derdini unutuyorsun, sevenleri olduğunu görmüş oluyorsun…”
Kalabalık bir uğurlamanın tesellisine kavuşamasa da, “daha kötüsünü yaşayanlar” olduğunu görmenin acısı, ona kendi derdini az da olsa unutturuyor: “Kaç doktoru, hemşireyi kaybettik? Kaç çocuk, anne-babasız kaldı? Pandemiyi meslek hastalığı bile saymadılar. Küçücük çocuklar yetim kaldı… Çok insanın canı yandı, çok…”
“Yaşlılardan kurtulma yolu oldu”
Pandemiyi Sinop’ta yaşadığı için kendini şanslı görüyor Dizdaroğlu. Akrabalarına, tanıdık yaşlılara kapıdan, balkondan nasılsın deyip dokunamadığı için üzülse de, en azından kedileri besleme bahanesiyle yürüyüşler yapabiliyor. 45 yıl yaşadığı İstanbul’la da bağı kesilmediğinden oradaki hayatın sıkışmışlığını biliyor: “Geldiğimde gördüm ki, İstanbul’da insanlar birbirinden çok korkuyor. Hiç evden çıkmayan, markete bile gitmeyen arkadaşlarım vardı. Hapis hayatı yaşadılar. Bu, sağlıklarına da zarar verdi. Teyzem iki yıldır evden çıkmadı. Yalnız dura dura şimdi kafası bulandı. Pandemi, yaşlılardan kurtulma yolu oldu. Oysa bu bir hastalık ve gençler de ölüyor. Bize koyulan yasaklar gereksizdi.”
Dizdaroğlu, Covid-19 pandemisi sona erse de başka virüslerin çıkacağına inananlardan. Çünkü “artık dünya, eski dünya değil.” Pencerelerin açılamayacağı dönemler bile yaşanabileceğini düşünüyor. O yüzden gençler için kaygılı. Ama sakın kendini “yaşlı” görüyor da sanmayın. Zaten “alışılageldik” yaşlı tanımına da pek uymuyor. Örneğin, yalnızlık korkusu ya da toplum baskısı yüzünden evlenip çoluk çocuğa karışmıyor. Emekli olunca elini eteğini hayattan da çekmiyor. Aksine 58 yaşında tutkusunun peşine düşüp üniversitede fotoğrafçılık üzerine yüksek lisans yapıyor. Tek başına Türkiye’yi şehir şehir, köy köy gezip fotoğraflar çekiyor. Ödüller kazanıyor. Sergiler açıyor. Kitaplar çıkarıyor.
Yaşam aşkı da, fotoğraf tutkusu da içindeki “gençliğin” göstergesi: “İnsan hissettiği yaştadır, lafı çok doğru. Kendimi şimdilik yaşlı hissetmiyorum. İleride belki hissederim. İnsan umut ettiği, hayal kurduğu müddetçe yaşar. Yoksa yaşayan ölü olursun. 40 yaşında gençler görüyorum, ruhları çökmüş, hayattan beklentileri yok. Ben elimde kalanı en iyi şekilde yaşamaya çalışıyorum.”
“Elinde kalanla yaptıklarını” anlatırken gözleri ışıl ışıl parlıyor. En çok da, bu konuda sayılı kaynaklardan biri olan Alternatif Fotoğraf kitabı ve onunla ilgili açacağı sergi için heyecanlı. Ayrıca siyah-beyaz bir Anadolu kadını albümü hazırlıyor. “20 yıldır kağnıları çekiyorum, Son Kağnılar adlı bir kitap çıkaracağım. Daha yapmak istediğim çok şey var, tutkum ve gücüm de… Tabii pandemi neye, ne kadar izin verecek, onu bilmiyorum” diyor.
• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
“Antika arabaları nasıl garaja çekiyorsak, yaşlılarımızı da evlerinde tutuyoruz.” Böyle diyordu Bilim Kurulu üyesi Ateş Kara çıktığı bir televizyon programında. Aslında bu cümle bile tek başına, 65 yaş üstü insanlara yönelik algıyı anlatmaya yetiyor. Pandeminin nasıl da yaşlıları “ortadan kaldırmak” için bir bahane olarak kullanıldığını göstermeye de.
21 Mart 2020’de 7 milyon 953 bin 555 insan, sadece 65 yaş ve üstünde oldukları için, birkaç saatlik izinler dışında, 16 ay boyunca evlerine hapsedildi. Ne gıdaya erişimleri düşünüldü, ne sağlık sorunları. Üstelik geçinebilmek için çalışmak zorunda olanlar da vardı. Otobüsten indirilmeye çalışılırken, “Üç merdiven sildim ben. Çalışmazsam açım” diyen kadının feryadı işte bu yüzden kazındı kulaklara… Kimi zaman 11.00-15.00 arası dışarı çıkmaları “sağlıklı” bulundu, kimi zaman 10.00-13.00 arası. 13.01’den sonra neden tehlikede olacaklarını ise, sağlıkçılar dahil kimse anlayamadı.
Gidenlere veda edebilmenin kıymeti
İşin aslı pek fazla insanın da umurunda değildi yanıt, çünkü yasaklar ve yetkililerin açıklamaları, medyanın ayrımcı diliyle birleşip “tehlike altındaki” yaşlıları, birden “tehlikeye” dönüştürüverdi. Böylece hemen herkesin mutabık olduğu, hak edilmiş bir cezaya dönüştü yasaklar. Tehlikeliydi onlar, çok tehlikeli! O yüzden polisi arayıp ihbar edenler oldu. Peşlerinden “evinize girin” diye bağıranlar da, başlarına kolonya dökenler de… İzinli oldukları saatlerde bile insanların suçlayıcı bakışlarından kurtulamadılar.
“Yaşlı avı”, ancak 16 ay sonra, sınırsız sokağa çıkabilme özgürlüklerini geri kazandıkları 1 Haziran 2021’de bitti. Oysa yaşları itibariyle harekete en çok ihtiyaç duyan grup onlardı. Sevdikleriyle daha çok vakit geçirme özlemi çeken de. Onlar için “geride kalan” dostların da, yaşanacak günlerin de, “gidenlere” veda edebilmenin de kıymeti bir başkaydı. Hepsi ellerinden alındı. Pandemi ve yasaklar yüzünden sevdiklerini kaybedenlerin cenazedeki yalnızlığı, vedaya gidemeyenlerin çaresizliğine bulanıp koca bir yara açtı yüreklerinde.
Birilerinin eline düşen hayatlar
Bir yanda virüs, bir yanda yalnızlık, nefret derken bunlara bir de teknolojiyi öğrenme zorunluluğu eklendi. 50’sinden sonra bilgisayar ve internetle tanışabilmiş bir kuşaktan -o da tabii masabaşı iş yapan şanslı azınlıktansa-, internet üzerinden fatura ödemesi, maaşını yönetmesi, HES kodu alması, aşı randevusu oluşturması istendi. Oysa onlar, daha e-devlet şifresini nasıl alacaklarını çözmenin peşindeydi. Milyonlarca insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir ülkede, herkesin akıllı telefonu olduğunu varsaymanın absürtlüğü ise konuşulmadı bile.
Biz de sekiz günlük bu yazı dizisinde, koronavirüs ve yasakların bıraktığı fiziksel ve zihinsel izleri, pandemiyle artan yaş ayrımcılığının hissettirdiklerini, “günah keçisi” yapılmalarının yarattığı tehlikeyi, teknolojiyle sınavlarını +65’ten dinledik. “Virüs değil de, hayatımızın birtakım adamların eline düşmesi ürkütücüydü” diyen de oldu, “Biz daha ölmedik, varız” diye seslenen de… En can yakıcısı da, “Nefret söylemlerine, hakaretlere rağmen en azından görünür, konuşulur olduk” söylemleriydi.
Sözü, ilk günün tanığı Mahinur Şahbaz’a, bırakıyoruz…

Mahinur Şahbaz. Adana, 14 Kasım 2021
“Ne işim var benim karakolda? Bu; devletin yaşlıları eve kapatmasının, salgının sorumlusu bizmişiz gibi göstermesinin sonucu. En kötüsü de otobüste kimsenin bana destek çıkmamasıydı”
“Geçinemeyince kredi çektim”
Mahinur Şahbaz, ömrünün üçte birini çalışarak geçirdi. Hayatı boyunca ödediği vergileri söylemiyor bile. Bunların sonunda eline geçen, yoksulluk sınırının altında bir emekli maaşı. O yüzden de pandemide hem virüs hem yoksulluk hem de yaşlılığın getirdiği sorunlarla baş etmekte zorlandığını anlatıyor. Emekliler Dayanışma Sendikası Başkanı olarak, zorlanan tek emeklinin kendisi olmadığını da biliyor.
Kira ödemediği ve yalnız yaşadığı halde, İstanbul’da neyin, nerede ucuz ve kaliteli olduğunu araştırıp alışverişini yapmasa ayın sonunu getirmesi zor. Ancak pandemi ve yasaklar bunu da elinden alıyor. “Pandemi beni en çok ekonomi ve sağlık açısından zorladı. Dışarı çıkamayınca internet üzerinden alışveriş yaptık ama hem kalitesizdi hem de çok pahalıya mal oldu. Üstelik her şey kontrolsüz, denetimsiz zamlandı. Sonunda Ziraat Bankası’ndan faizsiz 5 bin TL kredi çektim” diyor. Çareyi makarna yemekte, kendi ekmeğini yapmakta buluyor. Ancak bu da sağlık sorunlarını tetikliyor.
“Doktora gidecektim otobüse almadılar”
Kronik hastalıkları var Şahbaz’ın. Şeker, kolesterol, kalp… “Birdenbire hazırlık fırsatı bulamadan 51 gün aralıksız kapalı kalınca çok zorlandım” diyor o günlerin stresini yeniden hatırlarken, “Ne olduğu, nasıl bulaştığı da tam bilinmediğinden çok kaygılıydım. Kontrollerim için doktora gidemedim. Maddi imkânsızlıktan sağlıklı da beslenemedim. Bir de evde hapis kalınca altı kilo aldım.” Bu kilolar ona yeni sağlık sorunları olarak dönüyor.
“Yasak bittiğinde insanlar yürüyemiyordu. Kalp hastalıkları, kronik şeker, stresten hayatını kaybeden arkadaşlarımız oldu. Onları öldüren, bilim kurulu ve sağlık bakanlığı kararlarıdır”
Yasaklar sürerken kalp spazmı geçirince doktordan randevu alıyor. 68 yıllık hayatının en dışlayıcı anlarından birini de bu yüzden yaşıyor: Otobüse binmeye çalışıyor ancak şoför, bu “tehlikeli” yolcuyu almamakta kararlı. Randevuyu göstermesi de işe yaramıyor, ille de karakoldan kâğıt istiyor. Şahbaz, “Kendimi çok kötü hissettim” derken üzüntüsü sesinden okunuyor, “Ne işim var benim karakolda? Bu; devletin yaşlıları eve kapatmasının, salgının sorumlusu bizmişiz gibi göstermesinin sonucu. En kötüsü de otobüste kimsenin bana destek çıkmamasıydı. Gerçekten çok üzüldüm. Yaşlılık yüzünden ayrımcılığa uğramak büyük haksızlık.”
“Arkadaşlarımızı öldüren yasaklardı”
“Yıllardır ilkokulda küçükleri sevmeyi, büyükleri saymayı öğrettik ancak pandemiyle daha iyi gördük ki bu, yalan” derken haksızlığa isyan edercesine gürleşiyor sesi, “Marketinin camına ‘65 yaş üstü giremez!’ yazanlar bile oldu. Ömür boyu unutmayacağımız dışlanmışlık, unutulmuşluk, ötekileştirilme hissini yaşattılar. İktidar nerenizden yaralarsa, kimliğiniz o oluyor.” Şahbaz, pandemi ve yasakların, yaşlılar üzerinde bir şiddet, korku aracı olarak kullanıldığını düşünüyor. Ona göre, OHAL ve KHK’lar, çalışanlar üzerinde nasıl bir etki bıraktıysa pandemi yasakları da yaşlıları işte öyle etkiledi.
Çoğu yaşlı, geçinemediği için çocuklarıyla yaşarken, sokağa çıkma yasağının mantığını ise hiç algılayamıyor. Zira 65 üstü, işe gidip gelen o çocuklarla aynı sofraya oturuyor, aynı havayı soluyor. Hareketsizlik yüzünden karşı karşıya kaldıkları tehlike de cabası: “Yasak bittiğinde insanlar yürüyemiyordu. Kalp hastalıkları, kronik şeker, stresten hayatını kaybeden arkadaşlarımız, üyelerimiz oldu. Onları öldüren, bilim kurulu ve sağlık bakanlığı kararlarıdır.”
Vakaların, ölümlerin çoğaldığını gördükçe tekrar yasak olup olmayacağıyla ilgili endişeleri artıyor. “Pandemi bize sağlığın ticarileştirilmesinin sonuçlarını çok açık ve acı şekilde gösterdi. Bütün yük sağlık çalışanlarının üzerinde. Belli ki salgınlar bitmeyecek. O yüzden onları bertaraf edecek bir sistem geliştirilmesi şart” diyor.
“Daha ölmedik, varız!”
Dünyada pandeminin yaş değil, bağışıklık sistemi üzerinden tanımlandığını hatırlatırken, Türkiye’de durumun farklı olmasını; resmî ideolojinin yaşlılığı, hastalık olarak görmesine bağlıyor. “Her şeye büyüme ekonomisi üzerinden bakıldığından artık üretmeyenler işe yaramaz, yük gibi ifade ediliyor” diyor. Oysa Türkiye’deki 9 milyon 187 bin emeklinin çoğu açlık sınırının altında maaş alıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün raporuna göre, Türkiye, Uganda’yı bile geride bırakarak, emeklilerin en fakir olduğu ülkeler arasına girdi.
Yaşlılarla ilgili sorunlar çok olsa da Şahbaz’a göre çözüm açık: Zihniyeti değiştirmek. En başta da yaşlıların ekonomiye yük olarak görülmesinden vazgeçilmeli: “OECD ülkelerinde dolaylı vergilerin oranı yüzde 35, Türkiye’de ise yüzde 65. En basitinden bunun karşılığını vermek zorundasınız. Devletin yapması gereken işleri yaşlılar yapıyor. Çocuk bakımı da hasta bakımı da yaşlıların üzerinde. Yüzde 90’ımız aylıklarımızı işsiz torunumuzla, çocuğumuzla paylaşıyoruz. Çalışırken bir akit imzaladık, ekonomik güvence ve sağlık hizmeti vereceğiz dendi. Karşılığını istiyoruz. Kimse unutmasın; Biz, daha ölmedik, varız!”
• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.
İnsan kaynaklı küresel ısınma ve iklim değişikliğinin sonuçlarından olan sıcak hava dalgaları ve aşırı hava olayları, yaz mevsimine geçilmesiyle başta Kanada ve ABD’nin batı kesimleri olmak üzere kuzey yarımküreden gelen haberlerle kendini somut bir şekilde göstermeye devam ediyor.
Türkiye’de ise özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde son günlerde aşırı sıcaklar yaşanıyor.

Fotoğraf: Reuters
Kanada
Geçtiğimiz hafta Kanada’nın British Columbia eyaletini etkisi altına alan sıcak hava dalgası sonucu şu ana kadar 500’den fazla kişinin ölümüne yol açtı. Bölgede ayrıca 180 orman yangını kaydedildi. Lytton köyünde kaydedilen 49.6 santigratlık sıcaklık, Kanada’da şimdiye kadar kayıtlara geçen en yüksek sıcaklık oldu.
Kanada’da daha önce ölçülen en yüksek sıcaklık 1937’de 45 santigrat ile yaşanmıştı.

Oregon’da yaşayanlar soğuk hava merkezinde yatıyor. Fotoğraf: AFP
ABD (Batı yakası)
ABD’nin batı yakasını etkileyen sıcak hava dalgası bölgede çok sayıda orman yangınına yol açtı. Batı eyaletlerinde 54 dereceye varan sıcaklar yaşanıyor.
Geçtiğimiz haftasonunda ABD’nin batı yakasında, Kaliforniya eyaletinde ulusal park statüsünde olan Ölüm Vadisi (Death Valley) bölgesinde sıcaklık 54 derece olarak ölçüldü. Bu ölçümün dünya üzerinde şu ana kadar ölçülmüş en yüksek ortam sıcaklığı olarak kayda geçebileceği söyleniyor. Güney Kaliforniya’da Palm Springs Cumartesi günü 48.8 dereceyi görürken, Las Vegas 47.2 derece ile yine bugüne kadarki en sıcak gününü yaşadı.
Kaliforniya ve Oregon eyaletlerinde ise orman yangınları sürüyor. The Beckwourth Complex ismi verilen Kaliforniya’daki bu yılın en büyük orman yangını Pazartesi sabahı itibariyle 362 kilometre karelik alanı etkisi altına almış durumda olduğu bildirildi. Oregon’da Bootleg Fire ismiyle anılan yangın ise 620 kilometre kareden fazla bir alana yayılmış durumda.

New York’ta sıcaklık Temmuz başında 42 dereceyi buldu. Fotoğraf: Roberto Vivancos
ABD (Doğu yakası)
Aşırı sıcaklar ABD’nin doğu yakasında yer alan New York’ta eyaletini de etkiledi. Temmuz ayı başında aşırı sıcaklardan etkilenen New York’ta on binlerce kişi elektriksiz kaldı. New York Belediye Başkanı Bill de Blasio, halka “İhtiyacınız yoksa ışıkları bile kapatın” duyurusu yaptı.
Kentin merkezi olarak kabul edilen Central Park’ta 37 santigrat dereceye kadar yükseldiği açıklandı. Kentin bazı bölgelerinde hissedilen hava sıcaklığının 42 santigrat dereceye kadar yükseldiği de belirtildi. Bu sıcaklığın en son 2013’te yaşandığı kaydedildi.

Fas’ta 11 Temmuz günü sıcak 50 santigrat dereceyi buldu. Fotoğraf: Nicolas Postiglioni
Avrupa – Kuzey Afrika
İspanya’nın güneydoğusunda Murcia’da pazar günü sıcaklık 44 dereceye ulaşırken, Fas’ta da sıcaklıkların 50 dereceyi bulduğu bildirildi.

Moskova, Fotoğraf: Nikita Ermilov
Rusya
Rusya’nın başkenti Moskova ise 23 Haziran’da sıcaklığın 34.7’ye çıkmasıyla en sıcak gününü yaşadı. Sıcak hava dalgası tüm ülkeyi etkisi altına aldı. Temmuz başında Sibirya’da bir kasabada sıcaklığın 37 dereceye kadar ulaşmasıyla da son 120 yılın en sıcak günlerini yaşadı.

Temsili – Norveç, Saltdal – Fotoğraf: Unknown
İskandinavya
Finlandiya’nın Kuzey Kutup Dairesinde bulunan Laponya bölgesinde bulunan Utsjoki-Kevo istasyonunda ise 107 yıl sonra sıcaklık rekoru kırıldı. Bölge, Temmuz ayı başında 0.9 santigrat derece daha düşük ısıya ulaşarak 33.7 dereceyi gördü. Ülkede en son, Temmuz 1914’te Laponya’daki Inari Thule bölgesinde 34.7 santigratlık sıcaklık, bilinen en yüksek değer olarak kayıtlara geçmişti.
Norveç ve İsveç’in de kuzey kesimleri de sıcak hava dalgasından etkileniyor. Norveç’in Nordland ilçesinde yer alan Saltdal bölgesinde de Temmuz başı sıcaklık 34 santigrat dereceye kadar çıktı.

Via Pixabay
Antartika Bölgesi
Antartika Bölgesi’nde ise, Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO) 1 Temmuz’da yaptığı açıklamaya göre sıcaklık 18.3 santigrat dereceye ulaştı. Mart 2015’te bir önceki en yüksek 17.5 santigratlık dereceyi gölgede bıraktı.
WMO Genel Sekreteri Profesör Petteri Taalas, “Bu yeni sıcaklık kaydı, bu nedenle, gözlemlediğimiz iklim değişikliği ile tutarlıdır” dedi.
Türkiye
Türkiye’de ise, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün 12 Temmuz 2021 ölçümlerine göre en yüksek sıcaklık 43.4 santigratlık dereceyle Şırnak’ın Cizre ilçesinde yaşandı. İkinci sırada ise 42.4 ile Diyarbakır’ın Bismil ilçesi yer alırken, 41.8 ile üçüncü sırada Batman Beşiri ilçesi yer aldı.
İklim değişikliğiyle birlikte sıcaklıklar normalin üzerine çıktı. Dünya 2019 ve 2020 yılını mevsim normallerinin üzerinde yaşadı. Avrupa Orta Vadeli Hava Tahmin Merkezi geçen yılın, 2016’dan sonra en sıcak geçen ikinci yıl olduğunu açıkladı.
2020 yılında dünya bir taraftan Covid-19 salgınıyla, bir taraftan da birçok çevre felaketiyle karşılaştı. California’dan Sibirya’ya kadar büyük orman yangınları yaşandı, kasırgalar atlas okyanusunu vurdu. Türkiye de bu felaketlerden payını aldı.
Geçen yıl haziran ayında beklenmedik yağışlarla birlikte birçok kentte sel felaketi yaşandı. Ancak en büyük felaketlerden biri de Marmara Denizi’ni bekliyordu. Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre 1970 yılından bu zamana artan Marmara Denizi’nin ısısı 2019 yılında zirveyi gördü. Bu artış 2020’de de sürdü. Daha önce 2007 yılında görülen müsilaj, yani deniz salyası ise Mart 2021’den itibaren Marmara Denizi’ni sardı.
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nden Doç. Dr. Barış Özalp, Çanakkale Boğazı’ndaki ilk müsilaj oluşumunu Aralık 2020’de gördü. Özalp, mercanların bulunduğu bir bölgede dalış yaparken fark ettiği deniz salyalarının, Mart 2021’deki yine aynı yerde dalış yaptığında tamamen mercanları kaplayarak ölümüne sebep olduğuna tanık oldu. Gözlemleri üzerine hazırladığı çalışmayı Türk Deniz Araştırmaları Vakfı’nın (TÜDAV) Journal of Black Sea / Mediterranean Environment adlı dergisinde fotoğraflarıyla yayımladı.
‘Marmara’da fazla ısınmasının sebebi kirlilik’
Aslında sebebi iklim değişikliği gibi gösterilmeye çalışılsa da uzmanlara göre iklim değişikliğine sığınmak kolaya kaçmak. Çünkü Marmara’nın ölümünün asıl sebebi deniz kirliliği. Konuştuğumuz uzmanlar denizin kirlilikten kaynaklı bulanıklığının ısı artışında en büyük etmen olduğu vurguluyorlar.
ABD’de California Kamu Politikası Enstitüsü Su Politikası Merkezi’nde araştırma görevlisi Gökçe Şencan, “Denizin bulanıklığı arttıkça ısı tutabilme kapasitesi de daha çok artıyor,” diyor. Denizin kirliliği ne kadar fazlaysa, ısının artma ihtimali de o kadar yüksek. “Diyelim ki çamurlu ve berrak yan yana iki gölet var. Çamurlu suyun olduğu gölet diğer göletten daha sıcak olacaktır. Kirliliği denize bıraktığımızda, onun kimyasını değiştirip, bulanıklaştırdığımız için suyu ısı tutma kapasitesi ve sıcaklığı da artıyor normale göre,” diye anlatıyor Şencan.
Şencan gibi, Ankara merkezli İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği’nın Başkanı Dr. Baran Bozoğlu da müsilajın olduğu bölgelerde yaşanan normalin üzerindeki ısı artışını iklim krizine bağlayamayacağımızı vurguluyor. “Bu artışa atık sular sebep oldu,” diye kirliliğin rolünün altını çiziyor Bozoğlu. “Denizde bir bulanıklık varsa ve içinde atıklar varsa, güneş ışığı geldiğinde o atıklar sıcaklığı daha fazla tutuyorlar. Bu bir kısır döngü. Atık sudan dolayı ısınıyor, ısındıkça kirleniyor, kirlilik arttıkça ısınıyor, böyle bir döngü var. Bu iş, iklim değişikliğine atıp kurtulacağımız bir iş değil,” diyen Bozoğlu’na göre dünyanın birçok yerinde denizler ısınıyor ama Marmara’da fazla ısınmanın sebebi kirlilik.
10 Kasım 2020 tarihli veriye göre şu an Marmara Bölgesi’nde 92 faal Organize Sanayi Bölgesi (OSB) bulunuyor. Ayrıca Dünya gazetesinde yer alan habere göre son bir yılda Türkiye genelinde OSB’lere bin 800’ün üzerinde yeni parsel tahsis edildi ve aralarında Bursa’nın da bulunduğu pek çok şehirde genişleme çalışmaları başlatıldı.
Pandemi döneminde sanayi üretiminde düşüş yaşansa da TÜİK verilerine göre Nisan 2020’den sonra hızlı bir tırmanışa geçildi. Kocaeli Sanayi Odası Başkanı Ayhan Zeytinoğlu, Nisan’da sanayi üretiminin pandemi öncesi dönemin üzerinde seyrettiğini açıkladı. Sanayi bölgelerinde elektrik kullanımı da arttı.
Baran Bozoğlu: “Nasılsa Karadeniz’e doğru giden bir dip akıntısı var, o akıntı atıkları Karadeniz’e götürür denildi ve bu yaklaşım sirayet etti”

Boran Bozoğlu
Sanayicilere ve belediyelere yatırım baskısı yapılmadı
Peki, bu kirliliğin kaynağında olan atıkların denize salınmasını önlemek için neden önlem alınmıyor? Bozoğlu, 2006 yılında ortaya çıkan kentsel atık su yönetmeliğinin tam 15 yıldır hayata geçirilmediğini, sanayi ve evsel atıkların da Karadeniz’e doğru giden dip akıntısına salındığını söylüyor. “O yönetmeliğe göre hassas alanlarda azot-fosfor gibi kirleticilerin daha iyi arıtılması gerekiyor. Mevzuat normal ortamda 100 birim azot veriyorsanız, bunu iki birime indirin, hassas alanlar belirlendikten sonra yedi yıl içinde buralara atık su bırakan işletmeleri uygun hâle getirilin diyor,” ifadelerini kullanan Bozoğlu burada ciddi bir ihmale işaret ediyor. Zira yetkililer denizleri korumak için gerekli altyapı ve teknoloji yatırımını yapmaktan kaçınmış.
Bozoğlu sözlerini şöyle sürdürüyor: “Neden bir yıl sonra hassas alanlar belirlenip bu süreç başlatılmadı? Çünkü, denizleri korumak bir maliyet olarak görüldü. ‘Bu maliyeti yaratmayalım, sanayiciye çevresel yatırım yapması konusunda baskı yapmayalım, belediyelerimize de baskı yapmayalım. Nasılsa Karadeniz’e doğru giden bir dip akıntısı var, o akıntı alır bunu Karadeniz’e götürür’ denildi ve bu yaklaşım Marmara Bölgesi’ne sirayet etti.” Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu yaklaşımı benimseyince ne belediyeler ne de sanayiciler herhangi bir yükümlülük altına sokulmadı. Hâl böyle olunca deniz kirliliğine karşı bütünsel bir politika da yürütülemedi. “Belediyeler, Su Kanalizasyon İdareleri çalışmalarını yaparken bu sığ yaklaşım hâkim oldu. Çünkü maliyeti azaltan bir yaklaşımdı, kolaycılıktı. Ama ekosistem size ayak uydurmuyor. Kirlilik belli bir seviyeyi aştı ve sorun meydana çıktı.”
Müsilajın denize yayılmasının ardından sosyal medyada Marmara’ya atık bırakan fabrikaların fotoğraf ve videoları yayınlanmaya başladı. Onlardan yalnızca biri Bandırma Gübre Fabrikası BAGFAŞ’tı. Görüntülerin ardından üretim tesisindeki faaliyet geçici olarak durduruldu.
Sevinç Erdal İnönü Vakfı bünyesindeki Marmara Çevre İzleme Projesi 2004-2017 yılları arasında müsilaj konusunda dokuz kez yüzlerce sayfalık uyarı raporu yayınladı. Projenin lideri Hidrobiyolog Levent Artüz ise Ergene Derin Deniz Deşarjına dikkati çekti. Artüz, yapılan çalışmalar sonucu 2020 yılı Kasım-Aralık döneminde devreye alındığı öğrenilen Ergene Derin Deniz Deşarjının şu an yaşanılan durumun bir numaralı tetikleyicisi olduğunu söyledi. Artüz’e göre Ege ve Karadeniz de risk altında.
Eylem Planı: ‘22 maddenin 15’inde bir tuhaflık var’
Gökçe Şencan, Ergene’nin fazlasıyla kirli bir nehir hâline geldiğini ve bölgedeki sanayinin “tamamen kontrolden çıkmış durumda” olduğunu söylüyor. Şencan’a göre Ergene’de “korkutucu boyutlara varan” kirliliğe karşı yapılacaklar aslında son derece kolay: “Nehir etrafındaki sanayiyi inceleyeceksiniz. Ergene’de çok ciddi sanayi ve ağır metal kirliliği var. Şu an Marmara’da halk sağlığına zarar verecek kimyasalların da denize bırakılması söz konusu. Bulunabilecek şeylere göz yumuluyor.”
Marmara Denizi yıllar boyu kirlenirken ve özelikle Mayıs ayında müsilajın kendini büyük çapta göstermeye başladığı dönem İzmit Körfezi’nde, Dilovası ve Hereke’nin karşı kıyısındaki Altın Kemer plajının geçen sene Mavi Bayrak tanımına hak kazanması, bu sene ise Ergene nehrinin kirliliğinin Marmara’ya taşındığı Tekirdağ’da altı, faal termik santralların bulunduğu Çanakkale ve Balıkesir’in Marmara kıyılarında da birçok plajın Mavi Bayrak sertifikasına sahip olması olması ne anlama geliyor? Şencan ve Bozoğlu’na göre bu gibi gelişmeler sadece bir algı yönetimi.
Gökçe Şencan: “Ergene’de çok ciddi sanayi ve ağır metal kirliliği var. Şu an Marmara’da halk sağlığına zarar verecek kimyasalların da denize bırakılması söz konusu”

Gökçe Şencan
“Bu kadar kirliliğin olduğu bir denizde bu kadar mavi bayrak sertifikasının verilmesi beni şüpheye düşürüyor. İstediğiniz kadar balığı bırakın, denizdeki atıkları temizlemeye çalışın, siz sanayi kirliliğinin önüne geçmezseniz, evsel atıkların düzgün bir şekilde arıtmadan denize bırakırsanız hiçbir faydası olmayacak ki. O balıklar da muhtemelen şimdi öldü. Böyle bir kirliliğin içinde yaşama şansı var mı? Çok kozmetik, çok göstermelik şeyler yapılıyor,” diyor Şencan.
Bozoğlu da Şencan’la hemfikir. “Hâlâ milyonlarca metreküp atık su arıtılmadan Marmara’ya verilmeye devam ediliyor. Bu krizin geldiği biliniyordu. Göz göre göre öldürdük Marmara’yı ve bu cinayet hepimizin gözleri önünde işlendi,” diyor Bozoğlu. Denizin kirli olduğu bile bile Mavi Bayrak sertifikası verilmesi söz konusu. “Marmara’yı boğduk, oksijensiz bıraktık. Dolayısıyla yapılmaya çalışılan algı yönetiminin ne kadar hatalı ve bilime dayanmayan bir şey olduğunu görüyoruz,” diye ekliyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, müsilaj oluşumuna karşı 22 maddelik bir eylem planı açıkladı. “Önümüzdeki üç yıl içerisinde Marmara Bölgesinde bulunan tüm illerimiz, atık su arıtma tesislerini dönüştürmeye yönelik çalışmalarını tamamlayacaklar,” diye vaat eden Kurum’un açıklamasının hemen ardından denizden vidanjörle müsilaj temizliğine geçildi. Hem bu çalışmayı hem de müsilajdan kurtulmak için uygulanacak eylem planını sorduk.
Bozoğlu’ya göre 22 maddeyle eylem planının yazılıp bırakılmaması gerekiyor: “Bunlar bizim mevzuatımızın amaç kısmında ve birçok strateji eylem planında olan maddelerdi. Kim nerede, hangi kurum nasıl şekilde çalışacak? Nasıl bir analiz yapıldı? Bu gibi bilgilerin paylaşılması eylem planına güveni artıracaktır,” diyor Bozoğlu. Müsilajın Marmara Denizi yüzeyinden teöizlenmesinin ardından eylem planında belirtilenlerin unutulması konusunda da endişe duyuyor. “Sayın bakan eylem planının üç yıl içinde olacağını söyledi. Zaten benim söylediğim mevzuatın süresi 2023 de bitiyor. Bir fırtına kopar, tuz dengesi değişir, birden bir akıntı olur, bunu da bekliyor olabilirler,” diyor Bozoğlu.
Şencan’a göre ise eylem planında yer verilen 22 maddenin “15’inde bir tuhaflık var.” Plan derinlikli bir değişimden çok deniz kirliliğinin yüzeyde görülmemesine odaklanıyor. “Müsilajı denizin üzerinden toplayacağız meselesine çok odaklandılar, sebebi de karmaşık değil bence. Turizm sezonu, turistlerin gelmeyeceğinden endişelendiler. O zaman haberlere de konu olmayız denildi. Oysa asıl kıyım suyun dibinde gerçekleşiyor,” diyor Şencan. En dikkat çeken vaat ise Marmara’nın koruma bölgesi ilan edilmesi, ama bunun somut olarak nasıl yapılacağına dair herhangi bir ipucu yok. “Daha önce neden yapılmadı bu? Koskoca Marmara Denizi’nin tamamını nasıl kontrol edip, denetimini yapacaksınız?” diye soruyor Şencan ve ekliyor: “Ne kadar bütçe ayrılacak, bunu da söylemediler. Bu seçim vaadi gibi bir eylem planı.”
Peki çevreciler yıllardır uyarılırken neden harekete geçmek için son raddeye gelinmesi beklendi? Şencan’a göre sebebi bilimin gözardı edilmesi “Bilime kulak asılmadığı için sistem çöktükten sonra harekete geçme hali uygulanıyor. Bunun politikacıların umurlarında olmadığını düşünüyorum artık. Çevreyi umursamadıklarını zaten biliyordum, ama bu kadar ciddi bir krizi ciddiye alırlar diye bir umudum vardı.”
Planda eksik olan tam da şu anda en çok en ihtiyaç duyulan, kısıtlamayla birlikte yaptırım getiren, denetimi artıran, izlemeye dayalı tedbirlerin uygulamasını öngören somut uygulamalar. “Hiçbiri şunu demiyor eylem planında, üç-dört ay içinde fabrikaları denetleyeceğiz, kurallara uymayana ceza keseceğiz ya da kapatacağız. Gerçek çözümler geciktirildikçe Marmara’nın geri dönmesi çok daha uzun bir süre alacak.”
Daha önce geçiştiren, kolaya kaçan, sanayiye ve belediyelere maliyet yüklemekten kaçınan hükümetin müsilaj sonrasındaki ilk açıklamaları bu yaklaşımın değişeceğine dair herhangi bir sinyal içermiyor. Müsilajın temizlenmesinin ötesinde Marmara Denizi’nin kirliliği kaynağının nasıl ortadan kaldırılacağı sorusuna henüz tatmin edici bir cevap verilmiş değil.
Altın Kemer Plajı’nın 2012’de İzmit Körfezi’nin Mavi Bayrak sertifikası alan ilk plajı haline gelmesi vaktiyle bir “mucize” olarak değerlendirilmişti. Kocaeli’nin Karamürsel ilçesinde, Hereke ve Dilovası kıyılarının tam karşısında bulunan bu plaj daha geçtiğimiz sene yeniden Mavi Bayrak almaya hak kazandı. Altın Kemer, “deniz salyası” olarak adlandırılan müsilajla kaplanan ilk sahillerden biri oldu.
Peki, Marmara Denizi gibi kapalı bir denizde, Türkiye’nin doğaya en fazla kirlilik yayan sanayisinin bulunduğu dar bir körfezindeki bir plaj nasıl oldu da 2020’de Mavi Bayrak kriterlerine uygun görüldü? Deniz geçen sene temizdi ve bütün kirlilik bu sene mi su yüzüne çıktı? Yoksa denizin “öldüğü” bilinirken kamuoyuna bunun tersi mi vaat ediliyordu? Bu teşhislerden hangisi doğru?
Marmara Denizi kıyısında sanayi tesisleri ve nüfus yoğunluğundan kaynaklı deniz kirliliği bugüne mahsus bir durum değil. Belki de, kirliliğin boyutunun idrak edilebilmesi için müsilaj oluşması gerekiyordu. Bugün karşı karşıya kaldığımız asıl soru, bundan sonra nelerin değişeceği. Birçok aktörün çatışan çıkarlarından, Marmara Denizi’ni korumak için nasıl bir yol haritası ortaya çıkarılabilecek? Şayet bir yol haritası ortaya çıkarsa, masadaki farklı aktörleri ikna edebilmek amacıyla her zamanki, alışılagelmiş tavizlerden verilecek mi?
Kapsamlı bir yol haritası belirlemeye doğru atılan ilk adım, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un açıkladığı 22 maddelik Marmara Denizi Koruma Eylem Planı. Ancak bu eylem planında alınması vaat edilen tedbirlerin büyük bölümünü, kamu kurumları tarafından çoktandır hayata geçirilmesi gereken temel uygulamalar oluşturuyor. Tüm bu eksiklikler kamuoyu baskısı olmadan en basit adımların dahi atılamayacağını ortaya koyuyor.
Müsilaj kirliliğinin ortaya çıkmasından bu yana çok sayıda söyleşi, görüş, öneri ve rapor kamuoyuna yansıdı. Son olarak 18 Haziran’da İstanbul Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü öğretim görevlileri tarafından kapsamlı bir değerlendirme yayınlandı. Haftalardır Marmara Denizi’nin ortalamanın çok üzerinde ısınması, derin deniz deşarjı, tür çeşitliliğinin azalmasıyla ekolojik dengenin yitirilmesi gibi çok sayıda olguyu konuşmaya başladık. Bugüne kadar yayınlanan söyleşiler ve raporlar ışığında, bakanlığın 22 maddelik eylem planını temel alarak yetkililerden ve deniz kirliliğinde en büyük pay sahibi aktörlerden cevap bekleyen soruları derledik.

denizhaber.net adlı sitede 2008 yılında yayınlanan bir haber. | Görsel: Ekran görüntüsü.
➀ Müsilaj bugüne kadar neden ciddiye alınmadı? Yarın ciddiye alınacağına neden güvenmeliyiz?
Bakanlığın sunduğu planda müsilajla mücadele için öncelikli olarak Marmara Belediyeler Birliği bünyesinde Bilim ve Teknik Kurulu adında bir yapının oluşturulması ve bir “Stratejik Plan” hazırlanması öngörülüyor. Oysa ne Marmara’daki kirlilik ne de müsilajın oluşmasındaki etkenler yeni.
Çıkan haberlerden, özellikle 2007-2008 yıllarında Marmara Denizi’nde ciddi seviyede bir müsilaj oluşumunun yaşandığını öğrendik. Marmara Denizi’ndeki biyoçeşitlilik ve kirlilikle ilgili 2000’li yıllardan itibaren başlayan, meydana gelen müsilaj oluşumu sonrasında hızla artan kapsamlı çalışmalar var. İstanbul Üniversitesi öğretim görevlileri Neslihan Balkıs-Özdelice ve Seyfettin Taş ile Kocaeli Üniversitesi’nden Halim Aytekin Ergül’ün Türkiye Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) tarafından 2016’da yayımlanan Marmara Denizi’nde zararlı alg patlaması (HAB) ve müsilaj oluşumu (Harmful algal blooms (HABs) and mucilage formations in the Sea of Marmara) adlı çalışması aralarındaki en güncel örneklerden biri. Makalede müsilaj oluşumunda pay sahibi biyolojik türler ve tek hücreli canlılarla ilgili bilgiler verilirken, Marmara Denizi’nde hangi zararlı algların saptandığı listelenmiş ve bunların her geçen yıl artacağı öngörülmüş. TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’nin (MAM) başı çektiği Denizlerde Bütünleşik Kirlilik İzleme Çalışması’nda da erişilmek istenen hedeflerden biri olarak “alg-fitoplankton patlamaları ve müsilaj oluşumları için riskli alanların belirlenmesi” gösteriliyor.
İyi haber, politika oluşturabilmek için bir birikimin olduğu. Kötü haber ise bu girişimlerin akıbetini çoğu zaman kısa vadeli ekonomik çıkarların dikte etmesi. Bahsedilen stratejik planda bu araştırmalara dayalı olarak somut ve ölçülebilir politika değişiklikleri ortaya konacak mı, yoksa Türkiye’de çoğu zaman olduğu gibi kötüye gidişatın yavaşlatılması ile mi yetinilecek?

Hacı Aktif Mahallesi, İstanbul-İzmit yolu, 2019. | Fotoğraf: Ümit Yıldırım via Unsplash.
➁ Marmara’nın tamamı koruma alanı olarak belirlenirse sanayi ve yapılaşmadan vazgeçilecek mi?
Bakan Kurum’un açıkladığı eylem planının en dikkat çekici vaatlerinden biri 3. maddede yer verilen Marmara’nın tamamının koruma alanı ilan edilmesi. Eğer bakanlığın bu vaadi Marmara Denizi kıyılarının Tabiat Koruma Alanı gibi yasal bir statü kazanması anlamını taşıyorsa, bu durum gerek kentleşme gerek sanayinin tabiat varlıklarının korunmasına ilişkin mevzuata tabi olmasını gerektirir.
Kentleşme bir yana, Tüpraş rafinerisi, petrokimya fabrikaları, tersaneler, limanlar ve termik santrallarla çevrili bir alan, bunların doğaya etkisinden bağımsız bir şekilde korunabilir mi? Doğayı kirletenlere ciddi yaptırımlar uygulanır mı, hatta sanayinin Marmara havzasından başka bir bölgeye taşınması gündeme gelir mi?

degisenkocaeli.com adlı haber sitesinde 2018 yılında yayınlanan bir haber. | Görsel: Ekran görüntüsü.
➂ Belediyeler somut bulgulara dayalı ortak bir söylem geliştirebilir mi?
Belediyeler yıllardır Marmara Denizi sularının temiz ve yüzmeye uygun olduğu, biyoçeşitliliğin arttığı ve avlanılan balıkların dileyenler tarafından tüketilebilineceğine dair bir söylem benimsiyor. Örneğin, 2018’in Eylül ayında İzmit açıklarındaki sualtı yaşamını belgelemeye yönelik fotoğraf ve video çekimlerine katılan dönemin Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun İzmit Körfezi’ne “tam not” verdiğini okuyoruz. Karaosmanoğlu’nun Değişen Kocaeli sitesinde yayınlanan haberdeki açıklamaları şu şekilde: “Özellikle İzmit Körfezi’nin arıtılmasına yönelik verdiğimiz çetin mücadele Türkiye’ye örnek ve model oldu. Bu noktada en büyük atılımımız; Karamürsel’den Darıca’ya kadar İzmit Körfezi’nde atıksu kolektör hatları inşa etmek oldu. Sadece 2017 yılında 123 milyon m3 atıksu arıttık. Körfezimizin akvaryum gibi balık ve yaşam çeşitliliğin artması için çok çalıştık.” Karaosmanoğlu’nun belediye başkanlığı görevini 2004 ile 2019 yılları arasında 15 yıl boyunca sürdürdüğünü belirtelim.
Marmara kıyısının en kirli bölgelerinden bir olan Ambarlı Limanı’nın yanı başında bulunan Avcılar sahilinde halk plajı kurma çabası da benzer bir örnek olarak gösterilebilir. Dün halk plajı açmaya çalışıldıysa, nasıl oluyor da bugün denizi temizlemek için büyük bir seferberlik ilân edilebiliyor? Marmara Denizi’nin İstanbul kıyıları insanların girip yüzebileceği kadar temiz miydi, yoksa deniz yıllardır bakıma muhtaçtı ve belediyeler kirliliğe göz mü yumuyordu? Marmara Belediyeler Birliği bünyesinde oluşturulacak olan Bilim ve Teknik Kurulu, somut verilere ve bulgulara dayalı, ortak bir söylem geliştirilmesini sağlayabilir mi?

İstanbul’un Tuzla ilçesinde bulunan İleri Biyolojik Atık Su Arıtma Tesisi. | Fotoğraf: İSKİ
➃ Atıksu arıtma tesisleri yeterli mi? Marmara’daki kirlilik yalnızca atıksuların arıtılmasıyla önlenebilir mi?
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun alıntılanan açıklaması deniz kirliliğini önleme çabalarının temelinde atıksu arıtma tesislerinin olduğunu ortaya koyuyor. Bakanlığın eylem planındaki beş madde atıksu arıtma tesislerine ilişkin çeşitli vaatler içeriyor. Ancak kullanılan ifadeler muğlak. Bugüne kadar arıtmanın bazı durumlarda “göstermelik” olduğuna dair iddialar nedeniyle hangi yeni teknolojilerin kullanılacağına ilişkin daha fazla bilgi de şart. Mesela Sıfır Sıvı Deşarjı (ZLD) denilen ve arıtılan atıksulardaki tehlikeli kimyasalların suya karışmasını önleyen teknolojiler uygulanacak mı? Bunun gibi teknolojilerin gelişmesi için farkındalık özellikle Greenpeace’in tekstil sektörüne yönelik “Detoks” kampanyası kapsamında artmıştı.
Bakan Kurum, Sıfır Atık’tan bahsederken hep çöplere değiniyor. Oysa atık, çöpten ibaret değil. Acaba “Sıfır Atık” adı verilen kampanya denizlere sıfır kimyasal atık deşarjını gündemine alır mı? Eğer petrokimya sanayinin atıkları önlenemiyorsa, bakanlık bu fabrikaların başka yere taşınmaları için bir çalışma yapmaya hazır mı?

Kocaeli’nin Dilovası ilçesinden geçen Eynerce deresi. | Görsel: Gebze Yenigün Gazetesi, “Dilovası Eynerce Deresi temizleniyor” başlıklı haberden ekran görüntüsü.
➄ Endüstriyel atıklar ve deşarj: Yaptırım olmadan nasıl önüne geçilebileceği düşünülüyor?
Eylem planının en büyük eksiklerinden biri caydırıcılık. Örneğin, 15. maddede derelerin kirliliğine dair alınacak tedbir olarak şu vaat öne çıkarılıyor: Marmara’yla ilişkin havzalarda dere yataklarına yapay sulak alanlar ve tampon bölgeler oluşturularak kirliliğin denize ulaşması önlenecektir.
Bu maddeden derelerin kirletilmesine yeşil ışık yakıldığını anlamak pekâlâ mümkün. Özellikle Ergene nehri ve Dilovası’ndaki Eynerce deresi gibi kimyasal foseptiklere dönüşmüş su yolları varken, sanayi kirliliğinin derelere boşaltılmasının önlenmesine yönelik herhangi bir adımın gündeme alınmaması endişe verici. Devlet yine iş dünyasını rahatlatmak için bütün sorumluluğu yüklenmiş gibi görünüyor. Bu kirliliğe yol açanlara herhangi bir yaptırım uygulanacak mı? Buradaki sanayiler şeffaf, hesap verebilir ve ihlallerin saptanması hâlinde ağır cezalar içeren denetimlere tabi tutulacak mı?

Ergene Havza Koruma Eylem Planı kapsamında arıtılmış endüstriyel atıksuların bir boru hattı vasıtasıyla toplanarak Marmara Denizi’ne deşarjını sağlayacak Marmara Derin Deniz Deşarj Hattı, 2019. | Fotoğraf: Tarım ve Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü.
➅ Sanayi kirliliği sonucu doğaya salınan kimyasallarla ilgili veriler var mı? Varsa, açıklanacak mı?
Marmara Denizi’nin kirlenmesinde tek etken kuşkusuz sanayi kirliliği değil, ancak yapılan değerlendirmelerde sanayi kirliliğinin boyutu ile ilgili somut verilere ulaşamıyoruz. Ayrıca sanayicilerin son yıllarda giderek artan çevreci görünme çabası, sorumluluktan kaçınmalarına da sebep olabilir. En azından, sanayicilerin plastik üretiminin sürekliliğini sağlamanın bir yolu olarak geri dönüşüm ve çöp toplama girişimlerinde yer almaları son yıllarda giderek artan bir çıkar çatışması ya da bulanıklığı yaratıyor.
Buna örnek olarak Rahmi Koç’un başkanlığında kurulan Deniz Temiz Derneği ya da TURMEPA’nın dergisinin müsilajla ilgili sayısı gösterilebilir. Nitekim Tüpraş, Aygaz, Opet, Henkel, Enka gibi firmaların desteğiyle çıkarılan dergide, müsilaja dair kaleme alınan yazıda “müsilajın ana sebebi evsel atıklar” ve “iklim değişikliği ve insan baskısı sebebiyle bu durum tekrarlanabilir” gibi başlıklar tercih edilmiş. Oysa Zeynepgül Alp’in Gezegen için hazırladığı haberde alıntılanan uzmanlar Marmara’nın sularının ısınmasının en önemli nedeni kirlilik olarak gösteriyor. TURMEPA’nın Acil Eylem çağrısında her ne kadar endüstriyel atıkların ciddi bir kirliliğe yol açtığı kabul edilse de, temel sorun olarak arıtma tesislerinin kapasitesinin yetersizliği öne çıkarılıyor. Denizcilik sektörü haricinde iş dünyası paydaşlar arasında sayılmıyor bile.
Peki, petrokimya sanayinin merkezi olan Marmara’da bu firmaların, bahsedilen derelere dahil olmak üzere saldıkları ve deşarj ettikleri atıklar ölçülebiliyor mu? Cevap evet ise ölçümler açıklanır mı? Hayır ise ölçmek için gerekli adımlar atılacak mı?

Kanser yapıcı kimyasalları tespit etmeyi amaçlayan projeye ilişkin bulguları kamuoyuyla paylaştığı için hakkında dava açılan Bülent Şık’ın ilk duruşmasında yapılan basın açıklaması, 7 Şubat 2019. | Fotoğraf: Evrensel Gazetesi.
➆ Şeffaflık ve hesap verebilirlik nasıl sağlanacak?
Gerek ölçümlerin kamuoyuyla paylaşılması, gerekse yaptırım konusu şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerinin tavizsiz bir şekilde uygulanmasını gerektiriyor. Oysa bundan sadece üç yıl önce, gıda güvenliği uzmanı Bülent Şık Cumhuriyet gazetesinde Sağlık Bakanlığı tarafından 2011-2016 yılları arasında “Kocaeli, Antalya, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli İllerinde Çevresel Faktörlerin ve Sağlık Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi Projesi” adı ile yürütülen ve kendisinin de kısmen dahil olduğu projenin sonuçlarına ilişkin bilgiler paylaştığı için yargılandı. Dava açıldıktan sonra TTB tarafından Sağlık Bakanlığı’na yöneltilen sorulara hâlâ cevap verilmiş değil.
Eğer bugün Marmara Bölgesi’nde kanserojen kimyasallarla ilgili bir araştırmanın sonuçları kamuoyuyla paylaşılmıyorsa, dahası bu bilgileri yayınlayan Şık mahkeme tarafından 15 ay hapis cezasına mahkûm edildikten sonra Bölge Mahkemesi’ne yapılan itiraz sonucu ancak beraat edebildiyse, Marmara’daki kirlilikle ilgili hangi biliminsanı ve araştırmacı veri paylaşırken kendini güvende hissedebilir? Şeffaflık olmadan hesap verebilirlik beklemek iyimserlikten öteye geçmiyor.

Sıfır Atık projesi kapsamında şehirlerde yaygınlaşan atıkların kaynağında ayrıştırılmasını sağlayan çöp kutuları.
➇ Sıfır Atık uygulamaları yeterli bir çözüm mü?
Bakan Kurum’un vaatlerinden biri de 2017’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın öncülüğünde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından başlatılan Sıfır Atık Projesi’nin Marmara genelinde uygulanması. Müsilaj, Sıfır Atık Projesi’ne de yeni bir görünürlük katmış gibi. Ancak Sıfır Atık Projesi, atık üretimin azaltılmasından ziyade atıkların geri dönüşümü üzerine kurulu. Kimyasal ya da hafriyat atıklarını kapsayan bir çözüm önermiyor. Bilakis, petrokimya, plastik ve geri dönüşüm sanayisinin sürekliliğini sağlayacağından ters etki yaratması bile söz konusu. Ayrıca, Sıfır Atık projesinin en kritik eksiklerinden birisi de veri elde etmek için herhangi bir çaba ortaya konmaması. Bu kısıtlı haliyle Sıfır Atık uygulaması yeterli mi?

Yılın 12 ayı Boğaz’da yaşayan yunusların sayıları gün geçtikçe azalıyor. | Fotoğraf: Arda Tonay, Türk Deniz Araştırma Vakfı (TÜDAV)
➈ Aşırı avlanmayla ilgili ne gibi tedbirler alınacak?
Bakanlığın eylem planında balıkçılıkla ilgili en önemli vurgu hayalet ağların temizlenmesi. Ancak, uzmanlara göre kirlenmenin yanı sıra aşırı avlanma Marmara Denizi’ndeki biyoçeşitliliğin azalmasının sebeplerinin başında geliyor. Aşırı avlanma bazı canlıların besin bulamamasına ve ekolojik dengenin kaybolmasına yol açıyor. Emrah Temizkan’ın Gezegen için hazırladığı haberde okuyabileceğiniz üzere, özellikle yunuslar gibi sayıları azalan deniz canlıları için aşırı avlanma büyük bir tehdit oluşturuyor. Marmara Denizi’nin koruma alanı olması öngörülüyorsa, balıkçılıkla ilgili kısıtlamalar biyologların denetiminde daha sıkı hâle getirilecek mi?

Saros’ta yapılmasına başlanan doğalgaz limanına karşı yurttaş hareketlerinin tepkisi dinmiyor.
⑩ Kirlilikte termik santralların etkisi nedir?
Marmara Denizi’nin kirlenmesinde ve ısınmasındaki en büyük etkenler arasında termik santraller de gösteriliyor. MAREM raporlarında termik santrallardaki soğutma çalışmalarının bugünkü kirlilikteki etkisi ile ilgili çok sayıda ayrıntı var. Yetmiyormuş gibi Saros körfezine BOTAŞ’ın doğalgaz limanı inşa ediliyor. Termik santralların yol açtığı kirlilikle ilgili herhangi bir çalışma var mı? Termik santralların Marmara Denizi kirliliğindeki doğrudan ve dolaylı etkisi nedeniyle, belirlenecek yol haritasında yenilenebilir enerjilere daha fazla yatırıma yer vermek düşünülür mü?

Yetkililer müsilajı Kanal İstanbul’u olumlu bir proje gibi göstermek için bir fırsat olarak kullanıyor.
⑪ Kanal İstanbul’un inşaatı müsilajı ve Marmara Denizi’ndeki kirliliği nasıl etkiler?
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu’nun müsilaja çözüm olarak Kanal İstanbul’u göstermesinin ardından Sabah gazetesinde Kanal İstanbul bu kez atıksu sorununa da çare gibi sunuldu. VOA’ya açıklamalarda bulunan deniz bilimci Cemal Saydam, Kanal İstanbul’un Marmara Denizi’nin alt tabakasında hidrojen sülfür yoğunluğunu artıracağını ve “yalnız Marmara Denizi değil Marmara Bölgesi elimizden gideceğini” söylüyor. Bu durumda, Kanal İstanbul’un etrafına bina edilecek bir yol haritası ne kadar gerçekçi? Ayrıca inşaattan çıkacak devasa hafriyat ve inşaat atıklarının su havzalarına ve dolaylı olarak Marmara Denizi’ne etkisinin ne olacağına dair bir çalışma var mı?
Müsilaj sorunu ve daha genel olarak Marmara Denizi’nde geriye dönüşü olmayan seviyelerdeki kirlilik şapkayı önümüze koyup düşünmemizi gerektiriyor. Bugüne kadar ortaya konan yaklaşım Türkiye’de aslolanın inşaat sektörü ve sanayinin çıkarları olduğunu apaçık ispatlar nitelikteyken, ancak göz boyamanın ötesine geçen, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerine dayalı bir iklim ajandası bu boyuttaki sorunlara çözüm üretebilir. Sunulan Eylem Planı’nda böylesine bir iradeye işaret eden herhangi bir vaat göremiyoruz. Şeffaflık ve hesap verebilirliğin artabilmesi için birçok ülkede olduğu gibi önce Paris Anlaşması onaylanıp, net sıfır emisyon gibi somut hedefler konarak köklü değişikliklere gidilmesi şart.