Bursa Büyükşehir Belediyesi, kentin geleceğini şekillendirecek 25 yıllık Çevre Düzeni Planı’nın yakında tamamlanacağını duyurdu. Kentsel planlamada nadir rastlanan uzun vadeli projeksiyonlardan biri olacak bu 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’nın üzerinde 12 üniversite ve 32 akademisyen çalışıyor. Ayrıca, kentteki birçok paydaşla da görüşmeler düzenleniyor. Planla beraber, ‘Bursa Plan’ adı altında, planın tasarımını ve koordinasyonunu üstlenecek bir ajans büyükşehir belediyesi bünyesinde kuruldu.

Türkiye’de kentsel planlama süreçlerinde birçok değişken rol oynuyor. Kentlerin çeperlerinde yeni yapılaşmalar ve kentsel dönüşüm süreçleri, altyapı ve yol çalışmalarını öncelikli kıldı. Ayrıca, yasal statüsü olmayan alanlarda siyasi iradenin sıkça devreye girdiğine tanık olduk. Tüm bu nedenlerden dolayı kentsel planlama çalışmaları, özellikle de birçok büyük ilçeyle eşgüdümün gerekli olduğu büyük kentlerde zaman zaman sekteye uğradı.

Peki, Bursa’da yakında açıklanacak Çevre Düzeni Planı’nın başarılı olması için hangi koşullar gerekli? Bursa’nın temel sorunlarını ele alıyor mu? Daha çok altyapı ve yapılaşmaya mı odaklanıyor, yoksa kenti 2040’lara taşıyacak yenilikçi ve sürdürülebilir bir vizyon mu ortaya koyuyor? Bursa’nın kirlilik ve atık yönetimi gibi kökleşmiş sorunlarına somut bir cevap sunuyor mu? Planın yaklaşımı, iklim değişikliğinin etkilerinin çok daha kuvvetli bir biçimde hissedileceği 2030 ve 2040’lar için yeterli mi?

Neden yeni bir plana ihtiyaç duyuldu?

Bursa Büyükşehir Belediyesi, yerel seçimlerin ardından, planlama çalışmalarını yürütmek için kolları sıvadı. 2024’ün Ağustos ayında, Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanı Mustafa Bozbey, “Planlı bir Bursa için yeni bir sayfa açıyoruz” açıklamasında bulunarak gerek plan hazırlıklarını gerekse Bursa Plan’ın kuruluşunu ilk kez duyurdu. Böylece, alanda çalışan birçok kişinin “Kentin Anayasası” olarak değerlendirdiği yeni bir Çevre Düzeni Planı hazırlıkları da başladı.

“1998’de onaylanan projenin ne kadarı uygulandı ona da bakmamız lazım açıkçası, 30 seneye yakın zaman geçmiş.”

Bursa Plan’ın Genel Koordinatörü, yüksek şehir ve bölge plancısı Uluay Koçak Güvener, Çevre Düzeni Planı’nın hazırlığında şehir plancısı, mimar, peyzaj, çevre mühendisi gibi alanlarda uzmanlaşmış 41 kişiyle çalıştığını söyledi. Güvener, çalışmaların 15 farklı sektöre, yani bir bakıma konu başlığına ayrıldığını anlattı. Bu sayede, bir dizi soruya yanıt aranarak, kente dair Çevre Düzeni Planı’nı temelini oluşturacak somut bulgular elde edilmek isteniyor. Güvener’in aktardığına göre, üzerinde çalışılan sorular arasında şunlar yer alıyor: “Yerleşimin doğal yapısı, kırsal alanları, tarımı nedir? Yer bilimine yönelik fayları nerelerdedir? Sıvılaşma potansiyeli olan yerler var mıdır? Gölleri, nehirleri neresidir? Alt yapısı, sanayisi, ticareti nedir?” Tam 15 üniversiteden 32 akademisyenin katkı sunduğu bu çalışmada elde edilen bulgular, analiz edildikten sonra plana dahil edilecek.

Güvener, Bursa’da 1/100.000 ölçekli Çevre Düzenleme Planı’nın projeksiyon yılının 2020’de bittiğini belirtiyor. “Planın yeni projeksiyon yılına göre yapılması gerektiğinden şu an 2050’deki Bursa’yı planlamak üzere 1/100.000 ölçekli ÇDP çalışmasına başlandı,” diyor Güvener. Beş senelik boşluğa dikkat çektiğimde “Önceden yapılmış olsaydı tabii daha iyi olabilir, daha özel spesifik projeler daha önce başlardı. Geç kalındığını net bir şekilde söyleyemem, çünkü 1998’de onaylanan projenin ne kadarı uygulandı ona da bakmamız lazım açıkçası, 30 seneye yakın zaman geçmiş,” diye sözlerine ekliyor. Hiç kuşkusuz, birçok değişkene rağmen 25 yıl boyunca uygulanabilecek bir plan hazırlamak için kapsamlı bir ön çalışma ve güçlü bir analiz gerekiyor.

“Mesela ilçe belediyesi çıkıp, ‘burası tarım alanı ama ben sanayi alanı yaptım’ diyebiliyor. Aslında bu işlem üst plana aykırı; dava açılsa kazanılır.”

Güvener, plan çalışmasında katılımcılığa da öncelik verdiklerini vurguluyor. Bursa’daki muhtarların yanı sıra, gerek Mustafakemalpaşa, İnegöl ve Gemlik gibi büyükşehir belediyesinin dışında kalan nüfusu kalabalık ilçelerdeki, gerek Büyükorhan, Keles, ve Orhaneli gibi daha kırsal ilçelerdeki muhtarlarla çalıştaylar düzenlediklerini anlatıyor. Bu sayede, şu ana kadar Bursa’daki 1.060 muhtarın yarısıyla görüşülmüş. Güvener’in aktardığına göre, muhtarlar en çok altyapı, ulaşım ve imar sorunları üzerinde durmuş. Ayrıca, Bursa Plan görevlileri sivil toplum kuruluşları, odalar ve diğer kurumlarla da görüşmelerin yapıldığını anlatan Güvener, hane halkı anketine de başvuracaklarını belirtti. Son olarak, nüfus ve göç ile ilgili çalışmalar da planladıklarını belirtti.

“Anayasaya karşı işlenen suç gibi değerlendirilmeli”

Peki, böylesine kapsamlı bir çalışmayla oluşturulan Çevre Düzeni Planı, kentin belirsiz ve gelişigüzel bir şekilde büyümesini engelleyebilir mi? Kentin önemli ve aktif sivil toplum kuruluşlarından Bursa Su Kolektifi’nin üyesi Caner Gökbayrak, planı ihlal etmenin çok daha sıkı yaptırımlara bağlanması gerektiğini savunuyor. “Çevre Düzeni Planı çalışmalarında, plan notları ve plan paftaları hazırlanabiliyor. Plan paftalarıyla kent içinde sanayi, turizm ve tarım alanlarının sınırlarını çizerek kaçak yapılaşmayı önlemek mümkün,” diyor Gökbayrak. Bu planlar sayesinde, derelerdeki ve havadaki kirliliğin kontrol altına alınabileceğini ve kentin belirli bir ölçüde düzenli, sürdürülebilir bir yapıya kavuşturulabileceğini vurguluyor. Planın geçerliliğini korumasının tek yolunun hukuki denetimden geçtiğinin altını çizen Gökbayrak, “Anayasa’ya karşı işlenen suç kanunlarımızda nasıl en büyük suçlar sınıfında değerlendirilebiliyorsa, [Çevre Düzeni Planı’nın] da bu şekilde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum,” ifadelerini kullanıyor.

Kestel bölgesindeki Uludağ Organize Sanayi Bölgesi. Fotoğraf: Bursa Su Kolektifi

Gökbayrak, Çevre Düzeni Planı’na aykırı her işlem suç sayılırken, bundan bir önceki 22 yıllık sürece plana rağmen plansızlığın hakim olduğunu söylüyor. Bir şehir plancısı arkadaşından edindiği bilgiye göre, geçtiğimiz dönemde 3 buçuk yıllık bir zaman diliminde 3 bin 360 tane plan değişikliğine gidildiğini aktarıyor Gökbayrak. Değişikliğe gidilen planların çoğunlukla küçük ölçekli, yani 5 bin ve bin ölçeklerinde olduğunu, zira 100 bin ölçekli plan değişikliklerinin Büyükşehir Belediye Meclisi’nde, küçük ölçeklilerin de İlçe Belediyeleri’nde değiştirilebildiğini belirtiyor. “Mesela ilçe belediyesi çıkıp, ‘burası tarım alanı ama ben sanayi alanı yaptım’ diyebiliyor. Aslında bu işlem üst plana aykırı; dava açılsa kazanılır. Ancak dava açılmadığı için her plan değişikliği yeni bir düzensizliğe yol açıyor,” diyor Gökbayrak.

Gökbayrak, üst plana uyumsuz değişiklikler engellenmediği sürece Türkiye’deki çevre düzeni planlarının ne etkili olabildiğini ne de bir işe yaradığını vurguluyor. Oysa dava açıldığında, üst plana aykırılık gerekçesiyle bu değişikliklerin iptal edildiğine defalarca şahit olduğunu da ekliyor.

“Evsel atıksa evsel atık, endüstri ise endüstri, tarımsa tarım, bütün atıkları durdurmamız lazım.”

Planların yürütülmesinde işlerliği kökten sarsan işlem ise imar affı. Gökbayrak, 2018’de İmar Affı çıkması sonucu çok sayıda kaçak yapının belli bir ödeme karşılığında yasal statüye kavuştuğunu anlatıyor. Ayrıca, yapılan inşaatlar yasal statüye kavuşturulurken, ovaların parçalanmış veya kirletilmiş olması, kanalizasyonun nereye gittiği belli olmaması gibi yasaya aykırı bir dizi ihlalin denetimine engel olan da yine imar affı. “İşin kötü tarafı buradan sonra başlıyor,” diyor Gökbayrak. 2019-2024 yılları arasında, Bursa Ovası üzerinde, en doğuda Kestel’den en batıya doğru Nilüfer, Nilüfer Çayı ve onu besleyen dereleri takip eden çalışmalarına değiniyor. Uydu görüntülerinden yararlandıkları bu çalışmalarda Bursa Su Kolektifi, inceledikleri alanda çok sayıda kaçak tesis belirlemiş. Uydu görüntülerinde bir yıl öncesine bakıldığında, tesislerin bulunduğu yerlerin yemyeşil ova veya tarla olduğunu açıkça saptayabilmişler. Ancak, imar affının etkisiyle yalnızca bir yıl içinde birçok alana bina yapıldığını, bunların yüzde yirmisinde herhangi bir tabelanın bile olmadığını ortaya koymuşlar. Bursa Su Kolektifi, bu çalışma sayesinde imar affının kaçak yapılaşmayı nasıl tetiklediğini belgeleyebilmiş.

Caner Gökbayrak

Gökbayrak, kaçak yapılaşmayı denetleyecek iki kurum olduğunu söylüyor: Bunlardan birincisi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’yken, diğeri Büyükşehir Belediyesi. Kolektif, çalışma sonrasında bulgularını Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne ilettiğinde, söz konusu kaçak yapılaşma bilgileri dahilinde olduğunu “ancak önüne geçmek için bir şey yapamadıkları” cevabını almış. “Nasıl yapamadıklarını bize anlatmadılar. Biz makul bir karşılık alamadık,” diyor Gökbayrak, bu sonuçları valilikle de paylaşmaya hazırlandıklarını söyleyerek. “Plan yapmak güzel, elbette yapılsın. 1/100.000 ölçekli bir plan mutlaka yapılsın. Ama bu plan yapıldıktan sonra, ya da yapılmadan önce, şu an ki haliyle, hâlâ devam etmekte olan o tarım alanları ihlallerini, ovanın ihlallerini durduracak bir çalışma da muhakkak gerekli,” diye ekliyor.

Sanayi atıkları: “İklimi değiştiremeyiz, ama kirlilik yükünü azaltabiliriz”

Bursa’nın en köklü çevre sorunlarından biri Nilüfer Çayı ve Marmara Denizi’ndeki kirlilik. Bursa’nın önemli içme suyu kaynaklarından Nilüfer Çayı’na dökülen atıklar, hem Bursalıların sağlığını tehdit ediyor hem de ciddi ekolojik tahribata yol açıyor. Benzer şekilde, evsel, endüstriyel ve tarımsal atıkların Marmara Denizi’ne kontrolsüz deşarjı, denizdeki kirliliği artırıyor. Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Dr. Mustafa Sarı, bu atıkların Marmara Denizi’ndeki azot ve fosfor yükünü arttırması sonucu, deniz yüzeyindeki sıcaklıklar gibi etmenlerle birleşince müsilajı da tetiklediğini belirtiyor.

Sarı, sanayi atıklarının sadece yüzde 30’unın arıtıldığını, yüzde 70’inin hiç arıtılmadan Marmara Denizi’ne ve çevresindeki akarsulara “boca edildiğini” vurguluyor. Müsilaj oluşumuna dair Sarı şunları ifade ediyor: “Üçlü tetikleyiciye baktığımızda, iki tanesi kontrolümüzün dışında: iklimi değiştiremiyoruz, deniz suyu sıcaklıklarında bir farklılık oluşturamıyoruz. Buna gücümüz yetmiyor. Marmara Denizi’nin orijinal yapısının değişme ihtimali de yok. O zaman, kontrol edilebilir elimdeki tek tetikleyici parametre Marmara Denizi’nin kirlilik yükünü azaltmak.” Sarı, 2021’de Marmara Denizi’nde ciddi bir müsilaj oluştuğunu ve 2024 Ekim itibarıyla müsilajın yeniden görülmeye başlandığını belirtiyor. Dolayısıyla, Sarı’nın sözünü ettiği kirlilik, Bursa’nın güncel sorunlarından bir tanesi olarak öne çıkıyor.

Nilüfer Barajı, kuraklıktan çok ağır biçimde etkileniyor. 2024’ün Kasım ayında barajdaki su oranı yüzde 2’ye kadar gerilemişti. Fotoğraf: Ayşegül Erkaya Arslan

Sarı, Nilüfer Çayı’nın kirletilmesinde de yine aslan payının sanayilerde olduğunu vurguluyor. “Benim teklifim çok basit,” diyor Sarı. “Kim ‘böyle bir şey yok’ diyorsa, Nilüfer’in boğazından girelim. Ben göğüs çizmemi giyeceğim, elime ölçüm cihazlarımı alacağım. Nilüfer Çayı boyunca yürüyelim. Nerede oksijen değeri değişirse, etrafa bakalım. O etrafta kim var, sorumluları bulalım.” Sarı’ya göre, kentin en önemli su kaynaklarından birini kirletenlerin kim olduğu çok açık. “Tam 50 yıldır Marmara Denizi’nin çevresinde yaşayan kentler, denizi adeta bir foseptik çukuru gibi kullandı. Şimdi arıtma tesisleri yapıldı, bir kısmı da çok güzel çalışıyor. Onun için yapmamız gereken bu duyarsızlıktan vazgeçip, evsel atıksa evsel atık, endüstri ise endüstri, tarımsa tarım, bütün atıkları durdurmamız lazım.”

Bursa Su Kolektifi’nden Gökbayrak gibi, Sarı da sorunları çözmenin ancak yasalara harfiyen uyulmasıyla mümkün olduğunu söylüyor. “Yerel yönetim, merkezi yönetim ve özel sektörün mutlaka bu hassasiyeti göstermesi gerekiyor,” diyor Sarı. “Yasaları uygulayacağız, denetimimizi artıracağız ve kimsenin derelerimizi, denizlerimizi kirletmesine izin vermeyeceğiz.”

Profesör Mustafa Sarı, daha önce Gezegen için hazırlanan “Marmara’ya Ne Oldu?” adlı video haberde Marmara’da müsilajın neden yeniden görüleceğini anlatmıştı. Görsel: Mustafa Ünlü

Gökbayrak ise, Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin kolektifin de önerilerini alacakları bir çalıştay düzenleyeceklerini aktardı ve bununla ilgili temkinli iyimserliğini dile getirdi. “Çalıştayda, gerçekten işin içinde olan ve konuya hâkim kurumlar yer almalı. Konuya uzak kişiler veya kurumlardan fikirler alınacaksa, yazılı katkı istenmesi yeterdi,” diyor Gökbayrak. “Bu aşamada, sorunları bilen kişilerin kapsamlı bir çalışma yürütmesi ve toplantıların birkaç saate sıkıştırılmadan, birkaç hafta sürecek tartışmalar sonucunda somut bir çıktıya ulaşması gerekiyor.” Bu yaklaşımın sağlanması halinde Çevre Düzeni Planı’na göstermelik değil, somut bir katkıda bulunulabileceğini belirtiyor.

Plan, 2040’ların vizyonuna uygun mu?

Bursa’da 1998’de hazırlanan önceki Çevre Düzeni Planı’ndan bu yana iklim bilimi büyük ilerleme kaydetti. Birçok kent, emisyonlarını azaltmak için net sıfır hedefleri belirliyor ve planlarını tamamen karbondan çıkış ile enerji verimliliği esaslarına göre oluşturuyor. Bu çerçevede, Avrupa Birliği’nin “Net Sıfır Şehirler” girişimi kapsamında, 35 ülkeden 112 şehir (aralarında İstanbul ve İzmir de bulunuyor) 2030’a kadar “iklim nötr” ve “akıllı şehir” kriterlerini karşılamayı taahhüt etti. Anlaşılacağı üzere, bu şehirlerdeki gelişim farklı aşamalarda. Aralarında, geliştirdiği yol haritalarıyla “pilot” olarak gösterilen şehir ise İsveç’in üçüncü büyük kenti Malmö.

“Sanayi, madencilik, ısınma ve ulaşım kaynaklı sera gazı emisyonları için ayrı stratejiler oluşturulacaktır. Kent içindeki sanayi planlamalarında ve sanayi yönetiminde kirletici emisyonlar önemli bir faktör olarak ele alınmaktadır.”

“İklim nötr” kavramı, bir kentin sebep olduğu emisyonları, onları ortadan kaldıran uygulamalarla dengelemesi anlamına geliyor. Bu hedef, karbonsuz enerji yatırımları, ulaşım ve ısıtma sistemlerinde enerji verimliliğinin artırılması, atık yönetimi gibi çeşitli unsurları kapsıyor. Bu sebeple, kentin altyapısını ve planlamasını a’dan z’ye biçimlendiriyor.

Yeni Çevre Düzeni Planı kapsamında Bursa Büyükşehir Belediyesi’nden sorularıma 24 Mart’ta aldığım yazılı yanıtlarda, emisyon ve kirliliği azaltmaya yönelik önemli bilgiler paylaşıldı. Yapılan açıklamada, bulgular toplandıktan sonra, analiz aşamasında iklime duyarlılığı yüksek olan bölgelerin inceleneceği ve sektörlere yönelik karbon ayak izi azaltma önerileri sunulacağı belirtildi. Açıklamada, karbon salımı ve enerji tüketimi analizlerinin “Enerji Altyapısı ve Yenilebilir Enerji” çalışma grubu aracılığıyla gerçekleştirileceği ve ilçeler ile sektörler bazında ayrıştırılarak değerlendirileceği ifade edilerek, “Bu çalışmayla Bursa’nın iklim nötr bir kent olma hedefine dolaylı bir şekilde katkı sağlanacaktır” dendi.

Bursa Plan, 2024’te kuruldu ve çalışmalarına başladı. Fotoğraf: Ayşegül Erkaya Arslan

Belediye ayrıca, çevre kirliliği ve sürdürülebilirlik arasındaki ilişkiyi bütüncül bir yaklaşımla ele alarak, hava kalitesini koruma, su yönetimini iyileştirme, atık yönetimi ve ekosistem hizmetlerini güçlendirme stratejilerinin geliştirileceğini belirtti. Açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Sanayi, madencilik, ısınma ve ulaşım kaynaklı sera gazı emisyonları için ayrı stratejiler oluşturulacaktır. Kent içindeki sanayi planlamalarında (gerek OSB gerekse dağınık işletmeler) ve sanayi yönetiminde kirletici emisyonlar önemli bir faktör olarak ele alınmaktadır. Çevresel Etki Değerlendirmesi ve hava kirliliği durumu dikkate alınmaktadır.”

Çevresel etki değerlendirilmesinde hava kirliliğini azaltmak için öngörülen stratejilerden birinin de Bursa’daki trafiği planlamak olduğu ifade edildi. Belediye önümüzdeki dönemde bu konuda bir eylem planı hazırlayarak, toplu temiz ulaşım seçeneklerinin geliştirmeyi vaat ediyor.

Belediye, iklim nötr ajandasıyla uyuşacak şekilde, hava kirliliğini ve kent içi sıcaklık artışlarını önlemek için yeşil altyapıyı ve doğal karbon yutaklarını (şehir ormanları, yeşil çatı sistemleri, dikey bahçeler) yaygınlaştırmayı hedefliyor. Binalardaki enerji verimliliği için konusunda ise açıklamada şu ifadelere yer veriliyor: “Kentsel ısı adası etkisinin minimalize edilmesi için binalarda enerji verimliliği sağlayan pasif tasarım tekniklerinin ve düşük karbonlu yapı malzemelerinin kullanımının teşvik edilmesi,  biyoenerji, hidrojen ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kent genelinde yaygınlaştırılması sağlanacaktır.”

Orhaneli Termik Santrali. Fotoğraf: Bursa Su Kolektifi

Su kaynaklarının korunması ve afete dirençli kent stratejileri kapsamında doğa temelli çözümlerin önerileceği ifade ediliyor: Dere yatakları ve taşkın alanları korunarak sel riskini azaltan doğa temelli çözümler önerilecektir. Şebeke suyu kayıplarını önlemek için akıllı su yönetim sistemleri geliştirilerek, kent genelinde su verimliliği artırılacaktır. Sanayi tesislerinde kapalı döngü su sistemleri önerilecektir.”

Toprak kirliliği ve yeşil alan yönetimi stratejisi kapsamında ise, karbon yutak kapasitesinin genişletilmesinin yanı sıra, toprak kirliliği haritalarının oluşturularak, hassas bölgelerin belirlenmesi hedefi konmuş. Bununla beraber, sürdürülebilir tarım uygulamalarının teşviki, endüstriyel tarımın çevresel etkilerinin minimalize edilmesi, doğal yaşam alanlarının arttırılması gibi önlemle söz konusu. Açıklamada şu ifadelere yer veriliyor:  “Kırsal ve kentsel alanlarda ağaçlandırma çalışmaları artırılarak karbon yutak kapasitesi genişletilecektir. Kent düzeyinde toprak kirliliğinin kapsamlı olarak izlenmesi ve değerlendirilmesi, toprak kirliliği haritalarının oluşturulması, tarımsal planlamanın bu haritalar baz alınarak yapılması ve hassas bölgelerin belirlenecektir. Toprak verimliliğini korumak için sürdürülebilir tarım uygulamaları teşvik edilmeli, endüstriyel tarımın çevresel etkileri minimize edilebilmelidir. Kent içi sulak alanlar ve dere ekosistemleri koruma planları yapılarak, doğal yaşam alanları artırılarak ekolojik bütünlük sağlanabilecektir.”

Depreme karşı direnç için planlama şart

Bursa’nın bir özelliği de, bütün Marmara Bölgesi gibi, aktif bir deprem bölgesi olması. Kuzey Anadolu fay hattının güney kolu Bursa’dan geçiyor. Ayrıca, Bursa’nın çevresinde çok sayıda daha küçük fay hattı da bulunuyor. Bursa Plan’ın Genel Koordinatörü Uluay Koçak Güvener görüşmemizde, oluşturdukları Çevre Düzeni Planı’nın depreme hazırlık işlevi de gördüğünü vurguladı.

Bursa Plan Genel Koordinatörü Uluay Koçak Güvener

“Bursa’nın bir deprem bölgesi olması nedeniyle, yaklaşık 500 hektarlık bir alanda depreme dayanıklı bir kentsel planlama modeli oluşturuyoruz,” diyor Güvener. “Bu modelle, gelecekte güvenli bir yaşam alanı oluşturmanın yanı sıra, yolların ve yeşil alanların nasıl erişilebilir kılınacağını da planlıyoruz. Amacımız sürdürülebilir ve güvenli bir kent oluşturmak.” Belediyenin yazılı olarak ilettiği cevapta da bu çalışmalar kapsamında, afet sonrası oluşabilecek enkaz ve atıkların yönetilebilmesi için kriz anında hızlı uygulanabilir atık yönetim planlarının oluşturulacağı belirtildi.

Bursa için uzun vadeli, kapsamlı ve ayrıntılı bir Çevre Düzeni Planı hazırlanıyor. Bu planın hem bugünün ciddi sorunlarına bir cevap sunması hem de Bursa’yı 2050’lere taşıması iddialı bir hedef. Bu hedefin gerçekleşmesi, planın tasarımındaki başarı kadar, ne kadar sıkı bir şekilde uygulanacağına da bağlı.

 


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

 

Futbol, şüphesiz dünyanın en popüler ve en çok izlenen spor dalı. Geçmişten günümüze futbola artan ilgi, onun hem kurumsallaşmasını hem de bir endüstri haline gelmesini sağladı. Futbolun endüstrileşmesi ve popülerleşmesiyle, statlar yalnızca sportif mekânlar olmaktan çıkararak, ticari açıdan da önemli merkezlere dönüştü. Böylece stat ekonomisi büyüdü, şehirlerde daha büyük ve modern futbol stadyumlarının inşası da hızlandı.

Yeni stadyumların sayısının giderek artması, bu yapıların sürdürülebilirlik açısından ne kadar nitelikli olduğu sorusunu da gündeme getirdi. Nitekim, futbol başlı başına çok yüksek bir karbon ayak izine sahip. Küresel Sorumluluk için Bilim İnsanları (Scientists for Global Responsibility, SGR) tarafından 2023 yılında yapılan bir araştırmaya göre, futbol sektörü yılda 64-66 milyon ton karbon salımına eşdeğer bir enerji tüketimine yol açıyor (bu rakam, yüksek karbon salımına neden olan şirketlerle sponsorluk anlaşmalarını da kapsıyor). Bu da Avusturya’nın yıllık emisyon seviyesine yakın bir değere karşılık geliyor. Stadyumlardaki ışıklandırma nedeniyle, elektrik kullanımı da karbon ayak izinin yüksek olmasında önemli bir pay sahibi. Araştırmaya göre, İngiltere’de bir maç sırasında yaklaşık 1,700 ton karbon salımına eşdeğer enerji tüketiliyor, bu da yaklaşık 397 aracın yıllık emisyonuna denk geliyor.

“İklim verileri çok iyi analiz edilmeli. Arazi seçimi de çok önemli.”

Peki, stadyumlarda sürdürülebilirlik kriterleri neler? Statlarda sürdürülebilir uygulamalar hayata geçiriliyor mu? Bir stadyumun ‘çevre dostu’ olması neden önemli? Bu ve benzeri konuları, yurt içi ve yurt dışında birçok stadyum tasarlayan yüksek mimar Alper Aksoy ve “çevre odaklı” bir mimarlık anlayışını benimseyen yüksek mimar Tuğba Cebeci’yle masaya yatırdım.

Üç temel etken: Mevzuat, maliyet ve proje süreleri

Futbolun dünyadaki en üst düzey yönetim organı Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA), resmî internet sitesinde sürdürülebilir stadyumların önemine vurgu yapıyor. Bu konuda dünya çapında bir farkındalık oluşmasını isteyen FIFA, futbolda sürdürülebilirlik standartları konusunda en iyi uygulamaları da teşvik etmeyi amaçlıyor.

Stadyumun tasarım sürecinde sürdürülebilirlik hedeflerinin net olarak belirlenmesi büyük önem taşıyor. Enerji ve su tüketimi, atık yönetimi, ulaşım seçenekleri ve inşaatın neden olduğu emisyonların, stadyumun kullanım çeşitliliği ve sıklığıyla dengelenmesi, sürdürülebilirliğin temel unsurları arasında yer alıyor.

“Daha üst seviye işler yapılabilir. Tabii bunun için de hem yönetmelik olarak izin verilmesi hem de mali yönden olanak sağlanması gerekiyor.”

Son on yılda, Türkiye’nin dört bir yanında birçok stadyum yapıldı, yapılmaya da devam ediliyor. Peki, bu stadyumların tasarım, inşaat ve kullanım safhalarında sürdürülebilirlik bakımından dikkat edilmesi gerekenler neler?  “Öncelikle, işletme modelinin tam olarak belirlenmesi gerekiyor,” diyor yüksek mimar Alper Aksoy. “İklim verileri çok iyi analiz edilmeli. Arazi seçimi de çok önemli. Enerji tüketiminin en az şekilde yapılabilmesi için de gerekli önlemlerin alınması lazım. Bunlar yapılırsa büyük oranda fayda sağlanır. Ayrıca doğal kaynaklara zarar vermeden hareket etmek de son derece önemli.”

Alper Aksoy’un tasarladığı stadyumlardan birisi de 30 bin kişilik Sakarya Stadyumu. Fotoğrafı, Alper Aksoy Mimarlık’ın izniyle kullanıyoruz.

Alper Aksoy, Türkiye’de İzmir, Kocaeli, Sakarya, Elazığ, Hatay, Ordu ve Kütahya gibi birçok şehirde stadyum projelerinin mimarlığını üstlendi. Ayrıca, Libya ve Kırgızistan’da da stadyumlar tasarladı. Stadyumların tasarımında göz önünde bulundurdukları “çevre dostu” ve sürdürülebilir özellikler hakkında şu bilgileri paylaşıyor: “Gürültü, çevre ve ışık kirliliği yaratmayacak önlemler aldık. Yaya ve araç yoğunluğunun çevreyi etkisi altına almamasını sağladık. Toplu taşımayla ulaşımı sağladık. Giriş çıkışları bunlara göre yapmaya çalıştık. İnşaat süresince su kaynaklarına dikkat ettik. Mümkün olduğu kadar yeşil alan kullanmaya çalıştık. Çevreye salınan karbonun azalması için önlemler aldık. Bölgesel olarak tüketimi azalttığımız için, bu da çevreye pozitif bir etki yarattı. Çalışmalarımızı, insanların hayatına zarar vermeyecek şekilde organize etmeye çalıştık.”

Alper Aksoy

Aksoy’un belirttiği unsurlar, bir stadyumun tasarım şeklini belirleyen temel etkenler. Ancak bu denli karmaşık dinamikler söz konusuyken, Türkiye’deki inşaat süreçleri mimarlara ve firmalara nadiren ideal çalışma koşulları sağlıyor. “Herkes elinden geleni yapıyor, ama eksiklerimiz var,” diyor Aksoy. “Daha üst seviye işler yapılabilir. Tabii bunun için de hem yönetmelik olarak izin verilmesi hem de mali yönden olanak sağlanması gerekiyor. Bunlar sağlanabilirse ve proje de daha uzun sürerse, sürdürülebilirlikle ilgili önlemler artırılabilir,” diye ekliyor.

İzmir’in merkezi bir bölgesinde bulunan ve kentin futbol geçmişinde önemli bir yer tutan Alsancak Stadyumu da son yıllarda yenilenen stadyumlardan biri. Tasarımında çevreyle uyum, ileri teknolojinin kullanımı ve toplu ulaşımla entegrasyon gibi unsurlar ön planda yer almış. Fotoğraf: Alper Aksoy Mimarlık

Dünyada güneş enerjisi panelleri kullanan birçok stadyum bulunuyor. Küresel futbol dünyasında sürdürülebilirlik bilinci arttıkça, bu eğilim Türkiye’ye de yansıyor. Galatasaray’ın stadı Ali Sami Yen Spor Kompleksi RAMS Park’ın yanı sıra Antalya, Konya, Eskişehir ve Sivas’taki stadyumlar da güneş enerjisinin çeşitli biçimlerde kullanıldığı statlar arasında yer alıyor.

İklime göre tasarım ve yapıya uygun yer seçiminin önemi

Sürdürülebilir şehir ve net sıfır emisyonlu bina anlayışı yaygınlaştıkça, spor mekânları da gitgide bu kriterlere daha uygun biçimde tasarlanıyor. Yüksek mimar Tuğba Cebeci’ye göre, dikkate değer ekolojik stadyum anlayışına en yakın örneklerin başında 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapan Japonya Ulusal Stadı geliyor. Cebeci’ye göre bu stadyumda çok sayıda yenilikçi özellik bulunuyor. “Yapının taşıyıcı sistemi çapraz lamine ahşap panel ile kurgulanmış ve böylece doğa dostu bir taşıyıcı sistem alternatifi oluşturulmuş. Ahşabın yüksek karbon tutma özelliği sayesinde, yapıda karbon emisyonu büyük oranda azaltılmış. Yapının çatısında ve cephesinde yeşil bitkilerin kullanımı da doğal karbon yutağı alanların oluşturulmasına, ısı ve nem dengesinin sağlanmasına yardımcı oluyor,” diyor Cebeci. Tasarımcılar sadece bununla da yetinmemiş, ısı, elektrik ve su tüketimi boyutlarını da özenle ele almış. “Yapıda kapalı mekânların ısı yalıtımı önemsenmiş ve çatısında güneş panelleri ile enerji üretilmesi sağlanmış. Düşük su tüketimine sahip ürün seçimleri ve yağmur suyu toplama sistemleri ile de su verimliliğine katkı yapılmış,” diyor Cebeci. “Bu yapının dünya ve ülkemiz adına öncülük edeceğini umuyorum.”

“Ekolojik mimaride enerji ve su tasarrufu, doğa dostu malzeme seçimi ve malzemenin korunumu esastır.”

Cebeci’ye göre, Tayvan’da 2008 yılında inşaatı tamamlanan Kaohsiung Stadyumu da sürdürülebilirlik bakımından iyi uygulamaları bir araya getiriyor. “Stadyumun üst örtüsü tamamen güneş panelleri ile kaplanmış ve bu sayede yapı, kendi enerjisini üretir konuma gelmiş,” diyor Cebeci. Ancak güneş enerji panellerinin bataryalarının önemli bir atık sorunu oluşturduğunu da vurguluyor. “Fotovoltaik panel kullanımı, yenilenebilir bir kaynaktan enerji elde edilmesi sebebiyle önemli bir yere sahip. Ancak batarya ve güneş panellerinin atık sorunu da göz önünde bulundurulmalı,” diyor Cebeci. Çözüm, tasarımın ihtiyaçlara uygun bir biçimde yapılması. “Şebeke destekli sistemler ile kentsel alanlarda batarya ihtiyacına gerek kalmadan bir sistem kurgusu yapılabilir, ve batarya gibi çevresel atık sorununa neden olacak bir ürünün kullanımı azaltılabilir. Güneş panelleri de kullanım ömrü sonrası bir atık sorunu oluşturur. Bu nedenle ihtiyaç analizine göre tasarım öncelikli olmalıdır.”

Yüksek mimar Tuğba Cebeci, sürdürülebilir özellikleri bakımından 2020 Olimpiyat Oyunları için yapılan Tokyo Ulusal Stadyumu’nu örnek gösteriyor. Görsel: Taka Soyama, Pexels

Seyirci kapasitesine göre kullanım alanı değişen stadyumların açık ve kapalı olma durumlarına göre sürdürülebilirlik özelliklerinin değiştiğini söylüyor Cebeci. “Kapalı stadyumlarda iklimlendirme ihtiyacı daha fazladır ve bu da daha fazla enerji tüketimi ve daha fazla malzemenin kullanımı anlamına gelir. Açık stadyumlarda iklimlendirme ihtiyacı daha azdır ve saha bölümünün üzeri genellikle açık olduğu için, kapalı stadyumlara göre daha az malzeme kullanımı olduğunu söylemek mümkün. Açık stadyumlarda özellikle sıcak iklimlerde doğal havalandırmadan yararlanılması için rüzgâr yönüne uygun açık alanlar bırakılır.” Stadyumların bulundukları alandaki rüzgâr özellikleri dikkate alınarak tasarlanmasının şart olduğunu belirtiyor Cebeci. Bununla beraber, bölgedeki deprem riskinin de göz önünde bulundurulması gerektiğini sözlerine ekliyor.

“Yapının işlevine ve büyüklüğüne uygun olarak doğal aydınlatma ve havalandırmadan yararlanılması enerji verimliliğinin artışına sebep olur.”

Peki, sürdürülebilirliği ve doğaya verilen zararı en aza indirmeyi temel alan ekolojik mimarinin başlıca kriterleri neler? “Ekolojik mimaride enerji ve su tasarrufu, doğa dostu malzeme seçimi ve malzemenin korunumu esastır,” diyor Cebeci. “Amaç hem doğaya hem de doğanın bir parçası olmaya çalışan biz insanlar için iyi olanı bulmaktır. Bunun için öncelikle yapının üretimi ve yapı kullanımı aşamalarındaki kaynak tüketimini azaltmaya yönelik tercihler yapılmalıdır. Yapının yıkım aşaması da bir diğer önemli aşamadır ki atık sorunu oluşturmayacak nitelikte malzeme tercihlerinin yapılması çok önemlidir.”

Tuğba Cebeci

Bu yaklaşımı benimseyen mimarlar kullandıkları malzemenin, doğal kaynakların ve yapı içindeki enerjinin olabildiğince verimli kullanılmasını amaçlıyor. Cebeci, bunun için yapıların, inşa edildikleri alanın özellikleriyle olabildiğince uyumlu olması gerektiğine dikkat çekiyor. “Enerji verimliliğinde iklime göre tasarım ile yapıya uygun yer seçimi, yapının konumlandırılması, yapı kabuğunun tasarımı ve malzeme tercihleri öne çıkar,” diyor Cebeci ve ekliyor: “İklim odaklı tasarım ile karbon ayak izinin azaltılmasına büyük oranda katkı sağlamak mümkün. Yapının işlevine ve büyüklüğüne uygun olarak doğal aydınlatma ve havalandırmadan yararlanılması enerji verimliliğinin artışına sebep olur.” Tüm bu kriterler, stadyumların tasarım ve inşasında da büyük oranda geçerli.

Tayvan’ın ikinci büyük şehri Kaohsiung’da bulunan, üstü tamamen güneş panelleriyle kaplı stadyum. Fotoğraf: WikiCommons

Peki, stadyum gibi su kullanımı yüksek yapılarda nasıl bir enerji tasarrufu sağlanabilir? “Bunun için yapının üretimi ve kullanımı sırasındaki su ihtiyacını azaltmaya yönelik malzeme ve ürün seçimleri önemli. Sonrasında atılabilecek en güzel adım ise yağmur suyu toplama sistemlerinden ve gri su arıtma sistemlerinden faydalanarak kullanılacak tatlı su miktarının azaltılmasını sağlamak” diyor Cebeci.

Cebeci son olarak, tasarım safhasında verilen bütün kararların ekolojik bir etkisi olduğunu vurguluyor. “Cephesinde, çatısında yeşil bitki kullanılan bina demek değildir. Sadece güneş enerjisi sistemi kullanılmış yapılar da değildir. Ekolojik yapı anlayışı bütüncül bir yaklaşım gerektirir,” diye bu durumun altını çiziyor Cebeci. “Ekolojik mimarlık günümüzde duyduğumuz, karşımıza çıkan sürdürülebilir tasarım, yeşil mimari, enerji verimli tasarım gibi pek çok kavramı içine alan kapsayıcı bir ifade. Bu kadar kapsayıcı bir anlayışın uygulanması da elbette ki kolay değil. Yapı fiziği kararları, çevresel koşullar ve iklime uygun tasarım anlayışı, malzeme kullanım tercihleri çok önemli bir role sahip.”

Gerçekten de, “futbol sadece futbol değildir” düsturu ekolojik ve sürdürülebilir pratikler açısından geçerlilik taşıyor. Enerji verimliliğini, su tasarrufunu ve atık yönetimini ön planda tutan, titizlikle tasarlanmış yeni nesil stadyumlar, futbolun yalnızca transferler ve kupalardan ibaret olmadığını hatırlatıyor. Doğa dostu, bulundukları şehirle bütünleşen stadyumlar, takım tutkusunun tüketimle sınırlı kalmadığını, aynı zamanda ortak değerleri savunmanın ve toplumsal bilinci güçlendirmenin bir yolu olabileceğini gösteriyor. Futbolun endüstriyel boyutunun ötesine geçerek doğayla daha fazla uyum içinde olması, toplumla da daha derin bir bağ kurmasını sağlayabilir.

 


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

 

Arazi aracında engebeli yolda sarsıla sarsıla ilerliyoruz. Gökova’yı aştıktan sonra, yolun sağ tarafındaki Thera Antik Kenti tabelası bizi karşılıyor. Masmavi gökyüzünde pırıl pırıl parlayan güneş içimize işliyor. Fakat bu güzel kış gününün, yağışlı havaları seven Marmaris semenderini görebilmek için biçilmiş kaftan olduğu pek söylenemez. Sıcak dönemlerde yaz uykusuna (estivasyon) yatan bu türü, toprak üstüne çıkmaktan kaçınacağı bir günde bulabilmek umuduyla şansımızı deniyoruz. “Daha baştan mağlup başladık,” diye geçiriyorum içimden, ama bana eşlik eden Muğla Doğa Koruma ve Milli Parklar görevlileri moralimi bozmamamı söylüyor.

Gidebileceğimiz son noktaya varınca araçtan iniyoruz ve ormana giriyoruz. Karşımıza çıkan büyük taşları kaldırarak Marmaris semenderinden bir iz aramaya koyuluyoruz. Çok geçmeden, bir taşın altından küçük bir canlı hızla hareket ediyor. Semender olabileceği ihtimaliyle hemen fotoğraf makinemi doğrultup görüntüsünü yakalıyorum. Ancak kareyi incelediğimde, semender sandığım bu hayvanın, tarla kertenkelesine benzeyen bir tür olduğu ortaya çıkıyor. Hummalı araştırmam sürüyor, ama nafile. İlk denememden ellerim boş ayrılıyorum.

Muğla Doğa Koruma ve Milli Parklar (DKMP) Şefi Serhat Şener, dağların kuzey yamaçlarına öncelik vermemizi öneriyor. Tekrar arabaya atlayıp yeni rotamıza doğru hareket ediyoruz. İkinci hedefimiz Kötekli olacakken, Serhat Şener’in içgüdülerine güvenerek rotamızı Çiçekli’ye kırıyoruz. Çiçekli’ye varıp araçtan iner inmez, Serhat Bey kalın taşları göstererek “buraya bakalım önce” diyor. İşaret ettiği taşları kaldırınca adeta elimizle koymuşçasına Marmaris semenderini buluyoruz.

Muğla, hem geniş yüzölçümü hem de küresel ısınma ve yapılaşmanın etkilerine son derece açık olması nedeniyle sıkı ve titiz bir koruma çalışması gerektiren bir il.

“Burada” diyor Serhat Bey yüzünde bir gülümsemeyle. Heyecanla kamerama sarılıp, fotoğraf çekmek için yaklaşıyorum. Kertenkele kadar hızlı hareket eden bir canlı beklerken sakin, tasasız bir hayvan duruyor karşımda. Adeta kımıldamadan poz veriyor bana. Bu sakinliğinden ötürü semenderleri “mülayim” diye nitelemeye karar veriyorum. Birkaç fotoğrafını çektikten sonra, yavaşça üzerini örterek bu kara gözlü sevimli canlıyı rahat bırakıyorum.

Birkaç taşın daha altına baktıktan sonra, solumuzdan gelen birtakım sesler dikkatimizi dağıtıyor. “Domuz mu acaba?” diye konuşurken ekipten Arzu Hanım silah sesine benzer bir ses işittiğini söylüyor. Hışırtılar arasında yapraklardan gelen sesleri bir süreliğine dinledikten sonra Serhat Bey çiftleşme dönemindeki kaplumbağalar olabileceğini öne sürüyor. Bu düşünce üzerine gülümseyerek ikinci bir semender arayışına geri dönüyoruz.

Yazın uyuyan, kışın ise taşların altında, görünmeden, sessiz bir yaşamı olan Marmaris semenderlerini bulmak meşakkat istiyor. Fotoğraf: Songül Karadeniz

Onu da bulup fotoğraflamam çok zor olmuyor. Otuz iki yıl Tarım ve Orman Bakanlığı’nda çalıştıktan sonra Doğa Koruma ve Milli Parklar’a geçen Haydar Bey ile Serhat Bey arasında ağaçların üzerindeki işaretlerle ilgili koyu bir sohbet başlıyor. Vadesini dolduran yaşlı ağaçların neden kontrollü bir şekilde kesilmesi gerektiğini ve kesilen ağaçların kenarındaki damgaların ne anlama geldiğini anlatıyorlar bana. Ardından dönüşe geçiyoruz.

“Marmaris semenderinin avantajı kışın aktif olması”

Yolda Serhat Bey, fotokapan ile Anadolu parsının görüntüsünü yakalamaya çalıştıklarından bahsediyor. 1974’te öldürülen Anadolu parsının uzun bir süre Türkiye’de görülen sonuncu tür olduğu düşünülmüştü. Fakat en son 2023’te dahi bu türün görüntülendiği biliniyor. Doğa Koruma ve Milli Parklar ekibi, parsın Muğla’nın dağlarında da yaşadığını fotokapanla ortaya koymaya çalışıyormuş. Muğla ekibi, bir müdürlük ve altı şeflikteki personelden oluşuyor. Her şeflikte ortalama beş-altı personel bulunuyor. Ancak Muğla, hem geniş yüzölçümü hem de küresel ısınma ve yapılaşmanın etkilerine son derece açık olması nedeniyle sıkı ve titiz bir koruma çalışması gerektiren bir il. Profesör Dr. Eyüp Başkale’ye göre etkili bir koruma çalışması yürütebilmek için mevcut personel sayısı yeterli değil.

“Hayvanlar böceklerle besleniyor. Yanan alanlarda da eğer ormanın sahip olduğu böcek faunası olmazsa, hayvanların da beslenmesi zora giriyor.”

“Hem Muğla hem de Marmaris Doğa Koruma Milli Parklar şube müdürlüklerinde çalışan personelin koruma çalışmalarını içtenlikle yaptıklarını çoğu kez gözlemledik,” diyor Başkale. Pamukkale Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Başkale’nin Marmaris semenderi üzerine birçok çalışması bulunuyor. “Ancak alanın çok büyük olması ve aynı zamanda turistik bir bölge olması nedeniyle personel sayısında yetersiz kalındığını söylemek de mümkün. Bunun için personel sayısının ne yazık ki arttırılması gerekiyor,” diye sözlerini sürdürüyor Başkale. “İçerisine Ula’yı ve Datça yarımadasındaki alanları da kattığınızda Marmaris bölgesi büyük bir alan. Bu bölgenin neredeyse tamamı türün yayılış alanı olduğu için, etkili bir koruma yöntemi uygulamak maliyetli.”

Uluslararası Doğa Koruma Birliği’nin (IUCN) veri tabanına göre Marmaris semenderinin yayılım alanı. Kaynak: iucnredlist.org

Marmaris semenderi, nesli tehlike altındaki türler arasında yer alıyor ve Uluslararası Doğa Koruma Birliği’nin (IUCN) değerlendirmesine göre Kırmızı Liste’de “Tehlikede” (EN) kategorisinde sınıflandırılıyor. Doğa Koruma ve Milli Parklar görevlileri popülasyonu azalma eğiliminde olan bu türü korumak için kurumun ve bilimsel mercilerin işbirliği protokolü kapsamında ortaklaşa faaliyetler yürütüldüğünü ifade ediyor.

“Koruma tedbirleri özellikle tür izlemeyi gerçekleştirdiğimiz beş yıl içerisinde olumlu bir şekilde yapıldı. Tabii bunun en büyük faktörlerinden bir tanesi de özellikle o yıllar içerisinde pandemi salgınının meydana gelmesiydi. Karantinalar, bu alanların kış aylarında insanlar tarafından tehdit edilmesi veya zarar verilmesi seçeneklerini ortadan kaldırmış oldu,” diyor Başkale. “Böylelikle hem tür koruma tedbirleri hem de insanların rahat bir şekilde dış mekanları kullanamaması ile birleştirirsek koruma tedbirleri yüzde 80-90 oranında başarılı oldu” dedi.

Ancak insanlar Marmaris semenderini tehdit eden yalnızca bir faktör. Küresel ısınmanın etkilerinin en çok hissedildiği yörelerden biri olan Akdeniz bölgesinde sık sık kavurucu sıcaklar ve yangınlar meydana geliyor. İklim değişikliğiyle bağlantılı olarak yapılan araştırmalar, sıcaklıktaki yaklaşık 2 derecelik artışın orman yangını riskini yüzde 30 oranında artırdığını ortaya koyarken, Başkale de artan sıcaklıkların kendiliğinden yangınlara yol açabileceği vurguluyor.

“Özellikle Marmaris bölgesindeki yangınlarda bunu yaşadık, bölge ulaşılması güç sarp dağ silsilelerinden oluşuyor. Bu da yangın söndürme araçlarının alana intikalinde ve söndürme çalışmalarının zorlaşmasına neden olabiliyor. O alanların daha çok yanmasına ve yaban hayatının daha fazla miktarda olumsuz etkilemesine neden olabiliyor,” diyor Başkale. Bu orman yangınları, birçok canlının can kaybına ve yaşam alanlarını yitirmelerine neden oluyor: “Marmaris semenderinin avantajı ise kışın aktif olması. Orman yangınlarının da yazın gerçekleştiğini düşünürsek, orman yangınlarından doğrudan etkilenmiyor. Ama yangında ormandaki vejetasyon, yani bitki ve orman yapısı tahrip oluyor veya yok oluyor. Böyle durumlarda her ne kadar semender zarar görmemiş olsa bile, aktif olduğu dönemlerde biyolojik gereksinimleri var.”

“Semenderlerin hangi bölgelerde yaşadığı tespit edildi, mevcut sorunlar belirlendi ve bunlara karşı koruma önlem planları oluşturuldu.”

Peki, semenderin ihtiyaç duyduğu biyolojik gereksinimler neler? Başkale başta toprağın ve havanın nem oranlarını sayıyor. Toprak ya da yüzeydeki besin miktarı da semenderlerin hayatta kalabilmeleri için kritik. “Hayvanlar böceklerle besleniyor. Yanan alanlarda da eğer ormanın sahip olduğu böcek faunası olmazsa, hayvanların da beslenmesi zora giriyor. Nemin olmaması durumunda ise hayvanın vücudunu nemli tutacak bir yapı olmayacağı için yine semenderimiz göç etmek zorunda kalacak,” diyor Başkale. “Dolayısıyla orman yangınlarının Marmaris semenderi ile doğrudan bir etkileşimi olmasa bile, sonrasında meydana gelen bozulmalar hayvanların göç etmesine ya da ölmesine neden olabilir.”

Marmaris semenderi kuzeye göç eğilimi gösteriyor

Görüştüğüm Muğla Doğa Koruma ve Milli Parklar görevlileri ise Marmaris yangını sonrasında semenderin yaşadığı alanlara doğanın kendini onarması için müdahale edilmediğini söylediler. Aktardıklarına göre tür izleme çalışmalarda yangının yüzey üstü alanlarda “parlama şeklinde” meydana geldiği saptanmış. Yangın ekolojisi bilimine göre yanan alanların kendi doğal süreçleriyle kendini onarması esasmış. Bunun gerek bitki örtüsü gerekse fauna açısından en az hasar veren yöntem olduğunu söylüyorlar. Ne var ki yangın alanının tekrar kendini restore etmesi onlarca yıl sürebiliyormuş.

Tarla kertenkelesinin aksine, Marmaris semenderi kımıltısız ve sakin bir şekilde adeta objektife poz veriyordu. Fotoğraf: Songül Karadeniz

Küresel ısınmanın tür üzerindeki tek etkisi bununla sınırlı değil. Profesör Başkale, Marmaris semenderinin mikro habitatına bağımlı bir tür olması nedeniyle aşırı sıcaklık ve düşük nem koşullarında daha serin bölgelere göç etmek zorunda kalacağını söylüyor. Coğrafi bariyerler nedeniyle semenderin hareket alanı sınırlı. Uzmanlar, iklim değişikliğiyle birlikte türün kuzeye yönelme eğilimi gösterdiğini anlatıyor. Ancak yüksek dağ geçitlerini aşamaması halinde, uygun habitat bulamaması nedeniyle yok olma riski taşıdığını öngörüyor. Bu açıdan yıllardır sürdürülen hummalı çalışmalar kritik önemde.

Tür özelinde hâlihazırda uygulanan aktif bir tür eylem planı bulunuyor. Bu çerçevede her yıl yapılması gereken faaliyetler önceden belirleniyor. Bu yıl itibariyle yapılan bütün faaliyetlerin 2024-2030 yıllarını kapsayan tür eylem planına uygun olduğunu öğreniyorum. Muğla Doğa Koruma ve Milli Parklar görevlileri hem semenderlerin habitatının korunması hem de mevcut popülasyonun eğiliminin yıllık olarak izlenmesi ekseninde çeşitli çalışmalar yaptıklarını belirtiyorlar. Ayrıca, semenderlerin farklı amaçlarla doğadan toplanmasının önüne geçilmesi için de farkındalık yaratılıyor.

“Fethiye’de, Marmaris semenderinin kardeş türü olan Göcek semenderinin kargolama esnasında yakalandığını biliyoruz.”

Profesör Başkale, Marmaris semenderi için hazırlanan tür koruma eylem planının bir yıl boyunca mevcut durum ve koruma önlemlerinin belirlenmesi, beş yıl süresince ise izlenmesi şeklinde uygulandığını aktarıyor. “İlk sene içerisinde Marmaris semenderinin dağılış gösterdiği tüm alanlarda gözlemleme ve koruma çalışmaları başlatıldı. Hangi bölgelerde yaşadığı tespit edildi, mevcut sorunlar belirlendi ve bunlara karşı koruma önlem planları oluşturuldu,” diyor. Elde edilen veriler çerçevesinde önümüzdeki beş senelik dönem içerisinde de bu çalışmaların daha geniş bir eşgüdümle devam ettirilmesi planlanıyor. “Örneğin tarımsal ilaçlara karşı nasıl önlem alınacağı konusunda çiftçilerle görüşüleceği, oradaki tarım il, ilçe müdürlükleriyle iletişim halinde kalınacağı öngörülmüştü. Devam eden dönemde, tarım il müdürlükleriyle gerekli görüşmeler titizlikle yapıldı,” diyor Başkale.

Koruma görevlilerinin karşılaştıkları başlıca sorunlardan biri ise semenderlerin evcil (pet) hayvan olarak ya da bilimsel amaçla toplanması. Bu sorunun önüne geçebilmek için de eylem planı kapsamında il ve ilçe jandarma komutanlıkları bilgilendirilerek, yasa dışı toplama tespit edildiğinde gerekli işlemlerin uygulanması amaçlanmış. “Bu beş yıl içerisinde böyle bir duruma düşmedik. O yüzden de bununla alakalı herhangi bir faaliyet gerçekleşmedi ama özellikle çevre halkının bilinçlendirilmesi ve bilgilendirme çalışmaları sayesinde de türün korunması sağlandı,” diyor Başkale.

Marmaris semenderinin yaşam alanı orman yangınları, aşırı sıcaklık ve kuraklık gibi etkenler nedeniyle tehdit altında. Fotoğraf: Songül Karadeniz

Semenderler, laboratuvarlarda bilimsel deneylerde kullanıldıkları için de toplanabiliyor. Bu konuda da hem yetkililer hem de bölge halkı bilinçlendirilmiş. Başkale, bölgenin büyüklüğü sebebiyle özellikle yerel halkın ihbarlarının önem taşıdığını, ancak bunun tek başına yeterli olmadığını söylüyor. “2025’e gelmemize rağmen halen daha bu kaçakçılık olayları karşımıza çıkıyor. Örneğin Fethiye’de yine Marmaris semenderinin kardeş türü olan Göcek semenderinin kargolama esnasında yakalandığını biliyoruz. Gönderen kişiye ilgili cezalar uygulandı zaten. Tabii bu yakalanan kısmıydı, bir de yakalanmayan örnekler de söz konusu,” diyor Başkale. Bunun giderek büyüyen bir sorun olduğunu söylüyor. “Mesela yurt dışından bazı bilim insanı arkadaşlarımız var, onlar da bizi uyarıyorlar. Bazı özel sitelerde besi olarak bakılması, pet hayvanı olarak kullanılması yasak olan türlerin de satıldığını, toplandığını oradan bizlere iletiyorlar. Bizler de ilgili siteleri şikâyet ediyoruz ama Türkiye çok büyük bir alan, bazen yakalamak mümkün olamayabiliyor.”

Marmaris semenderi, nesli tükenme tehlikesi altında olan milyonlarca türden sadece biri. İklim krizi, orman yangınları ve artan yapılaşmanın bir sonucu olarak habitat kaybı gibi tehditler Muğla’da varlığını sürdüren bu endemik türü de etkiliyor. “Muğla’da korunması gereken birçok tür daha var,” diyor Başkale, bu canlıların yeterince konuşulmadıklarına dikkat çekerek. Muğla Doğa Koruma ve Milli Parklar Müdürlüğü ile bilim insanlarının ortak çalışmalarının yanında, yerel halkın ve doğaseverlerin bilinçlendirilmesi de bu sürecin en temel taşlarından birini oluşturuyor. Marmaris’in mülayim semenderi, yangınların, yapılaşmanın ve küresel ısınmanın gölgesinde yaşamını sürdürmenin bir yolunu bugüne kadar buldu. Ama taşların altındaki sessiz ve huzurlu hayatı, yalnızca doğaya değil, insanlara da bağlı.

 


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

Malatya’da, Beyler Deresi üzerindeki bir gölet, kanalizasyon atıklarının akıtılması nedeniyle çevreyi ve kamu sağlığını ciddi bir şekilde tahrip ediyor. Malatyalıların hafta sonları nefes almak için sıkça uğradığı Gündüzbey ve Çırmıhtı yakınlarında bulunan gölet, 2016 yılında Devlet Su İşleri tarafından yapıldı. Göletin hemen yakınında ise Malatya Yeşilyurt Belediyesi tarafından yapılan Şehir Parkı bulunuyor.

Yeşilyurt, tarihi evleri, mesire alanları ve meşhur Dalbastı kirazının yetiştirildiği bahçeleriyle Malatya kent merkezinin hemen yanıbaşında doğayla iç içe bir belde. Komşu kasaba Gündüzbey ise şeftalileriyle tanınıyor. Malatya’nın en önemli akarsularından bir olan Beyler Deresi’nin Malatya istikametinde yeni yerleşim yerleri ve siteler inşa ediliyor. Bunlardan biri de, DSİ’nin yaptığı göletin yakınına inşa edilen ve bütün etapları tamamlandığında binlerce konuta ev sahipliği yapacak TOKİ sitesi. Ayrıca, Şehir Parkı’nın karşı kıyısında ise Malatya 1. Organize Sanayi Bölgesi bulunuyor.

Göletin başlangıcında, tarihi tren köprüsünün altından geçen kanalizasyon suları, TOKİ konutlarından ve organize sanayi bölgesinden (OSB) gelen atıklarla birleşiyor. Sağ tarafta, eski bir askeri alanın küçük sanayi sitesine dönüştürülmesiyle ortaya çıkan endüstriyel atık suları, sol tarafta ise yerleşim yerlerinden gelen kanalizasyon atıkları dere yatağında buluşarak suyun siyaha dönüşmesine, kötü kokuların yayılmasına ve sivrisinek ile karasinek popülasyonunun hızla artmasına neden oluyor. Özellikle tarım arazileri için büyük bir tehdit oluşturan bu kirlilik, kayısı bahçelerinin ve sebze dikim alanlarının sulanmasında ciddi sağlık riskleri yaratıyor.

Beyler Deresi, atık suların karışmasıyla ciddi bir kirliliğe maruz kaldı. Fotoğraf: Celil Kocataş

Bir dönem İnönü Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan jeoloji uzmanı, emekli profesör Mehmet Önal, Beyler Deresi göleti yapılırken bölgenin jeolojik yapısının dikkate alınmadığını belirtiyor. “Beyler Deresi barajının formasyonu gözenekli, geçirimli ve kuzeye eğilimlidir. Bu özellikler barajın inşası için uygun değildir. Bu özellikler barajın su tutma kapasitesini ciddi şekilde etkiler,” diyor Önal. Bu sebeple de gölet, atıkların bertaraf olmadığını biriktikçe biriktiği bir foseptik çukuruna dönüşüyor. Önal, binlerce depremzedenin yerleşeceği İkizce konutlarının da yine bu bölgede yapıldığına dikkat çekiyor. “Etrafında binlerce insanların yaşadığı bölgede yine bölgeye yapılan İkizce deprem konutlarının atık sularının da gölete aktarılması söz konusuyken çevre felaketinin boyutu daha da büyüyecektir,” diyor Önal.

En acil sorunlardan biri ise TOKİ konutları. Kurak bir bölgeye inşa edilen bu konutlarla birlikte, bölgedeki toplam konut sayısı 20 bine ulaşacak. Ancak, TOKİ konutlarının bulunduğu alanda göletin kirliliği nedeniyle ağır bir lağım kokusu hissediliyor ve yoğun bir sinek popülasyonu gözlemleniyor. Gölette kanalizasyon atıklarının yanı sıra fabrikalardan deşarj edilen kimyasal atıkların da bulunabileceğinden endişe ediliyor. Nitekim, tıpkı Beyler Deresi gibi birçok fabrikanın atıklarının boşaltıldığı Şahnahan Deresi’nin suları, çevredeki küçük sitelerde meyve ağaçlarını sulamak için kullanılıyor. Görüştüğüm gıda mühendisleri, kirli suların sulama amacıyla kullanılması durumunda, zararlı kimyasalların tarım ürünlerine karışabileceği, toprakta birikebileceği ve yeraltı ile diğer yüzey sularına ulaşarak daha geniş çaplı bir kirliliğe yol açabileceği konusunda uyarıyor.

Beyler ve Şahnahan dereleri, Malatya’nın ekolojik dengesinin temel taşlarından birini oluşturuyor. Akarsu, zengin biyoçeşitliliğe ev sahipliği yaparak pek çok bitki ve hayvan türü için yaşam alanı sunuyor. Ayrıca, bölgedeki tarım faaliyetleri için doğal bir su kaynağı oluşturduğundan, yerel ekonomiye de önemli katkılar sağlıyor. Tüm bu nedenlerle, çevresel kirliliğin önlenmesi ve bu bölgedeki derelerin korunması, hem doğal yaşamın sürdürülebilirliği hem de insan sağlığının korunması açısından büyük önem taşıyor.

Gölet ve çevresindeki kirlilik, büyük bir koku ve sinek popülasyonuna yol açıyor. Fotoğraf: Celil Kocataş

 


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

 

“Seçimlerde bütün partiler mesaj atıyor. Ama ‘Sen nasılsın, yaşıyor musun?’ diye soran kimse yok,” diyor Neslihan Zenci. Eşi Ender ve üç çocuğuyla birlikte Ankara Eryaman’da hayata tutunmaya çabalıyor ve binbir yoksunlukla mücadele ediyorlar. Neslihan ve Ender, yaşanan yıkımın ardından başkentin yolunu tutan depremzede ailelerden biri. 6 Şubat 2023’te meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremler binlerce insan gibi Zenci ailesinin de kurulu düzenini altüst etti. Ancak zorluklar Ankara’ya gelmeleriyle son bulmadı. Başkente göç ettikten sonra karşılaştıkları bürokratik engeller, yetersiz yardımlar ve belirsiz gelecek, üzerlerindeki yükü her geçen gün artırıyor. Neslihan, seçim döneminde verilen sözlerin tutulmaması nedeniyle tepkili. “Bazen keşke çıkmasaydık diye düşündüğüm oluyor. Çok haksızlığa uğradığımızı hissediyorum. Hiçbir şey adil olmuyor.”

Depremden önce Zenci ailesi, Hatay’ın Defne ilçesindeki Elektrik Mahallesi’nde, aktif fay hattı üzerinde yer alan üç katlı bir binanın en üst katında yaşıyordu. Depremde evleri yerle bir oldu. Ender Zenci, deprem sırasında işitme cihazını kaybetmesine rağmen eşi, iki kızı ve oğlunu enkazdan çıkardı. Neslihan Zenci, 6 Şubat’taki ilk deprem anında uyanıktı. Aile, en büyük yıkıma uğrayan beldelerden birinde enkazdan kurtulmayı başardı. Ancak komşuları, Neslihan’ın birçok akrabası, Ender’in kuzeni, büyük kızlarının birçok arkadaşı ve öğretmeni yaşamını yitirdi. Kızlarının bir öğretmeni ise hâlâ bulunamadı.

Elektrik Mahallesi’ndeki binaların çoğu yıkıldığı için, aile enkazdan çıktıktan sonra toplanma alanına ulaşamadı ve iki hafta boyunca 15 kişiyle birlikte bir minibüste yaşam mücadelesi verdi. Ender’in marangoz dükkânı ve arabası da enkaz altında kaldı. Enkazdaki araba, depremden 10 ay sonra çıkarıldı. Ender, değeri 500 bin TL olan arabasını 20 bin TL’ye satmak zorunda kaldı.

20 Şubat’taki artçı depremin ardından aile, başkente taşınmaya karar verdi. Ankara’yı, deprem riskine karşı daha güvenli buluyorlardı. İlk olarak Gölbaşı’ndaki bir otelde bir ay kaldılar. Otelin bazı çalışanları, aileye kötü muamelede bulundu. Gölbaşı Kaymakamlığı’na yardım için başvuran aileye 1000 TL yardım verildi.

İkametgâhları Hatay’da olduğu için yardımlardan faydalanamadılar

Ankara’nın Etimesgut ilçesine bağlı Eryaman, şehrin batısında, merkeze uzak bir semt. Doksanlı yıllarda gelişen düzenli yerleşim bölgeleri ve yeşil alanlarıyla dikkat çekiyor. Eryaman, son yıllarda nüfus ve yapılaşmanın artmasına karşın sakinliğini koruyor. 6 Şubat depreminden etkilenen birçok insan, Eryaman’da hayata tutunuyor.

Zenci ailesi, Eryaman’da küçük bir kapıcı dairesinde yaşıyor. Bu evde sevgi dolu, birbirine kenetlenmiş ve yaşama sevincini kaybetmemiş bir ailenin sıcaklığını hissetmek zor değil. Ender ve Neslihan Zenci son derece içten, cana yakın ve misafirperver bir çift. Deprem sonrasında karşılarına çıkan zorluklara dirayetle ve cesaretle göğüs germişler. Hikâyelerini anlatırken ve ihtiyaçlarını benimle paylaşırken daima hakkaniyetli olmaya özen gösterdiklerini görebiliyorum.

“Aynı hanede yaşıyoruz. ‘Niye ikametgâh belgesi yok?’ dediler. O yüzden hiçbir yardımdan faydalanamadık.”

Bulundukları dairede iki yıldır ücretsiz otursalar da ev sahibi artık kira almak istiyor, bu da ay sonunu getirmekte zorlanan aile için yeni bir masraf kalemi demek. Eryaman’a taşındıklarında Gölbaşı Kaymakamlığı verdiği 1000 TL’lik yardımı kesmiş. “Bize daha çok halkın desteği oldu,” diyor Ender. Ankara’daki komşularının para toplayarak depremde kaybolan işitme cihazından aldığını anlatıyor. Sosyal yardımlardan faydalanmak için yaptıkları başvurular sürekli yokuşa sürülürken konu komşu desteği bir nebze olsun ferahlamalarını sağlıyor.

Aile, Etimesgut Belediye eski Başkanı Enver Demirel döneminde belediyeden yardım alıyormuş. Fakat Ender seçimlerden önce, Nisan 2023’te Etimesgut Kaymakamlığı’na yardım başvurusunda bulunmaya gittiğinde anlam veremediği bir tutumla karşılaştığını anlatıyor. “Resmen bizimle alay ettiler. ‘Evinizde ne var?’ dediler. ‘Klimanız var mı?’ diye sordular.”

Kaymakamlık, başvurularını değerlendirdikten sonra olumsuz cevap verdi. Neslihan, kaymakamlığın ret cevabına eşinin ikametgâhının Hatay’da olmasını gerekçe olarak sunduklarını söylüyor. “Aynı hanede yaşıyoruz. ‘Niye ikametgâh belgesi yok?’ dediler. O yüzden hiçbir yardımdan faydalanamadık.” Her ne kadar Etimesgut Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı Başkanlığı incelemede bulunmak için ailenin evini ziyaret etmiş olsa da, yardım talepleri bugüne kadar olumlu sonuçlanmadı. “Yardım etmiyorsunuz, destek olmuyorsunuz. O halde niye gelip beni sorguluyorsunuz?” diye soruyor Neslihan. Seçim döneminde verilen vaatlerin pratikte sonuçlanmadığını anlatıyor.

Aile bugüne kadar kırtasiye, ekmek, süt ve et yardımı aldı. Ancak bu yardımlar, ihtiyaçlarını sadece anlık olarak karşılayabildi. Neslihan, çocuklarından sadece ikisine okul seti yardımı aldıklarını ve diğer depremzedelerin faydalandığı çoğu yardımdan mahrum kaldıklarını belirtiyor. “Kimseden fuzuli bir şey istemeyiz” diyen Neslihan, depremden önce kurulu bir düzenleri varken hiçbir kişi ve kurumdan yardım istemediklerini söylemeden geçemiyor: “Şimdi her şey tepetaklak oldu.”

“Ödediğim deprem vergileri nereye gitti?”

Mesleği marangozluk olan Ender, Ankara’ya ilk geldiklerinde İvedik’te Mobilyacılar Sitesi’nde üç ay çalıştı. Ulaşım sorunu ve düşük maaş nedeniyle işten çıktı. Neslihan ise kısa bir süre kuaförde iş buldu. Çalıştığı kuaför dükkânı kapanınca işsiz kaldı. Hatay’dayken ev hanımı olan Neslihan, şu anda su arıtma cihazı satmaya çalışıyor.

Ender’in bir ayağı ise memleketinde. Hatay’a sık sık gidip geliyor. Kimi zaman haftalarca Hatay’da kalarak çalışıyor. Orada arkadaşlarıyla birlikte kullandığı bir dükkân var. Şu anda sabit bir geliri yok Ender’in. Bazen çatı inşaatı gibi yevmiyeli işlere giriyor. Ama ne zaman ücret alacağı hep belirsiz.

“Bir vatandaş olarak hiçbir merciden bilgi alamıyorsun. Deprem bölgesinin tamamında bu var. Çünkü koordinasyon yok.”

Deprem sırasında Zenci çiftinin çocukları 13, 10 ve 6 yaşlarındaydı. Şu anda ise 15, 12 ve 8 yaşındalar. Büyük kızları bu sene lise birinci sınıfa başladı. Diğer çocukları ise sırasıyla orta ve ilkokul ikinci sınıfta. Haliyle, okul masrafları ailenin en önemli gider kalemi. Çocukların iyi bir eğitim görmeleri başkentte kalmalarının en önemli sebebi. Ender evleri yapılınca Hatay’a dönmeyi düşünse de Neslihan çocuklarının Ankara’da daha iyi bir eğitim alacağı kanısında. “Bana kalsa Hatay’ın o dönemdeki yıkık haline rağmen yine orada kalırdım,” diyor Ender.

Fakat evlerine dönüp dönemeyecekleri belirsizliğini koruyor. Ender ve Neslihan, depremde yıkılan evlerinde evlendikten sonra 16 yıl kiracı olarak yaşadılar. Depremden sadece sekiz ay önce Ender evi satın alıp 250 bin TL değerinde büyük bir tadilat yaptı. Ev depremde yıkıldıktan sonra yerinde dönüşüm süreci başladı. Aileye verilecek yeni evin ödeme şartları ise hâlâ netleşmedi.

Ender ve Neslihan Zenci, Ankara’nın Eryaman semtindeki evlerinde, Mart 2025. Fotoğraf: Ebru Apalak

Ender, yıllarca dükkân, emlak ve araç vergisi ödediğini söylüyor. Hükümetin evi yıkılan depremzedelere herhangi bir ek ücret talep etmeksizin yeni bir konut vermesi gerektiğini belirtiyor. “Bunca vergi ödüyorsam evimi ücretsiz almam gerekmez mi? Elektrik, su, telefon faturalarının içeriğinde her türlü vergi var. Deprem vergisi yok mu, o nereye gitti? Bu vergilerin hepsini ödüyorsam bunu sormaya hakkım var,” diyor Ender. Özellikle bilgiye erişmekte çok zorlandıklarını vurguluyor. “Bir vatandaş olarak hiçbir merciden bilgi alamıyorsun. Deprem bölgesinin tamamında bu var. Çünkü koordinasyon yok. Evimi bedava almam gerekmez mi? Şu anki hükümetimiz diyor ki: ‘Vatandaşımıza ev yapıyoruz.’ Sen bu evi satıyorsun. Bazı yerlerde sağlam evleri yıkıp borçlandırıyorlar. Evim 140 metrekareyken bana 100 metrekare ev vereceksin ve evi kendi paramla alacağım.” Depremzedelere söz hakkı tanınmamasına sitem ediyor. “Ben bir vatandaşım. Seçme hakkım varsa onlar da bunu kabul etmek zorunda.”

Aile, yalnızca maddi ihtiyaçlarına yönelik yardımların değil, psikososyal desteğin de yetersiz olmasının eksikliğini hissediyor. Aile üyelerinden hiçbiri depremden sonra psikososyal destek almamış. “Oysa insanlar psikolojik olarak tamamen çökmüş durumda,” diyor Ender. “Bizim orada psikolojik destek herkese lâzım.”

Ender, depremden sonra Ankara’ya ilk geldiğinde bir süre hiç uyuyamadığını ve sürekli ağladığını anlatıyor: “Tükenmiştim. Burada kalmam, Hatay’a sık sık gidip gelmem, evimizin akıbetini öğrenebilmem ve aracımın enkazdan 10 ay sonra çıkarılması sinirlerimi altüst etti.” O dönemde evinin ve arabasının fotoğraflarını görmenin bile tahammülünü zorladığını söylüyor: “Bakıp bakıp ağlıyordum ama artık gülüp geçiyorum.”

Depremden en çok çocuklarının etkilendiğini söylüyor Ender. “Çocuklarımıza elimizden geldiğince zorlukları hissettirmemeye çalışıyoruz. Hissettirmek istemesek de olayların bilincindeler,” diyor. Neslihan da başkente ilk geldiklerinde uyum sağlamakta zorlandıklarını anlatıyor. “Ankara’da çok yabancılık çektim,” diyor Neslihan. “Hatay’da güzel bir yaşantımız vardı. Depremden çıktık, yerin altına geçtik. Çocuklar daha çok korktu. Şu an burası, Hatay’a göre saray gibi.”

Çinkılıç ailesi, açlık sınırında bir gelirle tek göz odada yaşamını sürdürüyor

Başkente göç eden Hataylı depremzede ailelerden biri de Çinkılıç ailesi. Tıpkı Zenci ailesi gibi, onlar da bir dizi mahrumiyetle boğuşuyor. Hatay Kırıkhan’daki evleri hasar görünce Sultan ve Ahmet Çinkılıç’la 13 yaşındaki kızları depremden sonra üç gün boyunca sokakta kaldı. Depremin dördüncü gününde ise Ankara’daki akrabalarının yanına gelmeye karar verdiler. Önce Çankaya’da Ahmet’in yeğeninin evinde kaldılar, ardından Etimesgut Eryaman’da bir apartmanın kapıcı dairesine yerleştiler. Hâlâ tek göz odada üç kişi yaşamayı sürdürüyorlar. Şimdiye kadar kira ödemeyen ailenin bir ay sonra sözleşmeleri bitiyor. Ev sahibi, aileden 3500 TL kira talep ediyor. Oysa daireleri yaşamak için sağlıksız dense yeridir. Son derece soğuk ve basık bir ev bu. Sultan Çinkılıç, eve giren farelerle başa çıkmak için kedi besliyor. Küçücük, kasvetli bir odada yaşamanın yorgunluğu ailenin yüzüne yansımış sanki. Buna rağmen içtenliklerinden ve misafirperverliklerinden ödün vermiyorlar.

Doğuştan görme engelli olan Ahmet, yıllarca simit satarak ve engelli derneklerinde müzisyenlik yaparak geçimlerini sağlamış. 2013’te ise emekliliğe hak kazanmış. Fakat emekliliğiyle birlikte Ahmet’in engelli maaşı kesilmiş. Bugün 15 bin 750 TL emekli maaşıyla ailesini geçindirmeye çalışıyor. Sultan ise Ankara’ya göç ettiklerinden beri pazarda salça, pul biber, bere ve çorap gibi çeşitli ürünler satıyor. Ancak kazancı neredeyse yok denecek kadar az. Evlere birkaç kez gündelikçi olarak giden Sultan, düşük ücret ve kötü çalışma koşullarıyla karşılaştığı için bu işi bırakmış. Aile, tek gelir kaynağı olan Ahmet’in emekli maaşıyla ayakta kalmaya çalışıyor.

“Çocuk işçiliği arttı. Kadınların daha fazla güvencesiz çalışma eğiliminde olduğunu biliyoruz.”

Sultan, geçim sıkıntısının dışında sağlık sorunlarıyla boğuşuyor. Astım, bronşit, bel fıtığı, yüksek tansiyon, B12 eksikliği ve göğsündeki kitle gibi birçok rahatsızlığı var Sultan’ın. B12 eksikliğinin depremden sonra olduğunu söylüyor. Depremden en çok etkilenen ise birçok arkadaşını kaybeden kızları. Ankara’da üç okul değiştirdi ve yaşadığı travma nedeniyle psikolojik destek aldı.

Ahmet ve Sultan Çinkılıç, Eryaman’da tek odalı bir kapıcı dairesinde oturuyor, Mart 2025. Fotoğraf: Ebru Apalak

Ahmet, Ankara’da eski sosyal hayatını sürdüremiyor. Hatay’da sık sık dışarı çıkan Ahmet, Ankara’da evden çıkamaz hâle geldi. Sadece haftada bir gün dışarı çıkan Ahmet, kızının yardımıyla üye olduğu engelli derneğine gidiyor. Ankara’daki komşuluk ilişkilerinden ise “Kimse kimseyi görmüyor,” diyerek yakınıyor.

Çinkılıç ailesi, 2024 yılında Etimesgut Belediyesi’ne sosyal yardım için başvuruda bulundu. Ahmet, belediyeden sadece yemek yardımı alabileceklerini belirten bir cevap aldıklarını söylüyor.

Ankara’da barınma krizi ve kent yoksulluğu derinleşiyor

Ankara başta depremden etkilenen iller olmak üzere, İstanbul gibi deprem riski yüksek şehirlerin de aralarında bulunduğu birçok bölgeden büyük bir göç aldı. Depremzedeler, barınma, istihdam, sağlık hizmetleri ve sosyal destek gibi birçok alanda zorluklarla karşılaştı. Bu süreç, başkentteki kent yoksulluğunu derinleştirdi. Artan yaşam maliyetleri, yükselen kira fiyatları ve güvencesiz çalışma koşulları hem göç edenleri hem de yerleşik halkı etkiledi.

Hacettepe Üniversitesi Öğretim Görevlisi Doçent Dr. Selcen Öztürk, göç eden depremzedelerin genellikle düşük gelirli semtlere yerleştiğini ve bu semtlerde barınma sorunlarının ciddi boyutlara ulaştığını söylüyor. “Konutkent bölgesine yerleşenler de oldu. Ama bir evi üç aile paylaşmak durumunda kaldı. Bu tip yerleşimler barınma krizine ve konut piyasası üzerinde bir etkiye yol açtı,” diyor Öztürk.

“Yerleşik halk buna misafirperverlik olarak yaklaşırsa bir süre sonra ‘artık yeter’ demeye başlıyor.”

Sosyal Politikalar Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde Ekim 2020’de “Ankara’da Kent Yoksulluğu” başlıklı araştırmayı yapan ekipte yer alan Öztürk, kent yoksulluğunu gelir adaletsizliğinden çok daha geniş bir kavram olarak tarif ediyor. “TÜİK verilerine dayanarak kent yoksulluğunun hesaplanması mümkün değil,” diyor Öztürk. Kent yoksulluğu kavramının ekonomik boyutunun ötesinde, güvenli yaşam, sosyal hizmetlere erişim ve kültürel faaliyetlere katılabilme gibi unsurları içerdiğini vurguluyor. Araştırmaların daha kapsamlı ve sürekli bir biçimde yapılması gerektiğini de ekliyor. “Biz Ankara Büyükşehir Belediyesi ile işbirliği içinde geçen sene için ölçmeye çalışmıştık, onun da devamı gelmedi. Ulaşabildiğimiz kesim daha çok belediyeden destek alan kesim olduğundan kent yoksulluğunun çok ciddi boyutlarda çıktığını söyleyebiliriz. [Yerleştikleri] semtlerde kent yoksulluğunun ciddi ölçüde arttığını gözlemledik.”

Kent yoksulluğunun ekonomik yansımalarının başında kayıt dışı istihdam bulunuyor. Öztürk, Ankara’da kayıt dışı istihdamın hızla yaygınlaştığını belirtiyor. Ama sorun yalnızca bununla sınırlı değil: Kayıt dışı istihdamın yaygınlaşmasının birçok sonuçları var. “En çok etkilenen her zaman olduğu gibi kadınlar ve çocuklar oldu.” diyor Öztürk. “Çocuklar eğitimden mahrum kaldı, bazıları çalışmak zorunda kaldı. Çocuk işçiliği arttı. Kadınların daha fazla güvencesiz çalışma eğiliminde olduğunu biliyoruz,”

“Hak temelli bir sosyal destek politikası şart”

Depremzede göçmenlerin, sosyal dışlanma ve entegrasyon sorunlarıyla karşı karşıya kaldığını anlatıyor Öztürk. Nitekim Öztürk’e göre, Ankara’nın yerleşik halkının kente göç eden depremzedeleri “gitmesi gereken misafir” olarak görmesi, depremzedelerin ekonomik kalkınmaya katkıda bulunmasını olumsuz etkiliyor. “Uzun vadede kendilerini dışlanmış hissedecekler, yaşadıkları yerin hiçbir şekilde bir parçası olamayacaklar,” diye konuşuyor. “İş bulsalar bile verimli bir şekilde çalışamazlar. Aslında her türlü göçte ortaya çıkan bu temel sosyal dışlanma sorununu bir şekilde aşmamız gerekiyor. Bu durum, kamu hizmetlerine erişimde adaletsizliğe ve eşitsizliğe yol açıyor.”

Sosyal dışlamanın uzun vadeli olası sonuçları konusunda da uyarıyor: “Bu, güvenlik ve suç sorunlarına kadar gidebilir. Çünkü kendinizi ait hissetmediğiniz, dışlanmış hissettiğiniz bir yerde sosyolojik olarak çok farklı süreçler ortaya çıkabilir.” Bu nedenle psikososyal destek büyük önem taşıyor. “Ama bu psikolojik desteğin ne kadarını alabildiler, bu da bir tartışma konusu,” diye ekliyor Öztürk.

Doçent Dr. Selcen Öztürk

Konuştuğum depremzedeler Ankara’da sosyal yardımlara erişmekte büyük zorluklar çektiklerini anlattılar. Öztürk, yerel yönetimlerin, depremzedelerin yaşadığı eşitsizlikleri azaltabilmek için sosyal destek programlarını güçlendirmesi gerektiğini vurguluyor. Ancak depremzedelere yardım yükünü sadece yerel yönetimlerin üzerine yıkmamak gerektiğini de belirtiyor. “Bu sadece yerel yönetimlerin altından kalkabileceği bir şey değil. Devletin hak temelli bir sosyal destek politikası izlemesi gerekiyor,” diyor.

Öztürk, depremzedelerin sorunlarına “en kalıcı çözüm” olarak kooperatif modelini öneriyor. “Çünkü kooperatiflerde insanlar bizzat kendileri söz hakkına sahip olabiliyorlar,” diyor Öztürk. “Kendi yaşadıkları sorunları dile getirip çözümün bir parçası olabildikleri için sosyal dışlanmayı hissetmiyorlar.”

Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun Şubat 2025 “Açlık ve Yoksulluk Sınırı” araştırmasına göre, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 23 bin 323 lira 86 kuruşa, yoksulluk sınırı ise 75 bin 973 lira 49 kuruşa yükseldi. Bu veriler, 2025 yılı için belirlenen 22 bin 104 liralık asgari ücretin, açlık sınırının altında kaldığını gösteriyor. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na bağlı Birleşik Metal İşçileri Sendikası’nın Araştırma Merkezi, Ocak 2025 dönemi için dört kişilik bir ailenin açlık sınırını 22 bin 75 TL, yoksulluk sınırını 76 bin 358 TL olarak hesapladı.

Ankara’ya göç eden depremzede aileler, değil yoksulluk, açlık sınırın altında ve düzensiz gelirlerle geçinmeye çalışıyor. Fakat sosyal desteklerden mahrum kalmaları kentsel yoksulluğun üzerindeki baskıyı artırıyor. Depremzede ailelerin psikososyal destek de dahil, ihtiyaç duydukları desteğe erişmeleri bütün toplumu ilgilendiriyor. Ayrıca desteklerin hayırseverlik anlayışıyla değil, vatandaşlık hakkı temelinde sunulması gerektiğinin altını çiziyor Öztürk. “Yerleşik halk buna misafirperverlik olarak yaklaşırsa bir süre sonra ‘artık yeter’ demeye başlıyor. Çünkü kendi konforundan vazgeçmek istemiyor. Dolayısıyla bunun misafirperverlik ya da yardımseverlik olarak algılanmasına izin vermemek gerekiyor,” diyor. “Bu da ancak sosyal politikaların etkin bir şekilde kullanılmasıyla mümkündür.”

 


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

Yaz aylarında, Anadolu’nun tepeler ve dağlarla çevrili ovalarından kokusu insanın genzini yakan kapkara dumanlar yükselir. Güneşin pırıl pırıl aydınlattığı gökyüzündeki isin izini sürdüğünüzde ağaçsız bir arazide, adeta toprağın ortasından fışkıran alevlerden kaynaklandığını fark ederseniz. Bu görüntü alışkın olmayanlara şaşırtıcı gelebilir. Ama aslında son yıllarda giderek artan bir tarımsal faaliyet işaretidir bu.

Anadolu’da çiftçiler hasat sonrası tarlalarda kalan bitki artıklarını, özellikle de saplarını değerlendiremediklerinde yakarak bertaraf ediyorlar. “Anız yakma” olarak bilinen bu uygulama, hava şartlarının etkisiyle kayda değer ölçekte yangınlara dönüşebiliyor. Muş, Bingöl, Erzurum ve Diyarbakır gibi birçok ilde yıllardır süregelen ve giderek artan anız yangınları, hem çevreye hem de insan sağlığına büyük zararlar veriyor, birçok canlı organizmanın ölümüne sebep oluyor. Büyük geçim sorunlarıyla boğuşan çiftçiler için “kısa vadede bir çözüm” gibi görünse de, bu yöntem toprağın verimliliğini azaltmanın yanı sıra biyoçeşitliliğe zarar veriyor ve iklim değişikliğini hızlandıran karbondioksit salınımını artırıyor.

Peki, çiftçiler neden anız yakıyor? Anız yangınların toprak, doğa ve canlılar üzerindeki tesirleri neler? Gerek tarım yapanlar gerekse ziraat alanında uzmanlar bu konuya giderek daha fazla eğiliyor.

Anız yangınları yüzlerce bitki ve hayvan türünü etkiliyor

Anız yakmak, buğday ve diğer tahılların saplarını hızlıca bertaraf etmek için hızlı ve etkili bir çözüm. Ancak kısa vadeli bu faydalar için toprağı ateşe vermenin bir dizi olumsuz sonuçları var. Bunların başında toprakta yaşayan onlarca canlının, özellikle de böceklerin yok olması geliyor. Doçent Dr. Mustafa Yaşar, Nature Communications adlı hakemli dergide yayımlanan bir çalışmaya işaret ederek dünya çapında anız yakımı uygulaması nedeniyle 500’den fazla bitki ve hayvan türünün tehdit altında olduğunu söylüyor.

Muş Alparslan Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Fakültesi Toprak Bilimi ve Bitki Besleme anabilim dalında öğretim üyeliği yapan Yaşar, bitki ve canlıların sayılarındaki azalmanın bütün bir besin zincirini etkilediğini ve ciddi bir biyoçeşitlilik kaybına yol açtığını vurguluyor. “Bu kayıp, ekosistem hizmetlerini zayıflatıyor ve tarımın sürdürülebilirliğini riske atıyor,” ifadelerini kullanan Yaşar, Türkiye Biyoçeşitlilik Raporu kapsamında yapılan bölgesel bir araştırmada paylaşılan bir saptamayı aktarıyor. Bu saptamaya göre sadece Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde anız yakma sonucu tarla kuşu popülasyonlarının yüzde 30 oranında azalmış.

“Anız yakımıyla toprağın ilk 20 santimlik kısmında mevcut rutubetin yaklaşık yüzde 32’lik kısmı kayboluyor.”

Anız yakmanın zararları biyoçeşitlilik kaybıyla sınırlı değil. Yaşar anız yakımının uzun vadede gerek çevre, gerek insan sağlığı, gerekse toprağın bereketi açısından ciddi sorunlara yol açtığına dikkat çekiyor. “Anız yakma, atmosferde sera gazı birikimini artırarak iklim değişikliğine doğrudan katkıda bulunuyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin raporuna göre anız yakma, yıllık küresel karbon salınımının yaklaşık yüzde 10’unu oluşturuyor” diyor Yaşar.

Çiftçiler anız yangınını Muş’taki bu tarlada olduğu gibi her zaman kontrol altına alamıyor ve kıvılcımlar komşu tarlalara sıçrayıp yayılabiliyor. Fotoğraf: Yusuf Özgür Bülbül

Yaşar’ın aktardığı üzere Orman Bakanlığı’nın verilerine göre, Türkiye’de 2021 yılında anız yakımı kaynaklı emisyonlar yaklaşık 1,5 milyon ton karbondiyoksit eşdeğerinde. Ayrıca, Türkiye Çevre Ajansı’nın bu emisyonların etkilerine ilişkin yaptığı incelemelerde, kırsal kesimlerde ince partikül maddelerin (PM2.5) iki katına çıktığı bulgusunu elde ettiğini de belirtiyor Yaşar. Hava kirliliği ise çevrenin gördüğü tahribatın yalnızca bir boyutu. Çiftçiler, anız yakarak topraklarının sağlığına, dolayısıyla verimliliğine de zarar veriyorlar. “Toprak ekosistemleri, anız yakma uygulamalarından doğrudan etkileniyor,” diyor Yaşar. “Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü tarafından yapılan bir çalışmaya göre, anız yakılan tarlalarda organik madde kaybı yüzde 30’a ulaşıyor. Bu durum, toprağın su tutma kapasitesini yüzde 25 oranında azaltıyor.”

“Van Gölü havzası Türkiye’nin kuş türlerinin yarısından fazlasını barındırıyor. Anız yangınları bu çeşitliliğe zarar veriyor.”

Ayrıca böceklerin ölümü toprağı zenginleştiren ve verimli kılan birçok mineralden de mahrum bırakıyor. Yaşar’ın değindiği bir başka araştırmaya göre anız yakılan tarlalardaki solucan popülasyonunun yüzde 60 oranında azaldığı ve bu durumun uzun vadede toprağın doğal yapısını bozduğu belirlenmiş. Araştırmada toprağın mineral içeriğindeki azalma nedeniyle tarımsal verimliliğin yüzde 20’ye kadar düştüğü gözlemlenmiş.

Dünya çapındaki bu araştırmalar anız yakmanın hele hele Anadolu gibi kurak ve verimsiz topraklardaki tarımın sürdürülebilirliğini tehdit ettiğini, kısa vadede elde edilecek faydaları karşılığında çiftçilerin ciddi bir bedel ödediğini gösteriyor. “Anız yakma kısa vadede kolaylık sağlasa da uzun vadede çevreye, tarıma ve topluma büyük zararlar veriyor,” diyor Yaşar. “İklim değişikliği, toprak verimliliği, biyoçeşitlilik ve toplum sağlığı üzerindeki etkilerini göz önünde bulundurduğumuzda, bu uygulamadan vazgeçmek kaçınılmaz.”

Toprak rutubet, canlılık ve organik madde kaybına uğruyor

Peki, anız yakımının kısa vadeli faydaları neler? Profesör Dr. Hasan Kılıç, çiftçinin anız yakarak bir sonraki ekimin daha kolay koşullarda yapılmasını sağladığını anlatıyor. “Kısa vadede fazla enerji gerektirmeden kolay işlenebilen bir toprak bırakması, atılan tohumun düzenli bir çıkış yapması bakımından tercih edilen bir yöntem,” diyor Kılıç. Fakat bu yöntemin rutinleşmesine karşı uyarıyor. “Anız, ekilecek ürünün tohum yatağı hazırlığında toprak işlemeyi zorlaştırdığından işin kolayına kaçan üreticilerce yakılıyor. Kısa ve uzun vadede sebep olduğu zararlar hesap edilmeden, tabiatın dengesinde oluşacak bozulmanın boyutları düşünülmeden yapılan bu girişimler toprakta telafisi zor sonuçlara yol açıyor.”

Bingöl Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarla Bitkileri Bölümü’nde öğretim üyesi olan Kılıç, anız yakmanın sanılanın aksine yabancı ot yoğunluğunun düşürülmesine tesir etmediğini vurguluyor. Olumsuz etkilerini üç başlıkta özetliyor: Toprakta rutubet, canlılık ve organik madde kaybı.

“Tarlaların yakılması burada yaşayan böcek ve sürüngen çeşitliliği ve onlarla beslenen diğer hayvanlar için olumsuz bir durum.”

“Diyarbakır şartlarında yürüttüğümüz bir çalışmada, anız yakımıyla toprağın ilk 20 santimlik kısmında mevcut rutubetin yaklaşık yüzde 32’lik kısmının kaybolduğunu ortaya koyduk,” diyor Kılıç. Bu rutubet kaybının Anadolu gibi yağışsız ve kuraklık dönemleri olan yörelerdeki etkisinin daha büyük olduğuna dikkat çekiyor. “Küresel iklim değişikliği ve kuraklık göz önünde bulundurulduğunda toprak rutubet muhteviyatının önemi daha iyi anlaşmalı,” ifadelerini kullanıyor.

Toprak ateşe verildiğinde kuru sapların yanında toprakta yaşayan bir çok canlı organizma da yanıyor. “Bir gram toprakta milyarlarca canlı organizma bulunabiliyor. Başta bakteriler olmak üzere mantarlar, aktinomisetler, yosunlar, nematodlar ve gözle görülebilen yüzlerce farklı hayvan türleri sayabiliriz. Bunların her birinin toprağın verimliliğinde ve orada yetiştirilen bitkilerin köklerin besin alımı ile hastalık ve zararlıların kontrol altına alınmasında belirli vazifeleri vardır,” diyor Kılıç. Farklı iklimlerde ve yörelerde toprakta farklı ekosistemler bulunduğunu söyleyen Kılıç, yangınların toprağın hem dengesini hem de niteliğini bozduğunu vurguluyor. “Bu uygulama canlı kesafetinde büyük bir azalmanın yanında hastalık ve zararlı kontrolünde vazife alan bazı türlerdeki denge değişimine sebep oluyor. Bu da kültür bitkilerinde baş gösteren hastalık ve böcek istilasıyla neticeleniyor.”

Ayrıca organik madde bakımından da yine olumsuz etkileri bulunuyor “Anızın toprağa karıştırılmasının organik madde artışına olan katkısı tartışmasızdır. Anız yakımıyla topraklarımız organik maddece daha da fakir hale gelebiliyor,” diyor Kılıç.

Van Gölü aktivistleri: Kuş türleri için büyük tehdit

Van yöresinde de yaygın olan anız yangınları sadece toprak üstü canlılarını değil, kuş türlerini de tehdit ediyor. Anız yangınlarıyla ilgili farkındalık yaratmak, Van Gölü havzasının kuş türlerini koruma çalışmalarının da bir parçası. “Van Gölü havzası Türkiye’nin kuş türlerinin yarısından fazlasını barındırıyor. Anız yangınları bu çeşitliliğe zarar veriyor,” diyor Van Gölü Aktivistleri Derneği Başkanı Dilruba Ercan. Sebebini ise şu şekilde açıklıyor: “Anızlar topraktaki organik maddeyi artırır. Anız yakıldığı takdirde topraktaki verimlilik düşer. Toprağın koruyucu tabakası yok olur, bu da erozyona neden olur. Ayrıca hava kirliliği artar. Anızlar kurudur, tutuşturulduğu zaman çevreye ateşin sıçrama olasılığı yüksektir.” Ercan da sürdürülebilir tarım yöntemlerinin gıda güvenliğinin ötesinde doğadaki ekolojik dengenin korunmasında önemli bir etkisi olduğunu düşünüyor. “Anız doğal süreçtir ve alternatif yöntemler ile sürdürülebilir ve zararsız bir çözüm tercih edilmelidir,” diyor Ercan.

“Biyolojik çeşitlilik açısından anız yakımının kesinlikle devam etmemesi gerekiyor.”

Anız yangınlarına dair çalışmalar yapan önemli sivil toplum kuruluşlarından biri de Doğa Derneği. Dünya Kuşları Koruma Kurumu’nun Türkiye ortağı olarak 2002 yılından bu yana faaliyet gösteren dernek Mersin’den Hasankeyf’e, Hatay’dan Artvin’e bugüne kadar Anadolu’nun doğusunda onlarca çalışma yürüttü. Doğa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Dicle Tuba Kılıç, anız yakılan alanların biyolojik çeşitliliğe verdiği zararın zincirleme etkisi olduğunu vurguluyor. “Anız yakılan alanlar pek çok canlı için beslenme alanı. Hasat sonrası boşalan tarlalarda kalan tohumları ve böcekleri yemek için özellikle kuşlar ve sürüngenler bu alanları kullanıyor. Tarlaların yakılması burada yaşayan böcek ve sürüngen çeşitliliği ve onlarla beslenen diğer hayvanlar için olumsuz bir durum,” diyor Kılıç. “Bu nedenle, öncelikle biyolojik çeşitlilik açısından anız yakımının kesinlikle devam etmemesi gerekiyor.”

Kılıç iklim değişikliği nedeniyle bu yangınların sonuçlarının daha tahripkâr olduğunu belirtiyor: “İklim değişikliğinin etkileri sonucunda yaşanan aşırı kuraklık, bu tür yangınların kontrol çıkmasını sağlayabiliyor. Hava kalitesini düşürmesi ve karbon salınımı açısından da doğru bir uygulama değil. Sonuçta hem biyolojik çeşitlilik hem de iklim değişikliği açısından anız yakılmasının geri dönüşü olmayan pek çok olumsuz etkisi bulunuyor.”

Çiftçiler biçerdöver masrafını karşılayamıyor

Anız yakmak çiftçilerin de tercih ettiği bir uygulama değil. Konuştuğum çiftçiler, anız yakımının zararlarından söz ettiğimde çaresizliklerini dile getirdiler. Yaygınlaşan anız yangınları temelinde çiftçi yoksulluğunun yansımalarından biri. “Bizim kırsal alanlarda anız yangınlarının çoğu çiftçi kaynaklıdır. Bir kısmı da elektrik yüksek gerilim kablolarından dolayı oluyor,” diyor Muş’un Malazgirt ilçesinde büyük sayılabilecek bir tarım arazisinde çiftçilik yapan Ömer Ergün. Sapları toplayacak maddi gücü olmayan, topladığı takdirde ise samandan kâr etmeyen çiftçi için hasadın ardından anızları ateşe vermek tarlayı temizlemenin en kolay yolu. Ergün, çiftçilerin bu çareye başvurmak zorunda kaldıklarını belirtiyor. “Geçen yıl saman para etmediğinden ve biçerdöver masrafını kurtarmadığından kimse samana vurmadı. Ne oldu? Buğday sapı olduğu gibi yerde kaldı. Peki buğday sapları yerde olduğunda çiftçi tarlasını nasıl nadas yapacak? Bu da çiftçinin hatası değil. Ekonomik olarak bakmak lazım.”

“Daha iyi tohum yatağı hazırlamanın yanı sıra yabancı ot ve haşereleri yok etmek gibi sebeplerle anız yakıyoruz.”

Anadolu’nun birçok yöresinde olduğu gibi Muş ve Malazgirt ovalarında genellikle buğday ekimi yapılıyor. Buğday hasadından sonra sapları saman olarak değerlendirebilecekken, kayda değer bir gelir elde edemeyince çiftçiler bundan imtina ediyor. Ergün’e göre tarım politikaları çiftçilerin tarlalarındaki samanı toplaması ve böylece anız yakmamasını dikkate almıyor. Hal böyle olunca, tarlalarını temizleme maliyetini karşılayamayan çiftçiler bakkal hesabı yapmak durumunda kalıyor. Ergün, anız yakılmaması için biçerdöver fiyatlarının düşmesi ve mazot desteği verilmesi gerektiğini söylüyor. Ayrıca, hayvancılığın azalmasının saman ihtiyacını azalttığını da vurguluyor Ergün. “Örneğin geçmişte bir köyde 3 bin 500 büyükbaş hayvan vardı. Şimdi ise 200 büyükbaş hayvan var. Bu da elindeki samanın elinde kalması demek. Anız yakmaya mecbur kalıyorsun,” diyor.

Muş’un merkez ilçesinde besicilik ve çiftçilik yapan Yavuz Tektimur yörede çiftçilerin sıklıkla anız yaktığını doğruluyor. Atatürk Üniversitesi’nin İletişim Fakültesi’nden mezun olduktan sonra tarıma yönelen Tektimur, özellikle sıcak havalarda kıvılcımların başka çiftçilerin tarlalarına ve ekinlerine sıçrayıp tarlalarını yaktığını ve kontrolden çıkan yangının bu şekilde yayıldığını anlatıyor. “Daha iyi tohum yatağı hazırlamanın yanı sıra yabancı ot ve haşereleri yok etmek gibi sebeplerle anız yakıyoruz,” diyor Tektimur. Fakat etkilerine dair farkındalığın düşük olduğunu da ekliyor: “Anız yangınları tarlalara, insanlara ve doğaya ciddi olarak zarar veriyor. Ama çiftçiler anız yakmanın olumsuz etkileri ile ilgili yeterince bilgilendirilmiyorlar.”

“Saman üretimi teşvik edilmeli ve ekipman temini sağlanmalı”

Ziraat mühendisi Ogün Tekin, çiftçilerin giderek daha sık anız yakma uygulamasına başvurduklarını söylüyor. Tekin’e göre tarla sürümünü kolaylaştırmanın yanında samanın piyasa değerinin çok düşük olması da bunda önemli bir etken. Ayrıca, çiftçinin anız yakma sırasında tarlaya verilecek zarardan kaynaklı verim düşüşü konusunda yeterince bilgi sahibi olmadığını belirtiyor. Bu nedenle, tarladaki ürünleri biçtikten sonra sap kırma makinesi ile tarlada kalan sapları parçalamanın ya da balya makinesi ile balyalamanın öneminin çiftçiye anlatılması gerektiği kanaatinde.

Bilimsel çalışmalar, anız yakmanın sürdürülebilir tarım uygulamaları ile önlenebileceğini gösteriyor.

Tekin, anız yakmaya karşı mevzuatlarda öngörülen para cezalarının sıkı bir biçimde uygulanmadığını söylüyor. “Anız yakmanın karşılığında uygulanacak para cezalarının silinmemesine yeterli özen gösterilmeli. Bununla beraber, samanın piyasa değerini yukarıya çekerek, çiftçileri ürün saplarından saman üretimine teşvik etmek gerekiyor,” diyor Tekin. Eğitim konusunda il, ilçe tarım müdürlükleri ve ziraat odaları gibi kuruluşlar sorumluluk alabilecek konumdalar. Ancak samanları toplamak ekipman gerektiriyor, bunun için de Tekin’e göre bakanlığın devreye girmesi şart. “Sap kırma makinelerinin maliyetli olduğu göz önüne alınarak, bakanlık bünyesinde belli bölgelere hizmet verilecek şekilde bu ekipmanların temini sağlanmalı,” diyor Tekin. “Yurt dışında saman piyasası takip edilerek ihracatın önü açılmalı.”

Tarım uzmanlarına göre tarladaki ürünleri biçtikten sonra sap kırma makinesi ile tarlada kalan sapları parçalamanın ya da balya makinesi ile balyalamanın öneminin çiftçiye anlatılması gerekiyor. Fotoğraf : Yusuf Özgür Bülbül

Muş Alparslan Üniversitesi öğretim üyesi Doçent Dr. Yaşar ise yapılan bilimsel çalışmaların, anız yakmanın sürdürülebilir tarım uygulamaları ile önlenebileceğini gösterdiğini aktarıyor. Yaşar’a göre üç aşamalı bir programla anız yakmanın önüne geçebilir:

> İlk aşama: organik gübreleme. Yaşar, anız atıklarının organik gübreye dönüştürülmesinin hem toprağın yapısını iyileştireceğini hem de çiftçilere ekonomik katkı sağlayacağını belirtiyor.

> İkinci aşama: modern toprak işleme ekipmanlarının temini. Modern ekipmanlar, anız yakmaya alternatif çözüm sunuyor. Yaşar, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından yapılan çalışmada bu tarz ekipmanların kullanımıyla toprak verimliliğinin yüzde 15 kadar arttığının saptandığını aktarıyor.

> Üçüncü aşama: eğitim ve farkındalık çalışmaları. Yaşar’a göre çiftçilerin anız yakmanın zararları ve alternatif uygulamalar konusunda bilinçlendirilmeleri için bir eğitim programı uygulamak şart.

Bingöl Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Dr. Kılıç ise Diyarbakır’da yaptıkları uygulamada alternatif metotlarla olumlu sonuçlar elde ettiklerini anlatıyor. “Buğday anızının yakmadan değerlendirilmesi ile alakalı üç yıl boyunca Diyarbakır’da yürüttüğümüz bir çalışmada bir-iki ekipmanın kullanımıyla üreticinin arzu ettiği şekilde bir tohum yatağının oluşturulmasının mümkün olduğunu gösterdik,” diyor Kılıç. Çiftçiler, düşük maliyetli olduğundan anız yakıp pulluk, kültüvatör veya çizel ile toprağı sürüyorlar. Oysa sap parçalayıcı ile anızı parçaladıktan sonra toprağı işleyip ekim yapmak da bir seçenek. “Çiftçi sap parçalayıcıyı ek bir masraf olarak görebilir. Ancak tabiatın dengesine katkısı, toprak nemini muhafaza etmesi ve organik madde artışında aldığı rol düşünüldüğünde, faydalarının maliyetini fazlasıyla karşıladığı anlaşılabilir.”

Tarım faaliyetinin yoğun olduğu birçok ilde valilikler, il sağlık müdürlükleri veya il tarım ve orman müdürlükleri anız yakmanın solunum yolları hastalıklarına sebep olabileceği konusunda düzenli uyarılarda bulunuyor. Ayrıca, yangınların kontrolden çıkmasıyla çevredeki yerleşim yerleri ve tarım arazileri de ciddi şekilde zarar görebiliyor. Bu uygulamanın daha sıkı bir biçimde denetlenmesi ve önlenmesi için son yıllarda ülkenin dört bir yanında ülke genelinde kayda değer bir farkındalık gelişti.

Anız yakma sırasında ortaya çıkan duman, insan sağlığı üzerinde ciddi tehditler oluşturuyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre, anız yakımında yayılan dumanın içindeki ince partiküller (PM2.5), yılda yaklaşık 7 milyon insanın erken ölümüne neden oluyor.


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

Van hem coğrafi hem de iklimsel yapısı itibariyle yüzyıllardır tarım ve hayvancılıkla iç içe geçmiş bir şehir. Van Gölü’nün çevresindeki verimli topraklar, bölgenin ekosistemine büyük katkı sağlarken, geniş ova alanları halkın geçim kaynağını oluşturan geleneksel tarım ve hayvancılığı sürdürülebilir bir şekilde destekliyor. Kent son yıllarda ise geleneksel yöntemlerden çevre dostu tarım tekniklerine geçişte kaydettiği başarılarla Türkiye’nin sürdürülebilir tarım merkezlerinden biri haline geldi.

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin (YYÜ) Bitki Koruma Bölümü bu çalışmalara öncülük ediyor. Üniversitenin iklim odalarında ve laboratuvarlarında bilim insanları bitkilerin daha sağlıklı büyüyebilmesi için çevreye zarar vermeyecek alternatif çözümler üretiyor. Burada çalışan akademisyenlere göre tarımsal üretimde kimyasal kullanımını sınırlandırmak mümkün. Bu amaçla yapılan çalışmalar ise saymakla bitecek gibi değil.

Peki, araştırmaların odağında neler var? Araştırmaların temel amacı, bitkileri her türlü zarara karşı korumak için kimyasal yerine çevre dostu kontrol yöntemleri geliştirmek. Örneğin, bir bitki hastalığının yayılmasını önlemek için canlı organizmalardan faydalanılabiliyor. Benzer şekilde, üretimi yapılan bitkilere zarar veren böceklerle mücadele etmek amacıyla bazı bakteriler kullanılabiliyor. Bazen de bitki gelişimini teşvik etmek için kullanılan organik bir gübre, aynı zamanda böceklere karşı mücadele etkisi gösterebiliyor.

“Pestisit kullanımını sınırlandıracak alternatif arayışları içinde en etkili yöntemler, biyolojik mücadele ile gıda veya tarımsal atıkların olumlu etkilerinden azami ölçüde yararlanabilmektir,” diyor Profesör Dr. Semra Demir. “Bu gıdalar ve tarımsal atıklar doğru kullanıldığında bitkilerin gelişim ve dayanıklılığını desteklerler.”

Semra Demir ve ekibi, TÜBİTAK destekli bir proje ile peynir altı suyunu bitkilerin köklerinde yaşayan bir mikroorganizmayla birleştirerek gübre elde etmiş.

Demir üniversitenin Bitki Bölümü’nün başkanı ve filopatolog, yani bitki hastalıkları uzmanı. Özellikle funguslar üzerinde yaptığı çalışmalar doğal tarım yöntemlerinin geliştirilmesi için önem taşıyor. Funguslar, bildiğimiz mantarların bilimsel alem ismi.

“Fungus” yani mantarlar doğal bir gübre işlevi görebiliyor. Fotoğrafı Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Bitki Bölümü araştırmacılarının izniyle kullanıyoruz.

Demir, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde 25 yıldır kimyasal kullanımına alternatif çevre dostu yöntemler üzerine kayda değer bir birikim oluşturulduğunu anlatıyor. Bu yöntemler genellikle ikiye ayrılıyor: Bazen, bir bitki hastalığı ile mücadele etmek için doğada kendiliğinden bulunan başka bir canlı etmenden faydalanılıyor. Bazen de bir böceğe karşı onunla beslenen başka bir böcekle veya bakterilerle mücadele ediliyor. Biyolojik mücadele olarak adlandırılan bu durum, kimyasala gerek duyulmayan bir tarımı mümkün kılıyor. Araştırmalar bunlarla da sınırlı değil; yabancı otlara karşı bitkinin kendi doğal mekanizmasından faydalanılan çalışmalar yapılıyor.

Tarımda yeni yaklaşımlar: Funguslar ve peynir altı suyu

Demir’in kılavuzluğunda bölümün bulunduğu yerleşkeyi geziyorum. İlk olarak laboratuvarlar karşıma çıkıyor. Bitki koruma bölümü entomoloji (böcek bilimi) ve fitopatoloji (bitki hastalıkları) olmak üzere iki ana dala ayrılıyor. Her iki bölümün gerek laboratuvarlarında gerek iklim odalarında devam eden çok sayıda çalışma var. Alanında otuz yılı aşkın süredir akademik çalışmalar yapan Demir’in hakemli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunuyor. Odası plaketlerle dolu. Aramızda koyu bir sohbet başlıyor. İçtenliği ve yaptığı işe duyduğu tutku bulaşıcı. Öğrencileri tarafından da oldukça sevilen biri akademisyen olduğunu anlamam uzun sürmüyor.

Demir ve ekibi “mikrobiyal gübre” adı verilen bir ürün üzerine çalışıyorlar. Yaklaşık 25 yıldır geliştirilen bu ürün 13 farklı mikroorganizma içeriyor. Fungus yani mantarlara dayalı ürün bitki gelişimini desteklerken kimyasal gübre kullanımını da kısıtlamayı hedefliyor.

Demir’in verdiği bilgiye göre bu funguslar verimliliği düşük topraklarda (çok tuzlu, kurak, ağır metal bakımından kirlenmiş veya çöl toprağı gibi) ve bitkinin gelişimini olumsuz etkileyen koşullarda -ki literatürde bundan “bitkinin strese girdiği durumlar” olarak bahsediliyor- oldukça yararlılar. Bu nedenle sadece Van ve çevresinde değil, başka iklim koşullarına sahip bölgelerdeki tarımsal üretim alanlarında rahatlıkla kullanılabiliyorlar. Demir, bu yöntemleri genellikle sebze (domates, biber, patlıcan ve patates), tahıl (buğday ve mısır) ve baklagiller (mercimek, nohut ve fasulye) gibi tek yıllık bitkilerde denediklerini ve başarılı sonuçlar aldıklarını söylüyor.

Araştırmalar üniversitenin tarım arazilerinden başlayıp farklı illerdeki tarım arazilerine uzanıyor. Fotoğrafı Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Bitki Bölümü araştırmacılarının izniyle kullanıyoruz.

Ayrıca üniversitenin uzmanları peynir altı suyunun tarımda gübre olarak kullanımı üzerine yürüttükleri araştırmadan da çok umutlular. Bu projede, peynir altı suyunun kimi durumlarda tek başına kimi durumlarda ise bazı faydalı mikroorganizmalarla birlikte kullanılmasının bitki gelişimini desteklediği ortaya çıkartılmış.

“Avrupa’daki tarım politikalarına baktığımızda, Hollanda, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde kota sistemleri uygulanıyor. Çiftçilere ne üretecekleri, ilgili kurumlarca belirtiliyor ve alım garantisi sağlanıyor.”

Peynir altı suyu, Türkiye’de sadece birkaç fabrikada toz haline işlenebiliyor. Peynirin süzülmesiyle elde edilen bu sıvı genelde ya kanalizasyon sularına ya akarsulara ya da atık sulara karışıp gidiyor. Toprak veya sulara karışınca zararlı etkiler doğurabiliyor. Semra Demir ve ekibi, TÜBİTAK destekli bir proje ile peynir altı suyunu bitkilerin köklerinde yaşayan bir mikroorganizmayla birleştirerek gübre elde etmiş.

“Dünyada ilk olabilecek bir model üzerinde çalıştık. Benzer bir çalışma literatürde bulunmuyordu,” sözleriyle çalışmanın önemini vurguluyor Demir. “Biber ve patlıcan gibi birçok üründe bu gübreyi deneme amaçlı kullandık ve çok iyi sonuçlar elde ettik. Adana, Tokat, Antalya, Diyarbakır, Konya ve Aksaray’dan birçok çiftçi bizden bilgi alıyor. Bu çiftçilerden çok güzel geri dönüşler aldık,” diye ekliyor.

Ekonomik güvencesizlik kaynaklı kısa vadede verim baskısı en büyük engel

Peki, bu yöntemler biliniyor ve kullanılıyor mu? Neden daha çok üretici bu yöntemleri benimsemiyor? Demir, geleneksel pestisit kullanımına dayalı tarımdan bu yeni yöntemlere geçiş için başlangıç maliyetlerinin zorlayıcı olduğunu, üreticilerin büyük kısmının uzun vadeli yatırım yapmaktan çekindiğini söylüyor. “Üreticiler kısa vadede sonuç almak istiyor. Alternatif yöntemler çevre dostu. Ancak gayet etkili olsalar da sonuçlarının tamamı orta ve uzun vadede oluyor,” diyor Demir. Piyasa koşullarının yarattığı baskı da üreticilerin yeni yöntemlerden kaçınmasına sebep oluyor. “Dolayısıyla üreticiler tarafından yeterince tercih edilmiyor, pestisit kullanımı ağır basıyor,” diye devam ediyor Demir. “Pestisitler, kısa vadede daha düşük maliyetli görünse de uzun vadede hem çevreye hem de insan sağlığına ciddi zararlar verebiliyor.” Demir’e göre, alternatif yöntemlerin yaygınlaşabilmesi için üreticilerin çekincelerin azaltılması gerekiyor.

Profesör Dr. Semra Demir.

Türkiye genelinde her yıl ihracata gönderilen birçok ürün, yüksek kimyasal kalıntısı nedeniyle geri dönüyor. Çok temel tarım ürünleri dahi dış pazarda kabul görmeyince, iç pazarda tüketilmek zorunda kalıyor ve bu hem ekonomik kayıplara hem de sağlıksız beslenmeye yol açıyor. Madem kimyasal kullanımı bu kadar zararlı, o halde çiftçilerin alternatiflere daha fazla yönelmesi nasıl teşvik edilebilir? Bu sorunun cevabını almak için Van Büyükşehir Belediyesi’ne gidiyorum. Yaklaşık on yıldır Van Büyükşehir Belediyesi Tarımsal Hizmetler Daire Başkanlığı’nda görev yapan Ziraat Yüksek Mühendisi Gülşen Güven Yördem, tarımsal üretim sahalarında doğrudan çiftçilerle çalışıyor. Bu deneyimi, sahadaki sorunlara dair derin bir bilgi kazandırmış

Kimyasal kullanımının yalnızca çiftçilerin bireysel tercihlerinden kaynaklanmadığını, bunun temelinde eğitim eksikliği, güvencesizlik ve denetimsizlik gibi yapısal sorunların bulunduğunu vurguluyor Yördem. “Maalesef çiftçiler uzun vadeli sonuçları beklemek yerine, kısa vadede daha fazla hasat alabilmek için kimyasal gübre kullanımına yöneliyor,” diyor. Ancak Yördem’e göre tüm sorumluluğu çiftçiye yüklemek yanlış. “Bu durumun farklı sebepleri var. Örneğin, çiftçiler alternatif yöntemler konusunda yeterince bilgilendirilmiyorlar. Çoğu çiftçi, gübre satan yerlerdeki görevlilerin yönlendirmesiyle hareket ediyor. Bu satış noktalarının ise yeterince denetlenmediğini görüyoruz,” diye ekliyor.

Polat, bakterilerle bitkilerin “savunma mekanizmalarını,” bir başka deyişle zararlılara karşı “bağışıklıklarını” güçlendirebildiklerini anlatıyor.

Kimyasal gübre kullanımının artmasındaki etkenlerden bir diğeri ise çiftçilerin yeterli kâr elde edememesi. Yördem’e göre çiftçiler, daha fazla hasat alabilmek için daha fazla gübre kullanmak zorunda olduklarını hissediyor. Ekonomik güvencesizlik ve sağlanan desteklerin yeterli olmaması bu davranışı yaygınlaştırıyor. Ayrıca, plansız tarım politikaları da bu kısır döngüyü besliyor.

“Avrupa’daki tarım politikalarına baktığımızda, Hollanda, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde kota sistemleri uygulanıyor. Çiftçilere ne üretecekleri, ilgili kurumlarca belirtiliyor ve alım garantisi sağlanıyor” diyen Yördem, Türkiye’de de çiftçiyi koruyan, eğiten ve tarımı sürdürülebilir kılan planlı bir sistemin kurulmasının şart olduğunu belirtiyor.

İklim odalarından ve akademik yayınlardan sofralara

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Bitki Koruma Bölümü’ndeki bir diğer dikkat çeken çalışma, ceviz ağaçlarını etkileyen hastalıklara karşı çevre dostu çözümler geliştirmeyi hedefliyor. Bu uluslararası proje, Macaristan ile yapılan ikili işbirliği kapsamında yürütülüyor ve TÜBİTAK tarafından destekleniyor. Projenin liderliğini, üniversitenin öğretim üyelerinden Profesör Dr. Younes Rezaee Danesh üstlenirken, fitopatoloji ana bilim dalından akademisyenler de araştırma ekibinde yer alıyor.

Mikrobiyal gübrelerin uygulandığı biber bitkileri.

Üniversitedeki bir diğer durağımda Bitki Koruma Bölümü’nden Doçent Dr. Evin Polat Akköprü ile görüşüyorum. 2002 yılından bu yana entomoloji (böcek bilimi) alanında çalışan Polat aynı zamanda da bir sanatçı. Türk sanat müziği icra eden Polat’ı zaman zaman etkinliklerde, konserlerde şarkı söylerken görmek mümkün.

Polat ve ekibi pestisit yerine bakteri ve böceklerden nasıl yararlanabileceğini araştırıyor. Polat, bakterilerle bitkilerin “savunma mekanizmalarını,” bir başka deyişle zararlılara karşı “bağışıklıklarını” güçlendirebildiklerini anlatıyor. “Uyguladığımız bakteriler, biyolojik bir materyal,” diyor Polat. “Bu çalışmalarla kimyasallara gerek kalmadan zararlı böceklere karşı koruma sağlanabileceğini ortaya koyduk. Ayrıca sonuçlar, üreticiler için hem çevre dostu hem de ekonomik bir seçenek sunuyor.”

Üniversitenin iklim odalarındaki çalışmalar üniversiteyi Türkiye’nin sürdürülebilir gıda ve tarım haritasının merkezinde konumlandırmış. Fotoğrafı Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Bitki Bölümü araştırmacılarının izniyle kullanıyoruz.

Polat, geçmişte biber üzerinde solucan gübresi (vermikompost) ile yapılan çalışmalardan örnek veriyor. “Biber bitkisi ile beslenen bazı böcekleri kontrol etmek için genellikle kimyasallara başvurulur. Biz de vermikompost ile kimyasallar arasında karşılaştırmalı bir çalışma yaptık. Çalışmaların sonuçları gösterdi ki, kimyasal uygulaması da vermikompost uygulaması da böcek kontrolünde benzer sonuçlar doğuruyor,” diyor Polat. Ardından da tarım pratiklerinde cevap bekleyen önemli bir soruyu dile getiriyor: “Doğal bir alternatif varken neden kimyasallar tercih edilsin ki?”

Doçent Dr. Evin Polat.

Polat ve ekibi, halihazırda “leonardit” ve “biyoçar” gibi organik gübreler ile bazı bakterilerin böcek kontrolündeki etkinliğini araştıran bir çalışma yürütüyor. Üçüncü yılına giren çalışmada, fasulye ve biber bitkilerine zarar veren yaprak bitleri için pestisit kullanılmadan organik gübre ve bakterilerle ne kadar sonuç alınabildiği inceleniyor. Araştırmacılar, bu işlemler sayesinde bitkilerin savunma mekanizmasını güçlendirerek böceğe karşı direnç geliştirdiğini gözlemlemişler. Üstelik bu işlemlerin insan ve çevre sağlığına zararları bulunmuyor. Polat, şu ana kadar elde edilen ön sonuçların oldukça umut verici olduğunu söylüyor.

Tarımsal ekosistemlerde sürdürülebilirlik odaklı çalışmalarıyla dikkat çeken bir diğer araştırmacı ise Bitki Koruma Bölümü’nden yabani ot uzmanı Doçent Dr. Reyyan Yergin Özkan. Üniversitedeki üçüncü durağım ofisi. Özkan, bu çalışmalarda “allelopati” gibi doğal süreçlerden yararlandıklarını anlatıyor. “Allelopati,” doğadaki bitkilerin çevrelerine yaydığı kimyasal maddeler aracılığıyla başka bitkilerin gelişimini engellediği ya da teşvik ettiği doğal bir etkileşim mekanizması olarak tanımlanıyor. Bir başka deyişle, bitkileri bitkilerle korumayı sağlayan bir yöntem. En iyi bilinen örneği ise ceviz ağaçlarının çevrelerine karşı salgıladıkları kimyasallarla başka canlıları etkilemesi. Neredeyse hepimizin bildiği, özellikle eski kuşakların dilinden düşmeyen “ceviz ağacının altında uyunmaz” ifadesinin arkasında yatan mekanizma bugün bilimsel çalışmalarda kullanılıyor.

Özkan’ın yürüttüğü bir projede, beyaz lahananın hasat sonrası tarlada kalan yapraklarından elde edilen özle yabani ot kontrolünün mümkün olup olmadığı araştırılmış. Beyaz lahana özünün yaygın bir yabani ot olan kırmızı köklü horozibiğinin yayılmasını önlediği, bunu yaparken de önemli bir kültür bitkisi olan mısır üzerinde herhangi bir toksik yahut zararlı etkiye yol açmadığı saptanmış. Herbisit adı verilen yabani ot öldürücü ilaçların kullanımını sınırlandırabilmek için tarımsal üretim alanlarında bu gibi yöntemlerin araştırıldığı onlarca çalışma bulunuyor.

Doçent Dr. Reyyan Yergin Özkan.

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin (YYÜ) Bitki Koruma Bölümü tarafından yürütülen bu çevre dostu tarım yöntemleri, öncelikle fakültede bulunan iklim odalarında deneniyor. İklim odalarında, sıcaklık, nem ışık gibi bitki gereksinimleri kontrol altında tutuluyor. Buradan kayda değer bir sonuç elde edildiğinde genellikle aynı yöntemler, sera veya tarla koşullarında tekrar ediliyor. Bazı çalışmalar birkaç yıl üst üste tekrar edebiliyor. Elde edilen bulgular, çoğunlukla ulusal ve uluslararası akademik dergilerde yayımlanarak bilim dünyasına duyuruluyor.

Bu çalışmalar, yalnızca akademik anlamda değil, uygulamalı tarımda da önemli bir etki yaratmayı hedefliyor. Bölümde şu ana kadar TÜBİTAK’tan ciddi destekler alınmış. Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü (TAGEM) ile işbirliği içerisinde yeni proje hazırlıkları da yapılıyor. Tüm bu çabalar, çevre dostu yöntemlerin üreticiler arasında yaygınlaşarak daha sağlıklı ürünlerin sofralarımızda daha fazla yer edinmesini amaçlıyor. Görüştüğüm akademisyenlerin yanı sıra üniversitedeki birçok araştırmacı çeşitli alanlarda çalışmalar yürütüyor. Her yıl çok sayıda öğrenci de bu araştırmalara katılarak akademik sürece katkılar sunuyor.

Gıda ürünlerinin yüzde 85’inde birden fazla pestisit kalıntısı

Yoğun pestisit kullanımı, toprağın doğal yapısını bozarken su kaynaklarının kirlenmesine de yol açıyor. Yeraltı ve yüzey sularına karışan pestisit kalıntıları, su ekosistemlerindeki organizmalara zarar veriyor ve uzun vadede biyolojik çeşitliliği tehdit ediyor. İnsan sağlığı açısından da ciddi riskler barındıran bu kimyasallar, özellikle gıdalarda kalıntı olarak bulunduğunda hormon dengesini bozabiliyor, bağışıklık sistemine zarar verebiliyor, hatta kanser gibi hastalıkların oluşma riskini artırabiliyor.

Doğal pestisit metotlarının uygulandığı fasulye bitkisinin yaprağı.

Pestisit Atlası adlı kuruluş, her yıl dünyada yaklaşık 385 milyon pestisit zehirlenmesi vakası yaşandığını ve her yıl 11 bin kişinin doğrudan bu zehirlenme nedeniyle hayatını kaybettiğini açıkladı.

Greenpeace Akdeniz tarafından Türkiye’de 2019 yılında yapılan bir çalışmada, rastgele gıda örnekleri analiz edildi. Bu örneklerin yüzde 49’unda sucul canlılar, arılar, su yosunları ve faydalı böcekler açısından çok zararlı pestisitlerin kalıntısına rastlandı. Aynı çalışmada, örneklerin yüzde 42’sinde ise doğal hayatta biyolojik birikime neden olan ve toksik etkisi uzun süre kalıcı pestisitler vardı.

Ayrıca, 2013-2014 yıllarında Akdeniz Üniversitesi Gıda Araştırmaları Merkezi tarafından yapılan bir başka araştırmada, analiz edilen gıda örneklerinin yüzde 85’inde birden fazla pestisit kalıntısı bulunmuştu.


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

Döngüsel Moda Kolektifi’nin Kadıköy Yeldeğirmeni’ndeki sade mekânına ilk adım attığınızda rengârenk tezgâhlar ve hummalı bir uğraş içinde insanlar karşılıyor sizi. Ahşap masaların üzerine serilmiş keten kumaşlar, doğal boyalarla renklendirilmiş iplikler ve işleme aşamasındaki tekstil ürünleri, kolektifin sürdürülebilirlik yolundaki samimi çabasını gözler önüne seriyor. Burada karşılaştığınız bütün malzemeler ve aksesuarlar geleneksel üretim biçimlerinin yaratıcılıkla harmanlandığı, geçmişle geleceği buluşturan dönüşüm hikâyeleri barındırıyor.

Yasemin Uluçınar’ın öncülüğünde başlayan bu kolektif sürdürülebilir moda ve ileri dönüşüm üzerine çalışmaları inceleyerek bir yandan unutulmaya yüz tutmuş zanaatları modern tasarım anlayışıyla yeniden canlandırırken, diğer yandan atık çıkarmak yerine değer odaklı bir üretim yaklaşımını geliştirmeye çabalıyor. Sürdürülebilir moda anlayışını yaygınlaştırmak amacıyla da Yeldeğirmeni’ndeki mekânlarında çeşitli etkinlikler ve atölyeler düzenliyor. Ancak yapılması gerekenler sadece bununla sınırlı değil. Yasemin Uluçınar sürdürülebilirliğin günlük hayatta pratiğe dökülebilmesi için “kaynaklara ve sürdürülebilir malzemelerin erişiminin kolaylaştırılmasının” şart olduğunu söylüyor. “Bu da tasarımcı, üretici ve üretimin dönüştürülme sürecinden geçiyor,” diyor Yasemin.

Döngüsel moda, geleceğin moda sektöründe köklü değişimler yaratma potansiyeline sahip. İklim krizinin giderek daha fazla gündemde olduğu günümüzde, moda endüstrisinde tüketim alışkanlıklarının değişmesi kaçınılmaz görünüyor. Uzun vadede, üretim süreçlerinin yeniden şekillendirilmesi, kaynak kullanımının azaltılması ve ürün ömrünün uzatılması gibi dönüşümlerin ön planda olacağı öngörülüyor. Bu bağlamda, Döngüsel Moda Kolektifi gibi girişimler, bireylerden gelen talepler ile sektör pratikleri arasında bir köprü kurma ihtiyacına yanıt veriyor. Kolektif, bunu yaparken toplumsal farkındalık yaratmayı ve moda sektöründe çalışmak isteyen öğrencilere bu bakış açısını kazandırmayı da amaçlıyor.

“Her yıl üretilen elyafın %70’inin çöpe gittiği Türkiye’de tasarımcılar ve tüketiciler olarak sürdürülebilirliğe öncülük etme sorumluluğumuz var.”

Peki, bunun için neler yapılabilir? Türkiye’de döngüsel moda anlayışı henüz tam anlamıyla yaygınlaşmış değil. Sürdürülebilir moda daha çok butik tasarımcılar tarafından benimsenirken, geniş kitlelere ulaşması, tüketici ve üretici davranışlarını doğrudan etkilemesi için daha fazla farkındalık çalışmasına ihtiyaç duyuluyor. Kolektif, Yeldeğirmeni’ndeki Devridaim Enstitüsü’nün bünyesinde sunduğu programlar, atölyeler ve Takas Şenliği gibi etkinliklerle daha fazla kişiye ulaşmayı hedefliyor.

İsrafa karşı zanaat kültürüne dönüş

Bireysel tüketiciler açısından sürdürülebilirliğin öneminin kavranması kritik. Zira moda sektöründeki israf göz önünde bulundurulduğunda, üreticilerin daha sorumlu bir yaklaşım beklentisini karşılamaya yönelmelerinin tek yolu bilinçli tüketici alışkanlıklarının yaygınlaşmasından geçiyor. Yasemin’e göre Türkiye’deki tekstil atığı gibi sorunların daha sık gündeme gelmesi gerekiyor. “Her yıl üretilen elyafın %70’inin çöpe gittiği Türkiye’de tasarımcılar ve tüketiciler olarak sürdürülebilirliğe öncülük etme sorumluluğumuz var,” diyor Yasemin. Devridaim Enstitüsü’nün sunduğu sürdürülebilirlik danışmanlıkları, atölye ve farkındalık çalışmaları da bu sürece katkı sağlıyor.

Kapadokya’nın zanaat kültüründen esinlenen Döngüsel Moda Kolektifi, her geçen gün daha fazla tasarımcıyı, öğrenciyi ve zanaatkârı dönüşüm çalışmalarına dahil ediyor. Kolektifin çalışma alanında keten ekiminden biyobozunur malzemelerle üretime kadar birçok atölye yürütülürken, katılımcıların bireysel üretimleri kapanış etkinliğinde sergileniyor. Bu yıl dördüncüsü gerçekleştirilecek olan Döngüsel Moda Kolektifi’nin eğitim programının yeni dönem başvuruları da yakın zamanda tamamlandı.

Kadıköy Yeldeğirmeni’nde bulunan Devridaim Enstitüsü’nde her ayın ilk Cumartesi günü Takas Şenliği düzenleniyor. Fotoğraf: Delal Meltem Demir

”Döngüsel Moda Kolektifi olarak deneyimlerin önemine inanıyoruz ve bu yüzden beş aylık eğitim süreci içerisinde teorik eğitimler ve uzman konuşmacıların yanı sıra pratik atölyelere de yer ayırıyoruz,” diyor Yasemin. Programda doğal boyama, tekstil onarımı, keten ekimi, atıktan ürün tasarımı, biyobozunur malzemelerle üretim ve geleneksel el sanatlarına yönelik teknik eğitimler gibi bir dizi yöntem ve teknik üzerine uygulamalı dersler sunuluyor.

Kolektifin keten kumaşına odaklanması, sürdürülebilirlik yaklaşımları açısından iyi bir örnek teşkil ediyor. Ketenin hem çevre dostu hem de dayanıklı ve nefes alabilen bir kumaş sunduğunu vurgulayan kolektif, bu bitkinin geleneksel tarım yöntemleriyle yetiştirilebilmesi ve biyolojik olarak parçalanabilir olmasıyla da sürdürülebilir moda için ideal olduğunu belirtiyor. Üç yıldır Kapadokya’da keten ekimi yapan kolektif, bu süreçte doğal boyama çalışmalarını da odağına almış.

Eğitim programında doğal, biyobozunur kumaş ve ipliklerle giyim ürünleri yaratmanın yolları sunuluyor. Fotoğraf: Döngüsel Moda Kolektifi

Geçtiğimiz yıl Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi ile düzenledikleri doğal boyama etkinliği de bu yaklaşımın bir parçası. Bitkilerden, köklerden ve meyvelerden elde edilen pigmentlerle kumaş boyama geleneğini yeniden canlandırmayı amaçlayan kolektif, bu teknikleri moda alanında üretim yapmak isteyenlere aktarmayı önemsiyor. Yasemin, “Bu sayede katılımcılar hem bilgi ediniyor hem de öğrendiklerini pratiğe dökme şansı buluyor,” diyor. “Döngüsel Moda Kolektifi’nde her katılımcının yaptığı üretimler, İstanbul’daki kapanış etkinliği ve sergide sergileniyor.”

Bu sergi sadece bir sonuç değil, aynı zamanda daha büyük bir döngünün parçasını simgeliyor. Nitekim Kolektif program sona erdikten sonra bazı katılımcılara kendi sürdürülebilir markalarını kurmaya teşvik ediyor. “Geri dönüşler, özellikle bireysel farkındalığın arttığını ve sürdürülebilirlik konusunda somut adımlar atıldığını gösteriyor,” diyor Yasemin. Böylece sürdürülebilir modanın niş bir alandan ibaret kalmaması ve daha çok insanın yaptıkları üretimlerle veya takas kültürüne katılmalarıyla bu değişimde pay sahibi olması amaçlanıyor.

“Kimimizin eskisi, kimimizin yenisi”

Döngüsel Moda Kolektifi’nin sürdürülebilirlik vizyonunun en somut örneklerinden biri, takas kültürünün yaygınlaşması. Devridaim Enstitüsü’nün renkli tezgâhları, her ay bir kez yerini kullanılmış eşyaları yeniden değerlendirme anlayışını benimseyenlerin buluştuğu Takas Şenliği’ne bırakıyor.

Takas Şenliği günlerinde, sıra sıra dizilen tezgâhlar tıpkı bir bit pazarında olduğu gibi renkli kumaşlar, ikinci el kitaplar ve kıyafetlerle dolup taşıyor. Şenliği düzenleyenler, tüketim çılgınlığını azaltarak ihtiyaç fazlası ürünleri döngüye kazandırmayı ve paylaşım kültürünü yaygınlaştırmayı amaçlıyor. Etkinliğin sloganı da bu yaklaşımı yansıtıyor: “Kimimizin eskisi, kimimizin yenisi.”

“Şu an taktığım şapka, boynumdaki kolye gibi eşyaları takasla edindim. Giymediğim eşyaları, belki giyebileceğim eşyalarla değiştirdim.”

Organizatörlerden Hande Kars, takasın bir alışveriş yönteminin ötesinde bilinçli tüketimi teşvik eden bir topluluk pratiği olduğunu vurguluyor. “Katılımcılar, kullanmadıkları ürünleri değerlendirebildikleri için memnun ayrılıyorlar. Aynı zamanda sürdürülebilir yaşamın pratik bir örneğini deneyimliyorlar ve bu tür etkinliklerin daha sık düzenlenmesini talep ediyorlar,” diyor Hande.

Takas Şenliği’ne uğrayanlar sayısız kıyafet, aksesuar ve kitap arasından beğendiklerini değiş tokuş edebiliyor. Fotoğraf: Delal Meltem Demir

Takas Şenliği her ayın ilk Cumartesi günü düzenleniyor. Kolektif üyeleri böylece bu etkinliği sürekli hale getirmeyi hedefliyor. Ayrıca etkinlik dileyen herkesin katılımına açık. “Yaş kriterimiz yok, hatta takas kültürünün yaygınlaşması için çocuklara özel takas günleri de düzenliyoruz” diyor Hande. Katılımcılar belirlenen kriterlere uygun ürünleri getirerek şenliğe dahil olabiliyor. Tıpkı Döngüsel Moda Kolektifi’nin sunduğu yaklaşım gibi, Takas Şenliği de geçmişin mirasını geleceğe taşırken tüketim anlayışımızı yeniden sorgulamaya davet ediyor.

Katılımcılarla sohbet ediyorum. Çoğu, olumlu geçen ilk deneyimlerinden sonra geri dönen ve zamanla takası hayatlarının bir parçası haline getiren insanlar. Konuştuğum katılımcılardan Bengisu, etkinliğe gelirken nasıl bir hazırlık yaptığını şu sözlerle anlatıyor: “Bu benim ikinci kez katıldığım takas pazarı. Bu sefer arkadaşımla, Tuna ile birlikte geldim. Takas Şenliği için giymediğim eşyaları önceden biriktirmiş ve hazırlık yapmıştım. Hangi eşyaları takas için götürebileceğime karar verip onları buraya getirdim. Daha sonra diğer arkadaşların tezgâhlarından beğendiğim eşyalarla kendi tezgâhımdaki eşyaları değiş tokuş ettik. Arkadaşımla birlikte kendimize güzel parçalar bulduk ve oldukça verimli bir gün geçirdik.”

Takas Şenliği katılımcılarından Bengisu (sağda) ve Tuna. Fotoğraf: Delal Meltem Demir

Şenlik boyunca insanlar birbirleriyle yaptıkları sohbetlerle yalnızca kullanılmayan giysiler, aksesuarlar veya ikinci el kitaplar değil, bu eşyaların hikâyeleri ve kişiler için ifade ettikleri anlamı da paylaşıyor. Eşyalar el değiştirirken, onlara dair hikâyeler de aktarılıyor. Kimi giymediği kıyafetleri takas ediyor, kimi ise eski eşyalarla bağlarını yeniden gözden geçiriyor. Takas böylece sadece bir eşya değiş tokuşu değil, tüketim alışkanlıklarıyla yüzleşmenin ve yeni insanlarla bağ kurmanın bir yolu haline geliyor.

Benzer bir deneyimi paylaşan Beyza ise bu etkinliğe ilk kez katıldığını söylüyor. “Benim için çok verimli geçti. Şu an taktığım şapka, boynumdaki kolye gibi eşyaları takasla edindim. Giymediğim eşyaları, belki giyebileceğim eşyalarla değiştirdim. Eğer onları da giymezsem, iki ay sonra tekrar buraya gelip onları da değiştiririm,” diyor Beyza. “Almak yerine, elimizdeki fazla eşyaları bu tür etkinliklerde değerlendirmeye çalışıyoruz. Aslında birilerine vermek istiyoruz, ama sürekli alıyoruz ve bu döngü bitmiyor. O yüzden bu tür etkinlikler gerçekten çok güzel. Umarım daha fazla yapılır.”

Beyza, Takas Şenliği’ne ilk defa katıldığını söylüyor. Fotoğraf: Delal Meltem Demir

Beyza da takasın sadece maddi bir değişim olmadığını düşünenlerden. Ona göre takas kişiler için manevi bir anlam taşıyan eşyaların onları günlük hayatlarına katacak insanlarla buluşmasını sağlamanın da bir yolu: “Eski sevgililerimden ya da artık görüşmediğim arkadaşlarımdan aldığım eşyaları hâlâ kullanıyorum. Ara sıra eşya enerjisi hakkında yazılar okuyorum. Eşyaları elden çıkarmak gerektiğini söylüyorlar, ama bunu yakarak veya atarak yapmak istemiyorum. Bu yüzden genelde eşyalarımı arkadaşlarıma veriyorum ya da onların eski arkadaşlarından gelen eşyaları alıp kullanıyorum. Burada da böyle bir değişim yaptım. Hatta eski sevgilimin aldığı bir bibloyu getirmiştim, ama onu değiştiremedim. Bir sonraki takas pazarına gelip onu da değiştireceğim.”

AVM’ler ve e-ticaret uygulamaları, günlük alışkanlıklarımızı yeniden şekillendirdi. Markaların kampanyaları ve sosyal medyadaki influencer kültürü, ihtiyaç duymadığımız yeni ürünleri satın almamızı sürekli olarak teşvik ediyor. Ancak döngüsel moda, sadece bir trend değil, gezegenin geleceği için bir zorunluluk. Kolektifin bilinçlendirmeye yönelik yaptığı çalışmalar dönüşümün hızlanması için markaların, tüketicilerin ve sivil toplum kuruluşlarının ortak çaba göstermesi gerektiğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Özellikle büyük markaların bu talebe ayak uydurması hiç de kolay görünmüyor. “Tüketici taleplerinin değişmesi ve yeni yasal düzenlemelerle uyum süreci kaçınılmaz hale gelecek,” diyerek geleceğe umutla yaklaşıyor Yasemin. Bu değişimin temelinde de merak, paylaşım, kolektif sorumluluk gibi değerleri yaşatan girişimler yer alıyor.

 

 


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

P24, iklim ve ekoloji gazeteciliği atölyeleri kapsamında gazetecilerin başvurabileceği pratik bir kılavuz hazırladı. Birleşik Krallık İkili İşbirliği Programı desteğiyle gerçekleştirilen bu çalışmada, iklim ve ekoloji alanında hazır formüllerden bağımsız, nitelikli ve derinlikli haberlerin nasıl üretilebileceğine ışık tutuluyor.

21-22 Aralık’ta Antalya’da ve 22-23 Şubat’ta Kuşadası’nda düzenlenen atölyelerdeki sunumları temel alan kılavuz üç bölümden oluşuyor:

> Birinci bölüm: İklim kavramları. İklim haberlerinde sıklıkla bilimsel kavramlara başvuruluyor. Bunların doğru ve bilinçli kullanımı iyi gazeteciliğin önemli bir kriteri. Elif Ünal, en önemli kavramları, mefhumları ve kilit kelimeleri özetliyor.

> İkinci bölüm: Haber yazma metodolojisi. Bu bölümde Özgün Özçer, iklim ve ekoloji haberlerinde gazetecilerin başvurabilecekleri farklı kurguları, haber yazma metodolojisinde dikkat edilmesi gereken unsurları ve fikri takip boyutunu ele alıyor.

> Üçüncü bölüm: Toplumsal cinsiyet ve hayvan hakları odaklı gazetecilik. Çiçek Tahaoğlu, iklim ve ekoloji haberlerinin toplumsal cinsiyet boyutunu açıklıyor ve haber dilinde türcülüğü arındırmanın biçimlerini anlatıyor.

Kılavuzu şu bağlantıyı tıklayarak okuyabilirsiniz.

Çalışma kapsamında ayrıca Gezegen’de 12 özel haber yayınlandı, bu haberlerin her birinin İngilizce çevirileri ise P24’ün internet sitesinin İngilizce sayfalarında yer alıyor.

 


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

 

Adıyaman 6 Şubat depremlerinden en çok etkilenen şehirlerden biri. Yöre halkı depremin yarattığı hasarı gidermeye çalışırken, kent merkezi ve çevredeki bölgeler son birkaç yıldır devam eden ve giderek artan kuralık sorununa da çare bekliyor. Bu kış yağışların yetersiz kalması nedeniyle kentin en önemli su kaynağı olan merkeze 12 kilometre uzaklıktaki Çamgazi Barajı’ndaki doluluk oranı yüzde 70-80’lerden yüzde 40’lara düştü. Kuraklığın etkilerini en çok hissedenlerin arasında özellikle 6 Şubat depreminin ardından halen geçici barınma alanlarında yaşayan depremzedeler bulunuyor.

Adıyaman su kıtlığı ve kuraklık sorununa yabancı değil. Çözüm bekleyen bu sorunu ele almak için depremden bir sene önce, Dünya Su Günü olarak belirlenen 22 Mart’ta Adıyaman Üniversitesi ve Belediyesi’nin ortaklığıyla kapsamlı bir su çalıştayı düzenlenmişti. Çalıştaya katılan akademisyenler, mühendisler ve diğer uzmanlar iklim değişikliği nedeniyle azalan su kaynakların daha özenli kullanımı ve korunması yönünde çalışmalar sunmuş ve önerilerde bulunmuştu. Ne var ki çalıştaya katkı sunan bir kısım uzman ve akademisyen depremden sonra başka şehirlere atandı. Deprem kentteki öncelikleri altüst ederken, yağışlar bakımından kurak bir yıl geçmesiyle gelecek yaz aylarından itibaren su kıtlığı sorunun yeniden gündeme gelmesi muhtemel.

Doçent Dr. Musa Eşit depremden sonra Adıyaman Üniversitesi’nde çalışmayı sürdüren çalıştay katılımcılarından. İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde hidrolik anabilim dalında eğitim veren Eşit 2022’deki çalıştayda “İklim değişikliğinin Adıyaman İli iklim parametreleri üzerindeki etkileri” başlıklı bir sunum yapmıştı. Eşit, sunumunda bilimsel ölçüm ve verilere dayalı olarak Adıyaman’da yıllık ortalama sıcaklıkların ve buharlaşmanın arttığını belirtmiş, bu eğilimin gelecek yıllarda da devam edeceğini vurgulamıştı.

Eşit, sıcaklık ve buharlaşma oranlarının 2006’da yaşanan ani bir değişimle hızla arttığını söylüyor. “Yağışlardaki azalma ve sıcaklık ile buharlaşmadaki artış eğilimi, su kaynakları üzerinde baskı oluşturarak kuraklık riskini tetikliyor. Özellikle buharlaşma verilerindeki yüksek eğilim, gelecekte kuraklığın daha da şiddetlenebileceğine işaret ediyor,” diyor. Eşit, yağışların ve buharlaşma sonucu toprak neminin azalmasını iklim değişikliğine bağlıyor, Adıyaman ve çevresinde gözlenen değişiklikler de bu küresel eğilimin bir yansımasıdır” ifadelerini kullanıyor. Eşit ayrıca barajlar, göletler ve yeraltı suları gibi mevcut su kaynaklarının “etkin ve sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesi gereğine vurgu yapıyor. Kuraklığın etkilerinin sadece su kaynaklarının azalmasıyla sınırlı kalmayacağı konusunda da uyarıyor. “Kuraklık uzun vadede çölleşme, toprak erozyonu, biyoçeşitlilik kaybı ve orman yangınları gibi ciddi tahribatlara neden olabilir,” diyor Eşit.

Araziler çoraklaşıyor

2022 yılındaki Su Çalıştayı kapsamında yapılan sunumlar Adıyaman’da tarımsal alanlarda suyun etkin ve bilinçli bir şekilde kullanılmadığını vurguluyordu. Adıyaman Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden Ahmet Çelik sunumunda il genelinde eğimli arazinin çokluğu nedeniyle toprakların yaklaşık yüzde 90’ının erozyon tehdidi altında bulunduğunu, ayrıca yanlış kentsel planlama sonucu çok sayıda verimli tarım arazilerinin vasıflarını kaybettiğini belirtiyordu. Çelik, su kıtlığı, düşük arazi ve toprak kalitesi ve çölleşmenin hızlanması gibi etmenler göz önünde bulundurarak “su ve gübre ihtiyacı düşük çeşitlere” yönelinmesini öneriyor ve “su yönetimi konusunda ilgili paydaşlarla diyalog ve iletişim eksikliğinin giderilmesi” ihtiyacını gündeme getiriyordu.

Adıyamanlı çiftçiler, bu yılki yağışlardaki eksikliğin sadece sulu değil, kuru tarımı da büyük ölçüde etkilediğini söylüyor. Merkeze 60 kilometre uzaklıktaki Akpınar’da çiftçilik yapan 59 yaşındaki Ramazan Gürbüz, son derece ciddi bir kuraklıkla karşı karşıya olunduğunu anlatıyor. “Etrafımız su ile çevrili olduğu halde biz bu sudan faydalanamıyoruz,” diyor Gürbüz, Adıyaman ilinin batısını neredeyse çevreleyen Atatürk Barajı rezervuarını kastederek. “Şu anda içinde bulunduğum tarlada ekinimizi Ekim ayının 25’inde ektik. Şimdiye kadar böyle kuraklık görmedik. Yağmurlar yetersiz yağdı, kuru tarım ile uğraştığımız için çok zor durumdayız,” diyor. Artan elektrik ve mazot masraflarından dolayı da sulamadan faydalanamadıklarını da belirtiyor. Akpınar bölgesinde kendiliğinden akan su kaynakları yok zaten. Ne yapacağımızı şaşırdık.”

Çiftçi Ramazan Gürbüz, kuraklıktan tarlasındaki ekinin ziyan olduğunu söylüyor. Fotoğraf: Ömer Karakuş

Ziraat mühendisi Sıddık Şahin de kuraklıktan tarımsal üretiminin çok büyük zarar göreceğini söylüyor. “Araziler giderek çoraklaşıyor. Arazilerin susuz olması nedeniyle hakim olan ürünler yetiştirilemiyor. İnsanlar köylerinden göçüyor,” ifadelerini kullanıyor. Depremden önce düzenlenen Su Çalıştayı’nda ele alınan su kaynaklarını yönetimi sorununun çözüme kavuşturulması giderek acil bir hal aldığını da sözlerine ekliyor. “Kimse ‘küresel ısınmadan biz etkilenmeyiz’ demesin. Adıyaman’daki barajlar bile etkilenmeye başladı. Göllerdeki, nehirlerdeki, akarsulardaki ve barajlardaki sular çekiliyor. Bu durumda bizim su ihtiyaçlarımız ve suyun kullanımı ile ilgili çeşitli önlemlerin alınmasının elzem hale geldi,” diyor Şahin.

Musa Eşit ise, çalıştayda vurgulandığı gibi tarımda kuraklığa dayanıklı bitki türlerinin tercih edilmesinin şart olduğunu söylüyor. Ancak üzerinde durduğu çözüm önerileri bununla sınırlı değil. Eşit, su kayıplarının azaltılmasının, bunun için de sulama tekniklerinin iyileştirilmesinin ve suyun verimli kullanılmasının önemli bir başlangıç olacağını belirtiyor. Bunun yanı sıra yağmur sularının toplanarak sulama ve diğer ihtiyaçlar için kullanılmasını sağlayan yağmur suyu hasadının uygulanmasını öneriyor.

“Kuraklık ve deprem gibi iki büyük afetin bir araya gelmesi durumunda, sorunlar daha da karmaşık hale gelebilir.”

Eşit, bilimsel analize dayalı bir toprak yönetiminin gerekliliğine dikkat çekiyor: “Toprakların su tutma kapasitesini artırmak için toprak işleme tekniklerinin iyileştirilmesi, organik madde içeriğinin artırılması ve erozyonla mücadele önemlidir.” Buna ek olarak, özellikle çiftçilere yönelik bilinçlendirme ve eğitim programlarının düzenlenmesi gerektiğini savunuyor. “Kuraklık konusunda çiftçilerin, halkın ve paydaşların bilinçlendirilmesi ve eğitilmesi şart. Su tasarrufu, suyun verimli kullanımı ve kuraklıkla mücadele yöntemleri hakkında eğitimler verilmelidir,” diyor Eşit. Ayrıca, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı sera gazı emisyonlarının azaltılması, yenilenebilir enerji kullanımının artırılması ve enerji verimliliğinin sağlanması için ulusal politikalara ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor.

Su kıtlığı geçici barınma alanlarında “salgın hastalıkların yayılma riskini artırabilir”

Adıyaman’ın ana gündemi depremden sonra nitelikli konut alanlarının inşası. Halen binlerce depremzede geçici barınma alanlarında yaşıyor. Su kıtlığı da özellikle bu alanlarda yaşamak zorunda kalanlar için bir risk teşkil ediyor. Eşit, yaz ayları yaklaştıkça depremzedelerin kuraklık nedeniyle su ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanabilecekleri konusunda uyarıyor. “Yaşanan su kıtlığı nedeniyle hijyen koşullarının kötüleşmesi salgın hastalıkların yayılma riskini artırabilir ve su kaynaklarına erişimde yaşanan zorluklar özellikle yaşlılar, çocuklar ve engelliler gibi hassas grupları olumsuz etkileyebilir,” diyor Eşit.

Ayrıca kuraklık nedeniyle gıda fiyatlarının artması halinde depremzedelerin “stres, kaygı ve umutsuzluk” gibi psikolojik sorunlara maruz kalabileceklerini belirtiyor Eşit: “Zorlu yaşam koşulları, ruh sağlığını olumsuz etkileyebilir ve travma sonrası stres bozukluğu gibi sorunların ortaya çıkma riskini artırabilir.” Eşit, kuraklığın ve olası olumsuz etkilerinin Adıyaman’ın deprem sonrasındaki özel durumu da dikkate alınarak ivedilikle ele alınması gerektiği kanaatinde “Kuraklık ve deprem gibi iki büyük afetin bir araya gelmesi durumunda, sorunlar daha da karmaşık hale gelebilir. Bu nedenle, geçici yaşam alanlarının planlanması ve yönetimi sürecinde kuraklık riskinin de dikkate alınması ve gerekli önlemlerin alınması büyük önem taşıyor,” diyor Eşit.

Adıyaman’daki barajlardaki su seviyelerindeki keskin düşüş ve artan kuraklık, yalnızca yerel ve bölgesel bir sorun olarak kalmayıp Türkiye genelinde iklim değişikliğinin etkilerinin paydaşlar tarafından acilen ele alınması gerektiğini gözler önüne seriyor. Depremzedelerin maruz kaldıkları sayısız zorluk ve travmanın üzerine, sürdürülebilir su yönetimi politikalarının eksikliğinden en çok etkilenecek grup olması kuraklık sorununun ele almanın toplumsal açıdan zaruretini de ortaya koyuyor.


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

Kış aylarında Doğu Anadolu’nun neresine giderseniz gidin, insanlarla konuştuğunda size ilk söyledikleri eski soğukların artık yörelerine uğramadığıdır. Ne soğuklar geçmişteki gibi buz kesiyor, ne de karlar bir zamanlarda olduğu gibi köyleri ve beldeleri kaplıyor. Malazgirt’te değişen mevsimlerin bir etkisi de kuşların göç rotalarında gözlemleniyor.

Süphan Dağı’nın eteklerine, oradan da Van Gölü’ne kadar uzanan eşsiz bir güzelliğe sahip bir ovanın ortasındaki bu küçük ilçe merkezi birkaç yıldır kış aylarında göçmen kuşları ağırlıyor. Ne var ki bu kuşlar çoğu zaman besin bulmakta ve ani soğuk hava dalgalarından barınmakta zorlanıyor. Kar bastırdığında kuşlar şehrin ta içine kadar gelerek ağaçlara sığınıyor ve dalları adeta kapkara yapraklar gibi kaplıyor.

Malazgirt’in tabiatına ve doğal yaşamına en vakıf kişilerden Ziraat Odası Başkanı Tahsin Kılıç, kuşların göç döngülerinin sekteye uğramasını iklim şartlarındaki değişikliğe bağlıyor. “Eskiden ilçemizde bu kadar çok kuş görmezdik. Ancak son yıllarda, özellikle kış aylarında, ilçede mahsur kalan kuşların sayısında büyük bir artış var,” diyor Kılıç.

Kılıç’a göre kış aylarındaki sıcaklığın yükselmesi ve kar yağışının azalması doğanın dengesini bozarak kuşların göç etmemesine neden oluyor. İlçede havaların sıcaklığına aldanan karga ve diğer kuşlar, kış aylarında göç etmek yerine burada kalıyorlar. Havalar soğuduğunda şehrin ve çevre köylerin içine sığınırken, yaz aylarında da ovanın çevresinde besin kaynağı arıyorlar. “Açlıktan ölmemek için yazın tarlalarda kalan arpa ve buğday taneleriyle beslenmeye çalışıyorlar. Bu durum, ekosistemin nasıl değiştiğini açıkça gösteriyor.”

Birdenbire düşen hava sıcaklıkları kuşlar için büyük bir tehlike oluşturuyor. Gökyüzünde sürekli uçuşan, çatıdan çatıya konarak yiyebilecekleri bir besin arayan kargalar, özellikle toprak karla kaplı olduğunda hayatta kalmaya çalışıyor.

Gazeteci Azadi Özkahraman, aynı zamanda bir doğa aktivisti ve kuş gözlemcisi. O da geçmiş yıllarda kışın Malazgirt’te bu kadar farklı kuş çeşidi gözlemlediğini hatırlamıyor. Geçmiş yıllara kıyasla son kışlarda gökyüzünde binlerce kuşun uçtuğunu söylüyor. “Özellikle kış aylarında çok fazla kar yağışı olmuyor. Bu durum, kuşların göç zamanlamasını etkiliyor,” diyor Özkahraman. “Ancak son yıllarda hava sıcaklıklarının aniden değişmesi kuşların göç yolculuklarını zorlaştırdı. Birçok kuş, bu anormal hava koşullarına aldanarak geç kaldılar. Şu an ilçe merkezinde, gökyüzünde binlerce kuş görmek mümkün,” diye ekliyor.

Bu kış mevsim normallerinin üzerinde seyreden hava sıcaklıkları nedeniyle göç rotaları bozulan çok sayıda kuşun konaklayarak barınmaya çalıştığı bir başka bölge de Malazgirt’in hemen batısındaki Muş ovası. Leylek, dalgıç, küçük batağan, küçük ak balıkçıl, büyük ak balıkçıl, kaşıkçı, gri balıkçılların yanı sıra bazı su kuşları havaların aniden soğumasıyla Muş’un merkez bölgelerinde sığınacak yerler arıyor.

“İklim değişikliği, yalnızca insanlar için değil, doğada yaşayan tüm canlılar için büyük bir tehdit oluşturuyor,” diyor Özkahraman. “Bu değişimlere uyum sağlamak zorlaşıyor ve bizler de bu durumu göz önünde bulundurarak, doğayı koruma konusunda daha fazla sorumluluk almalıyız,” diye ekliyor.

Fotoğraf: Veysel Eşin

Gerek Malazgirt gerek Muş ovaları geniş sulak alanlarıyla birçok kuşa ihtiyaçları duyduğu besinleri sunuyor. Gazeteci İbrahim Yaldız’a konuşan Muş Telli Turna Doğa Koruma Derneği Başkanı Kasım Avcı, toprağın karla kaplanması halinde kuşların daha sıcak bölgelere göç edeceklerini söylüyor. “Normal şartlarda kışın göç etmeyen veya kısmen göç eden türler de var. Hava şartlarının iyi olması nedeniyle bu türlerin sayı olarak fazla olduğunu görüyoruz. Tabiat varlıklarının zenginliği, besin bolluğu, temel göç güzergâhında yer alması gibi sebepler çok fazla,” ifadelerini kullanıyor Avcı ve ekliyor: “Bu nedenler, kuşların burada konaklamasına ve üreme yapmasına ortam oluşturuyor. Mevsim bahar gibi geçiyor. Bu sebepten çok fazla kuş türüne denk geliyoruz.”

Geciken yağışlar kuraklık riskini artırıyor

Mevsim normallerinin üzerindeki hava sıcaklıkları ve geciken kar yağışının etkisi kuşların göç döngülerini sekteye uğratmakla sınırlı değil. Bu durum, bölgedeki su kaynaklarının susuz kalmasına yol açıyor.

Tahsin Kılıç’a göre bu değişen iklim koşulları ciddi bir kuraklık riski yaratıyor. “Önceki yıllarda dağlarda ve yaylalarda yeterli miktarda kar birikiyor ve ilkbahar aylarında eriyerek su kaynaklarımızı besliyordu. Ancak son yıllarda yeterli kar yağışı olmadığı için dağlardaki su rezervleri azalıyor,” diyor Kılıç. Malazgirt ve Muş ovaları ilkbahar aylarında yeşile bürünüyor. Ovaları çevreleyen dağlarda eriyen karlar derelere akarak yöre halkının ve tarım üreticilerinin yararlandığı su kaynaklarını besliyor. “Yağışların azalması hem ilçe merkezindeki vatandaşlarımızın içme suyu ihtiyacını karşılamada hem de barajlardaki su seviyesini korumada büyük zorluklar yaratıyor.”

“Son yıllarda hava sıcaklıklarının aniden değişmesi kuşların göç yolculuklarını zorlaştırdı. Birçok kuş, bu anormal hava koşullarına aldanarak geç kaldılar.”

Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün kuraklık verilerine ve haritalarına bakıldığında Malazgirt ve Muş ovaları son yıllarda orta ve şiddetli kuraklık dönemlerinden geçiyor. Aralık 2024 Meteorolojik Kuraklık Durumu haritasında ise Doğu Anadolu’nun normalin yüzde 55’i veya daha altında yağış aldığı görülüyor. Bu veriler göçmen kuşların kış aylarını neden ovada geçirmeyi sürdürdüğünü açıklamaya yardımcı oluyor.

Kaynak: Meteoroloji Genel Müdürülüğü

Tahsin Kılıç, yaşanan su kıtlığına karşı önlem alınması gerektiğini vurguluyor: “İklim değişikliğinin etkilerini artık her alanda hissediyoruz. Tarımsal üretimin sürdürülebilirliği için sulama sistemleri daha verimli hale getirilmeli, su kaynakları korunmalı ve çiftçilere destek sağlanmalı. Aksi takdirde, hem tarımsal üretim hem de doğal yaşam büyük risk altında kalır.”

Doğa Derneği’nin olağanüstü derecede kurak geçen 2022-2023 kışının ardından yayımladığı “İklim ve Kuraklık” başlıklı raporunda da hava sıcaklıklarının kış aylarında düzenli olarak mevsim normallerinin üzerinde seyretmesinin ancak bütünsel bir politikayla ele alınabileceği vurgulanıyor. Mehmet Kaya’nın hazırladığı raporda şu saptama yapılıyor: “Ortalama sıcaklıkların genel olarak artması ve 2019 yılından itibaren de yağışlarda görülen düşüşler ve ortalamadan daha az değerler, mevcut meteorolojik kuraklığın yaşanmasındaki temel sorun olarak yorumlanabilir. Nitekim 2022 yılı yaz mevsiminin, son 52 yılın en sıcak sekizinci mevsimi olması; sonbahar mevsiminin ise son 52 yılın en sıcak altıncı mevsimi olması; bununla birlikte 2022 su yılı yağışlarında mevsim normalleri altında görülen değerler buna delil niteliğindedir.”

Fotoğraf: Veysel Eşin

Raporda yetkililer bu olağanüstü sıcaklıkların ve kuraklıkların düzenli olarak hissedileceği konusunda uyarılırken, özellikle tarımda su kullanımına yeni yaklaşımlar getirilmesi için çağrı yapılıyor: “Yağışların beklenen düzeyde gerçekleşmemesi, mevcut su kaynakları üzerindeki stresi artırarak bir dizi ekolojik problemi de tetikleyebilir. (…) Özellikle su yönetimi konusu mevcut koşullar altında ‘kriz yönetimi’ yaklaşımı ile ele alınarak uzun vadeli ve sürdürülebilir bir yönetim anlayışı benimsenmelidir. Su yönetimi ve planlamasında hak temelli yaklaşım esas alınmalı ve suyun yalnızca insanlar için değil tüm canlılar ve ekosistemler için temel bir hak olduğu unutulmamalıdır.”

Doğu Anadolu’daki halklar için kuşlar özel bir yere sahip. Özellikle turnalar, bereketin simgesi olarak kabul ediliyor. Ancak kuşların göç etmek yerine şehir merkezlerine sığınması, doğal dengenin bozulduğuna ve bereketin azalacağına dair bir uyarı olarak yorumlanabilir.

 


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

“Spartaküs, gel buraya!” diye sesleniyor Timur Yılmaz, kucağıma hoplayan afacan mı afacan köpeği çağırarak. Sivri kulaklarıyla, ışıl ışıl ışıldayan biri mavi, diğeri kahverengi gözleriyle Spartaküs’ün sevecenliği bu soğuk kış günü beni sımsıcak sarıyor. Güzelliğinden gözümü alamadığım Spartaküs, Savunmasız Canlar’ın yuva olduğu yüzlerce köpekten biri. Aynı zamanda karşılama komitesinin de fiili başkanı. Yanındaki bir Alman kurdu ve bir başka sokak köpeği ile birlikte kendilerini sevdirmeden giriş kapısından içeri girmemi istemiyorlar. “Hoş bulduk” dercesine, kuyrukları neşeyle sallanan bu sevimli komite üyelerinin başlarını birer birer okşuyorum. “Güzel oğlum benim,” diye diye yanıma geliyor Timur. Bir yandan bana yolu gösterirken, bir yandan o da benim gibi bu sevgi yumağına kendini kaptırıyor.

Savunmasız Canlar, Bursa’nın Nilüfer ilçesinde bulunan Gölyazı’da gönüllülerin köpekler için yaşam alanına dönüştürdükleri bir arazi. Burada terk edilen, sokaklarda barınamayan ve barınaklardan geri bırakılan köpeklerin bakımları sağlanıyor. Arazinin kapısında siyah yağmur botları, kafasında siyah beresi ve üzerinde kalın montuyla beni karşılayan kılavuzum Timur bu yaşam alanının kurucusu. Zamanının tamamını Savunmasız Canlar’a adıyor. Beni içeri alır almaz “müsaadenle, köpekleri beslemem lazım” diyerek yanımdan ayrılıyor. Bir yandan köpekleri severken bir yandan da onu dikkatle izliyorum. On, bazıları on beş kiloluk mama paketlerini sırtlayıp mama kaplarını doldurmaya başlıyor. Köpekler her şeyden önce geliyor.

Timur, tam sayısı sürekli değişmekle beraber arazide bin 200 kadar köpeğin barındığını söylüyor. Doğum yapanlar ve yavruları mı dersiniz, yoksa yaşlı, engelli ve hasta köpekler mi… “Sadece 126 tane elim kadar yavru var,” diyor Timur. Savunmasız Canlar, bakıma ihtiyaç duyan köpeklerin sığınağı haline gelmiş. Aralarında bir zamanlar sokaklarda özgürce dolaşanlar da var, parayla satın alındıktan sonra insanların sokaklarda terk ettiği cins köpekler de. Tabii gönüllülerin barınaklardan kurtardıkları ve sokaklarda güvensiz alanlarda buldukları da çok. Liste böylece uzuyor.

Savunmasız Canlar’ın arazisi oldukça büyük. Çevremde gönüllülerin destekleriyle yapılan kulübeler ve satın alınan çok sayıda konteyner görüyorum. Bazı konteynerlerin üstünde onları bağışlayan hayvanseverlerin isimleri yazıyor. Padoklarda bulunan köpekler boylarına veya birbirleriyle nasıl anlaştıklarına göre ayrılmış. Bu köpeklerin haricinde, orta alanda barınanlar da var. Savunmasız Canlar’ı ziyaret ettiğim bu soğuk havada her gün araziye gelerek, yüzlerce köpeğin bakımını, beslemesini yapmanın ne kadar zor olabileceğini düşünüyorum. Araziye adımımı atar atmaz burnumun ucunun ve ellerimin donduğunu hissetmeye başlamıştım. Ancak daha da önemlisi, gönüllülerin bunca özverisine rağmen desteğe ihtiyaç duyan köpeklerin sayıları her geçen gün artıyor.

“Yüz haneli bir mahalle düşünün. O yüz haneli mahallede sadece iki hane sokaktaki hayvanlara bir şeyler vermeye çalışıyor. O iki haneye bu hayvanlar iyi davranıyor,” diye anlatmaya başlıyor Timur, arazide köpeklerin olmadığı tek konteynere beni geçirdikten sonra. Hayvanları Koruma Kanunu yasasına 30 Temmuz 2024 tarihinde yapılan değişikle sokaklardan köpeklerin toplatılmasına hükmedilmesi üzerine konuşuyoruz. Birçok hayvan hakları savunucusu gibi Timur da yeni hükümlerin dayatılması nedeniyle buruk ve tepkili. Sözlerini sürdürürken sesi kederini ele veriyor. “Doksan sekiz hanenin geriye kalan yetmiş hanesi de sevmiyor, onlara taş atıyor diyelim. Bu hayvanlar ne yapsın? Aslında bu yüz hane de insanlık kuralları veya ahlak adına onlar gibi davransa, inanın o mahalleye zarar verecek her türlü tehlikeyi hayvanlar önceden haber verir. Allah bu hayvanları boşu boşuna yaratmadı.”

Belediyenin kısırlaştırdığı dört küpeli köpek doğurmuş

Bulunduğumuz konteynerde yan yana serilmiş paspas boyutunda iki halıdan başka bir eşya yok. Diğer konteynerlerin içinde ise hasta veya diğer köpeklere nazaran bağışıklığı düşük ya da engelli köpekler barınıyor. Paspasların üzerine tüneyip yan yana oturuyoruz Timur’la. Dışarıda rüzgâr uğulduyor, ama içerisinin dışardan kalır yanı yok. Soğuktan dolayı tutamadığım telefonumu bir anlığına bırakıp ellerimi ovuşturarak ısınmaya çalışıyorum. Günün her saatini köpeklerle birlikte geçiren Timur’a, yasa değişikliğinin temelinde yatan sokak köpeklerinin insanlara saldırdığı iddiasını soruyorum. “Bu siyasi bir argüman. Saldırgan bir köpek varsa sebebi insandır,” diyor ve ekliyor: “Hayvanlar sokakta güvenlik tehlikesiyse eğer, kadınlara ve çocuklara zarar veren insanlar ne oluyor o zaman? Yasa çıkana kadar sokaktaki köpekler için ‘ölümcül tehlike’ propagandası yapan bazı dernekler var, hiç kadınlara ve çocuklara zarar verenlere karşı sesleri çıktığını duydunuz mu?”

Savunmasız Canlar’da yüzün üzerinde yavru köpek var. Yavrular yorgan ve battaniyelerin serildiği kulübelerde ve konteynerlerde barınıyor. Fotoğraf: Ayşegül Erkaya Arslan

Aylarca tartışılan, ancak hayvan hakları savunucularının tepkilerine rağmen 2024’ün Temmuz ayında iktidardaki AK Parti ve MHP’nin oylarıyla yürürlüğe giren yasa değişikliğinin somut etkilerini burada çok ağır bir şekilde hissedildiğini anlatıyor Timur. Nitekim önceki yasa belediyelere “kısırlaştır, aşıla ve aldığın yerine bırak” diye sorumluluk yüklerken, mevcut yasa “sokakta köpek olmayacak” diye hükmediyor ve belediyelerin sokakta yaşayan köpekleri toplayıp barınaklara yerleştirmesini zorunlu kılıyor. Ayrıca yeterli barınak olmaması, var olan barınakların da kapasitelerinin yetersiz olması, hayvanların yaşam hakkını savunan insanları zora sokuyor. Sokak köpeklerin toplatılması tartışmaları gündemdeyken geçtiğimiz sene Ankara’nın Altındağ ilçesinde belediyeye ait bir barınağın yakınlarındaki bir arazide çok sayıda parçalanarak öldürülen köpeklerin cansız bedeninin bulunması, Gebze’de, Ümraniye’de yaşanan vahşetler, barınaklardaki koşulların ne kadar vahim olduğunu göstermişti. Süreç sıklıkla hayvanların refahına öncelik verilerek değil, barınaklarda hayvanların ölümleri veya acı içinde yaşamalarıyla sonuçlanıyor.

“Elim kadar küçükken atılan bir tekmeden ötürü arka sağ ayağının femur başı kırılmış Spartaküs’ün. Tekmeden ötürü his kaybına uğramış.”

Timur yasayla beraber sığınan sokak hayvanı sayısının hızla arttığını belirtiyor. Özellikle yasada kısırlaştırmaya getirilen çip zorunluluğundan endişeli. “Yasa değişmiş haliyle ‘kısırlaştırdığın hayvanı üzerine alman gerekiyor,’ diyor. Biz hangi birini sahipleneceğiz veya ben hangi arada, hangi birine yetişeceğim?” Bursa’da barınakların kapasitesi şu haliyle bile yüksek değilken, Savunmasız Canlar’ın tek başına çare olması çok zor. “Belediyeler ne yapacak? Tıkanacaklar. Onlar tıkanınca biz de tıkanacağız…”

Sorun bununla da bitmiyor. Timur’un bakımını üstlendiği, belediye tarafından güya kısırlaştırılmış dört küpeli köpeğin doğurduğuna değiniyor. “Demek ki bir yerde yanlışlık var. Bu hayvanlar kurtarılmak isteniyorsa, konu siyasetin üstünde tutulmalı. Tek başına kısırlaştırma adı altında gidilmesi bizi tam bu noktaya getirdi.” “Peki, sizce şimdi ne olacak?” diye soruyorum. Bakışları ümitsiz, sesi yorgun Timur’un. Söyledikleri iç açıcı değil. Sadece Bursa’daki köpek sayısının dört-beş aya kadar 500-600 bine ulaşmasını öngörüyor. Yeni yasanın kısırlaştırmayı zorlaştırması bir yana, hayvan üretiminin sınırlanması gerektiğini vurguluyor. “Köylere inilmesi lazım,” diye de ekliyor. “Hemen yakında koyun çiftliği var. Köpeklere altı ayda bir doğum yaptırarak yavrulardan seçtiklerini alıyorlar, diğerlerini yolun ortasına bırakıyorlar. O köpeklere de biz mama veriyoruz. İskelet gibi geziyorlar.”

Gönüllülerden Lale: Konteyner, kulübe ve su sistemi ihtiyacı var

Savunmasız Canlar’ın arazisindeki köpeklerin büyük çoğunluğu burada büyümüş ve kısırlaştırılmış. Köpeklerin yüzde 95’inin ismi olduğunu söylüyor Timur. Hepsi sevgi dolu ve insan canlısı. Aralarında şiddet görüp burada korumaya alınan köpekler var. Bunlardan biri de gelir gelmez boynuma sarılan Spartaküs. “Elim kadar küçükken atılan bir tekmeden ötürü arka sağ ayağının femur başı kırılmış Spartaküs’ün,” diyerek anlatmaya başlıyor hikayesini Timur. Sözlerine devam etmeden gözleri bir anlığına uzaklara dalıyor. “Tekmeden sonra his kaybına uğramış. Yüzde 30’a kadar indirebildik his kaybını.” Bu acımasızlığı hazmetmek zor. Küçüklük fotoğrafını gösteriyor Timur. O fotoğraftaki endişeli bakışlarının yerini şimdi ışıl ışıl neşe almış.

Spartaküs’ün araziye ilk geldiğinde çekilen fotoğrafı. Fotoğraf: Savunmasız Canlar

Spartaküs’ün yeri Savunmasız Canlar’ın en aktif gönüllülerinden Lale Yonga için de ayrı. “Küçükken şiddet gördüğü için sinirsel sistemleri zedelenmiş,” diyor Lale. “Çişini ve kakasını tutamıyor, o yüzden kolay sahiplendirilebilecek bir çocuk değil. Hiçbir agresifliği yok. Cinsini bilmiyorum ama benim için bir sanat eseri. İmkânım olsa evimin baş köşesinde olurdu. O da beni gördüğü an direkt üstüme koşuyor.”

Lale bir bankada çalışıyor. Sadece hafta sonları araziye gelebildiğini söylüyor. Bu nedenle biraz buruk. “Keşke imkanım olsa, ben de beslemelere çıkabilsem. Diğer gönüllüler gibi,” diye hayıflanıyor. Savunmasız Canlar’dan döndüğü bir gün bir kafede buluşuyoruz. İki çay söylüyoruz. “Köpek kokuyor muyum?” diye sorarak gülümsüyor. Kafasında yeşil bir bere, üzerinde de haki renkte uzun bir mont var. Arazinin çamuruna batmamak için ayağına uzun yağmur çizmeleri geçirmiş.

Gönüllü olmaya nasıl karar verdiğini soruyorum. Savunmasız Canlar’ı bir gün arkadaşıyla beraber ziyaret ettiklerini ve aynı gün de destek olmaya karar verdiklerini anlatıyor. “Alanın halini de gördük, hayvanların halini de gördük. Alanın olumsuz koşullarına rağmen çok şükür hayvanların çoğu sağlıklı, kiloları yerinde. Demek ki gerçekten bakılıyor, gösteriş olsun diye yapılmıyor diye düşündük. Ve böylece Savunmasız Canlar’da gönüllü olarak bulduk kendimizi,” diyor.

“Bir tane kısa bacaklı yaramaz bir kızımız var. Erkeklerden hiç hoşlanmıyor. Bir erkek tarafından zarar görmüş olabileceğini düşünüyoruz.”

Savunmasız Canlar’ı geçen yaz yasa değişikliğine karşı yapılan eylemlerde karşılaştığı insanlar aracılığıyla tanımış. Mücadeleyi sürdürmek ve iletişimde kalabilmek için kurdukları WhatsApp gruplarında gönüllüler hayvanlar için seferber olmuşlar. “Aracı olan geliyor, birlikte hareket ediyoruz” diye anlatıyor. Böylece altı aydır işinden arda kalan zamanı burada kurtarılan köpeklere adamaya başlamış Lale. “Haftanın yorgunluğu oluyor. İnsanın canı sıkılmış oluyor bir şeye. Onları gördüğüm anda gülümsüyorum. Ruhuma iyi geliyorlar. Ben de onlara iyi gelmek için elimden geleni yapıyorum. O patilerle boynuma sarıldıkları anda benim için her şey geride kalıyor,” diyor yüzünde gülümsemeyle.

Lale Yonga, Savunmasız Canlar’da barınan köpeklerle. Fotoğraf: Lale Yonga

Çayını yudumlarken sezdiğim yorgunluğu gönüllülerin üstlendikleri sorumluluğun büyüklüğünü ele veriyor. “Her geçen gün köpek sayısı artıyor, ihtiyaçlar da bu oranda fazlalaşıyor,” diyor Lale. “Öncelikli ihtiyaçlar yavru köpeklerin daha korunaklı olabileceği konteyner gibi alanlar ve kulübe, battaniye, yorgan, yastık ihtiyaçları. İki tane köpek var mesela, kanser olmalarından dolayı veterinerin ‘uyutulmasını’ önerdiği… Ancak kliniğe götüren kişinin gönlü razı olmadığından son günlerini burada yaşasınlar diye araziye bıraktı. Bu tip durumlarda, bakılan engelli ve hasta hayvanlar için ilaca gereksinim duyabiliyoruz.” Bunların dışında taşıma su kullanıldığını, bunun da özellikle yaz aylarında çok zor olabileceğini, bu yüzden su sistemi kurulmasının çok önemli olduğunu anlatıyor. İhtiyacın büyüklüğü, zor durumdaki bütün hayvanlara yardım etmenin imkânsızlığı gönüllüleri ne kadar etkiliyor diye soruyorum. “Hepsini kurtarma gücümüzün olmadığının bilincine varıp kendimizi terbiye etmeye çalışıyoruz. Eğer böyle yapmazsak çıldırırız,” diyor Lale.

“Hayvanlar insanların elinde hırçınlaşıyor”

Yasa değişikliğine giden süreçte özellikle sosyal medyada başlatılan “saldırgan köpekler” söylemlerine geliyor konu. Lale, bu tanımlamanın aldatıcı olduğunu ve sorunu çarpıttığını vurguluyor. Hırçın ve agresif davranan hayvanların hepsinin insanlardan zarar gördüklerini, bu yüzden ruhlarının yaralı olduğunu söylüyor. “Kamera açısı nereyi gösterirse, insanlar ona inanıyor. Oysa sahiplendirmelerde yeterli denetimler olmadığından, bu hayvanlar onları kötüye kullanan insanların elinde hırçınlaşıyor,” diyor. Sahadaki deneyimi de bunu doğrular nitelikte. Sohbetimiz esnasında şiddete uğradığını tahmin ettiği bir köpekten daha bahsediyor. “Bir tane kısa bacaklı yaramaz bir kızımız var. Erkeklerden hiç hoşlanmıyor. Timur bile, ‘bir tek sana yaklaşıyor, seni seviyor’ diyor. Böyle özel ilişkiler kurduğum çocuklar var, ben de onlara sarılarak iyileşiyorum.” “Kısa bacaklı kız” diye bahsettiği köpeği araziden hatırlıyorum. Erkek gördüğünde kuyruğunu kıstırıp ona odaklanıyor. “Bir erkek tarafından zarar görmüş olabileceğini düşünüyoruz. Ancak başına ne geldi bilmiyoruz,” diyor Lale.

Lale Yonga ve Spartaküs. Fotoğraf: Lale Yonga

Timur da Lale’yle hemfikir. Sohbetimizde “saldırgan” diye damgalanan köpeklerin aslında son derece cana yakın türler olduğunu, ancak onları dövüştürenler sebebiyle hırçın davranışlara alıştırıldıklarını anlatıyor. Yani sonuç, yine insanlar yüzünden zarar gören, hedef gösterilir hale gelen hayvanlar. Zamanlarının büyük bölümünü köpeklerle geçiren herkes, insanlar tarafından başka hayvanlara zarar vermeye alıştırılmamış, zarar görmemiş ve bağışıklık sistemi güçlü bir köpeğin asla kendiliğinden saldırgan bir davranışta bulunmayacağını söylüyor. Hatta Timur, köpeklerin ısınmaları için akşamları arazide ateş yaktığında hangisinin daha sağlıklı olduğunu daha iyi anladığını da sözlerine ekliyor. “Eğer bir hayvanın bağışıklığı düşükse, o ateşin yanına ısınmak için gidiyor. Bağışıklığı yüksek olan hayvan ateşin yanına gelmiyor, çünkü ihtiyacı yok” diyor.

“On binlerce lira ödenip satın alınan cins köpekleri bulduğumuz haller içler acısı.”

Savunmasız Canlar’ın arazisine ilk girdiğimde cins olduğu apaçık ufacık bir köpek gözüme ilişmişti. Ardından iki Çin aslanı (chow chow) ve iki cins köpek daha gördüm. Bu kadar çok sayıda cins ve terk edilen hayvanın olmasıyla ilgili Lale’ye ne düşündüğünü sordum. İnsanların, hayvanları artık “moda” olarak gördüğünden söz etti Lale. Timur ise bu köpekleri gönüllülerle yollardan topladıklarını anlatıyor. “Bahsettiğin küçük köpek bir Pinscher. İki kilo ya vardır ya yoktur. Bacakları incecik. On binlerce lira ödenip satın alınan bu hayvanları bulduğumuz haller içler acısı,” diyor.

Timur’un belki de hayatının akışını değiştiren olay ise yirmi yıl önce, Bursa-İzmir yolunda yaşanmış.  Bir gün arabayla giderken yolda arabaların altına yatan köpekler görmüş. “Resmen ölmek istiyorlardı. O an, biz neyi yanlış yapıyoruz diye düşündüm”, diyor o günü anımsarken. “Biz neyi yanlış yapıyoruz?” diye tekrarlıyor. Savunmasız Canlar ise bu yanlışları düzeltebilme, ya da en azından telafi edebilme çabası. Sokakta, şehirlerde ve köylerde hayvanlarla bir arada yaşamanın, doğru politikalar uygulanmadığında ne kadar özveri gerektirdiğine burada canlı bir şekilde tanık oluyorum. Ama hayvanları merkezine alan bir yaklaşım uygulandığında, onların buna ne kadar olumlu karşılık verdiklerini de görüyorum.

Savunmasız Canlar’da sokakta yaşayan köpeklerle cins köpekler bir arada barınıyor. Fotoğraf: Ayşegül Erkaya Arslan

Arazide dolaşırken padokların bir bölümünde yavru köpekler takılıyor gözüme. Yaklaşık on, on beş yavru köpeğin olduğu bir padok bu. Tellerin arkasından padokların dışından köpeklere uzanan birini görüyorum. Kırk veya elli yaşlarında bir erkek, ayakta dururken devrilerek paytak paytak yürüyen bebek köpeklere tek tek vitamin yediriyor. Gördüğüm bu kişinin de Lale gibi arazi gönüllerinden olduğunu anlıyorum. Bir yerde daha görüyorum aynı kişiyi. İlk gördüğümden beri, arazinin maskotu olduğunu içimden geçirdiğim kahverengi, uzun boylu, kulübe tepesine çıkıp bir o yana bir bu yana kuyruk sallayan köpeğe sevgi sözcükleri söylüyor bu sefer. “Uzun bacaklı kızım benim, ne yapıyorsun sen!” diyor. Uzun bacaklı kız daha çok şımarıyor duyduğu sevgi sözcüklerinin karşısında… Kuyruğunu daha sık sallamaya başlıyor, gözleri parladıkça parlıyor.

Yeni düzenlemeden önce birçok dernek yetkilisi ve hayvanların yaşam hakkını savunanlar, seslerini sokaktan ve sosyal medyadan her fırsatta duyurmaya çalışarak yetkililere aylarca çağrıda bulunmuştu, bulunmaya devam ediyor. Şehirlerde eşgüdümlü eylemler düzenlendi, eylemlerde hep bir ağızdan yüzlerce insan Anayasa Mahkemesi’ne “yasayı geri çek” diye talepte bulundu. Ancak ne fayda. Türk Psikologlar Derneği de “Hayvanlara yönelik şiddet ve buna tanık olmak, zamanla şiddetin kabul edilebilir bir davranış olarak görülmesine, dolayısıyla da hem hayvanlara hem insanlara karşı şiddet eylemlerinin artmasına zemin hazırlayabilir” diye uyarmış ve eklemişti: “Şu anda gündemde olan ve sokak hayvanlarının topluca öldürülmesini meşrulaştıran yasa, ne yazık ki, toplumumuzdaki barış atmosferine ve insani değerlere büyük zarar veriyor. Bu yasa, hayvanların yaşam hakkını hiçe sayarak, sadece hayvanlara değil, aynı zamanda toplumsal huzurumuza da ciddi bir darbe vuruyor.”

Arazide gördüğüm cins köpekler gibi binlerce köpek her gün sokaklara terk ediliyor. Yine binlerce köpek gördükleri şiddet yüzünden sokaklarda insanlardan ürkerek, kendilerini onlardan sakınarak yaşamaya çalışıyor. Spartaküs bunlardan biri. Tıpkı adını aldığı kahraman gibi, Spartaküs ve arkadaşları yaşam haklarının korunduğu ve insanlarla eşit koşullarda yaşayabildiği bir toplumun esin kaynakları. Türkiye’nin dört bir yanında hayvan hakları savunucuları yeni düzenlemelerin yarattığı tahribatı denetliyor ve telafi etmeye çalışıyor. Bursa’da ise Lale, Timur ve isimsiz onlarca gönüllünün yardımlaşması sayesinde Savunmasız Canlar’a sığınan bin 200 kadar köpek güvende ve huzurlu.

 


Bu haber Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen program kapsamında yayınlanmıştır. İçeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz.

P24, iklim ve ekoloji gazeteciliği atölyeleri serisinin ikincisini 22-23 Şubat’ta Kuşadası’nda düzenledi. Birleşik Krallık İkili İşbirliği Programı desteğiyle gerçekleştirilen iki günlük atölyeye farklı şehirlerden 12 gazeteci katıldı. Atölyede yapılan sunumlarla gazetecilere kendi deneyimlerinden yola çıkarak iklim ve ekoloji alanında hazır formüllerden bağımsız, nitelikli, derinlikli haberler üretmenin yolları aktarıldı.

İlki Antalya’da düzenlenen bu atölyelerle gazetecilerin iklim ve ekoloji alanında haber yapmaya teşvik edilmesi, bu alanda kendilerini geliştirmeleri ve uzmanlaşmaları amaçlanıyor. Ayrıca, çoğu zaman yalnızca “viral” olduğu için gündeme gelen iklim ve ekoloji haberlerini ısrarla takip etmenin önemi vurgulanıyor. Nitekim akademisyen Rob Nixon’ın ifadesiyle, ekolojik yıkım “yavaş şiddetin”, bir başka deyişle, zamana yayılan bir “yavaş bir suçun” sonucunda meydana geliyor. Bu nedenle, hızlı ve yüzeysel habercilik yerine, meselelere derinlemesine yaklaşan, sabırlı ve “yavaş” bir gazetecilik anlayışının gerekliliği üzerinde duruluyor.

Atölyede sunum yapan Elif Ünal, iklim ve ekoloji haberlerinin temelini oluşturan iklim krizi kavramlarını detaylandırdı. Ayrıca, bu alandaki bilgilerin ve iddiaların doğrulanmasına yönelik gazetecilerin benimsemesi gereken yaklaşım ve yöntemleri paylaştı. Çiçek Tahaoğlu, bu alanda gazetecilerin toplumsal cinsiyet ve hayvan hakları temalı haberler üretirken dikkat etmeleri gereken temel unsurları açıkladı. Son olarak, Özgün Özçer, haber metinlerinin kurgusunun nasıl çeşitlendirilebileceğine dair stratejiler sunarak, bilgi toplama safhasından metin yazma ve fikri takibe kadar tüm aşamalarda haber üretimini nitelikli kılan yöntemleri irdeledi.

Atölyeye sekiz farklı şehirden 12 gazeteci katıldı.

Sekiz farklı şehirden gelen katılımcılar sunumların ardından düzenlenen ortak bir çalışmada atölye boyunca aktarılan yaklaşımları pratiğe döktüler.

Her iki atölyeye katılan 24 gazeteciden 11’i, toplam 12 haber metni üretecek. Bu haberler, P24’ün iklim ve gazetecilik haber sitesi Gezegen’de yayımlanırken, İngilizce çevirileri P24’ün İngilizce sayfalarında yer alacak. Ayrıca, atölyede yapılan sunumlara dayanan kapsamlı bir kılavuz da yayımlanacak.



           


Bu atölyenin içeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz. 

P24, iklim ve ekoloji gazeteciliği atölyelerinin ikincisini 22 Şubat Cumartesi ve 23 Şubat Pazar tarihlerinde Kuşadası’nda düzenliyor. Birleşik Krallık İkili İşbirliği Programı desteğiyle yürütülen bu atölye serisi gazetecilerin başta iklim ve ekoloji olmak üzere kamu sağlığı, emek, kentsel dönüşüm gibi kamu yararının gözetilmesini gerektiren alanlarda becerilerini geliştirmeyi ve bu konularda uzmanlaşmalarını teşvik etmeyi amaçlıyor.

Atölye serisinin ilki 2024’ün Aralık ayında Antalya’da düzenlenmişti.

Kuşadası’nda yapılacak bu iki günlük atölye Türkiye’nin bütün bölgelerinden aktif çalışan gazetecilerin yanı sıra iletişim, gazetecilik, radyo ve televizyon bölümleri öğrencileri ile sivil toplum kuruluşu çalışanlarının başvurularına açık. (Kontenjanımız dolduğundan yeni başvuru alamamaktayız, ilginiz için teşekkür ederiz.)

Atölyede toplam 12 katılımcı ağırlanacak. Nihai katılımcılar başvuranlar arasından P24 program yürütücüleri ve eğitmenler tarafından belirlenecek. Formdaki sorulara verilecek cevaplardaki özen, iklim ve ekoloji alanlarında çalışmaya gösterilen ilgi ve iyi gazetecilik pratiklerine yönelik duyarlılık yapılacak değerlendirmede belirleyici olacak. Değerlendirmenin ardından P24 program yürütücüsü başvuru formunu dolduranlara telefonla geri dönüş yapacak. Atölyenin ayrıntılı akışı ise daha sonra katılımcılarla paylaşılacak.

Katılımcıların bütün ulaşım, konaklama ve yemek masrafları atölye bütçesinden karşılanacak.

Eğitmenliğini Elif Ünal, Çiçek Tahaoğlu ve Özgün Özçer’in üstleneceği atölyede teorik ve metodolojik bilgilerin yanı sıra haber yazma pratiklerini geliştirmeye odaklı uygulamalar sunulacak.

Atölye ana hattını oluşturacak konu başlıkları arasında şunlar yer alıyor:
> Bilgi (veri ve görüş) toplama: Görüş alınacak kişileri belirleme, görüş alınacak kişiler için soru hazırlama, kaynaklara ulaşma, özel haberlerde bilgi ve belge desteğinde bulunabilecek kaynakları belirleme, ilişkiyi yönetme, elde edilen bilgileri habere dönüştürmenin yolları;
> Farklı haber kurguları (ters piramit tekniği, insan hikâyeleri, rapor özetleri, veriye dayalı haberler, izlenim ve analiz metinleri);
> Haber yazımı: Etkili cümle yazımı ve bütünlüklü paragraf kurgusu, alıntılama ve dolaylı anlatım tekniği, haber içindeki geçişler, başlık, spot, ara başlık ve fotoğraf altı yazımı esasları, editör-muhabir ilişkisi;
> Haber dili: Farklı haber kurgularında kullanılacak dil, gözlem aktarımı ve tasvir, olgu ile kanaat arasındaki fark;
> İklim krizi haberciliği kavramları: Sözcük dağarcığının doğru kullanımı, teknik kavramların gündelik dile aktarımı;
> İklim okuryazarlığı: Haberlerde bilgi doğrulama, yaygın yanlış bilgileri saptama ve çürütme;
> Toplumsal cinsiyet odağı: Haberlerde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamanın yolları, cinsiyetçiliğe düşmeden aktarım;
Türcülük karşıtı dil ve hayvan odaklı haberciliğin temel öğeleri;
> Araştırmaya dayalı habercilik: Açık kaynakta bulunmayan bilgileri araştırmanın esasları, uzun soluklu gazetecilik için sağlanması gereken koşullar;
> Fikri takip: Gelişmelerin takibi, yeni bir gelişmenin haberleştirilmesi;
> Bilgi edinme başvuruları: Açık kaynakta olmayan bir bilgiye ulaşmak için bilgi edinme başvurularının etkin kullanımı;
Temel etik ilkelerin pratiğe yansıması, haberciliğin her aşamasında gözetilmesi gereken etik ilkeler;
> Bir etik yaklaşım olarak yeryüzü ve iklim adaleti.

Oturumlarda aktif gazetecilerin deneyimlerini ve bilgilerini mesleğe yeni başlayan katılımcılar ve öğrencilerle paylaşımı da teşvik edilecek. Ayrıca atölyeye katılanlara P24’ün iklim ve ekoloji gazeteciliği sitesi Gezegen’de yayınlanmak üzere telifli haber içeriği hazırlama imkânı tanınacak.

P24, 21-22 Aralık tarihlerinde Antalya’da iklim ve ekoloji gazeteciliği üzerine bir atölye düzenledi. Atölyeye farklı bölgelerden katılan 13 gazeteci iki gün boyunca hem iklim ve ekoloji haberlerini daha bilinçli ve nitelikli bir şekilde işlemenin yollarını tartıştı hem de sahadaki deneyimlerini birbirleriyle paylaştı.

Birleşik Krallık İkili İşbirliği Programı desteğiyle düzenlenen atölyenin ilk gününde Elif Ünal, iklim krizi ile ilgili kavramları tanıttı ve yanlış bilgilerin yayılmasını engellemeye yönelik farkındalığın, başka bir deyişle iklim okuryazarlığının nasıl artırılabileceğine dair bir sunum yaptı. Özgün Özçer ise, P24’ün iklim ve ekoloji haberciliği platformu Gezegen’den örnekler vererek, gazetecilerin haberlerini hazırlarken dikkat etmeleri gereken unsurları ve farklı haber kurgularının iklim ve ekoloji gazeteciliğini nasıl zenginleştirebileceğini anlattı.

 

 

Peki gazeteciler, iklim ve ekoloji haberlerinde toplumsal cinsiyet odağını korumak ve türcü yaklaşımlardan kaçınmak için neler yapabilir? Atölyenin ikinci gününde Çiçek Tahaoğlu, eşit temsili ve kapsayıcılığı sağlamanın yollarını ve insan merkezci yaklaşımlara düşmemenin önemini ele aldı. Katılımcılar sunumların ardından ortak bir çalışma yaptı.

Program kapsamında atölyeye katılan bazı gazeteciler web sitemizde yayımlanmak üzere haber de hazırlayacaklar. Ayrıca atölyedeki deneyimleri üzerine eğitmenler bu alandaki iyi uygulamaları içeren, açıklayıcı ve yol gösterici bir kılavuz üretecekler.

Atölyenin ikincisi Şubat ayında düzenlenecek. P24 ikinci atölyenin duyurusunu da önümüzdeki haftalarda yayımlayacak.

 

Katılımcılar atölye sırasında çalışma gruplarına ayrıldı.

Atölyede Çiçek Tahaoğlu “İklim ve Çevre Haberciliğinde Toplumsal Cinsiyet ve Türcülük” başlıklı bir sunum yaptı.

Bu atölyenin içeriği P24’ün sorumluluğundadır. Birleşik Krallık Büyükelçiliği içerikten sorumlu tutulamaz. 

P24, gazetecilerin başta iklim ve ekoloji olmak üzere kamu sağlığı, emek, kentsel dönüşüm gibi alanlarda uzmanlaşmasını teşvik etmek amacıyla 21 Aralık Cumartesi ve 22 Aralık Pazar tarihlerinde Antalya’da kapsamlı bir fiziksel atölye düzenliyor.

Toplam 12 katılımcının ağırlanacağı atölyeye aktif çalışan gazetecilerin yanı sıra iletişim, gazetecilik, radyo ve televizyon bölümleri öğrencileri ile sivil toplum kuruluşu çalışanları başvurabilir. Katılımcılar, atölyeye başvuranlar arasından P24 program yürütücüleri ile eğitmenler tarafından belirlenecek. Ulaşım, konaklama ve yemek masrafları ise P24 tarafından karşılanacak. Atölye Türkiye’nin bütün bölgelerinden başvurulara açık.

(Kontenjan dolduğundan yeni başvuru alamamaktayız, ilginiz için teşekkür ederiz.) Formdaki sorulara verilecek cevaplardaki özen, iklim ve ekoloji alanlarında çalışmaya gösterilen ilgi ve iyi gazetecilik pratiklerine yönelik duyarlılık yapılacak değerlendirmede belirleyici olacak. Değerlendirmenin ardından başvuru formunu dolduranlara tarafımızdan geri dönüş yapılacak. Atölyenin akışı ise daha sonra katılımcılarla paylaşılacak.

Eğitmenliğini Elif Ünal, Çiçek Tahaoğlu ve Özgün Özçer’in üstleneceği atölyede teorik ve metodolojik bilgilerin yanı sıra haber yazma pratiklerini geliştirmeye odaklı uygulamalar sunulacak. Atölye ana hattını oluşturacak konu başlıkları arasında şunlar yer alıyor:
> Bilgi (veri ve görüş) toplama: Görüş alınacak kişileri belirleme, görüş alınacak kişiler için soru hazırlama, kaynaklara ulaşma, özel haberlerde bilgi ve belge desteğinde bulunabilecek kaynakları belirleme, ilişkiyi yönetme, elde edilen bilgileri habere dönüştürmenin yolları;
> Farklı haber kurguları (ters piramit tekniği, insan hikâyeleri, rapor özetleri, veriye dayalı haberler, izlenim ve analiz metinleri);
> Haber yazımı: Etkili cümle yazımı ve bütünlüklü paragraf kurgusu, alıntılama ve dolaylı anlatım tekniği, haber içindeki geçişler, başlık, spot, ara başlık ve fotoğraf altı yazımı esasları, editör-muhabir ilişkisi;
> Haber dili: Farklı haber kurgularında kullanılacak dil, gözlem aktarımı ve tasvir, olgu ile kanaat arasındaki fark;
> İklim krizi haberciliği kavramları: Sözcük dağarcığının doğru kullanımı, teknik kavramların gündelik dile aktarımı;
> İklim okuryazarlığı: Haberlerde bilgi doğrulama, yaygın yanlış bilgileri saptama ve çürütme;
> Toplumsal cinsiyet odağı: Haberlerde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamanın yolları, cinsiyetçiliğe düşmeden aktarım;
> Türcülük karşıtı dil ve hayvan odaklı haberciliğin temel öğeleri;
> Araştırmaya dayalı habercilik: Açık kaynakta bulunmayan bilgileri araştırmanın esasları, uzun soluklu gazetecilik için sağlanması gereken koşullar;
> Fikri takip: Gelişmelerin takibi, yeni bir gelişmenin haberleştirilmesi;
> Bilgi edinme başvuruları: Açık kaynakta olmayan bir bilgiye ulaşmak için bilgi edinme başvurularının etkin kullanımı;
> Temel etik ilkelerin pratiğe yansıması, haberciliğin her aşamasında gözetilmesi gereken etik ilkeler;
> Bir etik yaklaşım olarak yeryüzü ve iklim adaleti.

Oturumlarda aktif gazetecilerin deneyimlerini ve bilgilerini mesleğe yeni başlayan katılımcılar ve öğrencilerle paylaşımı da teşvik edilecek.

Atölye, P24 bünyesinde 17 Nisan 2021’de yayına giren iklim ve ekoloji haberciliği yayını Gezegen’in kapasite inşa çalışmaları kapsamında düzenlenecek. Yerkürenin sorunlarını merkezine alan bir yayın çizgisini benimseyen Gezegen yalnızca telifli içeriklere yer veriyor. Araştırmacı haberciliğin yanı sıra, yaşam alanlarını koruyan ya da çevre talanı nedeniyle hayatları etkilenen yurttaşların hikâyelerini aktarmak, beri taraftan teknik ve teknolojik inovasyonlara yer vererek çözüm gazeteciliğinin gelişmesini sağlamak Gezegen’in amaçları arasında. Bu çerçevede, atölyeye katılan beş kişiye Gezegen’de yayınlanmak üzere beş telifli haber içeriği hazırlama imkânı tanınacak.

Sokak hayvanlarına yönelik hazırlanan ve barınakta 30 gün içinde sahiplenilmeyen hayvanların iğneyle uyutularak öldürülmesine ilişkin düzenlemeyi de içeren tasarıya yönelik tepkiler sürüyor.

2 Haziran Pazar günü İstanbul başta olmak üzere ülkenin birçok şehrinde binlerce hayvan hakları savunucusu mitinglerde buluşarak tasarıyı protesto etti. Tasarının bugünkü bilinen haliyle yasalaşmaması için kampanyalar devam ediyor.

Sokak hayvanlarına yönelik tartışma son birkaç yıldır sürüyor. Bir yandan sokak hayvanlarına yönelik şiddet haberleri büyük tepki görürken, bir yandan da “sokak köpeği saldırıları” haber ve içerikleri sosyal medyada hızlanarak artmaya başladı.

AK Parti Grup Başkanvekili Bahadır Yenişehirlioğlu 23 Mayıs 2024’te, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatının ardından Tarım ve Orman Bakanlığı’nın da dahil olduğu dört bakanlığın sokakta yaşayan hayvanlarla ilgili bir çalışma yürüttüğünü, 15 gün sonra oluşturulacak rapor sonucunda bir kanun teklifinin Meclis Başkanlığı’na sunulacağını açıkladı. 

Bu açıklamanın ardından kısa süre sonra söz konusu çalışmaya dair haberler basında yer almaya başladı. 

Haberlere göre hazırlanan tasarıyla her belediye, barınaklarında bulunan köpeklerin fotoğraflarını çekip, internette sahiplendirme ilanı olarak paylaşacak, ilan yayınlandıktan sonra 30 gün içinde sahiplenilmeyen köpekler ilaçlı iğneyle “uyutularak” öldürülecek. Öldürülen köpeklerin yerine barınaklara yeni sahipsiz köpekler getirilip aynı işlem tekrarlanacak.

Milletvekili Koca: Tasarıyı basından öğrendik

Öte yandan söz konusu tasarının detayları hiçbir resmi makam tarafından detaylı bir şekilde kamuoyuyla paylaşılmadı. DEM Parti Mersin Milletvekili Perihan Koca bu durumu “Meclis’in işlevsizleştirilmesi” olarak yorumluyor.

“Biz de milletvekilleri olarak tasarıya dair detayları yandaş medyada yer alan haberlerden öğrendik” diyen Koca, geçtiğimiz hafta Meclis Çevre ve Tarım Komisyonu’nun toplandığını, komisyonda bu konunun ele alınacağını düşündüklerini ancak bu şekilde yol alınmadığını söylüyor.

“Herhangi bir Meclis görüşmesi, diyalog zemini yokken bu haberlerin sızdırılması, pompalanması, şiddetin, nefret söyleminin körüklenmesiyle beraber söz konusu tasarının komisyona getirileceği kaygısındaydık.”

Hayvan Hakları İzleme Komitesi’nden avukat Ecenur Kovancı da, Meclis’in dahil edilmediği bu tasarının çalışma sürecinde sivil toplumun da görüşlerinin alınmadığını söylüyor.

Avukat Kovancı, geçtiğimiz yılın Eylül ayından itibaren sokakta yaşayan köpeklere yönelik izlenecek yol ve “çözüm” önerinin hazırlanması için Tarım ve Orman Bakanlığı bünyesinde bir komisyon kurulduğu, İçişleri ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlıklarından temsilcilerin de bu komisyonda yer almasına karar verildiği haberlerinin medyada yer aldığını hatırlatıyor. 

Avukat: Paydaşlara haber verilmeden süreç başlamış

Bunun üzerine bakanlığa bilgi edinme başvurusunda bulunduklarını belirten Kovancı, böyle bir komisyon kurulmadığı dolayısıyla çalışmanın da olmadığı yönünde cevap aldıklarını söylüyor: “Bugün görüyoruz ki aslında veteriner hekimlerinden, STK’lardan, barolardan ve kamuoyundan habersiz kendi bünyelerinde böyle bir şeyin düşüncesine önceden girilmiş.”

Sokak hayvanları konusundaki “çözümsüzlük” aslında yeni değil. 2019’da Muş’a bağlı Bulanık Belediyesi’nde iki görevlinin sokakta yaşayan bir köpeği kürekle başına vurarak öldürmesi kamuoyunda büyük tepki toplamıştı. 2021’de yeniden düzenlenen Hayvanları Koruma Kanunu ile hayvanlara yönelik şiddete yeni cezalar getirilmiş, ama bunun yanı sıra belediye bünyelerinde bakım evleri kurulması, bakım evlerinde rehabilite edilen hayvanların alındıkları yere geri bırakılması koşulu getirilmişti.

Buna rağmen “​​hayvanların yararına bir girişimde bulunulmadığını” söyleyen Avukat Kovancı,“Sokakta yaşayan hayvanların yeri barınaklardır, belediyeleri göreve çağırıyorum” söylemleriyle belediyelere kanuna aykırı talimatlar verildi” diyor. 

Tasarıda “bakım evi” olarak geçen, kamuoyunda “barınak” olarak ifadelendirilen yerler hayvan hakları aktivistlerince eleştirilen mekanlar. 

Barınakların mevcut yasaya göre hayvanların kısırlaştırma, rehabilitasyon ve dijital kimliklendirme işlemlerinin yapıldığı, sonra da hayvanların alındıkları yerlere bırakılması gerektiği geçici bakım evleri olması gerekiyor.

Bununla birlikte barınakların durumu, yönetimlerindeki sorun, hayvanların toplanıp barınaklara taşınma biçimi de kamuoyunun gündemine çok kez gelmişti. Bunlardan en akılda kalanlardan biri 2022’de Konya Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Hayvan Rehabilitasyon Merkezi’nde bir görevlinin köpeğe elindeki kürekle vurarak öldürmesi nedeniyle çok sayıda hayvan hakları savunucusu barınak önünde nöbet tutmaya başlamıştı. Aktivistler barınağın önünde tıbbı atık poşetinden çok sayıda kediyi kurtarmıştı. 

“Barınaklar kapalı kapılar ardındaki karanlık yerler”

Kovancı, barınakları “Maalesef ki bu kadar yıl sonra dahi hayvanların sağlıklı girseler de hasta olarak çıkma ihtimallerinin yüksek olduğu, öldüğü/öldürüldüğü, şiddete ve kötü muameleye maruz kalabildikleri, kapalı kapılar arkasında yaşanılanların bilinemediği karanlık bölgeler” olarak tanımlıyor. 

Hayvanların toplu olarak kapatıldığı alanların canlılar üzerinde aşırı stres yaratacağını, bu alanların dezenfeksiyonunun sağlanmasının, bu alanlara su ve mama koymanın mümkün olmadığını, bulaşıcı hastalıkların artacağını vurgulayan Kovancı, “Bakın uyutmuyoruz, doğal yaşam alanlarında mutlu şekilde yaşatıyoruz” masalının gerçek yüzü esaret altında gerçekleşecek toplu ölümler olacaktır” diyor.

Sokakta yaşayan hayvanların toplanıp barınaklara gönderilmesi ve bir süre sonra öldürülmesine yönelik en çok örnek gösterilen Avrupa ülkeleri. İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde barınaklarda sahiplenilmeyen hayvanlar öldürülürken, Kovancı Hollanda’da kısırlaştırma ve toplumu bilinçlendirme yoluyla “Hollanda’nın sokaklarında köpek olmayan ilk ülke olmayı başardığını” söylüyor.

Türkiye’de sokak hayvanı sayısı bilinmiyor

Türkiyede ise sokakta yaşayan hayvan sayısı bilinmiyor. Eski Tarım ve Orman Bakanı Vahit Kirişçi 2022’de yaptığı açıklamada sayının 10 milyon civarı olduğunu açıklamıştı. Mevcut Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı da yine sayı tam bilinemese de sokakta yaşayan köpek sayısının 4 milyon civarında olduğunu ifade ediyor. 

Hayvan hakları aktivistlerinin uzun süredir önerdiği çözüm “kısırlaştır-aşıla-yerine bırak”. Kovancı bu uygulamanın işletilmediğinin altını çiziyor:

“Dünya Sağlık Örgütü dişilerin yüzde 70’ini kısırlaştırdığımızda hayvan popülasyonunun kontrol altına alınabileceğini söylüyor. Bakanlık yaptığı açıklamada son 5 senede ortalama 260 bin hayvan kısırlaştırdık diyor. Aslında buradan görüyoruz ki biz kısırlaştırma yapmıyoruz!”

Aktivistlerin önerdiği uygulamanın denenmeden “işe yaramadığını” öne sürmenin “samimiyetsiz” olduğunu belirten Kovancı “Çözüm olarak sunulan şey devlet eliyle katliamdan başka bir şey olmayacaktır” diyor.

İzmir Toprak Koruma Kurulunun “tarım dışı planlanabilir” kararından sonra yapılaşmaya açık hâle gelen İnciraltı mevkii için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın hazırladığı imar planının yankıları sürüyor. Bahçelerarası Mahallesi’nde dedelerinden devraldığı çiftçiliği uzun yıllar sürdürmüş olan ve hâlen orada yaşayan mülk sahibi Ayten Güleryüz, imar planında arazisinin “turizm-ticaret alanı” olarak gösterildiğini, bu nedenle bağımsız bir konut projesi uygulamalarının mümkün olmadığını belirtti. Tarım vasfından çıkarılan arazilerde konut ile ticaret-turizm merkezlerinin yapılmasını öngören İnciraltı planının hazırlanmasında aktif rol oynayan İnciraltı Gelişim Derneği’nin (İNGE-DER) Başkanı Tayfun Karabulut ise İnciraltı’yla ilgili yapı projesinin hazır olduğunu ancak projeyi daha sonra açıklayacaklarını söyledi. 

Bölgede yıllar içinde tarım faaliyetinin azalmasında sulama suyu sorunu ilk sıralarda yer alıyor. Su sorununu ortaya çıkaran temel neden tarım arazilerinin çevresine yapılan büyük alışveriş merkezleri olarak gösteriliyor. Aileden çiftçi olan 42 yaşındaki Kemal Cihan, inşa edilen AVM’ler yüzünden yıllar geçtikçe yeraltı sularının azaldığını, yeraltı sularına deniz suyu karıştığını ifade etti. Cihan, “Burası tarım bölgesi olmasına rağmen devletten hiçbir teşvik alamadık. Yıllardır kendi yağımızla kavruluyoruz. Su sorunu da baş gösterince işler iyice zorlaştı. Hâlbuki Balçova Barajı bu bölgenin tarım suyu ihtiyacını karşılamak için yapılmıştı. Ama baraj açıldıktan sonra sadece birkaç yıl su verilebilmiş. Sonra bir damla su alamadık” dedi.

“Proje var ancak şimdi açıklayamayız”

İzmir’in Balçova ilçesinde son 35 yılda imar planlarına konu olan birinci, ikinci, üçüncü derece doğal sit statüsündeki İnciraltı ve Bahçelerarası Mahalleleri için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yeni bir imar planı hazırladı. Revize edildikten sonraki hâliyle Aralık 2023’te yeniden askıya çıkarılan İnciraltı Turizm Merkezi 1/5000 ve 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Nâzım İmar Planları doğrultusunda İmar Kanunu’nun 18. maddesine göre bölgenin parselasyon planı yapılacak. Şahıslara ait her bir arazinin yüzde 40’ından fazlası kamu hizmetleri için kullanılmak üzere kamuya terk edildikten sonra mevcutta büyüklükleri 1 ile 60 dönüm arasında olan tarımsal nitelikli arazilerden iddiaya göre ikişer dönümlük imar parselleri çıkarılacak. Plana göre bölgede üçer katlı turizm-ticaret yapıları, ikişer katlı konutlar ve birer katlı günübirlik tesisler inşa edilecek.

İmar planı uygulama süreciyle ilgili bilgi veren İNGE-DER Başkanı Tayfun Karabulut, “Şimdi altlıklar yapılıyor. 18. madde uygulamasını yapacak arkadaşlar mayıs ayı içinde çalışmaya başlayacak. Önümüzdeki günlerde burada artık haritacıları göreceğiz” dedi. Karabulut, “İnciraltı’yla ilgili yeni plana göre bir proje hazırlandı mı?” sorumuza şu yanıtı verdi: 

“Var ama bunu sizinle paylaşırsam kamuoyuyla da paylaşmış olacağım. Çünkü biz dernek olarak bu sürecin artık içindeyiz. Çevre Bakanlığı’nın da burada bir güven telkini var. O güveni karşılıklı sağlayabildik. Dolayısıyla bu sorular için biraz erken. Yakında çok özel bir mimarî tasarım açıklanacak.” 

“İl Toprak Koruma Kurulunun kararı hukuken düştü”

İnciraltı ve Bahçelerarası Mahallelerinde imar ve yapılaşma yolunu açan İzmir İl Toprak Koruma Kurulunun 23 Eylül 2020’de aldığı “tarım dışı planlama yapılabilir” kararında planlama çalışması yapılmak istenen 711 hektarlık alanın yaklaşık 471 hektarlık kısmının “dikili ve mutlak tarım arazisi” 240 hektarlık kısmının ise “marjinal tarım arazisi” olduğu belirtildi. Ancak Kurul, oy çokluğuyla marjinal tarım arazisi vasfında olan kısım için “planlama yapılmasında sakınca olmadığına” dikili ve mutlak tarım arazisi vasfında olan kısmın da “kamu yararı kararı alınması şartıyla planlama çalışmasına dâhil edilmesine” karar verdi. Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği (TMMOB) Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi karara şerh düştü. 

Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı Dr. Hakan Çakıcı, daha önce bölgeyle ilgili marjinal tarım arazisi statüsünün farazi bir şekilde “toprakta bor sorunu var” diyerek verildiğini belirtiyor. “Tamamının ‘mutlak tarım arazisi’ olarak değerlendirilmesi durumunda bölge tarım dışına çıkarılmayacaktı” diyen Çakıcı, İl Toprak Koruma Kurulunun kararının ise zamanında bir proje önerilmediği için hukuken düştüğünü söylüyor:   

“Tarım dışı planlamaya açılan marjinal tarım arazilerinde doğrudan inşaat yapamazsınız. Sadece eko-köy, seracılık gibi özel projeler uygulayabilirsiniz. Ayrıca tarım dışına çıkarılan araziler hakkında kanuna göre iki yıl içinde bir proje önerilmesi gerekiyor. İnciraltı’yla ilgili imar planı 14 Mayıs 2023 seçimlerinden üç gün önce askıya çıkarıldı. Kurul ‘tarım dışı planlama yapılabilir’ kararını ise 23 Eylül 2020’de verdi. Bu süreçte somut bir proje önerilmedi. Dolayısıyla Toprak Koruma Kurulunun kararı hukuken düşmüş durumda.”

Bölgedeki arazilerin yarısı sermaye gruplarınca toplandı

Tarihi mandalina üreticiliği, çiçek, sebze yetiştiriciliği ve seracılıkla başlayan Bahçelerarası ve İnciraltı’nda aileler geçimini sahibi oldukları veya kiraladıkları tarlalarda çiftçilik yaparak sağladı. Birçok aile tarımcılığın genel sorunları, bölgede ortaya çıkan sulama suyu sorunu nedeniyle çiftçiliği bırakmak zorunda kalırken bölge tarımında çalışan işçi sayısı da giderek azaldı. Ancak 100 ila 120 aile hâlâ tarımcılığı sürdürüyor. 

Kemal Cihan, Bahçelerarası’nda dedelerinden kalan topraklarda hâlâ tarımcılığı devam ettirenlerden. Anne ve babası yaşlanınca işleri devralan Cihan, iki dönümü kendine ait olmak üzere toplamda 27 dönüm tarlada kasımpatı, biber, patlıcan; sebze, çiçek yetiştiriyor. Kışınsa seracılık yapıyor. “Biz buranın son köylüleriyiz” diyen Cihan, bölgedeki tarım arazilerinin mülkiyetiyle ilgili şunları söylüyor:

“Araziler dedelerinden, babalarından çocuklara intikal ettiği için hisseli. Kardeşlerden biri maddî anlamda zora düştüğünde ya da kardeşler arasında anlaşmazlık çıktığında hissesini satabiliyor. Dışarıdan hisseyi alansa bu kez diğer hissedarlara izaleyi şüyuu (ortaklığın giderilmesi) davası açıyor. Davalar kardeşlere karşı arazide tek hissesi olan o kişinin lehine sonuçlanıyor genelde; arazinin tamamı kardeşlerden çıkıyor. Bu şekilde geçmişi tarımcılığa dayanan onlarca aile burayı bırakıp gitmek zorunda kaldı. Bölgede arazilerin yüzde 50’sinden fazlası maalesef büyük firmaların eline geçti. Alanlar zaten buraya tarım yapacağım gözüyle bakmıyor. Mesela bir Alman şirketi 300 dönüme yakın yer topladı. Bu arazileri alan kişilerin hiçbirinin tarımla işi yok.”

Sahil kıyısındaki konumuyla dikkat çeken Bahçelerarası ve İnciraltı’nda kime sorsanız aynı yanıtı veriyor: “Bölgedeki tarım arazilerinin yarısı büyük şirketler tarafından toplandı!” Yereldeki çeşitli kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre inşaat, otel, turizm, restoran, galericilik gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren Akgerman, Kâya ve Dabak ailelerinin; İZKA İnşaat, Zorlu Holding gibi birçok sermaye grubunun bölgede dönümlerce arazisi bulunuyor.

“Bizi mutlu eden parseli küçük tutmak oldu”

İnciraltı ile Bahçelerarası’nda yaklaşık 2 bin 200 hissedarın olduğunu bildiren İNGE-DER Başkanı Karabulut da bölgedeki mülkiyet değişimini doğruluyor. Ölümlerle birlikte hisselerin küçüldüğünü söyleyen Karabulut, “Bir arazinin içinde en az iki, en çok 30 hisse var. Bu hisselerden biri el değiştirdikten sonra eğer satın alan kişi bir simsarsa hemen o arazinin tamamını icra yoluyla satın almaya çalışıyor. Ata mirasın var. Satmak istemiyorsun ama hisseli olduğu için tek başına söz sahibi de olamıyorsun. Yabancı hissedarlar yüzünden gözyaşıyla arazisini satan çok oldu” diyerek ekliyor: 

“O yüzden bu imar planında bizi mutlu eden parseli küçük tutmak oldu. Diyelim ki Özdilek emsali verilmiş ama imar parseli 20 dönüm yapılmış olsun. Toplam 30 kişi olacağız. Para olmadığı için kimsenin birbirinden satın alma şansı yok. Aramızda kim güçlüyse tüm hisseleri o alacak. Ama parsellerin küçük olduğunu düşünelim. Örneğin iki dönümlük konut parseli… O zaman herkes kendi başına ya da üç hissedar mülkiyetine devam ederek buradaki hayatını terk etmeyecek. Belki diyecek ki arazideki hissemi satmayıp beş dönümlük otel projesine ortak olmak istiyorum.” 

 “Evimizi, tarlamızı turizm-ticaret alanı olarak ilân etmişler”

Bahçelerarası’nda çiftçi bir aileden gelen 61 yaşındaki Ayten Güleryüz* dedelerinden kalan 4,5 dönümlük tarlada annesinden devraldığı sebze ve çiçek yetiştiriciliğini 30 yıl boyunca sürdürdü. Hâlen Bahçelerarası’nda tarlasının içindeki evde oturan Güleryüz, tarımda maliyetlerin artması, işçi çalıştıramaması gibi nedenlerle pandemi döneminde çiftçiliği bıraktı. 

Mahallenin eski günlerinden bahseden Güleryüz, “Burada yetiştirdiğimiz çiçekler yurtdışına gönderilirdi. İstanbul’a mandalina, sebze buradan giderdi. Çoğu aile malûm sebeplerle tarımcılığı bıraktı. Ben de artık kendime yetecek kadar ekiyorum. Anne ve babaları vefat edince çok az kişi çiftçiliği devam ettirdi” diyor. 

Güleryüz, Çevre Bakanlığı imar planını hazırlarken kendisi gibi çevresindeki mülk sahiplerinden görüş almadığı, planda arazisi ticaret-turizm alanı olarak belirlendiği için tepkili: 

“Bir gün öğrendik ki evimizi, tarlamızı turizm-ticaret alanı olarak ilân etmişler. Burada yıllardır süregelen bir yaşamımız var. Ekip biçiyoruz. Doğayla, toprağımızla iç içeyiz. Düşünebiliyor musunuz; plana göre konut yapma imkânımız bile yok. Bizim arazinin de içinde olduğu ada ve altı parselde tek bir turizm-ticaret projesi uygulanacak. Ama projenin ne olduğunu bilmiyoruz. Bizi bilmediğimiz bir projeye dâhil ettiler. Sonradan arazi satın alanların hepsi şirket. İçlerinde mafya kılıklı insanlar var. Devlet bu imar planıyla bizleri o kişilerle ortak etti. Dosyamız hazır. İzaleyi şüyuu davası açacağız.” 

İnciraltı Plajı hâtıralarda  

İnciraltı-Bahçelerarası bölgesi, 1989’da “turizm merkezi alanı” ilân edildikten sonra farklı dönemlerde birçok imar planına konu oldu. Bölgenin “turizm merkezi” ilân edilmesi İnciraltı ve Bahçelerarası’nın tarımcılıkla gelen tarihinin paralelinde önemli bir yer tutan deniz kültürüne ve Balçova’nın termal suyu dolasıyla sağlık turizmi potansiyeline dayandırılıyor. 1950’li yıllarda İzmir Belediyesi imar müdürü Rıza Aşkan tarafından Bahçelerarası ile İnciraltı’nın kıyı kesiminde 30 kilometrelik hattın plaj, gazino, bin kişilik soyunma kabini ünitesi, 68 konut, çarşı, dükkânlar, çocuk oyun parkı ve otopark barındıracak biçimde düzenlenerek kullanıma açılması bugün hâlâ “İnciraltı Plajı” adıyla toplumsal bellekteki yerini koruyor. 

Mimar Emel Kayın, Belediye Kampı olarak faaliyet gösteren bu tesisin dışında, bölgede çadırlı ve sinema perdeli ESHOT Kampı, derme çatma bir kurguya sahip diğer çadırlı kamplar ile bölgenin sonunda yine çadırlı bir kamp olan, ancak gazinosu ve hizmet birimleri de bulunan Astsubay Kampı bulunduğunu yazıyor. Bu düzenin 1960’lara kadar sürdüğünü belirten Kayın, “İnciraltı’nın erken plaj yapılaşmasında doğa gözetilmiş, 1970’lerden sonra ise ölçek değişmeye başlamıştır” diyor.

Eski planlar iptal edildi, yenileri hakkında dava açıldı 

İnciraltı-Bahçelerarası 1989’da turizm merkezi alanı ilân edildikten sonra 2000’lerin başında bölge hakkında imar planı çalışmaları hızlandı. İzmir’in EXPO (Dünya Fuarı) 2015-2020 adaylığında yer olarak İnciraltı’nın belirlenmesiyle Çevre ve Şehircilik ile Kültür ve Turizm Bakanlıkları, İzmir Büyükşehir Belediyesi İnciraltı-Bahçelerarası’yla ilgili 2007, 2009, 2011, 2012 ve 2013 yılında birbirine benzeyen imar planları hazırladı. 

İmar planları ekili dikili araziler, doğal çevre, tarım, orman, lagün, sulak alan ve ekoloji gibi konularda koruma-kullanma dengesi gözetilmediği için meslek örgütleri, sivil toplum kuruluşları tarafından dava edildi. TMMOB Mimarlar Odası İzmir Şubesi 2013’te imar planları hakkında şu açıklamayı yaptı:

“2013’te Balçova ilçesinde mevcut 110 bin metrekare AVM alanı bulunmaktayken, EXPO planı ve Üçkuyular’daki henüz uygulanmayan 100 bin metrekarelik AVM alanı da dâhil olmak üzere bölgede yaklaşık 400 bin metrekare AVM alanı önerilmektedir. Bu alan da 10 adet Göztepe Spor Tesisi veya 20 adet Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi alanına eşittir.”

Dönemin Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar ise 2013’teki imar planlarını “İnciraltı’nın cazibesini artırarak konut yatırımcısını bölgeye çekecek bir planlama yaptık” sözleriyle savundu.

Çevre Bakanlığı, bugünkü İnciraltı Turizm Merkezi 1/5000 ve 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Nâzım İmar Planlarını da İzmir İnciraltı Termal Turizm Merkezi sınırlarını genişleten 29 Ocak 2021 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararından sonra hazırladı. Planlara mahkemenin iptal ettiği Körfez Geçit Projesi’nin işlenmesi büyük tepki çekti. İzmir Büyükşehir Belediyesi (İzBB), Balçova ve Narlıdere Belediyeleri planlara itiraz etti.   

Önceki dönem İzBB Başkanı Tunç Soyer, planları “bilgilendirilmediğimiz ve bize gösterilmeden hazırlanan planlar” diye yorumladı. Soyer, İzBB’nin İnciraltı için yaptığı taslak imar planı çalışması 2018, 2019, 2020 yıllarında Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na iletilmesine rağmen bakanlığın planları değerlendirmeye almadığını açıkladı:

“Belediyemizce Turizm, Ticaret, Konut kullanımlarında belirlenen inşaat alanı, bakanlık tarafından onaylanan planda yaklaşık iki katına çıkartılmıştır. Bizim önerdiğimiz planda kıyı boyunca tüm İzmir halkının dinlenme, eğlenme ve rekreatif ihtiyaçlarının karşılanması adına büyük kentsel yeşil alanlar ayrılmış, bakanlık tarafından onaylanan planda ise kıyı alanı üst ölçekli planlara aykırı olarak büyük ölçüde yapılaşmaya konu edilmiştir.”

Soyer, 2023’ün temmuz ayında katıldığı bir programda imar planları hakkında dava açacaklarını duyurdu. Eylül ayında ise TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu (İKK) dava açtı. Planlar Çevre Bakanlığı tarafından revize edildiği duyurulmasından sonra Aralık 2023’te yeniden askıya çıktı. TMMOB İKK, yerel seçimlerden sonra 5 Nisan’da yaptığı basın açıklamasında ise 31 Mart’ta seçilmiş olan İzBB Başkanı Cemil Tugay ile Balçova Belediye Başkanı Onur Yiğit ve Narlıdere Belediye Başkanı Erman Uzun’a şu sözlerle seslendi: “Tarım alanlarının korunması ve artırılması üzerine program hazırlatan partinin belediye başkanları İnciraltı’na itiraz etmek zorundadır. Belediye başkanları bu sürece sahip çıkmalı.”   

İnciraltı bölgesi hava fotoğrafları. İzmir Büyükşehir Belediyesi 2 Boyutlu Kent Rehberi görüntüleri kullanılarak üretilmiştir. | Kaynak: Ilgaz Su Aktaş.

“Kaçak yapılar plana emsal olamaz” 

TMMOB Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi ve şehir plancısı Ilgaz Su Aktaş, İl Toprak Koruma Kurulunun 2010’da bölgeyi tarım dışı kullanıma açan kararının, art arda onaylanan imar planlarının TMMOB’a bağlı meslek odalarının yürüttüğü hukukî mücadele sonucunda iptal edildiğini söylüyor. Aktaş, bölgenin 1989’da “turizm merkezi alanı” ilân edilmesinden sonraki süreci şöyle özetliyor:

“1989 yılından önce onaylanan planlarda bölgenin Tarım Alanı niteliğinin korunmuş olduğunu, daha çok kuzey kısmının planlara konu edildiğini söylemek mümkün. Ancak 1989 yılı sonrasında İnciraltı için yeni bir sayfa açıldı. Bu tarihten itibaren ‘turizm merkezi alanı’ ve sit alanı sınırları ve statüleri farklı kararlar neticesinde değişikliğe uğradı. Aynı zamanda alanın bütünlüğünü tehdit eden ve İnciraltı’nın yapılaşma baskısını günümüze taşıyan İzmir-Çeşme Otobanı ve Özdilek turizm ve alışveriş merkezi planları gibi pek çok parçacıl plan üretildi. Tüm bu uygulamalar bir yandan da alanı sermaye için cazip kıldı: Tarım alanlarında ‘tarımsal amaçlı yapı’ kullanımı adı altında havuzlu, lüks villalar ortaya çıktı. Ayrıca İnciraltı bölgesinde süreç içerisinde pek çok kaçak yapılaşma meydana geldi. Bu eğilim günümüzde de devam ediyor. Bu kaçak yapılaşmalar alanın yapılaşmaya açılması için gerekçe olarak gösterilmektedir. Oysa yasal dayanaktan yoksun uygulamaların planlamaya altlık teşkil etmesi söz konusu olamaz.”  

“Kaçak yapılara işletmelerden vergi toplamak için izin verildi”

Özdilek ve 27 katlı gökdelen otel bulunan İnciraltı ile Bahçelerarası’nın güneyindeki otoban yolunun yanında uzanan otoyol boyunca yıllar içinde yüzlerce kafe, restoran, nargile salonu, oyun parkı, karavan parkı, mangal yeri açıldı. Son 20 yılda kır düğünü konseptiyle açılan düğün salonları bölgede trafiği saatlerce kilitleyecek derecede arttı. Bahçelerarası’nın iç kesiminde ise yıllar içinde halı yıkamacı, oto tamirci, oto yıkamacı, demirci, marangoz gibi pek çok dükkân, depo faaliyete geçti. Bahçelerarası Mahallesi muhtarı Erkan Mutlu, bölgedeki işletmelerin yüzde 80’inin kaçak olduğunu belirtiyor.

Bölge halkı bu plansız-kaçak yapılaşmadan şikâyetçi ve bölgenin bu hâle gelmesini İnciraltı ve Bahçelerarası’yla ilgili uygun bir plan yapılamamasına bağlıyor. Bahçelerarası’nda çiftçi Kemal Cihan, “İnsanlar yıllarca plan yapılacak denilerek oyalandı. Bölge yıllarca plansız bırakıldığı için tarım alanı olmaktan da çıktı. Devlet bu kaçak yapılara işletmelerden vergi toplamak için izin verdi. Yoksa tarım alanında düğün salonunun ne işi var? Mesela ben çiftçiyim. Erken yatıp erken kalkmam lâzım. Ama burada 2.00’ye kadar düğün salonu seslerinden uyku uyunmuyor” diyor.

Bölgede tarım işçiliğinden çiftçiliğe uzanan bir yaşam

Peki uzun yıllar tarım yapılan Bahçelerarası ile İnciraltı’nda tarımcılık neden geriledi? Bölgede tarım canlandırılabilir mi?

Yılmaz Kuşkovan 40 yıldan beri Bahçelerarası ve İnciraltı’nda kiraladığı tarlalarda çiftçilik yapıyor. Kurduğu seralarda kışın çiçek yazınsa sebze yetiştiriyor. Tarlasında ziyaret ettiğimiz Kuşkovan, bu mevsim ektiği fasulye fidelerini gösteriyor. “Bu fasulyeyi” diyor, eliyle kuzeyi göstererek “bir kilometre metre ötede eksen yetişmez.” Nedenini Özdilek adlı alışveriş merkezi ile gökdelen otelin temelinin yeraltı sularının dengesini değiştirmesi olarak anlatıyor. 

Ailesiyle ektiği tarlanın kıyısındaki evde yaşayan Kuşkovan, sorunlardan bahsederken ilk sıraya tarımın artan maliyetlerini koyuyor. Bin 500 metrekare tarlayı ailesiyle birlikte işleyen Kuşkovan, “Ekip biçiyorsun ama maliyeti karşılayamıyorsun. Giderin belli, ürününe karşılık kazanacağın ise belirsiz. Geçen sene 10 bin lira olan tarla kirası şimdi 30 bin lira. İki sene önce 190 liradan aldığım gübre şimdi bin lira; 300 liraya aldığım tohum şimdi 900 lira. Su motoru çalışıyor. Ortalama her ay bin 500 lira elektrik faturası geliyor. Hayvan gübresi alamıyoruz. İşçi çalıştırmaya kalksan bugün bir yevmiye 600 ila 700 lira. Giderler yarı yarıya artıyor. Bu yüzden aile üyeleriyle birlikte çalışıyoruz. İşe giden çocuklarım akşam serada, tarlada çalışıyor” diyor.

Kuşkovan, bir sera kurmanın maliyetinin 100 bin lira olduğuna ve tarımcılıkta bunun ancak üç-dört yılda kendini amorti ettiğine dikkat çekiyor. “Karnımızı doyuruyoruz ama işçilik ederek verdiğimiz emeğin karşılığını alamıyoruz” diyen Kuşkovan için tarım temel geçim kaynağı: 

“12 yaşından beri tarladayım. 1980’de Ordu’dan geldikten sonra Bahçelerarası ve İnciraltı’nda uzun bir süre tarım işçiliği yaptım. Sonra tarla kiralayarak çiftçilik yapmaya başladım. Evlendim. İki oğlum ve bir kızımdan ikisini evlendirdim. Bunlar hep çalışmayla oldu. Memlekette anne ve babamızdan kalan tek bir mal yoktu. Burada dededen, babadan arazi intikal edenler en azından arazisini işletmelere kiraya verip geçinip gidiyor. Ama ben bu işi yapmasam geçinemem.”

“Tarım bölgesinde AVM’nin ne işi var?”

Çiftçi Kemal Cihan’ın tarlası ise biraz daha ileride. Şimdilerde kasımpatı ve patlıcan yetiştiren Cihan, bulunduğu yerde suyun çok kısıtlı olduğunu söylüyor. Suyun kalitesinin düşük olması nedeniyle kasımpatı çiçeklerinin yapraklarının yandığını anlatan Cihan, “Su motorunu çalıştırdıktan bir saat sonra su bitiyor. Sonra tekrar su gelsin de çekelim diye bekliyoruz. Tuzlu su baskın geldiği için özellikle de denize yakın arazilerdeki mandalina ağaçları kurudu. Ürettiğimiz kasımpatı çiçeklerinin çoğunun da yaprakları yanık. Hâliyle pazar değeri düşüyor” diyor. Cihan, bugün gelinen noktada öfkeli: 

“Gücü olan tarım alanına gökdelenini dikti. Burası mandalina, sebze, çiçek yetiştirilen bir bölge. Daha önce bademli tarlalar vardı. Bahçelerarası’nın adı da oradan geliyor. Devlet burayı çok önce tarım alanı olarak tanımlamış. Ama otoban neden bademli tarladan geçirildi? Tarım bölgesinde AVM’nin ne işi var? Bu yapılara müsaade edilmeseydi, tarımcılığa teşvik verilseydi; burada domatesin, biberin, patlıcanın âlâsı yetiştirilirdi. Karanfil üretimi bitme noktasına gelmezdi.”

İlk darbe İzmir-Çeşme Otobanı’yla geldi

Şehir plancısı Aktaş’a göre bölge ilk darbeyi 1989 itibarıyla Bahçelerarası’nın güneyindeki araziler istimlak edilerek tarlalardan İzmir-Çeşme Otobanı geçirildiğinde aldı. Bahçelerarası ve İnciraltı mahalleleri bu otobanla fizikî olarak ikiye bölünmüş oldu. Aktaş şunları söylüyor: 

“İnciraltı bölgesinin bütünlüğünü ve tarımsal niteliğini tehdit eden ilk ve en önemli uygulama kuşkusuz İzmir- Çeşme otoyolu. 1989 yılına tarihlenen bu Yonca Kavşak ve Otoyol Mevzi Planı ile otoyol güzergahı Bahçelerarası bölgesinin bütünlüğünü tamamen bozdu ve alandaki tarım alanlarını parçaladı. Aynı zamanda bu plan ile otoyol güzergahının güneyi alışveriş merkezleri olarak belirlendi ve ilerleyen yıllarda bölgede art arda sayısız AVM inşa edildi. Balçova’da 2002’de Özdilek ve yanına 27 katlı otelin inşa edilmesiyle başlayan AVM furyası Agora, Palmiye, Kipa, Encore Otel, Koçtaş, Asmaçatı ve son olarak da İstinye Park gibi büyük alışveriş merkezleri ve çok katlı otellerle devam etti.”    

AVM’ler nedeniyle su azaldı ama su için hâlâ bir umut var

Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı Dr. Hakan Çakıcı, İnciraltı ve Bahçelerarası’nı besleyen su kaynağının Balçova’nın tepelerinden gelen yeraltı suları olduğunu belirtiyor. AVM gibi büyük yapıların yapılmasının bölge tarımı üzerine etkisini “Bir bölgede toplanan alışveriş merkezlerinin kazılan temelleriyle o tepelerden gelen suya set çekildi. Dağdan gelen yeraltı suları her yıl biraz daha azaldı. Hâlbuki oradan gelen sular deniz suyunu da baskılıyordu. Tatlı su azalınca içeriye deniz suyu girmeye başladı” sözleriyle anlatıyor. 

Çakıcı’ya göre tarımsal üretimin yapıldığı İnciraltı ve Bahçelerarası’nda çarpık ve plansız yapılaşma tarımın yıllar önce gözden çıkarıldığının göstergesi.

Çakıcı, İnciraltı-Bahçelerarası tarımında su sorunun çözümüne ilişkinse Balçova Barajı’nı işaret ediyor. 1980’de açılan Balçova Barajı, yerel halkın verdiği bilgilere göre bölgede tarım yapan toprak sahiplerinin girişimleriyle tarımsal sulama için yapıldı ancak barajdan tarım bölgesine birkaç yıl su verildikten sonra baraj, şehrin su ihtiyacını karşılamak için kullanılmaya başlandı. Çakıcı, bölgedeki tarım suyu ihtiyacını gidermek için hâlâ bir şansın olduğunu hatırlatıyor:    

“Geçmiş dönemlerde barajdan su verilebilseydi, şimdi bu noktaya gelinmeyecekti. Ama hâlâ bir şans var. Balçova Barajı’ndan bölgeye su verilebilir. Bu teknik olarak basınçlı sulama sistemleriyle mümkün. Bölgede hâlâ temiz su olan sondajlar var. Yani istendikten sonra ‘su sorunu’ çözülebilir. İnciraltı ve Bahçelerarası’nın hem doğal hâlini koruyacak hem de bölge halkını mağdur etmeyecek bütünlüklü plan ve projeler yine yapılabilir. Örneğin eko-köy, eko-tarım ve yıllar evvel ‘turizm bölgesi’ ilân edilmiş olduğu için de eko-turizm ağırlıklı projeler… Ama büyük tarım arazilerini küçük imar parsellerine böldüğünüzde hiçbir şeyi kontrol edemezsiniz.” 

498 hektarlık planlama alanının 308 hektarı yeşil alan

Çevre Bakanlığı’nın 13 Aralık 2023’te onayladığı İnciraltı Turizm Merkezi İmar Planlarının açıklama raporunda “Planlama alanı sınırları dâhilinde yapılan mevcut arazi durumu tespit çalışmasında ağırlıklı kullanım dikili ve ekili tarım alanları ve sera alanlarına aittir” deniliyor. 498 hektarlık planlama alanının mevcutta 100 hektarı dikili tarım, 68 hektarı ekili tarım, 68,7 hektarı boş tarla, 55 hektarı sera, dokuz hektarı ağaçlık, dört hektarı park alanı; 1,2 hektarı fidanlık, 0,89 hektarı da pasif yeşil alan… 

498 hektarlık planlama alanında toplamda 308 hektardan oluşan mevcut ekili-dikili-tarla-sera-park alanı dolayısıyla yeşil alana karşılık mevcutta konut alanı 42 hektar, ticaret alanı ise 28,8 hektar. İnciraltı ve Bahçelerarası sakinleri, Tarım İl Müdürlüğü’nün iki-üç yıl önce ev ev, tarla tarla gezerek hangi arazide ne kadar ağaç, bitki olduğunu tespit ettiğini söylüyor ancak imar planlarının raporunda buna ilişkin herhangi bir istatistik yer almıyor. 

Tarihi dolayısıyla tarım mahallelerinde büyük mandalina bahçelerinin yanında farklı türden yüzlerce ağaç var. Mahalle sınırlarında olup binlerce ağacın yaşadığı İnciraltı Kent Ormanı ile Çakalburnu Lagünü’nün ise plan notlarında planlama alanının dışında olduğu belirtiliyor.

“İnciraltı-Bahçelerarası ile Çakalburnu Dalyanı’nın bütüncül bir ekosistemi var” 

Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Ilgaz Su Aktaş, İnciraltı-Bahçelerarası bölgesinin sulama olanaklarına bağlı olarak günümüze kadar sulu tarım ve kuru tarım arazisi olarak kullanılma eğiliminin günümüzde de devam ettiğini vurguluyor. “Bölgenin tarım alanı olduğunun aksini gösteren herhangi bir bilimsel çalışma bulunmamaktadır” diyen Aktaş, İnciraltı ve Bahçelerarası’nın tarımsal niteliğinin Çakalburnu Lagünü için de yapılaşmaya karşı tampon görevi üstlendiğini söylüyor. 

İnciraltı ile Bahçelerarası bölgesinin bütüncül bir ekosistemi olduğuna, “şehir planlama açısından da” “kamu yararı açısından da” herhangi bir yapılaşmaya söz konusu edilemeyeceğine dikkat çeken Aktaş şöyle devam ediyor:  

“Önemli sulak alanlarımızdan biri olan Çakalburnu Dalyanı’nı flamingo, yalıçapkını, karabatak ve pelikan gibi birçok türün üreme alanı olarak kullandığı bilinmektedir. İnciraltı Kent Ormanı ise binlerce ağacıyla, endemik bitkileriyle kentimizin en önemli açık yeşil alanlarından biri. Bu doğrultuda gerek florası ve faunası gerek doğal yapısıyla İnciraltı, içerdiği tüm bu değerlerinin tekil anlamının da ötesinde bize bütüncül bir ekosistem ve bir biyolojik rezerv alanı niteliği sunuyor. Özellikle son yıllarda etkisini daha fazla hissederek yaşadığımız gıda krizi, iklim krizi gibi pek çok krizle karşı karşıya olduğumuz süreçte tarımsal nitelikli alanlarımızın ve doğal alanlarımızın korunması çok daha elzem hâle gelmiştir.”

Son zamanlarda valilik genelgelerini uygulayan belediyeler sokak ve parklarda yaşayan köpekleri toplarken, iktidar partisi ile bazı siyasî partilerin yerel seçim beyannamelerinde “tüm hayvanların toplanarak barınaklara kapatılacağını” beyan etmeleri hayvanların yaşamına, geleceğine yönelik kaygıları artırdı. AK Parti yerel seçim beyannamesinde hayvanlar “güvenli şehirler ve sokaklar” başlığı altında ele alınarak sokak hayvanlarının, sayısı artırılacak olan barınaklara toplanacağı belirtildi.

Yeniden Refah Partisi’nin (YRP) seçim beyannamesinde “sokaklardaki bütün köpekleri düzenli bir şekilde toplayarak kısırlaştırıp barınaklara yerleştireceğiz” ifadesi kullanıldı. YRP ayrıca beyannameye bütün parklara ‘evcil hayvan saati’ uygulaması getireceklerini yazarak evde bakılan hayvanlar ile hayvan ebeveynlerini de hedef aldı. “Sokak Köpekleri Sorunu” başlığıyla bir rapor hazırlayan Saadet Partisi (SP) ise “hayvan hakları” kavramının “sorunun çözümünü geciktirdiğini” savunarak “sokakta tek bir köpek bırakılmayacağını” beyan etti. Bu partilerin belediye başkanı adayları miting ve toplantılarda bu beyanlar üzerinden propaganda yapıyor.

​Dört Ayaklı Şehir: Kent, Doğa, Hayvan Çalışmaları Derneği’nin gönüllü koordinatörü Dr. Mine Yıldırım; AK Parti, YRP, SP’nin hayvanlara karşı yaklaşımını “Sokak hayvanları kent sakinleridir ve her biri bir komşumuzdur. Nasıl ki sevmediğimiz komşumuzun öldürülmesini talep edemezsek; çevremizdeki hayvanların varlığına, yaşamına da saygı duymak zorundayız! Siyasal İslamcıların hayvanları düşmanlaştırması toplumdaki kültürel pratiklere, komşuluk, dayanışma, hayvanı sokakta yaşatma geleneğine ciddi bir saldırıdır” diye yorumluyor.

Hayvan hakları üzerine çalışan hukukçular ise köpeklerin belediyeler eliyle sokaktaki yaşama alanından koparılarak barınaklara hapsedilmesi, yerleşim alanlarından uzak yerlere bırakılması gibi fiilleri hayvana karşı “idarî şiddet” diye nitelendiriyor. Konya Barosu Hayvan Hakları Komisyonu üyesi Avukat Nur Hâlet Avcıoğlu, idareden hayvanlara gelen şiddet fiillerinin her birinin kanunlar uyarınca suç teşkil ettiğini söylüyor:

“Barınak deyince insanların kafasında bir yuva ve hayvanın bakımının yapıldığı bir hizmet oluşturmaya çalışılarak ‘Hayvanlar sokakta perişan. İnsanlar da bundan rahatsız. Çözümü hepsinin barınaklarda yaşamasıdır’ şeklinde bilinçli bir propaganda sürdürülüyor. Hâlbuki işin aslı barınak diye bir tanımlama kanunda bile geçmez. Kanunda belirtilen hayvanların tedavi, kısırlaştırma ve aşılama işlemlerinin yapıldığı ve geçici süreyle tutulduğu bakım ve rehabilitasyon merkezidir. Bu merkezlerde hayvanlar için kalıcı ve ömrünün sonuna dek bir hayat sürdürme planı kabul edilemeyeceği gibi sürdürülebilir bir plan da değildir. Hiçbir canlı sırf türü farklı diye ömür boyu hapse mahkûm edilemez.”

Erdoğan’ın söyleminden sonra toplama vakaları ve katliamlar arttı

Hayvanları Koruma Kanunu’na göre sokakta ‘sahipsiz’ olarak adlandırılan kedi ve köpeklerin aşı, kısırlaştırma, tedavilerinin yapılmasından ve tedavisi tamamlanan hayvanların alındığı noktaya bırakılmasından il ve ilçe belediyeleri sorumlu. Kanuna göre sokak hayvanları sadece belediyelerin veterinerlik hizmetleri müdürlüklerince tedavi ve rehabilitasyon için sokaktan alınabiliyor. Yasada “sokaktan alınan hayvanların tedavi süreci tamamlandıktan sonra yine aynı noktaya bırakılması esastır” deniliyor.

Ancak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 23 Aralık 2021’de “Sahipsiz hayvanların yeri sokaklar değil barınaklardır” demesinden sonra AK Partili il ve ilçe belediyeleri sokakta yaşayan köpekleri sistematik olarak toplamaya başladı. Afyonkarahisar’da Sandıklı Belediyesi, İzmir’de Bayındır Belediyesi’nin çalışanları sokaklarda zehirli iğneyle öldürdüğü köpekleri gömerken görüntülendi. Ankara’da Mamak, İstanbul’da Bayrampaşa, Bağcılar Belediyeleri sokaklarda, parklarda uyuyan köpekleri topladı.

Birçok belediye, köpekleri sokaktan toplarken kamu vicdanını yaralayan durumlar yaşandı. Hayvan hakkı savunucuları hayvanların toplanmasına ve toplama sırasında hayvanlara eziyet edilmesine, hayvanların öldürülmesine büyük bir tepki gösterdi.  İlk açıklamasının üzerinden 20 ay geçtikten sonra, 21 Ağustos 2023’te Erdoğan, “Gerek ilgili bakanlık gerekse belediyeler köpekleri barınaklara topluyor ama toplamak işi bitirmiyor. Bunları barınaklar çerçevesi içerisinde bir yerlerde toparlamak lazım” sözleriyle sokakta yaşayan köpeklerin toplatılmasını bir kez daha savundu.

“Kedi, köpek binlerce yıl önce evcilleştirildi, ‘şimdi sizi istemiyoruz’ diyemeyiz”

Hedef alınmasıyla birlikte ülkede hayvanların yaşamlarının büyük bir tehlikeye girdiğini anlatan Ankara Barosu Hayvan Hakları Merkezi’nin Başkanı Tuğba Gürsoy, hayvanlara karşı uygulamaların ve nefret içerikli ifadelerin vicdana, yasaya aykırı olduğunu söylüyor. İktidar medyası, bazı medya kuruluşları ve sosyal medya hesaplarının sistematik olarak “başıboş köpek sorunu” veya “köpek terörü” diye yayımladıkları içeriklerle hayvanlara karşı “karalama kampanyası” yürütülmesine tepki gösteren Gürsoy, bu şekilde “köpekler düşman” algısı yaratılarak, bunun topluma empoze edilmeye çalışıldığını belirtiyor.

Gürsoy, “Sokaktaki hayvanlara karşı sorumluluklarımız var. Köpekler, kediler binlerce yıl önce evcilleştirip hayatımıza dahil ettiğimiz; sokağımızı, yiyeceğimizi, sevgimizi paylaştığımız hayvanlar. Şimdi ‘artık sizi istemiyoruz’ demek insanlık dışı bir söylemdir” diyor.

“Hayvanları Koruma Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden bugüne tam 20 yıl geçti. Devlet görevlileri ve özellikle belediyeler kanunda yazan görevlerini yapmış olsaydı, bir noktadan topladıkları köpekleri toplu hâlde şehir çeperlerindeki mahallelere bırakmasaydı köpeklerle ilgili bazı noktalarda sorunlar olmayacaktı” diyen Gürsoy, olayların tüm faturasının hayvanlara kesildiğini söylüyor.

Valilik genelgeleriyle süreç hızlandı

İzmir, İstanbul Büyükşehir Belediyeleri ile Karşıyaka, Borçka, Sarıyer, Beylikdüzü, Ataşehir, Şişli Belediyeleri kısırlaştırma, aşılama, kimliklendirme uygulamasından sonra hayvanların alındığı yere bırakıldığını açıklasa da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatını uygulayan valilikler ve diğer belediyeler eliyle köpeklerin sokaklardan toplatılması süreci hızlı ilerliyor.

İstanbul Valisi Davut Gül, Haziran 2023’te göreve atanır atanmaz İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve 39 ilçe belediyesi ile kaymakamlıklara sokak köpeklerini toplamaları için talimat yazısı yazdı. Gül, ocak ayında katıldığı bir televizyon programında da “Ya komple hepsini uyutacaksınız ya da komple aynı anda hepsini kısırlaştıracaksınız” sözleriyle belediyeleri kanuna aykırı fiillerde bulunmaya teşvik etti. Ankara Valiliği de 18 Aralık 2023’te sokak köpekleriyle ilgili Ankara Büyükşehir Belediyesi ile 25 ilçe belediyesine “sahipsiz hayvanların bakım evlerine alınması” için “acele” koduyla bir genelge gönderdi.

“Bu merkezlerde hayvanlar için kalıcı ve ömrünün sonuna dek bir hayat sürdürme planı kabul edilemeyeceği gibi sürdürülebilir bir plan da değildir”

CHP’li İzmir ve İstanbul büyükşehir belediye başkanları “hayvanları kısırlaştırma, aşılama ve kimliklendirme işleminden sonra alınan noktaya bırakma” uygulamasında bir değişiklik olmadığını açıklarken, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş aksi yönde bir tutum aldı. Yavaş, 9 Aralık 2023’te sokak hayvanları sorunundan bahsederek “sorunun kısırlaştırmayla çözülemeyeceğini” savundu. Göreve geldiğinden beri 80 bin kısırlaştırma yaptıklarını öne süren Yavaş, “sahipsiz köpekleri barınaklarda misafir edeceklerini” açıkladı. Yavaş’ın “Eğer çok istiyorlarsa hayvanseverler de elini taşın altına koysun. Destek oluruz, sahiplensinler. Sahipsiz hayvan olmaz” sözleri de dikkat çekti. CHP’li Arhavi Belediyesi’nin ise çamaşır ipiyle topladığı köpekleri sel olayından sonra kapatılan hayvan barınağına bıraktığı iddia edildi.

“Toplama, sürgün, tecrit; her biri bir suçtur”

Konya Barosu Hayvan Hakları Komisyonu üyesi Avukat Nur Hâlet Avcıoğlu, hayvan bakımevi bulunmayan belediyelerin bile sokaklardan hayvan topladığını söylüyor. “5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6. maddesi, bir hayvanın ancak tedavi amacıyla yerinden alınıp tedavisi tamamlandıktan sonra yine aynı noktaya bırakılacağına hükmediyor” diyen Avcıoğlu, bunun dışında hayvanları doğrudan toplama, sürgün ve tecrit etme gibi pratikleri kesin bir dille “suç” olarak nitelendiriyor.

Avcıoğlu, Merkezî iktidarın il ve ilçe teşkilatları üzerinden yerel yönetimlere gönderdiği talimatları yerine getiren ya da kendiliğinden harekete geçen belediyelerin yaptıkları toplama işleminin keyfî bir uygulama olduğunu vurguluyor.

“Sahipsiz hayvanların yüzde yüz saldırgan olduğuna dair bir algı oluşturuyorlar. Hayvanları hedef alan vaatler ile toplama fiili; her biri kanuna aykırı”

Ve ekliyor: “Belediyeler bakım evi olmasa da kısırlaştırma yapamasa da tedavi edemese de kanuna aykırı olsa da toplama yapıyor. Toplamayı da usûl bilmeyen, hayvanın canlı olduğunu unutmuş yetkisiz, bilgisiz elemanlarıyla yapıyor. Topladıkları hayvanları maalesef bir atık gibi yerleşim alanlarından uzak yerlerde aç, susuz, vahşi yaşam tehlikelerine açık bir şekilde ölüme terk ediyorlar. İktidar, bazı siyasetçiler köpeklerin yerinin barınak olduğuna, köpekler sebebiyle olağan hayatlarına devam edemeyen insanların varlığına inandırmaya çalışıyor toplumu. Sahipsiz hayvanların yüzde yüz saldırgan olduğuna dair bir algı oluşturuyorlar. Hayvanları hedef alan vaatler ile toplama fiili; her biri kanuna aykırı. İdareciler hayvanların yaşama hakkını hiçe sayan eylemlerin faili oluyorlar.”

“Bir canlıyı katletmenin yasal zeminini hazırlayan kişilerin olduğu sokakların güvenli olacağını kim iddia edebilir?”

Kamusal alanda insanlarla iç içe yaşayan hayvanlar seçim malzemesi hâline getirilirken önceki hafta AK Parti Akşehir Belediye Başkanı adayı Yusuf Kahraman, “Köpekler sokaklardan toplanarak beş ay bakım merkezinde tutulacak. Bu sürenin sonuna kadar sahiplendirilmeyen köpekler itlaf edilecek (öldürülecek)” sözleriyle hayvanlar hakkında nefret söyleminde bulundu.

Avukat Avcıoğlu, “Güvenli sokak kedi ve köpekten arındırılmış sokak demek değildir” sözleriyle hayvanları hedef alan siyasî partilere, belediye başkanlarına ve siyasetçilere itiraz ediyor; “Kedi, köpek yok. Demek ki güvendeyim ve her şey yolunda demek; mantık çerçevesinde bir yaklaşım olmaktan oldukça uzaktır” diyor.

“Seçimle işbaşına gelmeye çalışan şahıslar yasaya aykırı şekilde konuşabiliyor, vaat verebiliyor; bu durum üzerine soruşturma geçirmiyor ve alkışlanıyorsa sadece hayvanları değil, insanları da koruyan kanunlara o ülkede ihtiyaç duyulmuyordur”

Avcıoğlu, sokakta yaşayan hayvanlar ile insanları, özellikle de çocukları savaşın iki tarafıymış gibi gösteren, bunun üzerinden algı oluşturan zihniyeti eleştiriyor: “Öldürmeyi normal bir fikirmiş gibi sunmaya çalışan, bir canlıyı katletmenin yasal zemine oturtulmasını isteyen kişilerin olduğu sokakların güvenli olacağını kim iddia edebilir? Daha basit sormak gerekirse kedi ve köpekler üzerinden ilkel duygularını tatmin etmeye çalışan ve öldürmek için sırada bekleyenlerle, sırf iki ayağı var diye beraber yaşayıp nasıl güvende kalabiliriz?”

Demokratik bir devlette demokratik seçimlere katılan siyasî partilerin, adayların kanunun uygulanması için çalışacağını anlatmaktan başka yolu olamayacağını belirten Avcıoğlu, “Seçimle işbaşına gelmeye çalışan şahıslar yasaya aykırı şekilde konuşabiliyor, vaat verebiliyor; bu durum üzerine soruşturma geçirmiyor ve alkışlanıyorsa sadece hayvanları değil, insanları da koruyan kanunlara o ülkede ihtiyaç duyulmuyordur. Böyle bir ülkede insan-hayvan fark etmeksizin kimsenin güvencesi yok demektir” diyor.

“İstediğiniz kadar iyi bakım merkezleri kurduğunuzu savunun, bu model kanuna aykırıdır”

Kamuoyunda “barınak” diye bilinen tesisler hayvanlar için ne anlama geliyor? Türkiye’de il, ilçe, belde olmak üzere bin 400 belediye var. Kanuna göre nüfusu 25 bini aşan il ve ilçe belediyeleri hayvanların rehabilitasyonunun sağlanması amacıyla bakım evleri kurmakla yükümlü. Yasaya göre “bakım evleri” tedaviye ihtiyaç duyan hayvanlar için kurulan yerler olarak bir istisna niteliğinde. Dört Ayaklı Şehir: Kent, Doğa, Hayvan Çalışmaları Derneği’nin gönüllü koordinatörü Dr. Mine Yıldırım şunları söylüyor:

“Belediyelerin veterinerlik birimleri aşı, tedavi, kısırlaştırma için sokaktan aldığı hayvanı süreç tamamlandıktan sonra herhangi bir mahalle veya herhangi bir yere değil, alıştığı yere geri bırakmakla yükümlüdür. Kanun bunu emrediyor. Bunun dışında bir hayvanın bir barınağa kalıcı olarak götürülmesi, süresiz bir şekilde bakımevinde tutulması -ki istediğiniz kadar iyi bakım merkezleri kurduğunuzu savunun- kanuna aykırıdır.”

“Hayvanların toplatılıp konulduğu yerler tıpkı eski zamanların toplama kampları gibi kanunun dışında tutulan, kayıt dışı uygulamaların olduğu yerler”

Erdoğan’ın örnek gösterdiği Konya Büyükşehir Belediyesi’ne ait Hayvan Rehabilitasyon Merkezi’nde 16 Kasım 2023’te sağlık teknisyeni Murat Bacak bir köpeği kürekle vurarak öldürdü ancak buna rağmen cezasız bırakıldı. Erdoğan’ın “yerinde incelediğini” söyleyerek yine örnek gösterdiği Beykoz Belediyesi’nin Hayvan Rehabilitasyon Merkezi’nde de birçok hayvanın öldürüldüğü, hayvanların kalbine çamaşır suyu enjekte edildiği, hayvanların canlı olarak morga atıldığı ortaya çıktı. AK Parti’nin yönettiği Ümraniye Belediyesi’ne ait barınakta ise yaralı olarak getirilen hayvanların tedavi altına alınmadığı ve barınakta bulunan sağlıklı hayvanların da uyutulduğu iddia edildi.

Dr. Yıldırım, hayvanların kalıcı olarak tutulduğu yerlere dönüşen barınakları “meselenin kalbindeki en büyük hançer” diye tanımlıyor. “Hayvanların toplatılıp konulduğu yerler tıpkı eski zamanların toplama kampları gibi kanunun dışında tutulan, kayıt dışı uygulamaların olduğu yerler” diyen Yıldırım, buralarda hayvanlara ilişkin kayıt tutulmamasının, tutuluyorsa da kamuoyundan gizlenmesinin tesadüf olmadığını söylüyor. Hayvanlarla ilgili konularda kaç kez CİMER üzerinden bilgi istemelerine karşın hiçbir kurumdan yanıt alamadıklarını ekliyor.

“Hayvan hastaneleri kurulması lazım”

Yıldırım, Hayvanları Koruma Kanunu’nda tarif edilen mekânın hasta, engelli, güçten düşmüş olup kent yaşamına yeniden uyum sağlama olanağı olmayan hayvanların bakımının yapılacağı yerler olduğuna dikkat çekiyor:

“Belediyelerin hayvanları topladığı yerler, adı ne olursa olsun, böyle bir mekânsal form hayvanları yaşatmaya yönelik değil; hayvanları tecrit etmeye, hayvanların öldürülmesine yönelik mekânlar! Barınakların veya bakım evlerinin iyileştirilmesi değil, hızlı bir şekilde küçültülmesi, kapatılması ve hayvanlarla ilgili hayvan hastanesi ve bakıma muhtaç hayvanlar için de sığınak modelinde yeni kurumların kurulması lazım. Buralarda işe alınacak veteriner hekiminden teknisyenine; her personel mutlaka hayvanlara duyarlı, liyakat sahibi kişilerden seçilmeli. Bu hastaneler de sivil toplum kuruluşlarının, hayvan hakları savunucularının denetime mutlaka açık olmalı. Hayvana karşı idareden gelen şiddetin önlenmesi ancak böyle mümkün.”

Ankara Barosu Hayvan Hakları Merkezi Başkanı Avukat Tuğba Gürsoy da 2019’da AK Parti, CHP, HDP, MHP ve İYİ Parti’nin ortak önergesiyle “hayvanlara uygulanan şiddet ve kötü muamele olaylarının incelenerek, bu olayların önlenmesi için alınacak tedbirlerin belirlenmesi” amacıyla kurulan TBMM Hayvan Hakları Komisyonu’nun raporunu hatırlatıyor. 2019’un ekim ayında yayımlanan komisyon raporunda “Şehirlerde popülasyon kontrolünü sağlamak amacıyla uygulanması önerilen tek yöntem kısırlaştırmadır” denilmişti. AKP’nin kurucularından olduğu Hayvan Hakları Komisyonunu ve altına imza attığı komisyon raporundaki bu ve benzeri maddeleri çok çabuk unuttuğunu söyleyen Gürsoy önerilerini şöyle sıralıyor: Belediyelere bağlı semt klinikleri kurularak etkin kısırlaştırma yapılmalı; hayvanlar için bütçe ayrılarak kamusal sağlık hizmeti iyileştirilmeli; liyakatli ve hayvan haklarına duyarlı veteriner sayısı artırılmalı; acil durumlar için ambulans hizmeti de verecek hastaneler
açılmalı…

“hayvanlara eziyetin, öldürme olaylarının, barınak/tecrit uygulanmasının kamu kaynaklarıyla yapılıyor olması. Toplumun önemli bir kesiminin bu uygulamalara rızası yok ama bu uygulamaları toplum vergileriyle finanse etmiş oluyor”

Belediyelere ait 200’ün üzerinde “hayvan bakım evi” var. Yerleşim alanlarının dışına kurulan bu mekânlar “geçici bakımevi” ve “rehabilitasyon merkezi” diye adlandırılıyor. Geçici hayvan bakım evi bulunan belediyeler topladıkları hayvanları buralara götürüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “sokak köpeklerinin toplatılması” talimatından sonra Ankara’da köpekleri toplayan Mamak Belediyesi’ne ait bakım evinin küpeli köpeklerle dolu olduğu belirtildi.

Gürsoy, “Sağlıklı hayvanların böyle yerlerde tutulması hayvanlar için hapis anlamına geldiği gibi hayvanlar arasında bulaşıcı hastalıkların yayılmasına da neden olmaktadır. Toplu bakım hâlinde iyi bir bakım sağlamak imkansızdır” diyerek Konya Büyükşehir Belediyesi’nin Hayvan Rehabilitasyon Merkezi’ni örnek veriyor. Konya’da sokaktan toplanan yaklaşık 4 bin hayvanın bu merkezdeki açık alanda kanunsuzca tutulduğu ortaya çıkmıştı. Gürsoy, “Buradaki pek çok hayvan hasta ve bakımsızdı” diyor.

Dr. Yıldırım ise “En acı olanı” diyor, “hayvanlara eziyetin, öldürme olaylarının, barınak/tecrit uygulanmasının kamu kaynaklarıyla yapılıyor olması. Toplumun önemli bir kesiminin bu uygulamalara rızası yok ama bu uygulamaları toplum vergileriyle finanse etmiş oluyor. Kamu kaynaklarının böyle vahşi uygulamalara harcanması son derece vahim…”

Yıldırım’a göre kullanılan kamu kaynağı ile hayvanları tecrit etmek için kurulan barınak tesisleri yerine hayvanların yerinde yaşamını sağlayacak uygulamaların maliyeti daha düşük. Bunun yapılan araştırmalarla sabit olduğunu söylüyor.

Toplanan köpekler İstanbul’un güneybatı çeperlerine bırakılıyor

“Hayvan bakım evleri”, “rehabilitasyon merkezleri” ve barınakları olmayan belediyelerin kent merkezlerindeki sokaklardan, parklardan topladıkları köpekleri şehir sınırlarına, ormanlık bölgelere, otoyol şantiyelerine bırakması uzun yıllar öncesinden süregelen bir uygulama. İstanbul-Kocaeli sınırında, Pendik ile Şile ilçelerine bağlı Göçbeyli ile Oruçoğlu mevkiinde binlerce köpeğin ormanlık alana, ormanın içinden geçen karayoluna bırakıldığını gözlemledik. Hayvanlar ancak insanlar ilgilenirlerse yemek, su bulabiliyor; soğuk ve sıcak mevsimlerde hastalık, ölüm riskiyle karşı karşıya kalıyorlar.

İstanbul’un güneybatısında sokak hayvanlarıyla ilgili çalışmalar da yapan Dr. Yıldırım, köpeklerin Pendik ile Gebze kırsalı arasındaki bölgeye ve kent çeperlerine bırakılmasının bir nedenin de kentsel dönüşüm projeleri olduğunu söylüyor. 2012’de kentsel dönüşüm yasasının yürürlüğe girmesiyle şehir merkezlerinde kentsel dönüşüm uygulamaları hızlandı. Yıldırım, “İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni AK Parti’nin yönettiği dönemde -ki 15 yıldan bahsediyoruz- hayvanlar sokaklardan kitlesel olarak alınıp kuzey ve güney ormanlarına bırakılıyordu. Bu şekilde on binlerce köpek açlığa, susuzluğa, ölüme terk edildi” diyor.

“Kentsel dönüşüm adı altında bütün bir kent şantiye hâline getirilirken insanların yaşadığı çeşitli sorunların yanında en büyük bedeli de kedi ve köpekler ödüyor”

Kentsel dönüşüm projelerinin uygulandığı alanda yaşayan hayvanları gözeten, hayvanları koruyacak yönetmelik veya bir uygulama olmadığı için kontrolsüz yıkımlar, hafriyat kamyonları nedeniyle hayvanların öldüğünü, yerinden edildiğini, korunamadığını ifade eden Yıldırım şunları ekliyor:

“Beyoğlu’nda, Üsküdar’da, Beşiktaş’ta, Şişli’de yaşayan köpeklerin dahi toplatıldığını çevresindeki köpeklerin kaybolduğunu fark eden insanların ihbarı üzerine tespit ettik. Kentsel dönüşüm adı altında bütün bir kent şantiye hâline getirilirken insanların yaşadığı çeşitli sorunların yanında en büyük bedeli de kedi ve köpekler ödüyor.”

“Toplu köpek katliamlarına yol açacak yasa hazırlanıyor”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21 Ağustos 2023’te “Gelişmiş ülkelerde, Avrupa’da bu sorun nasıl çözüme kavuşturulduysa bizde aynı uygulamaları hayata geçireceğiz” dedi ve konuya dair yasanın mevcut olduğunu açıkladı. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç da geçen aralık ayında Erdoğan’ın “hayvanların sokaklardan toplatılmasıyla” ilgili bahsettiği yasa çalışmasını doğruladı. Ardından da iktidara yakın Türkiye gazetesi AK Parti’nin kanun teklifi hazırladığına dair bir haber yayımladı.

Hayvanları korumak için 2004’te çıkarılan ve hayvan katliamlarının artması üzerine 2021’de “faillerin altı ay ila dört yıl hapisle cezalandırılması” hükmü eklenen 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda iddiaya göre değişiklik yapılması öngörülen yasa taslağının Meclis’e sunulması planlanıyor. Haberde kanun taslağının içeriği ise her belediyenin kendi sınırları içinde topladığı ‘sahipsiz’ köpekleri kısırlaştırıp internet sitesinde köpeklerin sahiplenilmesi için duyuru yapacağı, 30 veya 40 gün içinde sahiplenilmeyen hayvanların da “kurulacak büyük toplama merkezlerine götürüleceği” ifadeleriyle belirtildi. İddiaya göre taslakta “tedavisi yapılamayan hayvanların uyutulacağı” ifadesi de yer alıyor.

Hayvan hakkı savunucularına, sivil toplum örgütlerine göre kanuna aykırı olarak sokaklardan toplanan, toplatılması öngörülen bütün köpeklerin, kurulacağı söylenen “büyük toplama merkezlerinde” öldürülmesinin önü açılacak ve toplu köpek katliamlarına “yasal zemin” oluşturulacak.

“Avrupa’nın arkasında çok ciddi bir şiddet tarihi var”

Dr. Mine Yıldırım, köpeklerin yok edilmesi mantığıyla hazırlanan yasayla ikinci bir Hayırsızada faciasına yol açılmak istendiğini söylüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, AK Parti’nin Avrupa’yı örnek almasını; YRP, SP gibi partilerin ve bazı grupların hayvanları hedef almasını şöyle yorumluyor:

“Sokakta yaşayan hayvanlar bağlamında örnek olarak gösterilen Avrupa’nın arkasında çok ciddi bir şiddet tarihi vardır. Cumhurbaşkanı’nın ya da hayvanların sokakta yaşamaması gerektiğini savunan siyasetçilerin hatta bazı ‘entelektüellerin’ temel referans noktası sokakların daha ‘steril’, ‘güvenli’, ‘medeni’ olduğu iddiasıyla Avrupa’da hayvanların yok edildiği sokaklardır aslında. Özellikle Kuzey Amerika’nın şehirlerini, merkez Avrupa’nın şehirlerini örnek verirler. Hayvansız bırakılmış ‘medeni kent’ imajının arkasında 19. yüzyılın ilk 50 yılında sistematik, hızlı ve vahşi itlaf, katliam politikasının sürdürüldüğünü görüyoruz.”

Batıda kedi, köpek gibi evcil hayvanlar da dahil olmak üzere sokak hayvanlarının itlaf edildiğini, gaz odalarına kapatılarak öldürüldüğünü, sanayiye derilerinin, yağlarının hammadde olarak kullanılmak üzere toplandığını, tıbbî deneylerde denek olarak kullanıldığını anlatan Yıldırım, “Avrupa’da çok katmanlı, eş zamanlı bir süreçle hayvanın kamusal alandaki varlığı yok edildi” diyor. Yıldırım, o dönem batıdan esinlenen Osmanlı yöneticilerinin yaptığı Hayırsızada Katliamı’nı hatırlatıyor.

Avrupa örnek alındı, 80 binden fazla köpek katledildi

1910 yılında Osmanlı Devleti’ni yöneten İttihat ve Terakki hükûmeti, İstanbul sokaklarında yaşayan 80 binden fazla köpeği “modernleşme hareketleri” kapsamında Marmara Denizi’nde bulunan Sivriada’ya sürerek katletti. 1910’dan önce de Avrupa’daki devletlerin köpekleri toplayarak “köpeksiz sokaklar” yaratmasını örnek alan ikinci Mahmut ve Sultan Abdülaziz yine köpekleri aynı adaya sürme girişiminde bulundu ancak kamuoyu baskısıyla köpekler şehre geri getirildi. 1910’da köpeklerin adaya sürgün edilmesinden iki yıl sonra Marmara’da meydana gelen şiddetli deprem, Balkan Savaşları’nda Osmanlı’nın büyük toprak kaybı ve çıkan büyük yangınlar, yaşanan can kayıpları olmak üzere art arda gelen felaketleri “köpeklerin ahı olmasına bağlayan” halk, rivayete göre Sivriada’yı “Hayırsızada” olarak anmaya başladı.

“Hayırsızada vakası batıdaki modelleri taklit ederek girişilen bir felaketti” diyen Yıldırım, Osmanlı’dan Türkiye’ye hayvan hakkı ihlallerinin Avrupa’daki gibi sistematik bir seyir izlemediği görüşünde:

“Evet, batıya öykünülmesiyle, İstanbul’dan bir batı kenti yaratma imajıyla hayvanlar şiddete maruz kalıyorlar ama kültürümüzde hayvanları koruyan bir damar da var. Çünkü o adadan kitlesel olarak bırakılmış köpekleri alabilen, öncesindeki sürme girişimlerinde köpeklerin geri getirilmesi sağlayan insanlar sayesinde köpekler varlığını sürdürebildi, yaşamda var olabildi. Cumhuriyet’in yüz yıllık tarihi boyunca da dönem dönem hayvanlara karşı şiddet dalgası yükseliyor ama bunun karşısında bir vicdan hareketinin de olduğunu ve hâlâ bu sayede hayvanların korunabildiğini düşünüyorum.”

İstanbul’da Eros adlı kediyi katleden İbrahim Keloğlan hakkında mahkemenin verdiği karar kamu vicdanını derinden yaraladı. Saldırgan gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldı. Bunun üzerine hayvan hakları savunucuları cezanın alt sınırdan verilmesine, iyi hâl indirimi uygulanmasına ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına yurdun farklı illerinde düzenledikleri eylemlerle isyan etti. Bu eylemlerde ve sosyal medyada “Eros için adalet” denilerek İbrahim Keloğlan’ın tutuklanması talep edildi.

Artan hayvan hakkı ihlallerine karşı hayvan haklarını savunan kuruluşların ve kişilerin mücadelesiyle 2021’de değiştirilen Hayvanları Koruma Kanunu’yla hayvana karşı cürümlerde altı aydan dört yıla kadar hapis cezası getirildi. Hayvanlara Adalet Derneği’nden Avukat Barış Karlı, Eros’un katledilmesi olayına ilişkin mahkemenin verdiği kararı “Hâkim olayın özelliğine göre cezayı alt sınırdan ya da üst sınırdan takdir edebilir. Böyle bir olayda dört yıl hapis cezası vermek bile yeterli değilken hâkim elindeki bu imkânı dahi kullanmamış ve alt sınıra yakın olarak bir yıl altı ay hapis cezası vermiştir. Bununla da yetinmemiş sanığa bir de üç ay iyi hâl indirimi yapmıştır” sözleriyle eleştirdi.

Üç yıl önce AKP tarafından Hayvanları Koruma Kanunu değiştirilirken hayvan hakları örgütleri, barolar ve muhalefet partilerinin uyarıları dikkate alınmadı. Kanunda cezaların alt seviyede kaldığını söyleyen Hayvan Hakları İzleme Komitesi’nden (HAKİM) Avukat Hacer Gizem Karataş ise “Anayasa hayvanların hissedebilir bireyler olduğu biçiminde düzenlenmeli ve devlete hayvanları korumak için pozitif yükümlülükler getirilmeli. Hayvanları Koruma Kanunu’ndaki cezalar, Türk Ceza Kanunu (TCK) içinde üst sınırlar artırılarak ve suçun taksirle işlenmesi hâlinde de cezalara bağlanmalı” önerisinde bulundu.

“Sanığa cezadan muaf” sonucu

İstanbul’un Başakşehir ilçesinde Ağaoğlu My World Europe sitesi sakinlerinin baktığı altı yaşındaki Eros adlı kediyi, aynı sitede yaşayan İbrahim Keloğlan 1 Ocak günü işkenceyle öldürdü. Keloğlan’ın Eros’u önce asansörde tekmelediği sonra peşinden gidip altı dakika boyunca işkence ederek öldürdüğü anlar güvenlik kamerasının görüntüleriyle belgelendi.

Site sakinlerinin şikâyeti üzerine gözaltına alınan İbrahim Keloğlan çıkarıldığı mahkemede adlî kontrolle serbest bırakıldı. Eros’un ölüm olayına ilişkin hazırlanan iddianamede savcı, Keloğlan’ın “Bir ev hayvanını veya evcil hayvanı kasten öldürme” suçundan altı aydan dört yıla kadar hapsini istedi. Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığının hazırladığı iddianamede sanık İbrahim Keloğlan’ın “site sakinleri tarafından beslenip bakımı yapılan kediye asansörün içinde tekme attığı, kedinin koridora kaçtığı, Keloğlan’ın koridordaki kapıları kapatarak kedinin kaçmasını engellediği, kediyi sıkıştırıp defalarca tekmelediği ve bir köşede öldürdüğü” ifadeleri yer aldı.

8 Şubat’ta Küçükçekmece 16. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın ilk duruşmasında hâkim Keloğlan’a bir yıl altı ay hapis cezası verdi. Mahkeme “iyi hâl” indirimiyle cezayı üç ay daha düşürürken hükmün açıklanmasını ise geri bıraktı.

Şikâyetçi vekili avukatlar ile savcılık karara itiraz etti. İtirazı kabul eden Küçükçekmece 4. Ağır Ceza Mahkemesi, 16. Asliye Ceza Mahkemesi’nin kararının kaldırılmasına ve dosyanın mahkemeye iadesine karar verdi. Kararın gerekçesinde şöyle denildi:

“Sanığın gerçekleştirdiği eylemin niteliği ve ağırlığı dikkate alındığında sanık hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmesi cezadan muaf tutulması sonucunu doğurur. Ulaşılan bu sonucun bu tür olaylara karışan kişilere hoşgörü ile yaklaşıldığı izlenimi uyandıracağı ve bu tür fiillere eğilimi olan kişileri cesaretlendirebileceği gibi bireylerin bu kapsamda devlete ve adalet mekanizmalarına olan güvenlerini de zedeleyeceği açıktır.”

“Eros’un yaşadıkları gibi adalete inancımızı zedeleyen, canımızı yakan birçok olayda daha az ceza verildiği dahi oluyor”

Hayvan hakları alanında çalışan Avukat Hacer Gizem Karataş, Eros’un öldürülmesine ilişkin açılan davada mahkemenin sanığa üst sınırdan ceza verme takdirini kullanmadığını söylüyor. Karataş, “Dakikalar boyunca tekmeleyerek, köşeye sıkıştırdığı bir kediyi öldüren kişinin bu eyleminde hem uzun süre devam ettirilen bir eziyet hem de öldürme söz konusuyken üst sınırdan ceza verilmemesi hakkaniyete aykırıdır. Hayvana karşı suçlarda sürekli üst sınırdan uzaklaşılarak verilmiş kararlar görüyoruz. Hatta Eros’un yaşadıkları gibi adalete inancımızı zedeleyen, canımızı yakan birçok olayda daha az ceza verildiği dahi oluyor” diyor.

Eros, katledilen ve katili cezasız bırakılan ilk hayvan değildi. İki yıl önce, 16 Kasım 2022’de Konya Hayvan Barınağı’nda barınak çalışanları bir köpeği başına kürekle vurarak öldürdü. Ancak olayla ilgili açılan davada tutuklu yargılanan sanıklar Murat Bacak ile Sefa Çakmak’ın iddianamede altışar yıla kadar hapisle cezalandırılmaları istendiği hâlde mahkeme “iyi hâl” indirimi uygulayarak cezayı bir yıl üçer aya düşürdü, hükmün açıklanmasını ise yine geri bıraktı.

11 Ekim 2022’de İzmir’in Seferihisar ilçesinde Ömer Faruk Baki adlı kişinin Şila adlı köpeği ahşap kulübesinde yanıcı maddeyle yakarak öldürmesiyle ilgili açılan davada da mahkeme sanığa “iyi hâl” indirimi uygulayarak hapis cezasını bir yıl sekiz aya düşürdü ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verdi. 30 Ekim 2019’da İzmir’in Karşıyaka ilçesinde bir yavru kediyi tekmeleyerek öldüren kişi bir yıl üç ay hapis cezası aldı ve yine hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildi.

27 Mart 2023’te Kırklareli’nde iki buçuk aylık Köpük adlı köpeği katleden Fatih Bücekler’e mahkeme sadece 6 bin lira para cezası verdi. Geçen yıl İstanbul Eyüpsultan’da, 20 kediyi kezzap ve asit dökerek yakan saldırgan gözaltına alındıktan sonra para cezası verilerek serbest bırakıldı. 2018’de Sakarya’da ormanlık alanda dört patisi kesilmiş hâlde bulunan yavru köpeğe işkence yapanlar, köpeğin ölümüne yol açanlar ise yetkili makamlarca bulunamadı.

“Kanun koyucu, ceza alt ve üst sınırlarını düşük seviyede tutarak adeta faillerin cezaevine girmemesi için çabalamıştır”

Onlarca kedi, köpek katledilmesine rağmen katliamlara ilişkin başlatılan davalar neden hep cezasızlıkla sonuçlanıyor? Hükmün açıklanmasının geri bırakılması “iyi hâl” indirimleri ne anlama geliyor? 2021’de Hayvanları Koruma Kanunu değiştirilirken cezalar neden düşük tutuldu?

5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu 2004’te yürürlüğe girdiğinde hayvanlara karşı işkence, yaralama, öldürme fiilleri idarî para cezası ile cezalandırılıyordu. Hayvana karşı suçlar da TCK’nin “mala zarar verme” başlığı altında tanımlanıyordu. Yürürlüğe girdikten ancak 17 yıl sonra değiştirilen Hayvanları Koruma Kanunu’na 2021’de “bir ev hayvanını veya evcil hayvanı kasten öldürme” hükmü eklenerek alt sınırı altı ay, üst sınırı ise dört yıl olan hapis cezası getirildi. Suçu hayvanlara bakmakla veya korumakla görevlendirilenlerin işlemesi durumunda verilecek cezanın yarı oranında artırılması hüküm altına alındı.

Hayvanlara Adalet Derneği’nden Avukat Barış Karlı, 5199 sayılı kanun 2004’te yürürlüğe girerken sadece idarî para cezasıyla sınırlı kalınmasının hayvan haklarında büyük bir kayba yol açtığını vurguluyor. Cezanın caydırıcı etkisi olmadığı için hayvana şiddet olaylarının arttığını belirten Karlı şunları söylüyor:

“2021 yılında sözde bu durumun değişmesi için kanun değişikliği yapılmış ancak getirilen komik ve yetersiz cezalar nedeniyle yapılan değişikliğin uygulamaya hiçbir etkisi olmamıştır. Caydırıcılık anlamında temel beklentimiz faillerin cezaevine girmesi ve gerçek anlamda bir yaptırıma maruz kalmasıdır. Ancak kanun koyucu, ceza alt ve üst sınırlarını düşük seviyede tutarak adeta faillerin cezaevine girmemesi için çabalamıştır.”

Karlı, kanun değiştirileceği sıra devlet yetkililerinin bu yaklaşımını “Bu konuda yaptığımız toplantılarda yetkililer adliyelerde ve cezaevlerinde yoğunluğa yol açmamak için düzenlemeyi bu şekilde yapacaklarını açıkça dile getirmişti. Yani kanun değişikliği faillerin cezaevine girmemesini garanti altına alacak, failleri koruyacak şekilde yapılmıştır. Topluma etkili bir düzenleme yapılmış gibi yansıtılan bu değişikliğin uygulama açısından hiçbir şeyi değiştirmediği Eros’un, Şila’nın, Köpük’ün ve onlarca hayvanın öldürülmesi ile ortaya çıkmıştır” sözleriyle anlatıyor.

“Dört yıl, yatarı olmayan bir ceza”

Hayvanların yaşama hakkını tehdit eden cezasızlıkta 5199 sayılı yasada cezaların çok düşük tutulmasının, ceza ertelemelerinin ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) uygulamasının hukukçulara göre önemli bir rolü var. İki yıl ve daha az süreyle verilen hapis cezalarında uygulanan HAGB ile mahkûmiyet hükmü, sanığın beş yıl içinde herhangi bir suç işlememesi şartıyla askıya alınıyor ve failin aldığı ceza siciline işlemiyor.

“Eros’u ve diğer hayvanları katledenlere iki yılın üzerinde hapis cezası verilseydi, bu suçları işleyenler hakkında HAGB kararı verilmeyecekti. Ama HAGB uygulanmasa da Ceza İnfaz Yasası’na göre üç yılın altındaki cezalar zaten erteleniyor. Daha önce maalesef böyle bir karar verilmedi ama 5199 sayılı yasada üst sınır olarak belirtilen dört yıl hapis cezası verilse bile hayvan katilleri mevcut İnfaz Kanunu’na göre çok az bir süre hapis yatacak” diyen Avukat Hacer Gizem Karataş, hem kanun boşluğuna hem de uygulamadaki yanlışlığa şöyle dikkat çekiyor:

“Mevcutta bir kişinin bir hayvanı öldürmesi veya işkence ya da tecavüz etmesi durumunda cezaevine girmesi için daha önceden başka bir suç işlemiş olması gerekiyor. Hayvanlar kendilerini çoğu zaman savunamıyorlar. Kaçmak isteseler de insanların engellemesiyle kaçamıyor, kapalı kapılar ardında şiddete maruz kalıyorlar. Hukuk literatüründe kadınlar ve çocuklar gibi kırılgan grup olarak adlandırılan tanımlamanın içinde hayvanlar da olmalı! Hayatlarını ne kadar zor ve eşitsizlik içinde geçirdikleri ve bu hayvanlara karşı suç işlemenin ‘kolaylığı’ göz önünde bulundurularak cezaların artırılması gerekmektedir.”

“Sokakta yaşayan hayvanlara karşı fiillerde yurttaş suçüstü hâli dışında suç duyurusunda bulunamıyor”

5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’ndaki “evcil hayvan” tanımı evde bakılan hayvanlar ile kimliği olmayan, refakatçisi bulunmayan, sokakta veya herhangi bir yerde yaşayan kedi ve köpekleri kapsıyor. Kanun evde ve sokakta yaşayan kedi ve köpekleri öldürme, işkence ve tecavüz fiillerinde aynı miktarda adlî cezaların verileceğini hükmediyor.

Ancak sokakta yaşayan hayvana işkence edilmesi, sokakta yaşayan hayvanın katledilmesi fiillerinde, suçüstü hâli dışında, suç duyurusunda bulunma hakkı sadece Tarım ve Orman Bakanlığı’nda var. Avukat Barış Karlı bu konuda tepkili:

“Kanun koyucunun oyunu, fiillere ilişkin soruşturma başlatılması konusunda ortaya çıkıyor. Sokak hayvanlarına yönelik fiillerle ilgili soruşturma başlatılabilmesi için Tarım ve Orman Bakanlığı’nın şikâyetçi olması gerekiyor. Aksi hâlde soruşturma açılamıyor. Bu durumun tek istisnası olarak da suçüstü hâli getirildi ancak hayvana şiddet olaylarında suçüstü hâli düşük bir ihtimal olduğu için bu istisnanın uygulamaya bir faydası olmadı.”

Karlı, yurttaşın sokakta zarar gören ya da öldürülen bir hayvanla ilgili suç duyurusunda bulunma hakkının olmamasını Anayasa’daki ihbar ve şikâyet hakkına aykırı olarak değerlendiriyor. Peki Hayvanları Koruma Kanunu 2021’de değiştirilirken yurttaşın suç duyurusunda bulunma hakkı neden engellendi? Karlı, “Kanun koyucunun amacının sokak hayvanlarıyla ilgili soruşturma açılmasının önünü tıkamak, bu kararı bakanlığın takdirine bırakmak olduğu anlaşılıyor. İktidar hem soruşturma açılmasının önüne engeller koyarak hem de faillerin cezaevine girmesini engelleyerek her anlamda failleri koruyan bir kanun ortaya çıkarmıştır. Eros olayı bu şekilde basına yansımasaydı ve kamuoyu tepkisi ortaya çıkmasaydı muhtemelen bakanlığın üstünü kapattığı binlerce dosyadan biri olacaktı ve olaydan haberimiz dahi olmayacaktı” diyor.

Yasadaki ayrım: Sahipli-sahipsiz hayvan

Hayvanları Koruma Kanunu’nun 28/A maddesi, suç işlenmesi hâlinde soruşturma yapılmasını Tarım ve Orman Bakanlığının il veya ilçe müdürlükleri tarafından Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruda bulunması şartına bağlıyor. Avukat Hacer Gizem Karataş, sokakta yaşayan hayvanlara karşı hak ihlallerinde suç duyurusunda bulunma tekelinin Tarım ve Orman Bakanlığında olmasının adlî soruşturmalarda ve davalarda pek çok olumsuz sonuca yol açtığı görüşünde. Hayvanları Koruma Kanunu’nun 28/A maddesinde düzenlenen muhakeme şartının uygulamada çok derin bir sahipli-sahipsiz hayvan ayrımı yarattığını vurgulayan Karataş şunları söylüyor:   

“Sahibi sayılmadığınız bir hayvana karşı işlenen cürümlerde Tarım ve Orman Bakanlığı’na ihbarda bulunmanız ve onların Cumhuriyet Başsavcılığına başvurmasını beklemeniz gerekiyor. Tarım ve Orman Bakanlığı ise bir yürütme organı. Delil toplama gibi bir yetkisi veya yetkinliği yok. Hangi olayın adlî vaka teşkil ettiğini belirleme gibi bir yetkisi veya yetkinliği de yok. Bu durum şiddete, tecavüze uğramış, öldürülmüş sokakta yaşayan hayvanlar için saatlerce hatta günlerce delil toplanmamasına, en nihayetinde takipsizlik veya beraat kararları verilmesine sebep oluyor.”

“Hakkaniyetsiz kararlara, davalara katılma talebimiz reddedildiği için itiraz edemiyoruz”

Karataş’a göre sokakta ve belediyelere ait barınaklarda yaşayan hayvanlarla ilgili hak ihlallerinin söz konusu olduğu dosyalarda en temel sorunlardan biri baroların ve hayvan hakları alanında çalışan sivil toplum kuruluşlarının davalara katılma talebinin sürekli reddedilmesi!.. Katılma talebinin reddiyle dava duruşmaları; hayvanlar lehine konuşabilecek, verilen hakkaniyetsiz kararlara itiraz edecek, delil sunabilecek bir taraf olmadan sonuçlanması anlamına geliyor.   

Savcıların ve hâkimlerin sanıkları yönlendirdiği yargılamalar olduğunu ve duruşmaya hayvanları temsilen katılmak isteyen avukatlara söz hakkı verilmediği için bunlara itirazın mümkün olmadığını anlatan Karataş, “Daha sonra karara itiraz edilmek veya karar Bölge Adliye Mahkemesi’ne taşınmak istendiğinde kararlar sadece katılma talepleri yönünden incelenip hayvanlar adına konuşabilecek kişilerin esasa yönelik itirazları ve istinaf sebepleri değerlendirilmeden ilk derece mahkemesinde verilen hakkaniyetsiz kararlar onanmış oluyor” diyor.

Karataş baroların, sivil toplum kuruluşlarının, gönüllü avukatların hem ‘sahipsiz’ denilen hayvanların hem de ‘sahibinin’ ilgilenmemesi durumunda ‘sahipli’ hayvanların vasisi gibi hareket ederek soruşturma ve kovuşturma aşamalarında taraf olmasını sağlayan bir çatı düzenlemenin Anayasa’ya ve TCK’ye eklenmesini öneriyor.

Eros’un yaşadığı Ağaoğlu My World Europe sitesi önünde 16 Şubat günü başlayan eylemler Beykoz, Ankara, İzmir, Antakya, Alanya gibi il ve ilçelerde devam etti. Yaşam İçin Yasa İnisiyatifi ve bileşenleri, hayvan hakları aktivistleri Eros ve katledilen tüm hayvanlar için adalet talep ediyor.

16. Asliye Ceza Mahkemesi’nin kamu vicdanını yaralayan kararına karşı yapılan itirazı kabul eden Küçükçekmece 4. Ağır Ceza Mahkemesi kararı kaldırıp dosyanın mahkemeye iadesine karar verdi. Kamuoyu Eros’un katledilmesine ilişkin açılmış olan davada Asliye Ceza Mahkemesi’nin yeni bir duruşma açarak vereceği kararı bekliyor.

Türkiye’de belli bir kesim, “Sahipsiz köpeklerin yeri sokak değil barınak” diyor, belli bir kesim de sokak hayvanlarını korumaya, sahiplendirmeye, beslemeye ve onlarla ortak bir yaşam kültürü sağlamaya çalışıyor. 

Yetkililer ise sokak hayvanlarını “etrafta başıboş dolaşarak insanlara saldıran canlılar” olarak hedef gösteriyor, bunun sonucunda köpeklerin toplatılması, ormana ya da şehir dışındaki ücra yerlere atılmasının da önü açılıyor.

Belediyeler de düzenli olarak toplama yaptıklarını, sokak hayvanlarını barınaklara yerleştirdiklerini ve görevlerini yerine getirdiklerini söyleyerek, ezberlerini sürdürüyor. 1910’da gerçekleşen Hayırsız Ada toplu sürgün ve katliamından bu yana 2024 yılında sokak köpeklerinin akıbeti hala tartışılıyor. Türkiye’de sokak hayvanlarının sayısına dair ise net bir veri yok. Ancak tahminler bu sayının 10 milyon civarında olduğunu söylüyor. 

Türkiye’de sokak hayvanları ne durumda? Sokak hayvanlarının akıbeti neden süren bir tartışma? Sokak hayvanlarının sorun olarak gösterilmesindeki faktörler neler? Hayvan hakları savunucularından dinliyoruz. 

Hayvanlara Adalet Derneği’nden avukat Barış Karlı, köpekler üzerinden suni bir gündem yaratıldığını belirterek, “Köpekler sistematik bir şekilde hedef gösteriliyor” diyor. 

Hayvan Hakları İzleme Komitesi’nden (HAKİM) avukat Hacer Gizem Karataş da Karlı ile aynı görüşte: 

“Şu anda hayvanların sayısı üzerinden tartışmalar büyütülmeye çalışılıyor ve popülasyona artık kısırlaştırmanın çözüm olamayacağı konuşuluyor.”

Hayvan hakları savunucuları sorunun yasalardan çok uygulamalardan kaynaklandığının altını çiziyor.

“İtlaf ve uyutulma adı altında savunulan katliam zaten hep yapıldı. Popülasyonun azalmasına da yardımcı olunmadı”

Fotoğraf: Havva Zorlu

“Belediyeler yükümlülüklerini yerine getirmiyor” 

Karataş, sokak hayvanlarının akıbetinin hala süren bir tartışma olmasının nedeninin 2004 yılından beri yürürlükte olan Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6. Maddesine göre belediyelerin yükümlülüklerini yerine getirmemesinden kaynaklı olduğunu işaret ediyor. 

Peki, nedir bu yükümlülükler? 

Kanunun 6. Maddesi, yerel yönetimler tarafından sokakta yaşayan hayvanların aşılanıp, kısırlaştırıp, tedavi edilip yerlerine geri bırakılmasını, bakım evlerinin geçici bir hastane görevi görmesi gerektiğine hükmediyor.

Ancak kanunun yürürlüğe girmesi tek başına yeterli olmadı, kanunun yürürlüğe girmesinin üzerinden zaman geçmesine rağmen belediyelerin sistematik ihlalleri hala gündemde.

Madde 6 nedir? Sahipsiz ya da güçten düşmüş hayvanların, 3285 sayılı Hayvan Sağlığı Zabıtası Kanununda öngörülen durumlar dışında öldürülmeleri yasaktır.Sahipsiz veya güçten düşmüş hayvanların en hızlı şekilde yerel yönetimlerce kurulan veya izin verilen hayvan bakım evlerine götürülmesi zorunludur. Bu hayvanların öncelikle söz konusu merkezlerde oluşturulacak müşahede yerlerinde tutulması sağlanır. Müşahede yerlerinde kısırlaştırılan, aşılanan ve rehabilite edilen hayvanların kaydedildikten sonra öncelikle alındıkları ortama bırakılmaları esastır.

Hayvanlara yönelik kötü muamelenin ve istismarın suç kapsamına alındığı bir Hayvan Hakları Kanunu’yla değişmesi talep edilen 2004 tarihli, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’na buradan erişebilirsiniz.

Karataş ve Karlı, hayvan hakları savunucuları olarak, 6. Maddenin yükümlülüklerini defalarca dile getirdiklerini ve yükümlülüklerin yerine getirilmesini talep ettiklerini dile getiriyor. Ancak taleplerine rağmen, belediyelerin hayvanları toplama kamplarına dönüştürülen bakım evlerine topladığını ya da dağ başlarına, otoban kenarlarına, çöplüklere atarak hem hayvanların sayısının artmasına hem de buralarda açlıktan ve hastalıktan ölmelerine sebep olduklarını söylüyor. 

Kısırlaştırma yapılmadığı için bu noktaya gelindiğini belirten Karataş, “İtlaf ve uyutulma adı altında savunulan katliam zaten hep yapıldı ve hayvan hakları savunucuları olarak hiçbir şekilde kabul edemeyeceğimiz bu durumla birlikte, popülasyonun azalmasına da yardımcı olunmadı” diyor.

Karataş, belediyelerin görevini yerine getirmek istemediğini, devletin de belediyelere bunu yapması için yeterli bütçe ayırmadığının altını çiziyor:  “Böylece her yıl hayvanlar ölürken bir yandan sayıları da artıyor.”

“Bu yerlerde gördüğümüz üzere binlerce köpeğin hapsedildiği ve kapalı kapılar ardında peyderpey öldürüldüğü alanlar yaratıldı”

Fotoğraf: Unsplash

“İyi barınak yoktur, barınaklar ölüm kampıdır”

Büyükşehir belediyeleri, il belediyeleri ve nüfusu yirmi beş bini aşan büyükşehir ilçe belediyeleri ile diğer belediyelerin, hayvanların korunması ve bakımının yapılması ile rehabilitasyonunun sağlanması amacıyla “hayvan bakım evleri” kurma gerekliliği ise Kanundaki bir diğer yükümlülük. Hayvan bakım evlerinin kurulması için de nüfus sayısına göre belediyelere süreler verildi. 

Karataş ve Karlı, bazı belediyeler için bu sürenin geçtiğini ve toplam 1389 belediyenin yaklaşık yüzde sekseninin geçici hayvan bakım evi olmadığını söyleyerek, Konya ve Elazığ’da yaşananları hatırlatıyor:

“Konya ve Elazığ örneğinde gördüğümüz gibi bu bakım evleri olabildiğince insan ulaşımından uzakta yapılıyor, içeriden gelen görüntülerde hayvanların doğrudan öldürüldüğü veya hastalıktan, açlıktan öldüğü sayısız örnek yaşanıyor. İnsanları, barınakların sıcak ve güvenli yerler olduğuna, hayvanların asıl sokaklarda acı çektiğine inandırmaya çalışıyorlar. Ancak biz biliyoruz ki iyi barınak yoktur, barınaklar ölüm kampıdır.”

Kanun, “kısırlaştır-aşıla-aldığın yere bırak” kuralının altını çiziyor ancak Karlı, uygulamadaki görünümün bu şekilde olmadığına dikkat çekiyor: 

“Devlet kurumları yürüttükleri algı çalışması kapsamında barınak, doğal yaşam alanı gibi kavramları kullanmayı tercih etmekte; hayvanları ömür boyu oraya hapsetme niyetlerini ortaya koymaktadır. Bu yerlerde gördüğümüz üzere binlerce köpeğin hapsedildiği ve kapalı kapılar ardında peyderpey öldürüldüğü alanlar yaratıldı. İçeride gerçekleşen ihlaller gün yüzüne çıkmasına ve bu yerlerin varlığı tamamen kanuna aykırı olmasına rağmen belediyelere herhangi bir yaptırım ise uygulanmadı.”

“Bakım evi yapan belediyelerin de çoğunluğu bu alanları hayvanlar için çok kötü koşullarda bulundurmakta, hastane mahiyetinde olması gereken bu alanlar daha çok toplama, ölüm kampını andırmaktadır. Uygulamada adı bakım evi, barınak, doğal yaşam alanı vs. ne olursa olsun hepsinde sistematik hayvan hakları ihlalleri yaşanmakta ve devlet kurumları bu durumu sadece izliyor.”

“Belediyeler kısırlaştırma işlemini yapmak yerine köpekleri diğer ilçelere ya da şehir dışında ormanlık alanlara atmayı tercih ediyor”

Fotoğraf: Havva Zorlu

Etkili bir kısırlaştırma politikası yürütülmüyor

Tüm bunların yanı sıra hayvan hakları savunucuları, etkili bir kısırlaştırma politikası yürütülmediğinin de altını çizerek, kısırlaştırmanın önemini belirtiyor: 

“Kısırlaştırma operasyonlarında sadece cerrahî deneyimi olan veteriner hekimler çalıştırılmalı ve cerrahî prosedürler tam anlamıyla yerine getirilmelidir. Hayvan sağlığı açısından hayatî riskleri ortadan kaldırmak için pre-op (ameliyat öncesi) ve post-op (ameliyat sonrası) süreçleri gerektiği gibi yönetilmelidir. Hayvanların geçici olarak tutulduğu bakım evlerinde, barındırıldığı tesislerde, hayvanlara sevgi ve saygı duyan insanlar istihdam edilmelidir. Bakım evleri yalnızca aşılama, kısırlaştırma, tedavi etme amacı ile kullanılmalı, hayvanların buralarda gereken süreden fazla tutulmamasına dikkat edilerek yaşadıkları yere geri bırakılmalıdır.”

Karlı, bu süreçte tüm belediyelerin aynı kararlılıkla ve aynı anda hareket etmesi gerektiğini de vurguluyor:

“Ancak şu anda belediyelerin büyük çoğunluğunun kısırlaştırma işlemini yapabileceği geçici hayvan bakım evi bile yok. Bu belediyeler kısırlaştırma işlemini yapmak yerine köpekleri diğer ilçelere ya da şehir dışında ormanlık alanlara atmayı tercih ediyor. Böyle uygulamalar; boşalan alanlara yeni köpeklerin gelmesi nedeniyle bunu yapan belediyelerin ilçesinde popülasyon kontrolü anlamında sonuç vermiyor.”

“Çocuklar en savunmasız konumda olduğu için hayvanların karşısında bir araç olarak kullanılıyor. Bence bu durum oldukça tehlikeli”

Fotoğraf: Havva Zorlu

Ortak bir yaşam kültürü mümkün mü? 

Hayvan hakları savunucularına göre, sokak hayvanları ve insanların uyumlu bir şekilde yaşayabilmesinin yolu, sokaklardaki hayvanları “bakım evlerine” göndermekten değil, etkili bir kısırlaştırma politikasından ve belediyelerin yükümlülüklerini yerine getirmesinden geçiyor.

HAKİM üyesi ve aynı zamanda hayvan foto muhabiri olan Havva Zorlu, ortak bir yaşam kültürü açısından Türkiye’nin Avrupa ülkelerine kıyasla önemli bir örnek olduğunu söylüyor:

“Bunda, kültürümüzün çok büyük etkisi var. Aslına bakıldığında sokakta yaşayan ve yardıma ihtiyacı olan hayvana yardım etmek, hayvanların karnını doyurmak pek çok insanın günlük yaşamının bir parçası. Kaldı ki bir arada yaşamak zorundayız ancak bir zorundalıkla değil samimiyetle kurulan gerçek bir ilişki var. Özellikle son yıllarda politik etkilerin de katkısıyla ortak yaşam kültürü zamanla yok oluyor. Sokakta yaşayan tüm canlıların güvenliği konusunda tereddütlerimiz var. Bunun çözümü de ancak tüm yaşamlara saygı duymak ve empati kurmakla mümkün olabilir.”

Zorlu, zamanla kaybolan ancak aslında var olan ortak yaşam ilişkisinin korunması gerektiğini ekliyor: 

“Ortada hakları ihlal edilen bir grup var ve toplatılıp ‘itlaf’ edilmesi konuşuluyor. Hayvanların toplatılması, barınaklara kapatılması, öldürülmesi gibi talepler duyuyoruz ve bu düşüncede buluşan birçok insan var. Bu insanların en büyük gerekçesi ise ‘çocukların güvenliği’. Çocuklar en savunmasız konumda olduğu için hayvanların karşısında bir araç olarak kullanılıyor. Bence bu durum oldukça tehlikeli. Var olan ortak yaşam kültürünün korunmasını sağlamalıyız.”

Karlı, hayvanlarla birlikte ortak yaşam kültürünün toplumun büyük kesimince zaten benimsenmiş olduğunu söylüyor:

“Devlet kurumları için sokak hayvanları her zaman yük olarak görülmüş ve onlardan kurtulmanın yollarını aramıştır. Kanunun yürürlüğe girmesinin üzerinden zaman geçmesine rağmen, devlet kurumları ve toplumun belli bir kesimi birlikte yaşam kültürünü hala benimseyemedi” diyor.

Çözüm ne? 

Hayvan hakları savunucuları çözüm için ilk olarak, rant ve hayvan katliamına sebep olacak öneriler yerine belediyelerin mevcut kanunu uygulaması ve kısırlaştırma yaparak hayvanları alındıkları yerlere geri bırakılması gerektiğini belirtiyor. Sokak hayvanları meselesinin çözüme ulaşması için ise taleplerini yeniden dile getiriyorlar:

> Hayvan üretimine yasaklama gelmeli, merdiven altı üretimler denetlenmeli.

> Belediyeler etkin kısırlaştırma yapmalı. Uygulamada kısırlaştırma için mobil ünitelerin kullanılması ya da bu işlemin ihale ile bazı firmalara devredilmesi ve kısırlaştırılan her hayvan için para verilmesi gibi yöntemlerin kullanıldığını görüyoruz. Hayvanın sağlığından ziyade para kazanmayı ön plana koyan bu şekilde yöntemler kesinlikle uygulanmamalı. Katliamların, toplamaların sonlandırılıp uygulanmayan kısırlaştırma yükümlülüğü yerine getirilmeli. 

> Hayvanlar, kapalı kapılar ardından öldürüldükleri doğal yaşam alanı adı altındaki toplama kamplarında tutmayarak onları koruyabileceğimiz sokaklara geri bırakılmalı.

> Sokakta yaşayan hayvanlar, toplatılırken ve alındıkları yere geri bırakılırken, mutlaka sokağın, mahallenin hayvan koruma gönüllüleri haberdar edilmeli, tüm bu süreçlerde de yerel yönetimler gönüllülerle koordineli çalışmalı.

> Hayvana yönelik şiddetin cezası artırılmalı.

33 yaşında genel müdürü olduğu Emlak GYO 9 yıllık döneminde 10 kat büyüdü. Bu büyüme İstanbul’un değerli arazilerini alıp satmasıyla mümkün oldu. Kanal İstanbul çevresindeki Arnavutköy’den, İstanbul’un son ormanlarını yapılaşmaya açan ilk projelerden Ağaoğlu Maslak 1453’e, Validebağ Konakları’ndan, Marmara Üniversitesi’nin Teşvikiye’deki arazisine, Beşiktaş’a, Zekeriyaköy’e… Bu projelerin ortak özelliği üzerinde yer alan ya da alacak sadece tek ev değerinin en az 10 ila 550 milyon aralığında değişmesi.

İnsan ilişkileri ve icraatleriyle Emlak GYO Genel Müdürlüğü dönemini kapsayan bir Murat Kurum portresi hazırladık.

AK Parti’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Murat Kurum pazartesi günü sahaya çıktı, “Enerjimizi İstanbul için harcayacağız” diyor. Aslında şimdiye dek de öyle olmuş. Türkiye’nin 2018-2021 arasında Çevre ve Şehircilik Bakanı, 2021-2023’te de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı koltuğunda oturmuştu. Ama İstanbul’la olan esas bağı için biraz geri saralım.

Kurum 1976, Ankara doğumlu, 47 yaşında. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı, üniversiteyi Konya Selçuk Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünde okudu. Yüksek lisansı zamanında İstanbul’daydı, bunu Okan Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü’nde Kentsel Dönüşüm alanında yaptı, 2017’de bitirdiği tezinin tam ismi “İstanbul’da Arazi Yönetimi Gerekliliği ve 1/25000 Ölçekli Arazi Kullanım Planları”

Kurum’un Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndaki koltukta oturan halef ve selefi Mehmet Özhaseki ile yüksek lisansı sürecinden bir ortak dünyası var. Wayback Machine ile internet sitesi üzerinde yaptığımız araştırmaya göre Özhaseki en az 2016 yılından bu yana yani milletvekilliğinin başlangıcından beri Okan Üniversitesi’nin danışma kurulunda yer alıyor. Yani Mehmet Özhaseki okula danışman olduğunda Murat Kurum ya öğrenciydi ya da öğrenci olmaya hazırlanıyordu. Özhaseki’nin Okan Üniversitesi’ndeki danışmanlığı günümüzde de sürüyor.

Kurum’un TOKİ ile iş ilişkisi genç bir yaşta, 29 yaşındayken TOKİ Uygulama Dairesi Başkanlığı’nda görev almasıyla başladı, 2005’te bir süre Avrupa Yakası yatırımlarından sorumlu şube müdürlüğü görevini yürüttü. Bundan 4 yıl sonra, 33 yaşında devasa bir gayrimenkul şirketine dönüştürülen ve TOKİ iştiraki olan Emlak Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı’nın yöneticisi oldu, tarihler 2009’u gösteriyordu. Kurum’un bu görevlerinin tümünü kapsayan dönemde yani 2002’den itibaren TOKİ Başkanı eski AK Partili Bakan Erdoğan Bayraktar’dı, 2011’e dek de bu görevde kaldı, sonra 2013’ün 25 Aralık’ına kadar da Çevre ve Şehircilik Bakanıydı.

Peki Kurum’un Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı TOKİ iştiraki olan Emlak GYO’da genel müdür olduğu 2009-2018 yılları arasında neler yaşandı?

Şehir Planlaması ve İmar

Emlak GYO’nun faaliyet raporları Kurum’un müdür olmasından itibaren her yıl düzenli olarak paylaşılmış. Bu, kuruma düzenli bir yönetici eli değdiğini gösteriyor.

2011 tarihli rapora göre Emlak GYO’nun o dönemdeki arsa konut ve stokları Türkiye’nin pek de ‘çekici’ olmayan bölgelerinde yer alıyor. (Sf. 81) Sayısı 9 olan arsalar şöyle raporlanmış; İstanbul Ümraniye Arsa, Çorlu Kazimiye Arsa, Karşıyaka yüzme havuzu arsası, Gebze Güzeller arsa, Küçükbakkalköy ticari üniteler, Küçükbakkalköy ofis üniteleri, Kocaeli-Gebze sosyal tesis arsası, Çorlu konut ve işyerleri, Marmara Ereğlisi.

2018’e yani Kurum’un Bakan olarak atandığı döneme gelindiğinde kurumun yapısı ve işleyişinin nasıl değiştiğini yine faaliyet raporlarında yer alan, henüz ihale edilmemiş ve sahibi olduğu arsaları üzerinden okumak mümkün. 2018 raporlarında göze çarpan şey yeni arsaların İstanbul’un pahalı semtlerinden edinilmiş ve pahalı projelere dönüşüyor ya da dönüşecek olmaları.

Emlak GYO’nun 2011’de Marmara bölgesi ağırlıklı 9 arazisi varken, bu sayı 2018’de yine Marmara ağırlıklı 80 araziye yükseldi. Yani Emlak GYO, Kurum döneminde neredeyse 10 katı büyüklüğe ulaştı.

Bahsi geçen arsalardan tartışmalı ve dikkat çekici olanlara burada yer vereceğiz. 2018’de o dönem henüz ihale edilmemiş olanları alım tarihleriyle şöyle; (Sf. 189)

> İstanbul Arnavutköy – 5 Haziran 2013 – (Türkiye Gezi Parkı eylemleri sırasında)

> Sarıyer İstinye – Mayıs 2014

> Zekeriyaköy – Mart 2011

> Beşiktaş – Eylül 2018

Bunlardan Arnavutköy olanı özellikle iki yönüyle ilgi çekici. İlki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011’de kamuoyuyla paylaştığı Kanal İstanbul projesinin hükümet kaynaklarına göre 2011-2013 yılları arasında güzergah çalışmaları tamamlandı. 2014’te de Rezerv Yapı Alanı sınırları yeniden belirlendi. İşte bu arada Emlak GYO 15 parsel, o dönemin ekspertiz değeri 105 milyon 978 bin 962 bin olan arsaları aldı. İkincisi ise bu alım işlemi Türkiye’nin en geniş çaplı kamusal alan protestolarından olan Gezi Parkı Eylemleri sırasında yaşandı. Arnavutköy’de bugün arsaların değeri 265 bin ile 755 milyon arasında değişiyor.

Emlak GYO’nun da arazisi olan Arnavutköy Kanal İstanbul güzergahında yer alıyor.

Yine 2018 yılı faaliyet raporlarına göre ancak bu kez o dönemde ihale edilen arsalar olarak değerlenen ve dikkate değer arsalar ise şöyle;

> Ağaoğlu Maslak 1453 – 2010 (1+0 Daire 4 milyon 300 bine satılıyor) 

> İstanbul Finans Merkezi (Emlak GYO’nun Ümraniye’deki arazisi, yeni finans merkezine dönüştü.)

> İstanbul Marina – 2012

> Ankara Çayyolu – 2014

> Köy Zekeriyaköy – 2011 (En yakın tarihli satılık ev 26 milyon) 

> Nidapark İstinye – 2017 (Evler 5 milyondan başlıyor)

> Validebağ Konakları – 2015 (Satılık ev 40 milyon) 

> İstanbul Teşvikiye Arsası – 2015 – DAP’ın aldığı ve Nişantaşı Koru oisimli projede 1+1’lik en ucuz  ev 17 milyon 400 lira. En pahalı ev ise -kalbi olanlar bundan sonrasını okumasın- 550 milyon olarak satışta)  

> Ankara Saraçoğlu Mahallesi – Bedelsiz ve tarihsiz, Emlak GYO’ya geçmiş.

> Karat 34 – 2014

Bütün bu arsalar ya aracı holdinglere satıldı ya da üzerlerine doğrudan Emlak GYO ile birlikte bir mülk inşa ediliyor. Projelerin ortak özelliği ise üzerinde yer alan ya da alacak yalnızca tek ev değerinin en az 10 ila 500 milyon aralığında değişmesi.

Bunlar dışında kalan Ataşehir, Bakırköy, Başakşehir, Esenyurt, Kartal, Küçükçekmece gibi ilçelerde de bünyesine araziler katılmış bu dönemde. Bugün bu bölgelerde de halk için, yoksulun da yaşayabileceği herhangi bir proje bulmak mümkün değil.

Bunlarla birlikte yine Kurum döneminde arazisi TOKİ’ye satılan TOKİ Ayazma sitesinde dahi bugün evlerin en düşük fiyatlısı 2 milyondan satılıyor. Sulukule’den kentsel dönüşümle evlerinden çıkarılanlar mahalle hayatından alınıp bu sitelere yerleştirilmişti. Yani kamu için yapılan projeler ya kent merkezinden uzak ve tek tip bir hayat vadediyor ya da zaten onlar da ucuz değil.

Çevre, Şehir ve İklim Değişikliği Bakanlığı dönemine bir bakış 

Bu sürece yalnızca Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) kararlarının bir istatistiki üzerinden okuyacağız çünkü Türkiye’deki çevre hareketinin de hukuki açıdan yoğun olarak mücadele edebildiği alanlardan biri burasıydı.

1993’te Türkiye’de uygulanmaya başlanan ÇED süreci, projenin çevreye vereceği etkinin ölçülmesi amacıyla belli kriterler üzerinden oluşturuluyor. Olumlu karar sayıları 2018-2022 yılları arasında hep oldukça yüksek bir seviyede ilerliyor. Bu olumlu kararlar Ak Parti iktidarındayken önceki yıllara göre artış gösteriyor, Özhaseki döneminde iki katına çıkıyor ve Kurum’un Bakanlığı döneminde de bu katsayı sürdürülüyor. 

Aynı süreç ÇED Gerekli Değildir rakamları için de geçerli. 1999 yılında sayısı 524 olan ÇED Gerekli Değildir karar sayısı, 2022’de 4066’yı buldu. Yani ÇED süreci bir bakıma by-pass ediliyor.

İstanbul’un gündemi deprem ve ekonomi 

Kurum’un çalışkan, düzenli ve kazandıran bir yönetici olduğu bütün bu verilere bakınca anlaşılabiliyor. Ancak bir de başka gerçekler var. İstanbul’da yaşamanın maliyeti geçtiğimiz yıla kıyasla yüzde 78 oranında artarak dört kişilik bir aile için aylık 49 bin 159 TL’ye ulaştı.

İstanbul Planlama Ajansı’nın Aralık 2023 verilerine göre İstanbulluların ilk sıradaki gündemi olası İstanbul depremi ve  ekonomi oldu. (Sayfa 2)  TÜİK’’e göre de Türkiye’nin yüzde 21,6’sı yoksul. Bu oran İstanbul’da yüzde 18. Yani kentin 2 milyon 837 bini yoksul. Bunun yanında Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde 1’inin toplam zenginlikteki payı yüzde 39,5. Asgari ücretin 17 bin 2 lira olduğu bir ülkede, üstelik yoksulluk sınırı 45 binken; 15 milyonluk nüfusa sahip bir kentin yüzde 18’i yoksulken, bütün bu ev ve arazi projelerinin sıradan İstanbulluyu hedeflemediği açık duruyor.

Emlak GYO bir TOKİ iştiraki, TOKİ Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı. Bütün bu kurumların zorunluluğu ise, kamu için çalışmak, tıpkı Büyükşehir Belediye Başkanlığı makamı gibi.

İBB Başkan Adayı Murat Kurum kamuyu eğer sadece yüzde 1’lik zengin kesimden ibaret görmüyorsa, İstanbul temelli 19 yıllık inşaat kariyerinde yapmadığını önümüzdeki iki ay içinde yapıp, geri kalan yüzde 99’u kapsaması gerekecek.

Ticarî gemilerde sürekli kimyasal maddeye, yüksek desibelde makine sesine, radarlardan yayılan radyasyona maruz kalmaları, makine arızaları dolayısıyla mesai saatlerinin uzaması, olumsuz hava şartları, sosyal hayattan uzak kalmaları gemi insanlarının sağlığını tehdit ediyor.

Bir tanker gemisinin makine dairesinde çalışan gemi makineleri işletme mühendisi Çağdaş Bozkurt, yaşadıklarını “Makinenin temizliğinde toluen diye bir kimyasal madde kullanıyoruz. Maruz kaldığınızda 10 saniyede sarhoş edecek kadar etkili bir madde. Sürekli zehirlendiğimiz, çalıştığımız saatlerin dinlendiğimiz saatlerden fazla olduğu bir ortamda çalışıyoruz. Bir gün Atlantik Okyanusu’nda ilerlerken gemi arızalandı. Makine dairesinde ayakkabıları çıkarmadan on beşer dakika uyuyarak 72 saat çalışmak zorunda kaldım. Çünkü ‘O gemiyi hareket ettirin’ diyorlar” sözleriyle anlatıyor.

Türkiye’de Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verilerine göre kaptan, çarkçıbaşı, makine zabiti, yağcı, güverte tayfası olarak çalışan 92 bin 775 gemi insanı var. 10 yıldan bu yana tanker gemilerinde makine zabitliği yapan Çağdaş Bozkurt da binlerce gemi insanından biri.

Bozkurt’un çalıştığı tanker gemisi uluslararası limanlar arasında petrol ve kimyasal madde taşıyor. Çalıştığı geminin büyüklüğünü taşıdığı petrol miktarı üzerinden tarif eden Bozkurt, “1.6 milyon varil rafine edilmiş petrol taşıyoruz. Türkiye’nin şu an günlük petrol tüketimi yaklaşık 900 bin varil. Türkiye’nin neredeyse iki günlük petrol ihtiyacını bir seferde karşılayacak kapasitede bir gemi” diyor.

“Armatör her zaman içme suyu tedarik etmiyor. Deniz suyundan arıtılmış suyu içtiğimiz zamanlar oldu”

Gemi makineleri işletme mühendisi Çağdaş Bozkurt. | Fotoğraf: Bozkurt’un arşivinden.

Mühendis Bozkurt, bu geminin makinesinden, iklimlendirmesinden, kanalizasyonundan sorumlu çarkçı ekibinde görevli. Bozkurt’un deyişiyle çarkçılık gemide mürettebatın konforunu sağlama işi. Kaptanlık kadar bilinmediği için çarkçılar geminin gizli kahramanı diye anılıyor. “Yeri gelir 50 derece sıcak altında günlerce makine dairesinde çalışırsınız. Yeri gelir tıkanan tuvaleti açana kadar uyku uyumazsınız” diyen Bozkurt, şöyle devam ediyor:

“Gemi makinesinin sesi 130 desibele kadar çıktığı için sürekli kulaklıkla çalışmak zorundasınız. Elinizde eldivenler, ayağınızda üç kilogramlık iş ayakkabısıyla çalışan makinenin yanında iş yapıyorsunuz. Günde sekiz litre su içip tuvalete çıkamadığım zamanlar var. Çünkü o ter artık ayakkabıların içinden dışarı taşıyor. Bu durum böbreklere zarar veriyor hâliyle. Sürekli tuz kapsülü kullanıyoruz. Tanker gemilerinde çalışma şartları diğer gemilerin şartlarına göre iyi gibi görünse de içme suyuna ulaşmak bazen çok zor. Armatör her zaman içme suyu tedarik etmiyor. Deniz suyundan arıtılmış suyu içtiğimiz zamanlar oldu.”

Gemi içindeki iş yükü ve vardiya saatleri göz önünde bulundurulduğunda çoğunlukla dokuz saat ve üstü çalıştıkları, daha fazla efor sarfetmek zorunda kaldıkları tespit edildi

Resmî kayıtlara göre Türkiye’nin deniz filosunda 77 petrol tankeri, 71 kimyevi madde tankeri, altı LPG, iki LNG, dört asfalt tankeri var.

Bozkurt’un şimdiye kadar görev yaptığı tanker gemileri de petrolün yanı sıra paraksilen, asit, benzen, toryan gibi kimyevi maddeleri taşımış. Hem bu maddelere maruz kaldığını hem de makine dairesinde egzoz gazına maruz kalıp karbonmonoksit soluduğunu belirten Bozkurt gibi gemi insanlarının sağlığını olumsuz etkileyen unsurlardan biri de gemideki yüksek akımlı radarlar nedeniyle sürekli radyasyona maruz kalmaları…

Tanker ve kuru yük gemilerinde çalışan 200 gemi insanının katıldığı bir araştırma sonucunda gemi insanlarının gemi içindeki iş yükü ve vardiya saatleri göz önünde bulundurulduğunda çoğunlukla dokuz saat ve üstü çalıştıkları, daha fazla efor sarfetmek zorunda kaldıkları tespit edildi. Araştırmaya katılan gemi insanları gemide kendilerini zorlayan durumları ise sosyal hayattan uzak kalmak, çalışma koşulları, çalışma saatleri, hava şartları, gemi içi ast-üst ilişkileri, korsan tehditleri, aile hasreti, psikolojik baskı ve çalışılan geminin eski olması diye sıraladı.

Kuru yük, dökme kuru yük, konteyner, Ro-Ro, yolcu-yük gemisi, petrol, kimyevi madde tankerinden oluşan bin 697 gemilik Türkiye deniz filosundaki gemilerin 198’i 20 ila 29 yaşında, 385’i de 30 yaşın üstünde. Son dönemde yaşanan gemi kazalarında uzmanlara göre gemilerin eski olmasının büyük bir payı var:

19 Kasım’da Karadeniz Ereğli Limanı’nda mendireğe çarptıktan sonra batan Kafkametler gemisi 31, karaya vurarak ikiye ayrılan Pallada adlı kargo gemisi 55 yaşındaydı. Pallada adlı geminin mürettebatı kurtarılırken Kafkametler’deki 12 mürettebattan beşi öldü, yedi mürettebat hâlâ kayıp.

Denizcilik Genel Müdürlüğü’nün istatistiklerine göre 2016 ile 2022 yılları arasında meydana gelen 2 bin 983 deniz aracı kazasında 658 mürettebat öldü, 348 mürettebat ise kayıtlara kayıp olarak geçti.

“İstanbul açıklarında seyir hâlindeyken tanklarına giren gemi kaptanı da dâhil sekiz personel zehirlendi”

Gemi makineleri işletme mühendisi Çağdaş Bozkurt. | Fotoğraf: Bozkurt’un arşivinden.

Makine zabiti Çağdaş Bozkurt’un çalıştığı son dört gemi 20 yaşın üstündeydi. Tanker gemilerinin birçoğu eski olduğu için kaza riskinin yüksek olduğunu söyleyen Bozkurt, bir tanker gemisinin ikiye bölünmesinin iki buçuk milyon varil petrolün denizi kirletmesi, tüm mürettebatın ölümü anlamına geldiğine dikkat çekiyor.

“Çalıştığım bir önceki tanker gemisinin güverte sacları delikti” diyen Bozkurt, bu durumun hayatî tehlikesini ise bir örnekle anlatıyor:

“Güvertedeki delikler her türlü soruna yol açabiliyor. Mesela patlayıcı yükü aldığınızda yükün üstüne ölü bir gaz bırakılıyor. Bildiğiniz karbonmonoksit gazı… Oksijen oranı yüzde 5’in altına iniyor. Burada yaşayacağınız bir kaçak zehirlenmelere neden oluyor ki 2022’de tersaneden henüz çıkmış geminin İstanbul açıklarında seyir hâlindeyken tanklarına giren gemi kaptanı da dâhil sekiz personel zehirlendi. Ölmekten kurtulmaktaki tek şansları arkada duran dördüncü kaptanın durumu fark edip hızlıca mürettebatın tahliyesini sağlamasıydı. Çünkü maruz kalacağınız karbonmonoksit gazı sizi 40’ıncı saniyeden sonra uyutmaya başlar. Hiçbir şey anlamadan yavaş yavaş ölmeniz demektir bu.”

“Afrika’nın etrafı başıboş gemilerle dolu; Türkiye karasularına da geliyorlar”

Bozkurt, denize elverişsiz gemilerin uluslararası sularda seyir etmesinin yasak olduğunu bilen armatörlerin gemiye kolay bayrak ülkelerinden birinin, örneğin Cibuti’nin bayrağını çekerek gemiyi Uluslararası Taşımacılık Federasyonunun kurallarından, denizcilik hukukundan çıkardıklarını belirtiyor.

Bozkurt, “Afrika’nın etrafı tamamen, Asya ve Güney Amerika’nın bir kısmı başıboş gemilerle dolu. Bu gemiler Türkiye karasularına da giriyor. Bakın bunu Avrupa’da yapamazsınız. Avrupa’ya, Amerika’ya bizdeki yaşlı, bakımsız gemileri sokamazsınız. Okyanusta tufanlar, kasırgalar oluyor. Niye bu bölgelerin gemileri batmıyor orada? Çünkü eski gemilerin sefer yapmasına izin verilmez; denize indirilen gemilerin kontrolleri hilesiz bir şekilde yapılmıştır” diyor.

Kazalar nedeniyle ölümle burun buruna yaşayan gemiciler hastalık riskiyle çalışırken Türkiye bayraklı gemilerde çalışan mürettebatın yıpranma payını 2008’de AKP kaldırdı. Yıpranma payı (fiili hizmet zammı), gemide 360 gün çalışmaya karşılık 90 gün hizmet süresi kazandırıyor ve gemi insanları daha kısa sürede emekli olabiliyordu. Yabancı bayraklı gemilerde ise sigorta primi ödenmediği, tazminat, emeklilik hakkı olmadığı için binlerce gemi işçisi özlük haklarından yoksun olarak çalışıyor.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın 30 Kasım 2023 tarihli oluruyla Sarıyerin Bahçeköy mahallesinin sit derecesi sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanı” olarak değiştirildi. Turizm faaliyetlerine ve konut inşaatına izin veren değişiklikten Belgrad ormanı sınırındaki Atatürk Arboterumunun bir kısmı, Bahçeköy fidanlığı ve milli parklar şefliği de nasibini alacak.

İstanbulda toplam büyüklüğü 58 bin hektarı geçen 506 doğal sit alanı bulunuyor. Bu da yaklaşık 82 bin futbol sahası ediyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın olur”uyla İstanbul’daki doğal sit alanlarının derecesi bir bir düşürülülüyor. Bu değişiklikle büyük bir kısmı kentin akciğeri olma vasfı taşıyan alanlar yapılaşma tehdidi altında.

Bakanlığın sit derecesi düşürme kararına Bilimsel Temelli Bilimsel Araştırma Raporu’na (ETBAR) dayandırıyor. Raporun hazırlanması için 2014 yılında ihaleye çıkılmış. İhaleyi Ankara’da bulunan AKS Planlama şirketi kazanmış.

Şirketin hazırladığı raporla doğal sit dereceleri sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanı”,nitelikli doğal koruma alanı” vekesin korunacak hassas alan” olarak düzenlenmeye başlandı. Bu tanımların ilk ikisi yapılaşmaya izin veriyordu. Sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanlarında turizm faaliyetlerine ve konut inşasına izin veriliyor. Nitelikli doğal koruma alanlarında ise iskele, balıkçı barınağı, bekçi kulübesi, mesire alanları, park ve rekreaktif alanlar, atık su arıtma tesisi, atık su deşarjı, kanalizasyon şebekesi, içme suyu temini, jeotermal su çıkartılması ve iletim hattı, enerji nakil hattı, trafo, şalt sahası, iletişim hattı, ulaşım hattı, açık otopark, teleferik ve telesiyej, sabit olmayan duş, gölgelik, soyunma kabini, büfe ve tuvalet yapılabiliyor.

AKS Planlama’nın internet sitesinde İstanbul’daki sit alanlarının ekolojik temelli bilimsel araştırma projesi yürütüldüğü yazıyor. Projeyle ilgili sayfada İstanbul boğazı ve ağaçlarla kaplı yeşil kıyıların fotoğrafları bulunuyor. Tanıtım metnindeyse şöyle yazıyor:

“Doğal sit alanlarının korunarak gelecek nesillere aktarılması, bilimsel kriterler ışığında alanların sahip olduğu biyo-ekolojik (flora, fauna, habitat), jeolojik, hidrojeolojik ve jeomorfolojik değerlerin belirlenmesi ve önerileren ortaya konulması amacıyla “Doğal Sit Alanlarının Değerlendirimesine İlişkin Teknik Esaslar” çerçevesinde İstanbul ili doğal sit alanlarında dört mevsimi kapsayan “Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Projesi” yürütülmektedir. Alanların toplamı 58.621,50 ha olup iş halen devam etmektedir.”

“…şirket bu ihaleden metrekare başına 0,0002 lira kazanmış. Bu da işin bedelsiz yapıldığı anlamına geliyor.”

AKS Planlama şirketi 2014’te yılında kazandığı ihale ile “İstanbul İli Doğal Sit Alanlarının Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Projesi”ni yürütüyor. | Kaynak: aks.com.tr

Elektronik Kamu Alımları Platformu’nun verilerine göre, AKS Planlama İstanbul’daki doğal sit alanlarıyla ilgili yapacağı bu çalışma için 139 bin lira almış. İhalenin şartnamesinde, Bakanlığın devraldığı doğal sit alanlarıyla ilgili dosyaların sayısallaştırma çalışmalarında doğrulama işlemleri devam ettiği, şartnamede belirtilen alan büyüklüğünde değişim olursa bu alanlada yapılacak çalışmalardan ek ücret talep edilmeyeceği yazılı. Ayrıca doğal sit alanlarının yakın çevresinde önerilecek yeni alanlarla ilgili de ücret talep edilmeyeceği şart koşulmuş.

Mevzuat gereği proje kapsamında söz konusu alanın ardışık dört mevsim boyunca gözlemlenerek rapor hazırlanması gerekiyor. İhalenin sözleşme bilgilerinden yola çıkarak bir hesaplama yaparsak, şirket bu ihaleden metrekare başına 0,0002 lira kazanmış. Bu da işin bedelsiz yapıldığı anlamına geliyor.

Şirketin kazandığı diğer ihaleler

Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü, 2017 yılında “Potansiyel Doğal Sit Alanlarının Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Projesi” ihalesine çıktı. AKS Planlama bu ihaleyi de kazandı. Şirketin kasasına bu defa 694 bin lira girdi. İhaleye konu proje, Adana, Ankara, Antalya, Balıkesir, Bursa, Çanakkale, Denizli, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya, Muğla, Nevşehir, Trabzon bölgeleri ve bağlı illerinde yer alan toplam 82 adet doğal sit alanını kapsıyordu.

Şirket daha sonra 2021 yılında Erzurum, Karabük, Samsun ve Trabzon’daki doğal sit alanlarıyla ilgili bir ihale daha kazandı. Bu ihale pazarlık usulü yapıldığı için projenin detaylarına ilişkin bir veri bulunmuyor.

“…şirket, geçmişte İzmir’in Urla ilçesinde Hacılar Koyu’nu da kapsayan sit alanını yapılaşmaya açan raporu hazırlamıştı. Adı geçen koyda Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait olduğu söylenen villa da yer alıyordu”

İzmir Urla’ya bağlı Zeytineli Köyü’ne yaklaşık 5 kilometre uzaklıktaki Hacılar Koyu. | Fotoğraf: İbrahim Fidanoğlu, 13 Ocak 2017.

Ekolojik koridor ihalesi

Son olarak geçtiğimiz Temmuz ayında şirkete “Korunan Alan Sisteminin Güçlendirilmesi Amacıyla Ülkemizin Yeşil Damarları Ekolojik Koridorların Belirlenmesi Projesi” ihale edildi. Şirket bu ihaleden de 4 milyon 140 bin lira kazandı. İhalenin konusu, İstanbul, Ankara, Aksaray, Çankırı, Eskişehir, Karaman, Kayseri, Kırıkkale, Kırşehir, Konya, Nevşehir, Niğde, Sivas, Yozgat, Amasya, Artvin, Bartın, Bayburt, Bolu, Çorum, Düzce, Gümüşhane, Giresun, Karabük, Kastamonu, Ordu, Rize, Samsun, Sinop, Tokat, Trabzon Zonguldak, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale, Kocaeli, Yalova, Sakarya, Bilecik, Bursa ve Balıkesir’deki ekolojik koridorlar ve özellikle büyük memeli hayvanların güzergahlarının belirlenmesiyle ilgiliydi. Bu iş için de belirlenen süre 335 gündü.

Doğal sit alanlarıyla ilgili ihaleleri kazanan şirket, geçmişte İzmir’in Urla ilçesinde Hacılar Koyu’nu da kapsayan sit alanını yapılaşmaya açan raporu hazırlamıştı. Adı geçen koyda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ait olduğu söylenen villa da yer alıyordu.

Bilimsel olmayan “bilimsel” rapor

Şirketin hazırladığı raporlar, “yeteri kadar bilimsel olmadığı” gerekçesiyle davalık da oldu. Boğaziçi Üniversitesi arazisinin sit derecesinin düşürülmesine de gerekçe olduğu için idare mahkemesinde dava açılmıştı. Mahkeme, raporun biçim ve içerik olarak sit alanlarının statü sınırlarını tanımlamaya imkan verebilecek bilimsel yeterlilikte olmadığını belirtmiş, sit değişikliğinin bilimsel temelden yoksun olduğunu kaydetmişti.

Sedef adasının doğal sit derecesinin düşürülmesiyle ilgili davada, bilirkişi heyeti söz konusu raporla ilgili tespitlerde bulunmuştu. Bilirkişiler, Sedef Adası’yla ilgili raporun ardışık dört mevsim kuralına uygun olarak hazırlanmadığını dile getirmiş, raporu hazırlayanların inceleme için adaya 20 Mayıs 2014, 24 Ağustos 2014, 23 Ekim 2014 ve 28 Ekim 2014te olmak üzere dört kez gittiğini belirtmişti.

Raporla sit derecesi düşürülerek yapılaşma tehdidiyle karşı karşıya olan alanlardan biri de Sedef Adası

Sedef Adası, İstanbul. | Fotoğraf: Maurice Flesier, 30 Mart 2022.

Boğaziçi Üniversitesi, Abbasağa Parkı, Emirgan Korusu, Kaşık ve Sedef adaları…

İstanbulda bu şirketin hazırladığı tartışmalı raporla sit derecesi düşürülerek yapılaşma tehdidiyle karşı karşıya olan kamuoyunun aşina olduğu başka alanlar da bulunuyor. Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs arazisi, Validebağ Korusunun bitişiğindeki Haydarpaşa Lisesinin arazisi, Beşiktaş’taki Abbasağa ve Yıldız parkları, Sarıyerdeki Emirgan Korusu, Kaşık ve Sedef adaları, Ataşehirdeki Fatih Sultan Mehmet Eğitim ve Araştırma Hastanesi arazisi, Beykozdaki Çavuşbaşı, Görele ve Dereseki mahalleleri onbinlerce hektarlık alandan bazıları.

Bu listeye son olarak İstanbul’un Sarıyer ilçesine bağlı Bahçeköy mahallesi eklendi. İstanbul’un kuzeyindeki akciğerleri olan Belgrad ormanının sınırındaki bu mahalle zaten yerleşim alanıydı, ancak sit derecesi değişikliğinin sınırı bazı kısımlarda ormanlık alana girdi.

Atatürk Arboterumu, Bahçeköy Fidanlığı ve Bahçeköy Milli Parklar Şefliği sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanı” sınırında kaldığı için buralarda turizm faaliyetleri ve konut inşaası mümkün olacak.

 

Yaz mevsimini yaşayan kuzey yarım kürede sıcaklık rekorlarının yaşandığı bir dönemdeyiz. Temmuz’da dünyanın ortalama sıcaklığı ilk defa 17 derecenin üzerine çıktı. İklim uzmanları, Ağustos ayında yeni sıcaklık rekorlarının yaşanacağının uyarısında bulunuyor.

Sıcak hava dalgasına karşı Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus zorunlu olmadıkça dışarı çıkmama, hafif giysiler giyme ve bolca su içilmesi gerektiğini söylüyor. Sıcaklığın yoğun olduğu saatlerde açık hava aktivitelerini sınırlandırma çağrısında bulunan Ghebreyesus yorucu aktivitelerden kaçınmayı, özellikle yaşlılar ve bebekler gibi savunmasız grupta olanların sağlığının kontrol altında tutulmasını, çocuk ve evcil hayvanların araba içerisinde bırakılmaması tavsiyesinde bulunuyor.

Bu uyarılar her ne kadar iyi niyetli olsa da açık havada, güneşin altında çalışmak zorunda olan işçilerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla.

Posta dağıtımı yapan Kırmızıgül hayatını kaybetti

Geçen hafta sıcaklığın 40 dereceyi aştığı İzmir’de PTT’de görevli 42 yaşındaki Berran Kırmızıgül, posta dağıtımı sırasında fenalaşarak Ege Üniversitesi Hastanesi’ne kaldırıldı. Sıcağa bağlı olarak beyin kanaması geçirdiği belirlenen Kırmızıgül, hayatını kaybetti. 

Aşırı sıcaklarda çalışan işçilerin sağlığı konusunda Gezegen24’e konuşan Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi, İşyeri Hekimi Dr. Onur Erden, sıcaklığın özellikle sanayi sektöründe işçi sağlığına olumsuz etki eden bir faktör olduğuna dikkat çekiyor. 

Açık havada, güneşin etkisine direkt maruz kalan yaşlı ve kronik hastalığı olan işçilerin çok daha büyük risk altında olduğunu belirten Erden, “Sıvı-elektrolit kaybı ve vücut sıcaklığı artışının getireceği konsantrasyon bozukluğu, yorgunluk gibi semptomlar iş kazası yaşanma sıklığı artırıyor. Yüksek sıcaklıklara bağlı güneş çarpması, aşırı kas yıkımı ve baygınlıklar sonucu yaşanan kaza ve hastalıklar iş kazası ve meslek hastalığı, görülebilen ölümler ise iş cinayeti olarak kabul edilmeli” diyor. 

Plansız ekolojik yıkımın yol açtığı iklim krizinin işçi sağlığı üzerinde tehlike oluşturduğuna dikkat çeken Erden, “Afetsiz dünya ve sağlıklı çalışma koşulları için hep birlikte talepkar olup mücadele etmeliyiz, işverenler bu koşulların sağlanması için gerekli tedbirleri almalı, kamu otoritesi de denetleme görevini yerine getirmeli. Sağlıklı koşullarda çalışma mümkün” diye konuşuyor. 

“Güneş çarpması, aşırı kas yıkımı ve baygınlıklar sonucu yaşanan kaza ve hastalıklar iş kazası ve meslek hastalığı, görülebilen ölümler ise iş cinayeti olarak kabul edilmeli”

İş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenebilir olgular olduğunu belirten Erden, işçi sağlığı ve iş güvenliği için işverene düşen görevleri ise şöyle sıralıyor:

▻ İş ortamı termal konfor açısından uygun bir şekilde, güneşten direkt etkilenmeyecek şekilde planlamalı. 

▻ İşçilerin sıcak-soğuk gibi fiziksel etkenlerden olumsuz etkilenmeyeceği bir iklimlendirme sağlanmalı.

▻ İşçilerin yeterince sıvı-elektrolit takviye edebilmeleri için daha fazla mola düzenlenmeli, su, soda, meyve gibi kaynaklara ulaşımları sağlanmalı ve kolaylaştırılmalı.

▻ İşçilerin duş alabilecekleri uygun ortamlar oluşturulmalı.

▻ İş gereği güneşin direkt etkisi altında çalışmak zorunda kalan işçiler için güneşin ultraviyole ve yüksek sıcaklık etkilerinden koruyacak uygun kumaşla yapılmış ince ve uzun giysiler sağlanmalı. 

▻ Bu işçiler için sıvı-elektrolit takviyesi planlaması yapılmalı ve halka yapılan yüksek sıcaklık ve evden çıkılmamalı uyarıları işçiler için de hayata geçirilebilir nitelikte olmalı.

▻ Yüksek sıcaklığın ülkemizi bu denli etkilediği günlerde işçi sağlığını korumak, iş kazası ve meslek hastalıklarını önlemek için işçilere idari izin verilmeli. 

▻ İdari izin sağlanamadığı koşullarda ise özellikle güneş ışınlarının dik geldiği saatlerde 10.00-14.00 arası şeklinde öğle arası uzatılmalı ve uygun dinlenme koşulları sağlanmalı. 

▻ Önlem politikaları engelli, yaşlı, kronik hastalığı, gebe/emziren işçiler önceliklendirilmeli. 

Yeni düzenlemeler Avrupa’nın gündeminde

Aşırı sıcaklarda çalışma koşulları Avrupa’daki yetkilileri harekete geçirdi. İtalya Ulusal Sosyal Güvenlik Kurumu kararına göre, güneşten korunamayan yerlerde çalışan işçiler ya da yüksek sıcaklıklardan etkilenen malzemelerle yapılan işler için özel izin alınabilecek. Devlet, işçilere izin vermesi için şirketleri destekleyecek. İşçilerin işe gitmeme hakkı hissedilen sıcaklığın 35 derece  üzerine çıkması durumunda geçerli olacak.

İspanya da iş yerindeki maksimum sıcaklık değerini belirleyen ülkelerden. Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Enstitüsü, bir ofiste çalışmak için 17 ila 27  derece arasındaki bir sıcaklığın gerekli olduğunu, hafif fiziksel efor gerektiren işlerin ise 14 ila 25 derece arasında yapılması gerektiğini belirtiyor.

Mevsim normalleri üzerinde bir yaz geçiren Almanya’da ise Siesta gündemde. Bavyera eyaletinde 38 dereceye varan sıcaklıklar nedeniyle Halk Sağlığı Hizmetleri Derneği tarafından gündeme getirilen Siesta önerisi Sağlık Bakanı Karl Lauterbach  tarafından da destekleniyor. Siesta, Akdeniz ülkelerinde öğle vakti güneşin dik ışınlarından korunmak için ya da öğle yemeği sonrası metabolizmanın düzenlenmesi için yapılan kısa süreli uykuya verilen isim. 

Halk Sağlığı Hizmetleri Hekimleri Derneği başkanı Johannes Niessen, siesta önerisini, “Mesele saatlerce uyumak değil. Öğle saatlerinde havanın çok sıcak olduğuna ve yüksek sıcaklıkların yaşandığı dönemlerde de dikkat çekmek istiyoruz. Yaşanan sıcaklıklar insan vücudu kapasitesinin sınırını zorluyor, bu yüzden kendinizi korumanız gerekli” sözleriyle savunuyor. 

Alman Sendikalar Konfederasyonu’ndan Anja Piel, siesta fikrine tamamen karşı olmasa da yeni bir öneride bulunuyor: “Sıcaklığın yüksek olduğu bir ofiste çalışmak, paket teslim etmek veya inşaatta çalışmak arasında fark var. Bazı iş kolları için çalışma saatlerini sıcaklığın daha az olduğu sabahın erken saatlerine kaydırabiliriz.”

Geçen yaz ilk defa aşırı sıcaklık uyarısıyla karşı karşıya kalan Birleşik Krallık’ta Birleşik Krallık Sendikası, çalışanları sıcağa karşı korumak için bir yasa çağrısında bulunmuş ancak bu çağrı karşılıksız kalmıştı. Sebebi ise bir işyerinde önerilen minimum sıcaklık değeri olsa da çalışmaya engelleyecek maksimum değere dair herhangi bir düzenleme olmamasıydı. 

Fransa’da işyerinde maksimum bir sıcaklık değerine dair herhangi bir düzenleme bulunmuyor. Ancak işverenler çalışanlarını aşırı ısının neden olduğu riskler de dahil olmak üzere onlarda güvenlik koşullar sağlamakla yükümlü. İş kanununa göre ise inşaat sektöründeki işverenler, çalışanlarına günde en az üç litre su sağlamakla yükümlü. 

“Küresel kaynama çağındayız”

Avrupa Çevre Ajansı’na göre, şu an gerçekleşen iklim değişikliği, sera gazı emisyonlarını azaltmaya yönelik küresel çabalar etkili olsa bile gelecekte daha da ciddileşecek. Eğer emisyonları azaltma çabaları başarılı olursa ve küresel sıcaklık artışı, Paris Anlaşması’nın gerektirdiği gibi 2 derecenin altında tutulursa, iklim değişikliği etkileri çok daha az şiddetli olacak. Daha yüksek emisyon senaryosu ise daha büyük iklim değişikliğine yol açacak. 

Olası kötü senaryoda sıcak hava dalgaları, seller ve kuraklıklar gibi aşırı hava olayları iklimsel tehlikeler birçok bölgede daha sık ve yoğun hale gelecek. Ekosistemdeki tüm canlıların olumsuz etkileneceği değişiklikler ekonomik sektörler, insan sağlığı ve refahı üzerinde olumsuz etkilere yol açacak. 

2023 yazında yaşanan bazı hava olaylarını söz konusu kötü senaryonun fragmanı olarak görmek mümkün. İtalya, Sicilya bölgesindeki 40 dereceyi aşan sıcaklığın neden olduğu orman yangınlarıyla mücadele ederken ülkenin kuzeyini fırtına vurdu. 24 Temmuz’u 25 Temmuz’a bağlayan gece Kuzey İtalya’da fırtınayla karışık dolu yağdığı görüldü. İki kişinin ölümüne neden olan fırtına Milano ve Venedik’te büyük hasarlara yol açtı. Yunanistan, İtalya, Cezayir ve Tunus’ta aşırı sıcakların tetiklediği orman yangınları 40 kişinin ölümüne neden oldu. 

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in “Küresel ısınma çağı sona erdi artık küresel kaynama çağındayız” sözlerini akılda tutarsak iklim krizinde işçi sağlığı ve refahını gözeten tedbirlerin önemini kavramak mümkün. 

Yunanistan bu yıl orman yangınlarının en büyüğünü yaşıyor.

Yangınların 10. gününde şimdiye kadar bir kadın, içinde bulunduğu karavanla birlikte yanmasıyla; bir çoban, koyunlarını kurtarmaya çalışırken alevlere teslim olmasıyla, iki itfaiye uçağı pilotu, uçağın kanadının ağaçlıklara çarparak düşmesiyle can verdi ve üç günlük yas ilân edildi.

Pilotların cenaze törenlerinden birine Cumhurbaşkanı Katerina Sakelaropoulou; diğerine, yangınlardan dolayı Kıbrıs ziyaretini erteleyen Başbakan Kiryakos Miçotakis katıldı.

Özellikle Rodos ve Korfu gibi ülke turizminin iki amiral gemisi olarak tanımlanan adalarda meydana gelen yangınların 10. gününde, itfaiye birimleri, bir gün önce söndürdükleri ancak ertesi gün tekrar alevlenen yangınlarla mücadele etmeye devam ediyor.

Yunanistan’ın “yardım” çağrılarından sonra Türkiye dahil birçok Avrupa ülkesi yangın yerlerine itfaiye uçakları, araçları ve insan gücü gönderiyor.

Rodos’ta olağanüstü hâl ve kundakçılık tartışmaları

Korfu adasının kuzey doğusunda çıkan orman yangını zaman zaman bastırılırken; sürekli alevlenen Rodos adasında olağanüstü hâl ilan edildi.

Rodos savcılığı,  devam eden yangınların “niçin hâlâ söndürülemediği” sorusuna bir yanıt vermeleri için itfaiye makamlarını ve Onikiadalar orman müdürlüğünün izahat vermesini istedi.

Makam yetkilileri  savcılığa verdikleri ifadelerinde, “…esen şiddetli rüzgarların sürekli yön değiştirmesi; yangın odaklarının sarp ve derin bölgelerde bulunması; olası yangınlara karşı açılan yolların yetersiz kalması ve kundakçılık…” gibi gerekçeler gösterdiler.

Bir gün içinde 107 bin dönüm ormanlık alanının kül olduğu Rodos’ta birçok yerleşim merkezi boşaltıldı

Uzmanlar ise yukarıda sıralanan nedenlerden başka, özellikle “…Akdenizde gözlenen iklim değişikliğinin yansımalarını, ormanlık dağ ve alanların içinde açılması gereken yolların yeterince açılmamış olmasını ve ormanlık alanları içinde ve yakınlarındaki arsalarda  bahar aylarında temizlenmesi gereken kuru otların yeterince temizlenmemesi…” gibi ek nedenleri gösteriyorlar.

Savcılık, kundakçılık şüphelerinin artması üzerine Yunan MİT’i EYP’in de araştırmalara katılması talimatını verdi.

Uydudan çekilen fotoğraflar yalnız Rodos adasında 6 gün içinde kaç dönüm ormanlık alanın yandığını gösteriyor. Yalnız bir gün içinde 107 bin dönüm ormanlık alanının kül olduğu Rodos adasında bir çok yerleşim merkezi boşaltıldı.

Yerliler ve yerli turistler odak noktalarından daha uzak yerlere sevk edilirken, tatilini yarıda keserek yurtlarına dönmek isteyen yabancı turistler için ek uçak seferleri başlatıldı. Bazı turistlerin Rodos’un karşısındaki Marmaris’e, oradan da kendi ülkelerine dönmek üzere Dalaman Havalimanı’na yönlendirildikleri  belirtiliyor.

Yunanistan’ın ikinci büyük turistik adası olan batıdaki Korfu adasının kuzey doğusunda çıkan yangının, rüzgarın yön değiştirmesiyle batıya sıçraması itfaiye birimleri de iki cephede mücadele vermek zorunda kalıyor. Korfu’daki yangına yakın yerleşim merkezleri  “her ihtimale karşı” boşaltılıyor ve daha uzak yerlere sevk ediliyor.

Yunan itfaiye birimleri ve güvenlik makamlarının yerleşim merkezlerini –bazen mübalağaya kaçan-  bu denli sayıca ve sıklıkla boşaltmaya özen göstermesine gerekçe olarak 2018’de Atina banliyösü Mati’de çıkan korkunç yangında 108 kişinin yanarak can vermesi gösteriliyor.  Bu nedenle hükümetin daha çok “can kaybının önlenmesine” önem verdiği gözleniyor.

Yangına yakın yerlerde yaşayanlar ilk önce 112 nolu acil telefon mesajları ile uyarılıyor; yangının yaklaşmaya yüz tuttuğu olası yerler ise anında bolaştılıyor.

429 bin dönüm ormanlık alanın kül olduğundan söz ediliyor ki, bu sayının daha da artması söz konusu

Yalnız bir gün içinde 90 ayrı ormanlık alanda meydana gelen yangınlar dünden itibaren orta Yunanistan’a da sıçradı. Orta Yunanistan’ın Ege’ye bakan Evia (Eğriboz) adasından başka ana karadaki Larissa, Lamia, Volos gibi kentlerin yanıbaşındaki yangınların düzlüklere inmesiyle Atina’ya ulaşan otoyolu trafiğe kapatıldı.  Volos ve Lamia kentlerinde yaşayanlar, yeni yangın riski nedeniyle bölgeden tahliye ediliyor.

Avrupa Birliği doğa afetleri raporlarına göre orman yangınlarında  Yunanistan; hemen İspanya’dan sonra ikinci sırada yer alıyor.

Raporda yalnız 2023 yılı içinde (ve hala devam eden) orman yangılarında  Yunanistan’da  429 bin dönüm ormanlık alanı kül olduğundan söz ediliyor ki, bu sayının daha da artması söz konusu..

Birinci sıradaki İspanya’da aynı yıl içinde 692 bin; üçüncü sıradaki İtalya’da ise 307 bin ormanlık alanı yanmış bulunuyor. Önümüzde bir de Ağustos ayı olduğuna bakıldığında bu sayıların daha da ürkütücü boyutlara ulaşacağından endişe duyuluyor.

Yunanistan’daki yangınların bir de siyasi boyutu var

25 Haziran 2023 seçimlerinde aldığı yüzde 38 oyla iktidarını yineleyen muhafazakar Yeni Demokrasi Partisi (YDP) lideri ve Başbakan Kiryakos Miçotakis, yangınlardan henüz bir hafta önce Yunan Parlamentosu’nda konuşurken, kehanette bulunurcasına “Yaşadığımız bölgelerdeki (Akdeniz ve Ege) iklim değişikliğinin boyutlarını  önümüzdeki yaz döneminde çıkacak olası yangınların  büyüklüğü; ve vereceği zararların ebatları  gösterecek” dedi. Miçotakis, orman yangınlarına ve iklim değişikliğine karşı YDP hükümetinin büyük önem vereceğini de sözlerine ekledi.

Atina’daki İtfaiye merkezini de ziyaret eden Miçotakis, orada da “Kiralıklar dahil 89 adet uçak ve helikoptere ulaşan Yunan itfaiye filosunun bu yıl hiç olmadığı kadar sayıca takviye edildiğinden; ve itfaiye uçak ve helikopter pilotlarının gösterdikleri özveriyi özünde birer kahramanlık olduğundan” söz etti.

İklim değişikliğine karşı Yunan hükümetinin ne gibi önlemler alacağı henüz açıklanmış değil. Genel hatlarıyla Yunanistan’ın da aynı AB ülkeleri gibi yenilenebilir enerji için kendi vatandaşlarına teşvik edici mali yardımlara ağırlık vermesi, ormanlık alanlara yangın zonlarının artırılması da söz konusu.

Yeniköy Kemerköy Termik Santrali’ne (YK Enerji) yakıt kaynağı sağlanması için Muğla’nın Milas ilçesindeki Akbelen Ormanı’nda kömür madeni sahasının genişletilmesi girişimine karşı 730 günü aşkın bir süredir nöbet tutan İkizköylüler, 24 Temmuz Pazartesi, sabah saat 05.30’da jandarma koruması eşliğinde alana gelen ağaç kesim ekipleri ile karşı karşıya kaldı.

Köylülerin 2 yıldır nöbet tuttuğu kamp alanına Temmuz 2022’de de jandarma eşliğinde müdahale edildi. Ancak bu defa bölgeye sevk edilen jandarma ve TOMA’lar kamp alanına hiç girmeden kesimin yapılacağı bölgenin önünde barikat kurdu. Kolluk kuvvetleri, kesimi durdurmak için bölgede bulunan köylüler ile doğa ve yaşam savunucularına biber gazı ve TOMA ile saldırdı. Bu sırada yaralananlar ve gözaltına alınanlar oldu.

Kolluk kuvvetlerinin saldırısına ilişkin görüntülerin medyaya yansımasının ardından nöbet alanındaki kalabalık daha da arttı ve çok sayıda sivil toplum kuruluşu ağaç kesimlerinin durdurulması için çağrı yaptı. Ağaç kesimlerinden sorumlu olan Limak Holding ve İÇTAŞ ortaklığındaki YK Enerji, saldırıdan bir gün sonra, 25 Temmuz’da yazılı bir açıklamayla kesimleri durdurduğunu duyurdu. Ancak kesim yapılan bölge ablukaya alındığı için, açıklama doğrulanamadı.

Doğa ve yaşam savunucusu Elif Işık, bugün (26 Temmuz) kesimin hâlâ devam ettiğini belirtirken, eylem sırasında jandarma tarafından ablukaya alındıklarını ve o sırada aktivist Deniz Gümüşel’in gözaltına alındığını söylüyor. Milas Belediye Başkanı ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekillerinin de alana geldiklerini söyleyen Işık, direnişe destek olmak için Akbelen Ormanı’na ulaşmaya çalışan yurttaşların ise yollarda jandarma tarafından bekletildiğini ve girişlerine izin verilmediğini aktarıyor.

Pazartesi günü yapılan müdahale esnasında gözaltına alınan köylülerin avukatı İsmail Hakkı Atal da sabah yaptıkları eylem sırasında kesim alanına girer girmez kalan ağaçlara sarıldıklarını ancak jandarmanın kendilerini zorla söküp ablukaya aldığını belirtiyor.

Yöre halkı Akbelen Ormanı’na girerek, ağaçlara sarıldı. | Kaynak: “Akbelen Yuvamız Vermeyeceğiz” Twitter hesabı (@ikizkoydireniyo). 26 Temmuz Çarşamba. Milas, Muğla.

“Şirket seçimlerin bitmesini bekledi”

Öte yandan, Akbelen Ormanı’nı korumak isteyen köylüler ile doğa ve yaşam savunucularının mücadelesi hukuki olarak da devam ediyor.

Davaya ilişkin son gelişme Kasım 2022’de yaşandı: Bölge halkının, Muğla 1. İdare Mahkemesi’nin, Akbelen Ormanı’nda genişletilmek istenen kömür madeni sahasıyla ilgili Ağustos’ta verdiği yürütmeyi durdurma kararını kaldırmasına itirazları, İzmir Bölge İdare Mahkemesi (BİM) 7. Dava Dairesi’nce reddedildi.

Avukat Atal, 28 Mayıs’ta seçim sonuçları netleştikten sonra şirket içinden “Artık ağaçları kesebiliriz” minvalinde bazı duyumlar aldıklarını ve bu nedenle o tarihten bugüne kadar tetikte beklediklerini de belirtiyor.

Meşru anayasal haklarını kullanan bir grup olarak alanda bulunduklarını belirten Atal şirkete imtiyazlı davranıldığını, hiçbir ayrım gözetmeden kanun önünde herkesin eşit olduğunu ve Anayasa’nın 10. maddesinin ihlal edildiğini vurguluyor:

“Şu anda CHP Doğa Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı burada. Onlara da söyledim, Kılıçdaroğlu bir an evvel buraya gelmeli ve artık Türkiye’de hukuk, demokrasi varmış gibi davranışlar sergilemekten öteye geçmeli, muhalefet lideri olarak bu hukuksuzluğa, haksızlığa müdahale etmelidir. Muğla, Milas’ta beşli çeteye hiçbir anayasal hüküm uygulanmıyor. Hakimler, savcılar beşli çeteyi kanunlara rağmen koruyor.” Şu anda alanda 300 kişi civarında olduklarını belirten Atal, daha fazla kişinin desteğine ihtiyaç duyduklarını aktarıyor.

Türkiye Barolar Birliği Kent Çevre Komisyonu Yürütme Kurulu, Muğla Barosu ve İkizköylülerin avukatları ise dün (25 Temmuz)  İdare Mahkemesi önünde ‘ağaç kesiminin iptali ve yürütmesinin durdurulması’ talebiyle bir dava daha açtı.

Akbelen Ormanı’nda ağaç kesiminin ikinci gününden. | Kaynak: “Akbelen Yuvamız Vermeyeceğiz” Twitter hesabı (@ikizkoydireniyo). 25 Temmuz Salı. Milas, Muğla.

“Rehabilite mümkün değil, çöle döndü”

Limak ve İÇTAŞ ortaklığındaki YK Enerji, işlettikleri Yeniköy ve Kemerköy kömürlü termik santrallerine linyit sağlayacak açık maden ocağı yapmak için Akbelen Ormanı’ndaki 740 dönümlük alanda bulunan ağaçları kesmek istiyor.

2 yıldır bu kesimlere karşı çıkan bölge halkı ile doğa ve yaşam savunucuları ise şirketin isteğinin karşılanması durumunda Bodrum dahil birçok ilçe ve köyün susuz kalacağını, bölgedeki ekolojik dengenin bozulacağını, tarım alanlarının ve ormandaki canlı yaşamının yok olacağını söylüyor.

Ekoloji Birliği Eş Sözcüsü Süheyla Doğan, Yeniköy ve Kemerköy termik santralleri nedeniyle,  birçok insanın yerinden edildiğini, tarım alanlarının zarar gördüğünü belirtiyor ve ekliyor:

“Kömürün iklim krizini nasıl tetiklediği, insan ve çevre sağlığını ne kadar olumsuz etkilediği bütün dünyada kabul gördüğü için birçok ülke zaten kömürden çıkış kararı alıp temiz enerjiye geçmek için adımlar atmaya başladı. Ancak Türkiye’de hâlâ krizle uyumlu politikalar izlemek yerine kömür uğruna birçok canlının yuvası olan, su kaynağımız olan ormanlar yok ediliyor. Bölgedeki mevcut termik santraller nedeniyle zarar görmüş çok fazla alan var; çöle dönmüş vaziyette ve rehabilitasyon mümkün değil. Yeni çöller yaratmak yerine zaten ekolojik kayba uğramış bu alanları yenilenebilir enerji için kullanmak, güneş enerjisi santralleri açmak mümkün.”

Hükümetin bu alanları temiz enerjiye geçişte bir fırsat olarak değerlendirmesi ve yeni yıkımların önünü kesmesi gerektiğini vurgulayan Doğan, Akbelen Ormanı için de Türkiye kamuoyunu uzaktan CİMER’e yazacakları bir dilekçeyle bile olsa destek vermeye çağırıyor.

Akbelen Ormanı’nda ağaç kesimine karşı direnişin üçüncü gününden. | Kaynak: “Akbelen Yuvamız Vermeyeceğiz” Twitter hesabı (@ikizkoydireniyo). 26 Temmuz Çarşamba. Milas, Muğla.

“Devlet 80’den önce koruyordu; şimdi yok ediyor”

Akbelen Ormanı, kömür madeni sahasının kuzeybatı istikametindeki son doğal orman ve 2021’de Milas Mumcular’da çıkan büyük yangın sonrasında, pek çok canlının barınması, beslenmesi ve yuvalanması için önemli bir sığınak. Yani, Akbelen Ormanı’nın yok olması durumunda Milas’ın güneyi ve kuzeyi birbirinden ayrılacağı için doğal yaşam alanı parçalanacak, bölgenin ekolojik dengesi bozulacak ve bunun geri dönüşü asla olmayacak gibi gözüküyor.

Doğayı ve Çevreyi Koruma Derneği (DOĞADER) Başkanı Sedat Güler, bu gerçeklerin 1980’ler öncesinde devlet nezdinde değerli olduğunu ancak 80’ler sonrası neoliberal politikalarla birlikte doğaya bakışta ciddi bir dönüşüm yaşandığını anlatıyor:

“80’li yıllardan önce ağaç kesmek, orman yakmak hapisle cezalandırılan eylemlerdi. Çünkü devlet korumacıydı. Ancak 80 sonrası neoliberal politikaların etkisiyle doğa meta olarak görülmeye başlandı. 80 öncesi devletin durduğu pozisyonu vatandaş devraldı ve korumaya başladı. Devletin gözünde ise ağaçlar para eden birer madde haline geldi.”

Hükümet yetkililerinin ağaç kesimlerini “rehabilitasyon yapılacağı” yönünde söylemlerle meşrulaştırdığını savunan Güler, sözlerini şöyle tamamlıyor:

“Birincisi zaten böylesine büyük bir ekolojik yıkımın ardından rehabilitasyon mümkün değil. Mümkün olsa dahi ağaç dikmek bina dikmeye benzemez. Bunu söyleyen yetkililerin çocukları bile o ağaçları göremez. Doğayı, var olan ağacı korumanın, yeni ağaç dikmekten daha önemli olduğunu artık kavramaları gerekiyor.”

Akbelen Ormanı Davası’nda neler yaşandı? 

Maden ocağına karşı, KARDOK Derneği‘nin açtığı davalarda Muğla 3’üncü İdare Mahkemesi ve Muğla 1’inci İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi. Muğla Valiliği de kömür taşıma bandının yapımını durdurdu.

Muğla İkizköy’de yer alan ve termik santrale yakıt sağlayan linyit madeni sahasının genişletilmesi için  Akbelen Ormanı’nın kesim izninin iptali için açılan davada mahkeme tarafından atanan bilirkişi heyeti 7 Eylül 2021’de bölgede ilk keşfi gerçekleştirdi.

İlk keşif sırasında Murat Yüksel isimli hakim davacı avukatlara “ruh hastası” diyerek hakaret etti. Bunun üzerine avukatlar Arif Ali Cangı, İsmail Hakkı Atal ve Şiar Rişvanoğlu reddi hakim başvurusunda bulundu.

İtirazlar nedeniyle ikinci bilirkişi incelemesine karar verildi. Ancak bu inceleme öncesinde Resmi Gazete‘de yayınlanan maden yönetmeliğindeki değişiklikle birlikte tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlarda madencilik faaliyetlerinin önü açıldı.

İkinci keşfi yapan bilirkişilerden dördü kömürün bölgeye geri dönülmez zararlar vereceği görüşünü verirken; ikisi ekolojik yıkım olacağını ancak enerji ihtiyacı nedeniyle madene açılması gerektiği yönünde görüş bildirdi.

Akbelen’de üçüncü bilirkişi raporu ise 24 Kasım 2022’de çıktı. Raporda bir önceki keşiflerin aksine şirketin lehine karar veren heyet, ormanın kömür madenciliğine açılmaya uygun olduğu yönünde kanaat bildirdi. İkizköy Çevre Komitesi, bilirkişi raporuna gerçeği yansıtmayan bilgiler içerdiğini belirterek itiraz etti. Ayrıca avukatlar ise bilirkişiler hakkında “gerçeğe aykırı bilirkişi raporu düzenlemek” ve “görevi kötüye kullanmak” suçlamalarıyla Milas Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Savcılık bilirkişiler hakkında soruşturma başlattı.

Ancak Muğla 1. İdare Mahkemesi komitenin itirazını reddetti, bilirkişiler hakkında devam eden savcılık soruşturmasını ise dikkate almayan mahkeme, bu kişilerin hazırladıkları üçüncü rapor doğrultusunda, Kasım 2022’de yürütmenin durdurulması kararını kaldırdı.

Bu yıl dünya genelindeki en sıcak haziran ayı geri kaldı. 6 Temmuz’da ise yılın sıcaklık rekoru kırılarak  küresel ortalama sıcaklık 17,23 derece olarak kaydedildi. 

Paris Anlaşması kapsamında kabul edilen sınır olan küresel ısınmanın 1.5 dereceye ulaşması ise uzak bir zamanda olmayabilir. Uzmanlar, 2030 ile 2050’lerin başları arasında bunun gerçekleşebileceğini öngörüyorlar

Avrupa Birliği Copernicus İklim Değişikliği Servisi çalışmalarına göre, haziran ayındaki en yüksek sıcaklıklar özellikle Kuzeybatı Avrupa’da kaydedildi. Kuraklığı da beraberinde getiren aşırı sıcaklar, ülkeleri farklı düzenlemelere zorluyor. 

Fransa’ya geldiğimde öğrendiğim ilk kelimelerden biri sıcak hava dalgası anlamına gelen “canicule” idi. Güney şehrinde olduğumdan pek de yadırgamamam gerektiğini düşündüğüm bu hava olayının yanına birkaç yıl içinde kuraklık da eklendi ki bu yadırganması gereken bir durumdu. Hatta 2022 yazında, iki binden fazla belediye, sakinlerine içme suyu sağlamak konusunda zorluklar yaşadı. 

Aşırı sıcaklık ve kuraklığı iklim krizinden bağımsız düşünmemiz mümkün değil. İklim krizinin etkilerini azaltmak için karbon emisyonlarının azaltılması gerekiyor. Küresel karbon emisyonlarındaki büyük payı nedeniyle sanayi sektörü iklim krizi sorumluları arasında en başı yazılabilir. 

Son yıllarda kuraklıkla mücadele eden Fransa hem sanayi sektörünü iklim ile uyumlu hale getirmek hem de Kovid-19 salgını sonrası yaşanan jeopolitik gelişmeler ve üretim zincirlerinin istikrarsızlaşması nedeniyle yeşil sanayi yasası üzerinde çalışmaya başladı. 

Yasanın amacı: Yeniden sanayileşme ve karbondan arınma

22 Haziran’da sağcı ve merkezci çoğunluğa sahip Senato’da 251 oy ile kabul yasa tasarısına sosyalist ve komünist 80 senatörler çekimser kalırken, 12 ekolojist senatör ise aleyhte oy kullandı. 

Senato’daki yasa raportörü Laurent Somon, oylamadan sonra yasanın eksikleri olduğunu ancak Fransa ekonomisinin yeniden sanayileşmesi ve karbondan arındırılması için önemli olduğunu belirtti.

Ekonomik Bakanı Bruno Le Maire temmuzun ikinci haftası mecliste tartışılacak yasanın amacını şöyle açıklıyor: Yeniden sanayileşme ve karbondan arınma.

Yasa tasarısı, başlıca atıl çorak araziler üzerine yeşil teknoloji (güneş paneli, rüzgar tribünü, elektrikli araç pilleri ) üretim zincirleri kurmayı, yeşil teknoloji üretiminde bulunan şirketlere 500 milyon euroluk kredi desteği verilmesi, şirketlerin iklim hedeflerine ulaşması için 2,3 milyar euro değerinde doğrudan kredi ya da devlet desteği sağlanması, Avrupa’da üretilen elektrikli araçların kullanımının teşvik edilmesi ve gençler için iklim tasarruf planının oluşturulması maddelerini içeriyor.

Yeşil endüstri yasası yapılan hesaplamalara göre, 2030 yılına kadar 23 milyar euroluk  yatırım ve 40 bin istihdam sağlayabilir. Yeşil endüstri yasasının dünya mal ticaretine bağlı emisyonları sınırlandıracağı öngörülse de elektrik tüketimini artıracak. Bu elektrik ihtiyacının yenilenebilir enerji ve nükleer enerjiden karşılanacağı öngörülüyor. 18 nükleer santralin faaliyette olduğu Fransa, 56 reaktör ile elektriğin yaklaşık yüzde 70’ini nükleer enerjiden sağlıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron geçen yıl 6 nükleer santral daha inşa edeceklerini söylemişti.

Avrupa Birliği ve ABD’de yeniden sanayileşmeye dair atılan adımlardan geri kalmak istemeyen Fransa, iklim uyumlu olduğunu belirten yeşil sanayi yasası üzerinde çalışmaya başladı

Fransa neden yeniden sanayileşmek istiyor?

Kovid-19 salgını sırasında yaşanan  tedarik zincirinin aksaması, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Komünist Parti Kongresi’ne Tayvan’ı işgal etmeye hazır olduğunu söylemesi gibi küresel jeopolitik gelişmeler, üretim zincirlerinin istikrarını kaybetmesi, birçok devletin Çin’den ithal edilen bazı ürünlere olan bağlı azaltmak amacıyla sanayileşme faaliyetlerine hız vermesi Fransa’yı bu sanayileşme konusunda harekete geçirdi. 

Avrupa Birliği ve ABD’de yeniden sanayileşmeye dair atılan adımlardan geri kalmak istemeyen Fransa, iklim uyumlu olduğunu belirten yeşil sanayi yasası üzerinde çalışmaya başladı. Yasanın önemli bir kısmını yeniden sanayileşmeye dair politikaları kapsıyor. 

Fransa’da son 50 yılda binlerce fabrika kapatıldı, sanayi sektöründeki 2,5 milyon iş yok oldu, Fransa sanayisinin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’daki payı yüzde 50 azaldı. Kovid-19 salgını ve  Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden direkt ve sert bir şekilde etkilenen Fransız ekonomisinde yaşanan yavaşlama ve enflasyon nedeniyle gözler sanayileşmeye çevrildi. Yeni fabrikalar kurabilmek için atıl kalan çorak arazileri değerlendirmek isteyen Fransa, bu alanda özel ve kamu finansmanını artırmayı amaçlıyor.

Yeniden sanayileşmenin ilkesel olarak yeşil olamayacağını düşünen çevreciler ise yasa metninin karbon nötrden bahsettiğini ancak bunun tüm gezegen sınırlarını içermediği ifade ediyor

Aktivistlerden gelen eleştiriler

Ekoloji aktivistlerinin bir kısmı yeşil sanayi yasa tasarısını iklim sosuna bulanmış yeniden sanayileşme olarak değerlendiriyor. Yasaya karşı yapılan diğer bir eleştiri ise emeklilik yaşının değiştirilmesinden sonra Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un uzlaşmacı bir portre çizmek istemesi. Mart ayında Cumhurbaşkanı Macron ve hükümeti, emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran yasa tasarısını meclisin oyuna sunmadan Anayasa’nın 49. maddesinin 3. fıkrasını kullanarak yasayı onaylamıştı. 

Yeşil sanayi yasasının amacını anlamakta zorlanan çevreciler ise, yasanın öngördüğü üretim ve tüketim tarzının iklim lehine gerçek bir değişiklik olmadığını düşünüyor. Güneş paneli gibi iklim teknolojisi alanındaki ürünleri Çin’den ithal etmek yerine Fransa’da üretilmesini destekleyen çevreciler ise bunu iklimsel, çevresel ve sosyal bir gereklilik olarak görüyorlar. 

Yeniden sanayileşmenin ilkesel olarak yeşil olamayacağını düşünen çevreciler ise yasa metninin karbon nötrden bahsettiğini ancak bunun tüm gezegen sınırlarını içermediği ifade ediyor. Ekolojik acil durumu unutan bir yasa tasarısı olduğu da yapılan eleştiriler arasında yer alıyor 

Doğa ve çevrenin korunmasına yönelik Fransız dernekler federasyonu France Nature Environnement’e göre ise bu yasa tasarısı yeşil olmaktan çok endüstriyel, “Her türden sanayi faaliyetini hızlandırmak için çeşitli hükümler içeren yasanın gezegen için sürdürülemez bir tüketim düzeyine yanıt vermeyi amaçlayan bir yeniden sanayileşmeyi ‘yeşil’ olarak nitelendiremeyiz.”

 

Türkiye’de barınma sorunu özellikle son bir yılda krize dönüşmeye başladı. Uluslararası emlak danışmanlık firması Knight Frank’in verilerine göre, 2022 yılı üçüncü çeyreği itibariyle konut fiyatlarındaki yüzde 160.6 artışla zirveye yerleşen ülke Türkiye oldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu yıl Haziran ayı başında paylaştığı, Nisan 2019 – Nisan 2023  kira artış analizine göre ise, ülke genelinde kiralar yüzde 583 artarken, büyükşehirlerde ortalama artış yüzde 697 oldu.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın açıkladığı verilere göre; Konut Fiyat Endeksi (KFE) 2023 yılı Nisan ayında bir önceki aya göre yüzde 4.7 bir önceki yılın aynı ayına göre ise yüzde 121.3’lük artışla 847.4 seviyesine ulaştı. Üç büyük ilin KFE değişimine bakıldığında, İstanbul’da 4.2, Ankara’da 6.2 ve İzmir’de 5.0 oranlarında artış görüldü. Endeks değerleri geçen yılın aynı ayına göre ise İstanbul’da yüzde 114.1, Ankara’da yüzde 126.1 ve İzmir’de yüzde 123’e yükseldi.

“Yurttaşlar için konut satın almak bugünkü koşullarda hayal olurken, orta gelirli grup dahi kira bedellerini karşılayamıyor” diyen uzmanlar, barınma sorununun daha da derinleşeceği endişesini taşıyor.

Barınma sorununun nedenlerini ve bu soruna dair çözüm önerilerini uzmanlarla konuşuyoruz.

Rant odaklı yaklaşım

Konut üretimine, rant odaklı bir anlayışla devam edildiğini belirten İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) İzmir Şube Başkanı Eylem Ulutaş Ayatar, büyümenin göstergesi olarak kabul edilen inşaat sektörünün ekonominin seyrinden doğrudan etkilendiğini söylüyor.

İnşaat sektöründe kullanılan malzemelerin yurtdışı kaynaklı olmasını değerlendiren Ayatar, “Döviz kurundaki artış, maliyetlerin artmasına yol açıyor. Bu durum ise, tüketicinin yaşayacağı konuta daha pahalıya ulaşması anlamına geliyor. Önlenemeyen enflasyon karşısında alım gücü giderek azalan yurttaşlar için konut satın almak bugünkü koşullarda hayal olurken, kendi ücretlerine oranla akıl almaz derecede artan kira bedellerini karşılayamaz duruma geldiler” diyor.

Yetersiz yasal düzenlemeler

Enflasyon ve döviz kurlarındaki artış beraberinde yüksek kira artışlarına yol açıyor. Bu artış konut ve işyeri kiracılarını zora sokmaya devam ediyor.

Şehir Plancıları Odası (ŞPO) İzmir Şube Yöneticisi Yusuf Ekici artan kira fiyatlarını “dengelemek” amacıyla geçen yıl uygulamaya konulan ve bu yıl da süresi uzatılması düşünülen yüzde 25 kira artış sınırının çözüm olmadığını belirtiyor: “Konutu yatırım aracına dönüştüren politikalardan vazgeçilmelidir. Yasal düzenlemeyle kira artışına bir sınır koymak, geçici ve göstermelik bir önlem olmaktan öteye gidemez. İnsanlara bu hakkı, piyasa dinamiklerinin insafına bırakmadan, kapsamlı ve kamucu/toplumcu uygulamalarla sağlamak gerekiyor.”

6 Şubat depremleri, boş duran konutlar ve asgari ücret

Tüketiciyi Koruma Derneği (TÜKO-DER) İzmir Şube Başkanı Kurtuluş Binici ise konut krizinin derinleşmesinde hatalı konut politikalarının yanı sıra, 6 Şubat depremlerinin etkisi olduğunu belirtiyor.

Alt gelir grubunun geçmişte de sınırlı olan alım ve ödeme gücünün tamamen ortadan kalktığını söyleyen Binici, “Bugün yaşanan ise artan kiralar ve fahiş konut fiyatlarıdır. Orta gelir grubu çökmüştür. Konut fiyatları bu grup içinde ödenemez hale geldi” diyor.

Lüks konutlardan “rezidans “ diye adlandırılan yüksek katlı binalarda çok sayıda konutun boş durduğunu belirten Binici ekliyor:  “Üst gelir grubu ile yabancı kişi ve şirketler yatırım amaçlı çok sayıda bu nitelikteki konutların sahibidir. Boş duran bu konutlar yerel ve merkezi idareler tarafından belirlenerek, bedeli ödenerek ya da kiralanarak dar ve orta gelir grubunun kullanımına sunulmalıdır.”

Binici ayrıca, yeni asgari ücretin 11 bin 402 TL olmasıyla, konut kiralarında da artış yaşanacağına dikkat çekiyor ve ekliyor: “Bu çelişkiyi gidermek hükümetin enflasyonu dizginlemesi ve aile geliri içinde kira payının yüzde 25’i geçmeme kuralını sağlaması gerekiyor. Bu yüzdelik sağlanamazsa, sosyal devlet anlayışıyla kira desteği devreye girmeli. Tabi bu arada ucuz ve amaca uygun konut üretimi hızla hayata geçirilmelidir.”

Banka kredi faizleri ve kredi kısıtlamaları

Konut piyasasında yaklaşık bir yıldır ciddi bir durağanlık yaşandığını belirten İzmir Emlak Komisyoncuları Odası Başkanı Mesut Güleroğlu, bunun en önemli nedenin bankaların konut kredi politikaları olduğunu söylüyor.

Güleroğlu , “Banka kredilerin 0,65 ile 0,99 gibi oranlarda gerçekleşeceği açıklamaları yapıldı.  Açıklanan oranlarda kredi kullandırılmadığı gibi bu rakamların üzerinde oranları gördük. Piyasalardaki ekonomik şartlardan, alıcılar gayrimenkulden, döviz ve altına yöneldi. İnsanlar kısa vadede para kazanma yollarından yatırımını gördük. Eskiden 1,5 milyon liralık daire aldığınızda yüzde 25-30 peşinat verip, üstünü banka kredisi çekip ödeyebiliyordunuz. Bugün ise bankalar ancak yüzde 20-30 kredi veriyorlar. Bu da piyasalardaki dengenin bozulmasına neden oldu” diyor.

Kur koruma mevduatlarında yüzde 41 ile yüzde 45 arasında faiz uygulandığını belirten Güleroğlu, önümüzdeki dönemde faiz artış yoluna gidileceğini söylüyor.  Güleroğlu, kur korumalı mevduattan geri dönülerek, ikinci el konutlarda konut fiyatlarının kredi limitlerinin artmasıyla ve konut kredilerinin faizlerinin düşmesiyle bir hareketlenme yaşanabileceğini ekliyor.

ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi (NOAA) bugün (8 Haziran 2023), Dünya’nın sanayi öncesi seviyelerin 1.5 santigrat derece üzerine çıkma ihtimalini güçlendiren El Niño hava olayının başladığını doğruladı. Buna göre bilim insanları 2024’ün muhtemelen en sıcak yıl olacağını söylüyor. Bilim insanlarına göre bunun yaşanma ihtimali ise yüzde 90!

Peki, nedir bu El Niño?  

El Niño, aslında tüm Pasifik’i etkileyen bir olaylar zinciri. El Niño Güneyli Salınımı (ENSO) olarak da bilinen bu iklim modeli, Ekvatoral Orta Pasifik’te görülen atmosfer ve okyanus arasındaki sıcaklık dalgalanmalarını tanımlıyor. 

Dünya Meteoroloji Örgütü’ne (WMO) göre El Niño, orta ve doğu tropikal Pasifik Okyanusu’nda yüzeydeki deniz sıcaklıklarının normalden önemli ölçüde daha sıcak hale geldiği bir hava olayı. 

Bu alanda çalışmalar yürüten Prof. Dr. Murat Türkeş ise El Niño’yu şöyle açıklıyor

“Ekvatoral batı Pasifik Okyanusu’ndan doğuya akan sıcak yüzey sularının kıyısal Humbolt Akıntısı’nın besince zengin soğuk sularının yerine geçmesi sonucunda, her 2-5 yılda bir Güney Amerika’nın batı kıyılarında okyanus akıntılarının yönünde ve yüzey sularının sıcaklığında gözlenen ani değişikliktir.”

Güneyli Salınımı’nın tropikal Pasifik Okyanusu üzerinde gözlenen geniş alanlı bir atmosferik basınç oynaması olduğunu söyleyebiliriz. Türkeş, atmosferik basınç oynamasını, Endonezya alçak basınç ve güneydoğu Pasifik yüksek basınç alanları arasında hava kütlesi değişimi ile karakterize edilebileceğini söylüyor. 

Columbia İklim Okulu ise El Niño için kullanılan “fenomen” tanımlanmasının nereden geldiğini şöyle açıklıyor: 20. yüzyıl bilim insanları El Niño-Güney Salınımı’nı (ENSO) araştırmadan önce, Perulu balıkçılar Güney Amerika kıyılarının okyanus sularının sıcaklığını incelediler ve bu sıcaklığın balıkçılığı nasıl etkilediğini gözlemlediler. Bu olguya El Niño (erkek çocuk) adını verdiler. Çünkü gözlemledikleri etkiler, Noel dönemi süresince en belirgin şekilde görülüyordu. ENSO teriminin Güney Salınımı kısmı atmosferik bileşene, yani atmosfer basıncının orta/doğu Pasifik ile batı Pasifik arasındaki kaymasına işaret ediyor.

Ne zaman ve nasıl oluşuyor?

El Niño, batıdaki sıcak su kütlesinin doğuya doğru hareket etmesi sonucu Doğu Pasifik’in ısınması, termoklin seviyesinin de (değişik sıcaklıkta iki su kütlesi arasındaki su tabakası) doğuda okyanus derinliklerine doğru daha da ilerlemesiyle meydana geliyor. 

Oluşma zamanı ise değişken. El Niño’nun düzenli bir periyodu yok. İki ile yedi yıl arasında ve genellikle de 3-4 yılda bir görülüyor. Tipik bir El Niño, 12-18 ay sürüyor ama zaman zaman etkisini iki yıl boyunca sürdürenler de çıkabiliyor.

Basınçtaki değişiklik, rüzgar şiddeti, okyanus akıntıları, deniz yüzeyi sıcaklıkları ve yağış olaylarındaki dalgalanmalar El Niño’nun yakından ilişkili olduğu olaylardır.

Oluştuğu dönemlerde ise tüm dengelerin alt-üst olduğunu söylemek yanlış olmaz; Pasifik Okyanusu’nda ve Peru kıyısı boyunca, alize rüzgarları zayıflar, deniz yüzeyi sıcaklığı yaklaşık 4-5 derece kadar yükselir, besin değeri düşer, sağanak yağışlar görülür, fırtınalar çıkar ve seller yaşanır.

Deniz yüzeyi sıcaklığının yükselmesi ayrıca, Güney Amerika’nın Pasifik kıyısındaki balıkçılık etkinliklerinde ve diğer deniz canlılarının nüfusunda çok büyük azalmalara da neden oluyor.

Diğer zıt parça: La Niña

Bu iklim modelinin diğer zıt parçası ise La Niña . (Pasifik Okyanusu’nun yüzey sularının sıcaklıklarıyla alizeler arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartan Cambridge Üniversitesi matematikçilerinden Sir Gilbert Walker, El Niño ve La Niña ’yı bir tahterevalliye benzetiyor.)

La Niña , atmosfer ve okyanus arasındaki sıcaklık dalgalanmalarının birbirine zıt parçalarından biri. Tropikal orta ve doğu Pasifik bölgesindeki deniz suyu sıcaklıklarının, uzun süreli ortalamadan daha soğuk olduğu koşullar, La Nina olarak tanımlanıyor.  

Sıcak fazı oluşturan El Niño’da, okyanus yüzey suyu sıcaklıkları normalin üzerine çıkar. Soğuk fazı oluşturan La Niña ’da ise alizelerin şiddeti artarak, Orta ve doğu Pasifik’te yüzey suyu sıcaklıkları normalin altına düşer.

Özetle, bu sistem içerisinde La Niña soğuk evre; El Niño ise sıcak evre olarak bilinir. El Niño’lar, La Niña’lardan daha sık bir biçimde yaşanır.  

Mevcut durum ve uyarılar

El Niño’nun başladığını duyuran NOAA’dan İklim Bilimci Michelle L’Heureux yaptığı açıklamada, El Nino’nun gücüne bağlı olarak dünyanın bazı bölgelerinde kuraklık ve şiddetli yağış riskinin artması gibi çeşitli olumsuz etkilere yol açabileceğini ve gezegenimizde sıcaklık rekorunun yaşanabileceğini ifade etti.

Bilim insanları son birkaç aydır, bu yılın ilerleyen dönemlerinde ve 2024’ün ilk aylarında oluşabilecek potansiyel bir El Niño konusunda sık sık uyarılarda bulundu. 

Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) de, El Niño’nun temmuz ayı sonuna kadar yüzde 60, eylül ayı sonunda da yüzde 80 olasılıkla gerçekleşeceğini tahmin ettiğini mayıs ayı başında duyurmuştu.

Avustralya’nın resmi Meteoroloji Bürosu ise iki gün öce, araştırmaların deniz yüzeyi sıcaklıklarının ağustos ayına kadar El Niño eşiğini geçeceğini gösterdiğini açıkladı. Ayrıca, “Süper El Niño” nun bu yıl Avustralya’yı vurmasının da muhtemel olduğu açıklamada belirtildi. 

Bilim insanları, büyük El Nino’ların, her 10 ila 15 yılda bir ortaya çıkma eğiliminde olduğunu ve 2016’daki son aşırı El Niño olayının “küresel sıcaklıkların kayıtlardaki en yüksek seviyeye çıkmasına, bu küresel ısınmanın da sellere, kuraklıklara ve hastalık salgınlarına yol açtığını” hatırlatıyor. 

Bilim insanları ayrıca son yıllarda sıklıkla bahsedilen “Süper El Niño” konusunda da uyarıda bulunuyor: 

“Pasifik’in ekvator çevresindeki merkezi bir bölgesinde çok yüksek sıcaklıklara neden olabilecek potansiyel bir “Süper El Niño” yaşanabilir!”

“Süper El Niño”, bahsedilen küresel sıcaklıkların aslında çok fazla artış göstermesi ile ortaya çıkabilecek “şiddetli bir dünya sıcaklığı” anlamına geliyor. Araştırmacılar, 2023’ün sonlarında bir “Süper El Niño” öngörüyor.

Peki, potansiyel “Süper El Niño”evresinde neler beklemeliyiz?

→ Küresel sıcaklıklar sanayi öncesi seviyelerin 1.5 santigrat derece üzerine çıkabilir. (Birleşmiş Milletler bu eşiğe karşı uyarıda bulunuyor).

→ Benzeri görülmemiş yağışlar devam edebilir. Atmosferik nehir tipi olayların olasılığı artabilir. 

→ Ortaya çıkacak yüksek okyanus sıcaklıkları, mercan resiflerine zarar verebilir ve Pasifik’teki kasırga mevsimi şiddetlenebilir.

→ Okyanusun “alacakaranlık bölgesi” ortadan kalkabilir. (Bu bölge yüzeyin 656 fit ile 3.280 fit altında yer alıyor). Bu bölge, yüksek düzeyde biyolojik çeşitlilik içeriyor. 

→ Aşırı El Niño ve La Niña olaylarının sıklığı -agresif sera gazı emisyon durumlarında- 21. yüzyılın sonuna kadar yaklaşık 20 yılda bir iken 10 yılda bire yükselebilir.

Ayrıca, Science dergisinde yayımlanan bir araştırma, doğal bir şekilde meydana gelen El Niño iklim modelinin, -etkileri yıllar boyunca süreceği için- küresel ekonomiye trilyonlarca dolara mal olabileceğini gösteriyor. New Hampshire’daki Dartmouth College araştırmacıları ise, 2023’te başlayacak bir El Nino’nun küresel ekonomiye önümüzdeki beş yıl içinde 3,4 milyon dolara (2,7 milyon sterlin) mal olabileceğini tahmin ediyor.

El Niño’ların atmosferdeki ısıyı dengelemek gibi bir rolü olduğu görüşünde olan bilim insanları, küresel ısınma sürerse, El Niño’ların da bu dengeleme görevini yerine getirmek için daha sık ortaya çıkabileceğini belirtiyor. El Niño ya da “Süper El Niño” dünya çapında yıkıcı iklim etkilerine sahip olacak.

 

Şili’nin kuzeyinde bulunan dünyanın en kurak ve sıcak çölü olan Atmaca’daki kullanılmayan hızlı moda giysilerden oluşan devasa bir çöplük artık uzaydan açıkça görülebiliyor.

Dünyanın her yerinden yüksek çözünürlüklü uydu görüntüleri sunan bir grup bilim insanının geliştirdiği SkyFi uygulaması 10 Mayıs’ta Atmaca Çölü’ndeki atık giysi dağını görüntüledi.

Agence France-Presse’ye (AFP) göre, Bangladeş veya Çin’de üretilen ve ABD, Avrupa ve Asya’daki perakende mağazalara gönderilen, hâlâ büyüyen atılmış veya giyilmemiş giysiler satılmadığında Şili’ye getiriliyor. Bu kıyafetlerin en az 39 bin tonu, Atacama Çölü’ndeki çöplüklerde birikiyor.

SkyFi geliştiricileri, kendi bloglarında uzay görüntülerine yansıyan tekstil çöpünün boyutuna ilişkin, “Çok yüksek çözünürlük olarak sınıflandırılan 50 cm çözünürlüklü uydu görüntüleri kullanılarak çekilmiş olup, fotoğrafın alt kısmındaki yığının şehre göre ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Yığının boyutu ve neden olduğu kirlilik uzaydan görülebiliyor, bu da moda endüstrisinde bir değişime ihtiyaç olduğunu açıkça ortaya koyuyor” diyor.

Kullanılmayan bu giysiler Şili’nin Iquique limanının yanında, şehrin bazı yoksul mahallelerinden yaklaşık bir mil uzakta duruyor. AFP’ye göre bu çöplükte bazen, göçmen ve yerel kadınlar giyebilecekleri veya satabilecekleri eşyalar arama yapıyor.

Dünyanın birçok yerinde üretildikten sonra atılmış veya giyilmemiş giysiler satılmadığında Şili’ye getiriliyor. Bu kıyafetlerin en az 39 bin tonu, Atacama Çölü’ndeki çöplüklerde birikiyor

SkyFi tarafından halka içinde gösterilmiş nokta Atmaca Çölü’ndeki “Kullanılmış dev giysi yığını”nın uzaydan görüntüsü.

Tekstil ürünlerinin yaklaşık yüzde 85’i her yıl çöpe gidiyor

Birleşmiş Milletler’in (BM) 2018 verilerine göre, tüketicilerin moda trendlerine göre uygun fiyatlı erişim sağlamayı hedefleyen hızlı moda endüstrisi küresel karbon emisyonlarının şaşırtıcı bir şekilde yüzde 2 ila 8’ini oluşturuyor.

Business Insider tarafından yapılan bir analize göre ise tüm tekstil ürünlerinin yaklaşık yüzde 85’i her yıl çöpe gidiyor ve moda üretimi çok miktarda su tüketiyor ve nehirleri kirletiyor. Analiz ayrıca, çamaşır yıkamanın bile her yıl okyanusa 500.000 ton mikro elyaf saldığını, bunun da 50 milyar plastik şişeye eşdeğer olduğunu vurguluyor.

Bir İngiliz düşünce kuruluşu olan Ellen McArthur Vakfı da, her saniye bir çöp kamyonunu dolduracak kadar giysinin yakıldığını ve çöp sahasına gönderildiğini söylüyor.

Ancak hızlı moda yine de yükselişte. Pazar araştırma şirketi The Business Research Company’ye göre, hızlı modanın pazar büyüklüğünün 2022’de 106,4 milyar dolardan 2023’te 122,9 milyar dolara çıkması bekleniyor.

Hızlı moda ve çevresel etkileri

Hızlı moda endüstrisinin doğaya etkisi, earth.org’da yayınlanan bir makalede üç ana başlıkta özetleniyor:

Su: Hızlı modanın çevresel etkisi, yenilenemeyen kaynakların tükenmesi, sera gazı emisyonu ve büyük miktarlarda su ve enerji kullanımını içeriyor. Endüstri, bir pamuklu gömlek üretmek için yaklaşık 700 galon ve bir kot pantolon üretmek için 2 bin galon su tüketiyor. Boyama sürecinden arta kalan kirli su ise genellikle hendeklere, derelere veya nehirlere dökülüyor.

Mikro plastik: Markalar, biyolojik olarak parçalanması yüzlerce yıl alan polyester, naylon ve akrilik gibi sentetik elyaflar kullanıyor. Uluslararası Doğayı Koruma Birliği’nin (IUCN) 2017 tarihli bir raporu, okyanustaki tüm mikro plastiklerin yüzde 35’inin polyester gibi sentetik tekstillerin yıkanmasından kaynaklandığını söylüyor. 2015 ‘te yayınlanan The True Cost adlı belgesele göre, dünya her yıl yaklaşık 80 milyar yeni giysi tüketiyor, bu da yirmi yıl önceki tüketimden yüzde 400 daha fazla.

Enerji: Plastik elyafların tekstil ürünlerine dönüştürülmesi, büyük miktarlarda petrol gerektiren ve uçucu partikül madde ve hidrojen klorür gibi asitleri serbest bırakan yoğun bir enerji süreci. Hızlı moda ürünlerinin büyük bir kısmında bulunan pamuğun üretimi de çevre dostu değil. Pamuğun büyümesi için gerekli görülen pestisitler, çiftçiler için sağlık riskleri oluşturuyor. Hızlı modanın neden olduğu bu israfa karşı koymak için giyimde kullanılabilecek daha sürdürülebilir kumaşlar arasında yabani ipek, organik pamuk, keten ve kenevir kullanılabilir.

Dünyada önde gelen doğa ve sosyal bilimcilerden oluşan Yeryüzü Komisyonu’nun, Nature dergisinde yayınlanan yeni raporu, Dünya’nın sağlığıyla ilgili net bir gerçekliğin altını çiziyor: “Dünya sisteminin biyofiziksel kapasitesinin istikrarlı bir şekilde kalmasını sağlayacak temel unsurlar doyum noktasında.”

Rapor, gezegenin sağlığına dair rahatsız edici bir kanıtı şöyle aktarıyor: “Gezegenin kaynaklarının adil kullanımı ve güvenliğini belirleyen sekiz değişkenden yedisi yetersizlik gösteriyor.”

Araştırmanın baş yazarlarından Prof. Johan Rockström, yaşam destek sistemlerinde giderek daha fazla kalıcı hasar gördüklerini, bu yüzden bu çalışmanın, tüm insan-gezegen sisteminin disiplinlerarası bilimsel bir değerlendirmesini yapmaya yönelik olduğunu söylüyor.

Karşı karşıya olduğumuz risklere dair kanıtlar sunan “Güvenli ve adil dünya sistem sınırları” (Safe and just Earth system boundaries) başlıklı rapor, Dünyanın önde gelen bilim dergisi olarak tanımlanan Nature’da 31 Mayıs Çarşamba günü yayınlandı.

Dünya’nın sağlığıyla ilgili önemli bulguları sunan rapor, gezegen için insan vücudunun yaşamsal belirtileriyle karşılaştırılabilecek bir dizi “güvenli ve adil” ölçütler ortaya koyuyor. Temel alınan ölçütler ise; iklim, biyosfer,  yeraltı-yerüstü suları, fosfor, hava kirliliği, yeni ortaya çıkan ve diğer kirleticiler, azot ve doğal yaşam alanları. Bilim insanları bu sekiz temel ölçüt ile gezegenin işlevsel bütünlüklerini ve mevcut durumlarını değerlendiriyor. 

Bu temel ölçütlerde yapılması gerekenlere bakalım. 

Yeryüzü Komisyonu’na göre iklim hedefinin 1.5‘tan, 2 santigrat dereceye sınırlandırılması da tehlikeli bir seviye. Komisyon bu seviyenin 1 derece olması gerektiğini söylüyor

COP26 protestoları. | Fotoğraf: The Urban Hermit via Flickr. Glasgow, İskoçya. 5 Kasım 2021.

İklim hedefi: 1 derece

Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi COP26’da bilim insanları ve dünya liderleri küresel ısınmayı 1.5‘tan, 2 santigrat dereceye kadar sınırlamak gerektiğini belirtmişti. Ancak, Yeryüzü Komisyonu aynı görüşte değil. Bunun tehlikeli bir seviye olduğunu aktaran Yeryüzü Komisyonu, zira pek çok insanın hali hazırda yaklaşık 1.2 derecelik mevcut seviyenin getirdiği aşırı sıcaklık, kuraklık ve sellerden kötü bir şekilde etkilendiğini belirtiyor. Güvenli ve adil bir iklim hedefinin 1 derece olduğunu ve bunun da karbondioksiti atmosferden çekmek için büyük bir çaba gerektireceğini söylüyor:

“Küresel ısınmayı 1,5 derecelik güvenli bir sınırda veya bunun altında dengelemenin, insanlar ve diğer türler üzerindeki en şiddetli iklim etkilerini önlediği sonucuna vardık. Ekosistemleri korumadan iklimi stabilize etmek mümkün değil.”

Öncelikle, iklim konusunda “güvenli ve adil” sınıra ulaşmak için, dünyanın yüzde 50- 60’ının ağırlıklı olarak doğal ekosistemlere ev sahipliği yapması gerekli. Ancak bilim insanlarına göre gerçek şu ki, gezegenin yalnızca yüzde 45-50’si bozulmamış bir ekosisteme sahip. Rapor, insanların yaşam alanlarında tozlaşma, su kalitesinin düzenlenmesi, haşere ve hastalık kontrolü gibi ekosistem hizmetlerinin ve doğaya erişimin sürdürülebilmesi için arazinin en az yüzde 20-25’inin doğal habitatlara (parklar, tesisler vb.) ayrılması gerektiğini söylüyor. Ancak, değiştirilmiş yaşam alanlarının yaklaşık üçte ikisi bu hedefi karşılayamıyor. 

Büyük ölçüde bozulmamış doğal ekosistemlerin alanı ve kentsel-tarımsal ekosistemler de dahil olmak üzere tüm ekosistemlerin işlevsel bütünlüğünü güvenli sınırda belirleyen bilim insanları, biyosfer için büyük ölçüde bozulmamış doğal ekosistem alanlarının korunması, tüm insanların-türlerin, karbon, su ve besin stok ve akışlarının yok olmasının durdurulması, Dünya sistemi işlevlerinin güvence altına alınması gerektiğinin altını çiziyor. Örneğin, karbon tutulumunu sürdürmek ve ilave deniz türlerinin yok olmasını en aza indirmek için okyanusta yüzde 50-60 doğal ekosistem alanlarına ihtiyaç var. 

Yılda yaklaşık 4.2 milyon kişi hava kirliliğine bağlı nedenlerden dolayı hayatını kaybediyor

Çin’de bu yıl şubat ve mart ayında hava kirliliği ‘zehirli’ olarak tanımlanan seviyelere çıktı. | Fotoğraf: Han Lei via Flickr. Qinhuangdao, Çin. 8 Şubat 2023.

DSÖ kriterlerine uyum çağrısı 

Bir diğer hedef de araba egzozlarından, fabrikalardan ve kömür, petrol ve gaz santrallerinden kaynaklanan hava kirliliği. Rapor, küresel düzeyde, kuzey ve güney yarımküreler arasında muson mevsimini ve diğer hava modellerini bozabilecek aerosol (bir katının veya bir sıvının gaz ortamı içerisinde dağılması. Bu duman, sis ve spreyler örnek olarak gösterilebilir) konsantrasyonları dengesizliğini en aza indirmeye odaklanıyor. 

Komisyon, akciğerlere ve kalbe zarar verebilen PM2.5 olarak bilinen küçük partikül maddeye yıllık ortalama maruz kalma sınırını metreküp başına 15 mikrogram olarak belirleyen Dünya Sağlık Örgütü’nün kriterlerine dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor. Ancak günümüzde dünya nüfusunun yüzde 85’inden fazlası bu sınırın üstünde yaşıyor, bu da yılda yaklaşık 4.2 milyon kişinin hava kirliliğine bağlı nedenlerden ölümüne yol açıyor. Bu durum, ağırlıklı olarak gelişmekte olan kırılgan toplumları etkiliyor.

Dünyadaki nehir havzalarının yüzde 47’si endişe verici bir hızla tükenmiş durumda

UNICEF İyi Niyet Elçisi Vanessa Nakate, Kenya’nın Turkana İlçesindeki kuraklığa dikkat çekiyor. | Fotoğraf: Translieu, Nyaber via UNISEF. 9 Eylül 2022.

Su kaynakları endişe veriyor

Yüzey suları için ölçüt ise, herhangi bir havza alanında nehir ve akarsu akışının yüzde 20’sinden fazlasının engellenmemesi. Çünkü bu durum su kalitesinin düşmesine ve tatlı su türleri için habitat kaybına yol açıyor. Bu “güvenli sınır” hidroelektrik barajlar, drenaj sistemleri ve inşaatlar nedeniyle dünya topraklarının üçte birinde çoktan aşılmış durumda. 

Durum yeraltı suları için de endişe verici; akiferlerin (Ekonomik olarak önemli miktarda suyu depolayabilen ve yeterince hızlı taşıyabilen geçirimli jeolojik birimlere verilen ad) yenilenebileceğinden daha hızlı tükenmemesi “güvenli sınırlar” için önemli. Ancak, dünyadaki nehir havzalarının yüzde 47’si endişe verici bir hızla tükenmiş durumda. Bu durum, yoğun tarım yapılan bölgelerde ise büyük bir sorun haline geliyor.

Yoksul ülkelerin daha fazla gübreye ihtiyacı varken, zengin ülkelerin gübre fazlasını azaltması gerekiyor. Bu durumda 61 milyon ton azot ve yaklaşık 6 milyon ton fosfor kullanımı azaltılmalı

Gıda krizi ve yetersiz beslenmeyle karşı karşıya olan Etiyopya Somali’de BM’ye bağlı gıda kuruluşlarının yardım çuvallarını alan kadın. | Fotoğraf: Michael Tewelde via BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD), Dünya Gıda Programı (WFP). 31 Ağustos 2017.

Küresel eşitlik kilit nokta

Fosfor, zengin ülkelerdeki çiftçilerin, bitkilerin ve toprağın emebileceğinden daha fazla nitrojen ve fosfor kullanmaları nedeniyle besinler endişelenilmesi gereken diğer bir sınır. Bu durum geçici olarak verimi artırıyor olabilir ancak su sistemlerinde akıntılara yol açarak zararlı alg çoğalmalarına neden oluyor ve insanların içmesi için suyu sağlıksız hale getiriyor. 

Komisyona göre, burada kilit nokta küresel eşitlik. Yoksul ülkelerin daha fazla gübreye ihtiyacı varken, zengin ülkelerin gübre fazlasını azaltması gerekiyor. Bu durumda “güvenli ve adil sınıra” ulaşmak için 61 milyon ton azot ve yaklaşık 6 milyon ton fosfor kullanımı azaltılmalı.

Mikro plastikler, kimyasallar, antibiyotikler, radyoaktif atıklar, ağır metaller veya diğer yeni ortaya çıkan kirleticiler gibi varlıkların Dünya sistemi, insan sağlığı ve gıda güvenliği konusunda risk potansiyellerine ilişkin kanıtlar ise artıyor. Ancak, komisyon potansiyel etkilerin ölçeği ve kapsamına ilişkin bilgi boşlukları olduğunu da ekliyor. 

Mevcut durumu özetlemek gerekirse; bilim insanlarının sayısallaştırdıkları sekiz küresel ölçekli “güvenli ve adil” dünya sistemini oluşturan sınırlardan yedisi çoktan aşıldı. 

Rapor, gezegene dair teşhisin korkunç olduğunu, bu durumun da henüz umudun ötesinde olmadığını, fakat çare için zamanın da azaldığını insanlara gösteriyor.  

Yeryüzü Komisyonu Eş Başkanı Joyeeta Gupta, Dünya’nın şu anda pek çok alanda gerçekten hasta olduğunu ve bu durumun Dünya üzerinde yaşayan insanları da etkilediğini söylüyor: “Sadece semptomları değil, nedenleri de ele almalıyız.”

Küresel çözümün parçası olmak için dünya sisteminin sınırlarını dikkate almak, ve hükümetlerin bu doğrultuda harekete geçirici politikalar üretmesi acil olarak gereklilik gösteriyor. 

Türkiye’nin yer aldığı Akdeniz havzası, küresel iklim değişikliğinden en fazla etkilenen bölgelerden biri. Bu etkiler geniş alanda günler süren orman yangınları, beklenmeyen hava olayları, sıcak hava dalgası, kuraklık ve biyolojik çeşitlilik kaybı gibi pek çok soruna yol açıyor. 

Tarım ve Orman Bakanlığı, Tarım Reformu Genel Müdürlüğü’nün 2021 yılında yayınladığı İklim Değişikliği ve Tarım Değerlendirme Raporuna göre, iklim krizinin Türkiye’de etkilemeyeceği bölge ve tarımsal ürün yok. TBMM Küresel İklim Değişikliğinin Nedenlerini ve Alınacak Önlemleri Araştırma Komisyonu’nun 2021 yılında yayınladığı rapora göre ise bulunduğumuz yüzyılın son çeyreğinde (2071-2099) Türkiye’de yaz aylarında sıcaklıklar 6 dereceye kadar artabilir, yağış miktarlarında ise aynı dönemde yüzde 60’lık azalmalar görülebilir.

İklim krizi bu yıkıcı etkileri nedeniyle siyasi partilerin ve politika yapıcıların da gündeminde yer alıyor. Yeni meclis döneminde Türkiye’de nasıl bir iklim politikası uygulanacak? Gezegen24 olarak siyasi partilerin çevre konularından sorumlu başkan ve vekillerle konuştuk. 

İklim göçü

İklim göçü, Millet İttifakı Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 14 Mayıs öncesi yayınladığı bir video ile yeniden gündeme geldi. Önlem alınmazsa Fırat ve Dicle nehirlerinin önümüzdeki 20 yılda kuruma riskiyle karşı karşıya kalacağını söyleyen Kılıçdaroğlu, kuraklığın Türkiye ve güney komşularını etkileyeceğini belirtiyor. 

“Karbonsuzlaştırma politikasını ve uluslararası standartlarda kabul edilen iklim kriziyle mücadele eylem planlarını kabul edip uygulamak gerekiyor”

Doğa Hakları ve Çevre Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Öztunç. | Fotoğraf: Öztunç’un arşivi.

CHP’nin yeni dönemdeki iklim politikalarını değerlendiren Doğa Hakları ve Çevre Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Öztunç, parti olarak yaptıkları araştırmalar sonucunda çok sayıda yurttaşın, iklim koşulları daha uygun bölgelere ve ülkelere göç etme eğiliminde olduğunu tespit ettiklerini söylüyor, “İklim değişikliği Anadolu’da kuraklığa neden oluyor. Yaz aylarında sel ve orman yangınlarıyla karşı karşıya kaldık. Tüm bu afetler coğrafyanın değişmesine neden oluyor. Bu değişim de yurttaşların yaşadıkları yerlerden başka yerlere taşınmasına neden oluyor.”

İklim göçünü durdurmak için Paris Anlaşması’na birebir uymak gerektiğini ifade eden Öztunç, “Karbonsuzlaştırma politikasını ve uluslararası standartlarda kabul edilen iklim kriziyle mücadele eylem planlarını kabul edip uygulamak gerekiyor” diyor.

Kömürden çıkış

Emisyonların azaltılması için kömürle çalışan tüm santrallerini kapatılması gerektiğini vurgulayan Öztunç, “Kömürlü santrallerin kapatılma takvimi hâlâ belirlenmedi. Avrupa’da tarih belirlemeyen dört ülkeden biriyiz. Kömürü terk etmeye ilişkin bir uygulama yok” diyor. 

CHP’nin mecliste muhalefet bloğunda yer aldığını ve iklim politikalarına dair nasıl bir yol izleyeceklerini sorduğum Öztunç “Cumhurbaşkanlığını aldığımızda cumhurbaşkanlığı genelgeleriyle ilerleyeceğiz. Zeytinlik alanlarındaki maden işletmelerine kesinlikle izin vermeyeceğiz. Zeytinlik yasasını çıkaracağız ve kati bir şekilde uygulayacağız. Zeytinliklere maden ya da konut yapımına izin vermeyeceğiz” şeklinde yanıtlıyor.

“İklim eyleminin birinci adımı kömürden çıkmaktır. Emisyonlarımızın yüzde 70’i enerji kaynaklı. Devlet sahip olduğu fonları kömürden çıkış ve çıkışa teşvik için kullanmalı”

Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Özlem Teke. | Fotoğraf: Teke’nin arşivi.

İklim ve ekoloji odağında kurulan Yeşiller Partisi konuştuğumuz diğer siyasi partilerden farklı bir konumda. Yeşiller Partisi’nin kuruluşu 3 yıla yakın süredir İçişleri Bakanlığı tarafından engelleniyor. Konuyu yargıya taşıyan Yeşiller Partisi, Ankara 8. İdare Mahkemesi’ne açtığı davada, İçişleri Bakanlığı hakkında, kuruluş dilekçe ve belgelerine alındı belgesi vermeme gerekçesiyle haksız eylem yaptığına hükmedildi. Ancak parti siyasi kuruluşunu halen tamamlamış değil. 

İçişleri Bakanlığı’nın engellemesine takıldıklarını belirten Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Özlem Teke, “Kuruluşumuzun engellenmesi Türkiye’de mevcut iktidarın bizim gibi doğayı ve iklimi odağına alan bir partinin varlığından hoşnut olmadığı gösteriyor. Ancak bu durum bizi siyaset yapmaktan alıkoymadı. Odağımıza aldığımız iklim, ekoloji, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konulara siyaset yapmaya devam ediyoruz. Tüm siyaseti etkiyebilecek bir yeşil siyaset için  Türkiye’deki demokratik alanın genişlemesi gerekiyor” diyor. 

Teke de hükümetin gündeminde kömürden çıkış planı olmadığı görüşünde, “Küresel anlamda da iklim eyleminin birinci adımı kömürden çıkmaktır. Bu adım Türkiye için çok önemli. Emisyonlarımızın yüzde 70’i enerji kaynaklı. Devlet sahip olduğu fonları kömürden çıkış ve çıkışa teşvik için kullanmalı. Ancak mevcut durumda yeni termik santral projeleri var. Yutulmuş köylere, tarım arazilerimizi ve zeytinliklerimizi kaybetmemize rağmen kömürden çıkış hala gündem değil. Kömürden çıkışta adil bir geçiş süreci yürütülmesi. Yeşiller Partisi olarak acil talebimiz budur” diyor. 

Türkiye’nin 2053’teki karbon nötr hedefinin gerçekçi olmadığını belirten Teke, 2053’ten önce 2030 hedefinin kritik olduğunu ve bu hedefe dair gerekli adımların atılmadığını belirtiyor, “Türkiye’nin 2020 emisyonları belliydi ve bunun üzerinden yüzde 30-35 oranın bir azaltımla 2030 hedefini belirlemesi gerekiyordu. 2030’a kadar hiç gerçekçi adım atılmadan, tutarlı bir politika izlemeden ve birden 2053’e gelindiğine karbon nötr seviyesine ulaşmak mümkün değil. Konuyla ilgili çalışan uzmanlar ve sivil toplum kuruluşları hükümete yüzde 30-35 oranında bir azaltımın mümkün olduğunu çalışmalarla sunmuşlardı oysa.” 

“İklim krizi sadece azaltım hedefleri üzerine kurulamaz. Ekolojik varlıkların ivedilikle korunması ve iyileştirilmesi de bir iklim hedefi olmalıdır”

HDP Ekoloji Komisyonu Eş Sözcüsü Menekşe Kızıldere. | Fotoğraf: Kızıldere’nin arşivi.

İklim krizi konusunda 27. Dönem parlamentosunda en fazla önerge veren ve iklim krizi mücadelesinde toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan Halkların Demokrat Partisi (HDP) Ekoloji Komisyonu Eş Sözcüsü Menekşe Kızıldere de termik santralleri kapatmadan ve yeni termik santral projelerini iptal etmeden ikim krizine ilişkin samimi bir mücadele vermenin mümkün olmadığını vurguluyor ve ekliyor: İklim krizi sadece azaltım hedefleri üzerine kurulamaz. Son 21 yılda ekolojik varlıklar başta orman ve su varlıkları olmak üzere çok fazla zarar gördü. Ekolojik varlıkların ivedilikle korunması ve iyileştirilmesi de bir iklim hedefi olmalıdır.

Ulusal Katkı Beyanı

Ulusal Katkı Beyanı Paris Anlaşması’na taraf ülkelerin, ulusal koşulları çerçevesinde kendi belirledikleri bağlayıcı olmayan emisyonları azaltma ve iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlama hedefi olarak tanımlanıyor. 2022’de Mısır’da düzenlenen Küresel İklim Değişikliği konferansı COP27’de Türkiye Ulusal Katkı Beyanı’nı 2030 yılı için yüzde 41 oranın azaltım şeklinde açıklamıştı.

Bu oran hem siyasiler hem de iklim aktivistleri tarafından gerçekçi olmadığı için eleştirilmişti. İYİ Parti Gençlik Politikaları Başkanlığı Çevre ve Ekoloji Politikaları Başkan Yardımcısı Merve İnan da, bu oranın gerçekçi olmadığını düşünüyor, “Yeni meclis dönemindeki hedeflerimizden biri Ulusal Katkı Beyanı’nın güncellenmesini talep etmek. 2050’de yılında karbon nötr hedefini sağlayacak gerçekçi bir azaltım hedefini sağlamak olacak.”

“Fosil yakıt kullanımının azaltılması, temiz yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişte ciddi politikaların oluşturulması için baskı kuracağız”

İYİ Parti Gençlik Politikaları Başkanlığı Çevre ve Ekoloji Politikaları Başkan Yardımcısı Merve İnan. | Fotoğraf: İnan’ın arşivi.

 

Avrupa’nın 2030 yılına kadar karbon salınımlarını yüzde 55 oranında azaltma ve 2050 yılına kadar dünyanın ilk karbon nötr kıtası olma hedefini kayıt altına alan Avrupa Yeşil Mutabakatı çerçevesinde Yeşil Ekonomiye Geçiş Programı’nın yürürlüğe girmesini talep edeceklerini belirten İnan, “Sınırdan karbon düzenleme mekanizması uygulamasını yürürlüğe girmesini ve fosil yakıt kullanımının azaltılması, temiz yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişte ciddi politikaların oluşturulması için baskı kuracağız” diyor. 

14 Mayıs’ta 15 vekil ile meclise giren DEVA Partisi de  Ulusal Katkı Beyanı’nı değiştirmeyi talep edeceklerini söylüyor. DEVA Partisi İstanbul Milletvekili ve Doğa Hakları ve Çevre Politikaları Başkanı Başkanı Evrim Rızvanoğlu, “İklim politikalarını gerçekleştirmek için ivedikle uyum politikalarının hazırlanması ve uygulanması için sürekli takipte olacağız. Hükümetin tamamen akıl-mantık dışı hazırladığı Ulusal Katkı Beyanı üzerine yeniden çalışarak, gerekli tüm paydaşlarla görüşerek güncellenmesini talep edeceğiz” diyor. 

Enerji politikaları 

İklim krizinin kaderini belirleyecek enerji politikalarını sorduğumda İYİ Partili İnan, yenilenebilir enerji kaynakları için teşvik ve destek paketlerleri oluşturacaklarını belirtiyor, “Elektrikli araç ekosistemini geliştirmek için elektrifikasyon stratejisi geliştireceğiz, nükleer enerjide yerli teknolojilerin ve insan kaynağının geliştirilmesi için yeni nesil teknolojiye dayalı nükleer araştırma ve geliştirme merkezinin kurulması için çalışacağız” diyor. 

Türkiye’nin plastik atık ithalatına dikkat çeken İnan, “Yılda 618 bin tondan fazla plastik atık ithalatı gerçekleştiriliyor. Atık ithalatından vazgeçilmesi için bir takvim doğrultusunda hareket edeceğiz.  Çevre Kanunu’nun doğa hakları temelinde yeniden düzenlenmesi, iklim teknolojilerine yatırım yapan şirketlere vergi teşviki ve finansal desteklerin verilmesi, kaynağında karbon yakalama ve depolama sistemlerine ilişkin ARGE çalışmalarını desteklemesi ve çevre bilincinin kazanılması için eğitim müfredatına çevre, doğa ve hayvan sevgisi konulu derslerin eklenmesi yeni dönemdeki çalışma alanlarımız olacak” diyor. 

“Bizler, bilimi dinleyerek ülkemizi en isabetli yollardan net sıfır geleceğine taşımak istiyoruz. Bugünkü şartlar altında, bu hedefimizi, başka büyük ölçekli nükleer enerji santralleri yapmadan başarabileceğimiz düşünüyoruz”

DEVA Partisi İstanbul Milletvekili ve Doğa Hakları ve Çevre Politikaları Başkanı Başkanı Evrim Rızvanoğlu. | Fotoğraf: Rızvanoğlu’nun arşivi.

DEVA Partili Rızvanoğlu da güneş ve rüzgar enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına öncelik verdiklerini söylüyor, “Önümüzdeki yıllarda ekonomimiz büyüdükçe enerji ihtiyacımız artacak. Yeşil dönüşümü gerçekleştirebilmek için bir yandan karbon salımına neden olmayan yenilenebilir enerji üretimini, diğer yandan da enerji verimliliğini artırmamız gerekiyor.”

Nükleer enerji politikalarına da değinen Rızvanoğlu, “Akkuyu Nükleer Santral projesinde madalyonun iki yüzü var. Bir yüzünde tam kapasite devreye girdiğinde elektrik ihtiyacımızın yaklaşık yüzde 10’una kadarını neredeyse karbonsuz karşılayabilir. Bunu değerlendirmek, gerçekçi azaltım politikalarıyla 2050’den net sıfıra ulaşma yolculuğumuzu hızlandırabilir. Ancak madalyonun diğer yüzüne baktığımızda  sürecin şeffaf bir şekilde yürütülmediğini görüyoruz. Projenin ciddi bir denetime ihtiyacı olduğu çok kez ifade edildi. Soğutma suyunun yetersizliği, eski bir teknoloji olması, Rosatom şirketiyle yapılan anlaşmanın içeriğinde, atık yönetimi, işin maliyeti gibi birçok konuda sorun ve bilinmezlik mevcut” diye cevaplıyor. 

DEVA Partisi’nin enerji gündeminde Akkuyu gibi başka bir nükleer santral projesinin olmadığının altını çizen Rızvanoğlu şöyle devam ediyor: Bizler, bilimi dinleyerek ülkemizi en isabetli yollardan net sıfır geleceğine taşımak istiyoruz. Bugünkü şartlar altında, bu hedefimizi, başka büyük ölçekli nükleer enerji santralleri yapmadan başarabileceğimiz düşünüyoruz; çünkü ülkemizin yenilenebilir potansiyelinin farkındayız ve bunu en iyi sekilde degerlendirmenin siyasi iradeden geçtiğini biliyoruz.

HDP’li Kızıldere ise enerjide, enerji kooperatiflerinin önünü kapatan sistem yönetimi ile iklim hedeflerini tutturmanın mümkün olmadığını belirterek, Şu andaki tabloya bakınca iklim acil durumu ilanı ve yerel ve ulusal iklim adaptasyon planları da aciliyet taşımaktadır” diyor. 

Türkiye İşçi Partisi (TİP) 14 Mayıs’ta 4 vekilini meclise gönderdi. Yeni meclis dönemindeki iklim politikalarını konuştuğum TİP Bilim Kurulu Üyesi İlke Bereketli planlı, kamucu ve doğa yararına yenilenebilir enerjiyi desteklediklerini aktarıyor, “Sırf karbon salınımı olmadığı için nükleer enerjinin fosil yakıtlara alternatif  temiz enerji olarak sunulmasını kabul etmiyoruz.” 

TİP’e oy veren 1 milyona yakın yurttaşın ekoloji ve iklim politikalarında yaşama öncelik verdiğine dikkat çeken Bereketli, “Eğer memlekette bir hesaplaşma sürecine gireceksek burada ilk sıralara doğamızı, ormanlarımızı, derelerimizi talan eden yağmacı şirketlerle ve onlara alan açan iktidarla hesaplaşmanın konulması gerektiğini düşündüklerini biliyoruz. Mücadelemizi hız kesmeden bu yönde sürdüreceğiz. Partimizin iklim politikası halkın ihtiyaç ve talepleri doğrultusunda, doğal varlıklara zarar vermeden, ekolojik dengeyi gözetmeyi amaçlıyor” diyor. 

Kızıldere ise ayrıca İstanbul’da yaratacağı ciddi çevre tahribatı nedeniyle uzmanların yapılmaması konusunda uyardığı Kanal İstanbul Projesi bütçesinin orman varlıklarının iyileştirmesi yönünde harcanması gerektiğini vurguluyor, Mega projelerin finansal kara delikler olduğunu biliyoruz. Mega projeler ekolojik varlıklara verdikleri zararlar bakımından da iklim düşmanı yatırımlardır. Bu sebeple Kanal İstanbul projesi gelecek kuşakların dahi iklim mücadelesini zorlaştıracak bir projedir. Bu sebeple iptal edilmesi ve bu proje için ayrılan bütçenin orman varlıklarını iyileştirmeye harcanması gerekmektedir.

Tarım politikaları

İklim krizinin yarattığı tahribat en hızlı ve derinden bir şekilde tarım sektöründe görülüyor. Geçen Nisan ayında II. Tarım Konferansı’nı düzenleyen TİP’in iklim krizinin getirdiği tarımdaki sorunlara dair çalışmalarını anlatan Bereketli, “1980’lerde uygulanmaya başlayan tarımda neoliberal dönüşüm politikalarının tarımı neredeyse bitme noktasına getirdi. İklim krizi de bu durumu büyük ölçüde katmerledi” diyor. 

“Toprağın bereketini ve direncini koruyacak, iklim değişikliğine direnç sağlayacak ve halk sağlığını gözetecek geleneksel ve modern ‘agroekolojik’ uygulamaların yaygınlaştırılmasını savunuyoruz”

Türkiye İşçi Partisi (TİP) Bilim Kurulu Üyesi İlke Bereketli. | Fotoğraf: Bereketli’nin arşivi.

Kuraklık, ürün deseninin azalması, tarım arazilerinin daralması, buna bağlı olarak gıda krizi, gibi çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu vurgulayan Bereketli, Enerji, maden vb. yatırımlar yüzünden verimliliğini kaybetmiş tarım arazilerinin rehabilite edilmesini, uzun vadede petrole dayalı dış girdi kullanımı ihtiyacını düşürecek, toprağın bereketini ve direncini koruyacak, iklim değişikliğine direnç sağlayacak ve halk sağlığını gözetecek geleneksel ve modern ‘agroekolojik’ uygulamaların yaygınlaştırılmasını savunuyoruz” diyor.  

DEVA Partili Rızvanoğlu ise, tarım teknolojilerinin iklim kriziyle mücadelede kilit rol oynadığını vurguluyor, “Yeni tarım teknolojilerin geliştirilmesi ve kullanımıyla birlikte, onarıcı tarım tekniklerinin de yaygınlaştırılması sayesinde tarımsal faaliyetlerde verimliliği artırabiliriz. Belirtmek gerekir ki su kullanımının en yoğun olduğu sektörlerden biri tarım sektörü. Son dönemde çok dikkat çekilen küresel ölçekteki su kıtlığı da tüm dünyadaki yaşamı tehlikeye atıyor. Bu sebeple de tarım faaliyetlerinde su yönetiminin iyi yapılmasını da desteklemeliyiz.”

Organik tarım faaliyetlerine teşvik verilmesi gerektiğini belirten Rızvanoğlu, “Sağlıklı gıdaya herkesin erişebilmesi gerek. Kaldı ki Yeşil Mutabakat sürecinde Avrupa Birliği’nin de böcek ilacı ve kimyasal gübre kullanımını kısıtlamaya yönelik düzenlemeleri mevcut. Dolayısıyla organik olmayan tarım ürünlerinin artık AB’ye ihracı da zorlaşıyor” diye konuşuyor. 

TİP ve Yeşiller Partisi işbirliği

Kuruluşu İçişleri Bakanlığı tarafından engellenen Yeşiller Partisi üyelerinin TİP listelerinden milletvekili adayı olduğunu anımsattığım Bereketli, iki parti arasındaki iletişimi şöyle aktarıyor: 

Yeşiller Partisi’nden dostlarımızla partilerinin kuruluş sürecinde yaşadıkları bürokratik sorunlar üzerine uzun süredir diyalog halindeydik. Kendilerine uygulanan bu anlamsız, siyaset yapmalarını engelleyici muameleye karşı yanlarında olduk, meclis kürsüsünden seslerini duyurmalarına destek olmaya çalıştık. Ekoloji politikaları konusunda iki farklı parti olarak elbette farklı yaklaşımlarımız olabilir ancak ortaklaştığımız noktalar da bizim için önemlidir. Tüm bunları değerlendirerek Yeşiller Partisi’nden arkadaşlarımıza, eş sözcülerine bir dayanışma iradesi olarak TİP listelerinde yer açtık.”

Yeşiller Eş Başkanı Özlem Teke ise iki parti arasındaki işbirliğini “Türkiye İşçi Partisi’nin açtığı alan üzerinden kendimizi ve politikalarımızı daha görünür kılmak için seçim sürecine dahil olduk ve odamıza aldığımız politikaları da duyurmaya çalıştık” cümleleriyle açıklıyor. 

Konuştuğumuz siyasi parti yetkililerinin öne çıkardığı konuların başında Paris Antlaşması’nın uygulanması ve kömür enerjisinden çıkış yer alıyor. Ancak fosil yakıt ve yenilenebilir enerji projelerini listeleyen Global Energy Monitor’ün kömürlü termik santralleri değerlendirdiği rapora göre Türkiye, planlanan kömürlü termik santral kapasitesi bakımından Çin ve Hindistan’ın ardından üçüncü sırada yer alıyor.  

 

 

 

*İklim hedeflerini sormak için ulaştığımız, Ak Parti Konya Milletvekili ve TBMM Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu Başkanı Ziya Altunyıldız’ın danışmanı program yoğunluğu nedeniyle cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turundan sonra sorularımıza yanıt verebileceklerini belirttiler. Altunyıldız’ın yanıtları ulaştığında yazıya eklenecektir. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Dünyada laboratuvarda çalışanlar dışında bakteri unundan yapılmış pankek yiyen ilk kişi bendim. Kibrimden yaptım, o kişi olmak istedim.”

Kendisini vegan diye tanımlayan yazar ve aktivist George Monbiot, Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de Solar Foods adlı bir şirket tarafından, hassas fermantasyon teknolojisiyle bakteriden üretilen yüksek proteinli, altın renkli unu denediği anı anlatırken gülüyor.

“Torunlarıma anlatabileceğim bir şeydi ve gerçek pankeke benzerliği inanılmazdı. Fırsatım olsaydı çok daha fazlasını yerdim.”

Uzun yıllardır iklim değişikliği ve doğanın tahribatı hakkında yazan George Monbiot’nun odaklarından bir tanesi gıda sistemlerimiz ve üretimden dağıtıma kadar bu sistemlerin her aşamada tamamen dönüştürülmesi.

Hızlı bir değişim olmadığı takdirde mevcut gıda sistemlerimizin dünyada yaşamı tehdit ettiğine inanan Monbiot bu fikrinde yalnız değil. Aynı sonuca işaret eden sayısız akademik çalışma bulmak mümkün.

California ve Minnesota Üniversiteleri’nden uzmanların yaptığı bir araştırmaya göre 1960’tan bu yana protein ve yağ açısından zengin gıdalara, yani et ve süt ürünlerine yönelik kişi başına talep, kişi başına düşen gerçek gelir ile orantılı bir şekilde artıyor.

Gıda ile gelir arasındaki bu ilişkinin devam etmesi durumunda uzmanlar, 2005’ten 2050’ye kadar küresel gıda talebinde yüzde 100-110’luk bir artış öngörüyor.

Bunun tehlikesi ise gıda üretimi için ihtiyaç duyduğumuz yüzey alanı. Günümüzde dünyada yaşama uygun yüzey alanlarının yarısını biyolojik çeşitlilikten yoksun tarım ve hayvancılık alanları oluşturuyor.

Birleşmiş Milletler (BM) verilerini incelediğimizde çiftlik hayvan sayısındaki yıllık yükselişin insan nüfusu artışının iki katı mislinde olduğunu görüyoruz.

Günümüzde insanlar dışındaki memelilerin yüzde 94’ünü sığır, dana gibi hayvancılık endüstrisinde ‘besi hayvanları’ olarak tanımlanan hayvanlar ve kuşların yüzde 71’ini ise tavuklar, hindiler, kazlar vb. kanatlı hayvanlar oluşturuyor.

Tarım ve hayvancılık alanlarında yaşam tek tipleşiyor, ekosistemler yok ediliyor ve yaban hayatı nüfusu tükeniyor.

Diğer taraftan gıda üretimi, kapladığı ve tahrip ettiği alanın yanı sıra ciddi bir sera gazı salımına da neden oluyor.

“İnsanlık için hayatta kalma rehberi” olarak tanımlanan BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) İklim Değişikliği 2023: Sentez Raporu verileri, 2019 yılında küresel sera gazı salımlarının yüzde 22’sinin tarımdan kaynaklandığını aktarıyor.

Son yıllarda iklim değişikliği kaynaklı hava sıcaklığı yükselişi ve aşırı hava olayları yüzünden dünyanın büyük bir kısmında su ve gıdaya erişim ve gıda üretimi konusunda da ciddi zorluklar yaşanıyor. IPCC raporuna göre 3,3-3,6 milyar kişi, yaşadıkları bölgelerden dolayı bu etkilere karşı savunmasız durumda.

Bilim insanları, dünyanın iklim değişikliğiyle mücadelesinde ve “net sıfır emisyon” yolculuğunda gıda üretiminin radikal bir şekilde değişmesi gerektiğini söylüyor.

Oldukça karamsar bir görünüm karşısında bilim insanları gıda üretiminin geleceği için yepyeni teknolojiler üzerinde çalışıyor.

İsimlerini ve çalışmalarını belki daha az duyduğumuz bu uzmanlar gıdada bir devrimin eşiğinde olduğumuzu düşünüyor.

Peki bu teknolojiler nedir, kimler savunuyor ve kimler neden karşı çıkıyor?

“Eski ve modern yöntemler arasındaki ayrım tamamen insanlar tarafından üretilen bir algı. Laboratuvarda böyle bir ayrım yok”

RePlanet kurucularından mikrobiyoloji uzmanı Hidde Boersma. | Kaynak: Boersma’nın Twitter hesabı.

Ekolojik modernizm, yüzey tasarrufu ve konsantre üretim

Uzmanlar dünyada hava sıcaklıklarının 1,5-2 santigrat dereceye yükselmesinin sonucunda bazı gıdaların veriminin azalacağını veya yetiştirmesinin imkansız hale geleceğini söylüyor.

Mısır üretiminin önümüzdeki yıllarda yüzde 35 oranında azalması öngörülüyor.

RePlanet, iklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik kaybına karşı bilimsel ve radikal çözümler üretmeye çalışan bir yurttaş örgütler ağı.

Bilim ve teknolojide ilerlemenin devam etmesi gerektiğini düşünen RePlanet, çevre örgütlerinin şimdiye kadar ağırlıkla savunduğu organik tarım, az tüketim ve küçülme gibi prensiplere karşı çıkıyor.

Gezegen 24’e konuşan RePlanet kurucularından mikrobiyoloji uzmanı Hidde Boersma, insanlığın ilerleme yolunda devam etmesi gerektiğini söylüyor, iklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik kaybına karşı konsantrasyonu, yani insanların ihtiyaçlarını mümkün olduğunca az alanda karşılamasını savunuyor.

Boersma, “İnsanlar şu anda çok fazla yer kaplıyor ve tarım için ormanları, sulak alanları, savanları kullanarak ekosistemleri yok ediyor. Halbuki daha az alanda daha çok üretim yapabilirsek doğanın canlanması ve iklimin dengelenmesine olanak sağlarız. RePlanet doğaya yer açmak için yoğun ve yüksek verimli tarımdan ve modernleşme ile kentleşmeden yana” diyor.

Birçok ülkeden bilim insanlarını ve aktivistleri bir çatı altına getiren RePlanet, bunu başarabilmek için daha sonra detaylı bir şekilde anlatacağımız gıdada genetik modifikasyon ve genetik düzenleme ile hassas fermantasyon gibi teknolojilerin kullanımını savunuyor.

Grup, gıda üretiminin kırsal alanlardan olabildiğince uzaklaştırılması gerektiğini vurguluyor.

RePlanet, yaklaşımlarını ekolojik modernizm hareketi, yani endüstriyelleşme ve ekonomik büyümenin yeşil politikalar ile sürdürülebileceği ve özellikle teknolojinin yardımıyla ortaya çıkan çevre problemlerinin çözülebileceği düşüncesi kapsamında tanımlıyor.

Ancak ekolojik modernizm hareketine karşı çıkanlar, ekonomik büyümeye odaklanmış ve doğa değerlerini kullanılacak kaynak olarak tanımladıkları yaklaşımla ekosistemlerin dengesinin korunmasının mümkün olup olmadığı sorguluyor, teknolojik gelişime ise ortaya çıkardığı ekolojik maliyetler nedeniyle kuşkuyla yaklaşıyor.

Bu ekolojik maliyetlere örnek olarak aşırı plastik üretimi ile ortaya çıkan küresel mikroplastik sorunu ve nükleer teknoloji kullanımının geçmişte sebep olduğu felaketler ve tehlikeler gösteriliyor.

RePlanet üyeleri ve birçok diğer uzman ve aktivistin taraftarı olduğu bu teknolojilerin gıdadaki rolünü inceleyelim.

Genetik modifikasyon ve genetik düzenleme

İnsanlar binlerce yıldır, arzu edilen özelliklere sahip bitki ve hayvanları yetiştirmek için seçici yetiştirme ve melezleme gibi geleneksel yöntemleri kullanıyor.

Örneğin ABD’de günümüzde tüketilen çilekler, Kuzey ve Güney Amerika’ya özgü iki farklı çilek türünün karışımı.

Ama bu geleneksel yöntemler uzun sürebiliyor ve daha istenilen tüm değişiklikleri yapmak her zaman mümkün olmayabiliyor.

Bilim insanları 20. yüzyılda genetik mühendisliği geliştirerek organizmaların genlerinin birbirine aktarılabileceğini ve böylece istedikleri değişikliklerin çok daha kolay ve hızlı bir şekilde yapılabileceğini keşfetti. Bundan sonraki süreç oldukça hızlı gelişti.

1982’de ABD Gıda ve İlaç İdaresi (FDA), ilk GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) ürünü olan diyabet tedavisi için insan insülinine onay verdi.

Bu teknoloji daha sonra gıdalarda kullanılmaya başlandı ve 1990’lı yıllarda, kabak, soya fasulyesi, pamuk, mısır, papaya, domates ve patates gibi ilk GDO ürünleri piyasaya sürüldü.

Bu ürünlerin yapımından bir gıda türünden alınan gen, bir diğer türün özelliklerini değiştirmek için ona yerleştiriliyor. Yani gıdaya yepyeni bir gen eklenmiş oluyor.

GDO ile sıklıkla karıştırılan genetik düzenleme teknolojisi ise oldukça farklı.

2000’li yıllarda yoğun bir şekilde kullanılmaya başlanan genetik düzenleme yönteminde gıdaya yeni bir gen eklemek yerine var olan genler üzerinde değişiklik yapılıyor.

RePlanet kurucusu Boersma, genetik düzenlemeyi yukarıda bahsettiğimiz seçici yetiştirme ve melezleme gibi geleneksel yöntemlere benzetiyor, tek farkın sürecin çok daha hızlı ilerlemesi ve kesin sonuçların elde edilmesi olduğunu söylüyor.

Ancak kamuoyunda her iki yönteme de oldukça temkinli bir şekilde yaklaşılıyor.

GDO ürünleri, satışına izin verilen sayılı Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde, Avustralya’da ve Japonya’da yalnızca ne olduğunu işaretleyen özel bir etiket ile satılabiliyor.

Fransa, Avusturya, Yunanistan, Almanya ve İtalya’nın aralarında bulunduğu birçok ülkede GDO ürünleri tamamen yasak.

Sadece ABD ve Kanada’da bu ürünler etiketlendirilmeden satılıyor.

Türkiye’de ise 2010 tarihinde yürürlüğe giren “Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair Yönetmelik” hükümlerine göre GDO ürünlerin onay alınmadan piyasaya sürülmesi yasak.

Genetiği düzenlenmiş ürünler de henüz dünyanın büyük bir kısmında GDO yasalarının bir parçası olarak kabul ediliyor.

“En yeni teknolojileri alıp mevcut sistemin içine atmakla sorunlarımızı çözemeyiz. Önce yapısal sorunları incelemeliyiz..”

GM Freeze Direktörü Liz O’Neill. | Fotoğraf: O’Neill’in arşivi.

Kimler, neden karşı çıkıyor?

1980’li yıllarda ABD merkezli Monsanto adlı şirket, pestisite dirençli soyayı piyasaya sürmüştü.

Buna şiddetle karşı çıkan çevre grupları, portföyünde aynı zamanda Roundup isimli bir herbisit bulunan Monsanto’yu bu ürünü tamamen kendi yararına üretmekle suçlamış, şirketin herhangi bir denetim sürecine tabi tutulmadığını söylemişti.

Günümüzde hala GDO ve genetik düzenleme teknolojilerine eleştirel bir şekilde yaklaşan ve mevcut gıda endüstrisinde bu teknolojilerin sömürüleceğini iddia edenler var.

İngiltere merkezli GM Freeze (GDO’ya Dur) adlı organizasyon gıda üretim teknolojilerinin ve ortaya çıkan ürünlerin şeffaf ve düzenli bir şekilde denetlenmesi gerektiğine inanıyor.

Gezegen 24’e konuşan GM Freeze Direktörü Liz O’Neill, İngiltere’de geçtiğimiz haftalarda genetiği düzenlenmiş gıdaların artık ticari olarak geliştirilmesinin yolunu açan bir tasarının parlamentodan geçerek yasalaşmasından dolayı endişeli.

O’Neill, hükümetin bu tip teknolojilerde denetleme sürecini hızlandırmaya veya tamamen ortadan kaldırmaya yönelik politikalar geliştirerek yeni teknolojileri bir an önce işler hale getirmeyi ve patentlerini almayı hedeflediğini öne sürüyor.

Ticari patentlerin de büyük gıda şirketleri tarafından alındığını söyleyen O’Neill, “Bu tamamen yanlış bir yaklaşım. Hiçbir kurum, hiçbir insan yaşamın patentine sahip olmamalı. Şimdiden şirketlerin bu teknolojilerden para kazanmaya çalıştığını ve patentlerini almaya başladığını görüyoruz. Bunlar para kazanmak için her şeyi göze alan şirketler” diyor.

Gıda sistemimizi yeniden hayal etmemiz gerektiğini söyleyen O’Neill, “En yeni teknolojileri alıp mevcut sistemin içine atmakla sorunlarımızı çözemeyiz. Önce yapısal sorunları incelemeliyiz, aksi takdirde faydalı olma ihtimaline sahip olsalar bile bu teknolojiler mevcut sistemin içinde kaybolacak” diyor.

O’Neill, kamuoyunun da GDO ve genetiği düzenlenmiş ürünler konusunda denetim taraftarı olduğunu söylüyor.

İngiltere Gıda Standartları Ajansı’nın 2021’de yaptığı bir kamuoyu araştırmasına göre tüketicilerin büyük bir kısmı genetik modifikasyon ve düzenleme teknolojileri hakkında güncel bilgiye sahip değil, büyük bir kısmı da genetiği değiştirilmiş gıdaların insan sağlığı üzerindeki etkilerinden endişeleniyor.

Öte yandan bu endişeleri ve tartışmaları ilginç bulduğunu anlatan RePlanet kurucusu Boersma, “Eski ve modern yöntemler arasındaki ayrım tamamen insanlar tarafından üretilen bir algı. Laboratuvarda böyle bir ayrım yok. Bilimsel taraftan bakınca GDO ile genetik düzenlemenin geleneksel melezleme yöntemlerinden daha riskli olmadığını görüyoruz” diyor ve devam ediyor:

“GDO siyasi bir konuya dönüştürüldü. GDO ürünlerin imajı Monstano döneminde lekelendi ve kamuoyunda bu yönde çağrışımlar devam ediyor” ifadelerini kullanıyor.

“Tek hücreli organizmalar ile protein ihtiyacımızı çok daha ucuz bir şekilde üretme ihtimalimiz çok yüksek görünüyor. Eğer bu yönde bir başarı sağlanırsa endüstride çok hızlı bir değişim yaşanabilir”

Yazar, iklim aktivisti George Monbiot. | Fotoğraf: Guy Reece.

“Yeni teknolojileri ve ürünleri tek tek değerlendirmemiz gerekiyor”

Gezegen 24’e konuşan iklim aktivisti George Monbiot da GDO ürünlerin İngiltere’de ilk kez piyasaya sürülmesine karşı yürütülen kampanyalarda çok aktif olmuş birisi.

Monbiot, ilk olarak 1994 yılında Oxford Üniversitesi Viroloji Enstitüsü’nün, bitki yiyen tırtılları yok etmek için genetiği değiştirilen ve akrep zehri eklenen bir virüs üzerinde yaptığı çalışmalara karşı çıktığını anlatıyor.

Enstitü’nün virüsün dar spektrumlu olduğunu iddia ettiğini, ancak daha sonra yapılan deneyden güve ve kelebek gibi birçok türün etkilendiği ortaya çıktığını söyleyen Monbiot, kampanyaları sayesinde süreci durdurduklarını belirtiyor.

Daha sonra da Monstanto’nun İngiltere’de piyasaya sürdüğü, herbisite dirençli GDO bitki mahsullerine karşı protesto ettiğini söyleyen Monbiot, bu mahsullerin Monsanto dışında kimseye faydası olmadığını ve gerekli denetimlerden geçmediğini belirtiyor.

Ürünlerin temelde Monstanto’nun Roundup isimli herbisitinin ömrünü uzatmayı ve gıda zincirinin tekelleşmesini hızlandırmayı hedeflediğini söyleyen Monbiot, “Bugün aynı sorunla karşı karşıya olsam yine aynı şeyleri yaparım. Ama bu tüm GDO ve genetiği düzenlenmiş ürünlere karşı çıkacağım anlamına da gelmiyor. Ortaya çıkan yeni teknolojileri ve ürünleri tek tek değerlendirmemiz gerekiyor” diyor.

“Hassas fermantasyon, hayvansal protein üretiminden 15 bin kat daha verimli. Yani hayvanlar yerine mikroorganizmalar ile protein üreterek 15 bin kat daha az toprak kullanabiliriz”

Küresel gıda üretiminde devrim yaratma misyonuna sahip Fin gıda teknolojisi şirketi Solar Food laboratuvarında ürün geliştirme. | Kaynak: Solar Food medya galeri.

Tek hücreli organizmaların tarımı

Henüz marketlerde satılmayan ancak gıda teknolojileri dünyasını ciddi anlamda çalkalayan bir diğer teknoloji ise hassas fermantasyon.

Protein değeri yüksek gıdalar üretmek için kullanılan hassas fermantasyon, tek hücreli bakterilerin içindeki mikroorganizmaları hidrojenle besliyor ve bir çeşit demleme tekniğiyle onları çoğaltıyor.

İnsanların son 12 bin yıldır çok hücreli organizmalara (bitki ve hayvanlar) odaklandığını ve tek hücreli organizmaların (bakteri, protist ve maya) potansiyelini yeni yeni anlamaya başladığını söyleyen Monbiot, “Tek hücreli organizmalar yetiştirilirken, hayvan ve bitkilerde olduğu gibi doğadan türler seçiliyor ve belirli özellikle için karıştırılarak yetiştiriliyor ve yiyeceğe dönüştürülüyor. Aradaki tek fark, bu işlemin çok daha küçük alanlarda yapılabilmesi ve çevreye etkisinin çok daha az olması” diyor.

Hassas fermantasyonun kolay ve ucuz bir teknoloji olduğunu, herkes tarafından ve tamamen yenilenebilir enerji ile çalışan laboratuvarlarda yapılabileceğini söyleyen Boersma, “Bazı hesaplamalara göre hassas fermantasyon, hayvansal protein üretiminden 15 bin kat daha verimli. Yani hayvanlar yerine mikroorganizmalar ile protein üreterek 15 bin kat daha az toprak kullanabiliriz” diyor ve devam ediyor:

“Ben bir hassas fermantasyon devrimi bekliyorum ve çok sayıda ufak şirketin bu yöntemi kullanmasını umuyorum. Ama bunun olabilmesi için bakterilerin ve teknolojilerin patentlenmesine izin vermemeliyiz.”

Gıda teknolojilerinin geliştirilmesi ve kullanımına yönelik yasal süreçler

Gıda teknolojilerinin yasal süreci şimdilik tüm dünyada farklı işliyor.

Avrupa Birliği’nde (AB) gen değiştirme teknolojilerini kullanmak yasak.

AB ülkelerinde uygulanan ‘yeni gıdalar uygulaması’ uyarınca ürünlerini piyasaya sürmek isteyen yeni gıda üreticilerinin Avrupa Komisyonu’na başvurması gerekiyor.

Kağıt üzerinde bu başvuru süreci iki yıl içinde tamamlanıyor ancak Monbiot pratikte böyle olmadığını, sürecin herhangi bir aşamasında askıya alınabildiğini ve bunun özellikle lobi yapan mevcut tarım ve hayvancılık şirketlerine fayda sağladığını söylüyor.

“Çok işlevsiz bir sistem ve kamu yararına çalışıp çalışmadığını hiç kimse bilemiyor. Örneğin hayvancılık endüstrisinin alternatif proteinlere karşı lobi yapması için çok güçlü bir teşvik var, çünkü bu teknolojiler hayvancılığı tamamen ortadan kaldırabilir” diyen Monbiot şöyle devam ediyor:

“Tek hücreli organizmalar ile protein ihtiyacımızı çok daha ucuz bir şekilde üretme ihtimalimiz çok yüksek görünüyor. Eğer bu yönde bir başarı sağlanırsa endüstride çok hızlı bir değişim yaşanabilir. Ancak lobicilik faaliyetleri başarılı olursa bu yeni gıdaların başvurularının önü kesilir.  Çevre için çok daha sürdürülebilir teknolojiler geliştiren uzmanlar bu nedenle endüstriye giriş yapamıyor.”

İngiltere’de de benzer bir başvuru süreci işliyor ancak Mobiot, denetleyici kurumların yeterince finanse edilmediği için başvurulara yetişemediğini söylüyor.

RePlanet kurucusu Boersma ve alanda çalışan uzman ve aktivistler yasal süreçlerin hafifletilmesi ve gıdaların mümkün olduğunca hızlı bir şekilde piyasaya sürülmesi için uğraşıyor.

Gıda piyasalarının dört büyük şirket tarafından yönetildiğini hatırlatan Boersma ve Monbiot, en büyük tehlikenin geçmişte olduğu gibi bu teknolojilerin yanlış kişilerin eline geçmesi olduğunu söylüyor.

“Hayatın ve hayatın hiçbir bölümünün patentlenmemesi gerektiğine inanıyorum. Ne organizmalar, ne genler ne de belirli biyolojik moleküller patent konusu olmamalı. Bu yönde girişimlerle şirketlerin yaşamlarımız üzerindeki gücünü artırabileceğine inanıyorum” diyen Monbiot şöyle devam ediyor:

“Fikri mülkiyet haklarının da zayıflatılması gerektiğine inanıyorum. Kurumsal lobicilik sonucunda son 20 yılda fikri mülkiyet haklarının kapsamı büyük ölçüde arttı ve şirketler, teknolojileri kontrol etme ve bu teknolojiler için ödeme talep etme konusunda geçmişte olduğundan çok daha fazla yetkiye sahip.

“Tüm bu sorunlar mevcut haliyle gıda sistemimizde bulunuyor. Daha iyi bir gıda sistemi tahayyül ederken yalnızca yeni teknolojiler kullanmakla sınırlı kalmayan, aynı zamanda sisteme hakim olan bazı güç ilişkilerinden kaçmaya çalışan bir modele ihtiyacımız var.”

“Proteinimizin büyük kısmı fosil yakıtların yanı sıra en büyük tehditlerden biri olan hayvancılıktan karşılanıyor. Bu yeni yaklaşımları beğenmeyen herkese meydan okuyorum: peki sizin çözümünüz nedir?”

Solar Foods’un ürettiği, tüm temel amino asitleri içeren mikrobiyal protein açısından zengin bir toz olan Solein. Bu toz çeşitli gıdalardaki mevcut proteinlerin yerini almak için kullanılılıyor. Örneğin alternatif süt ve et, farklı atıştırmalıklar ve içecekler, erişte ve makarna veya ekmek ve sürülebilir ürünler. | Kaynak: Solar Food medya galeri.

Korkular ve gelecek

Finlandiya’da üretilen bakteri unlu pankekten Slovenya yapımı bitki proteinli bifteke ve Londra’da üretilen bitki bazlı sushiye kadar Monbiot birçok yeni gıdayı denedi.

Yediklerinden hiç endişelenip endişelenmediği sorusuna Monbiot, her şeyin doğru yöntemlerle denetlendiği takdirde endişelenecek bir şey olmadığı yanıtını veriyor, bakterileri ise yoğurt, kimchi (Kore turşusu) ve peynir gibi ürünlerde sürekli yediğimizi hatırlatıyor.

Monbiot, fosil yakıtların yıkıcı etkileri olmadan enerji talebini karşılamak için alternatiflere ihtiyacımız olduğu gibi, hayvancılığın olumsuz etkileri olmadan protein açısından zengin gıdalara olan talebi karşılamak için de alternatiflere ihtiyacımız olduğunu söylüyor ve herkese bir soru yöneltiyor:

“Proteinimizin büyük kısmı şu anda yaşam destek sistemlerimiz için fosil yakıtların yanı sıra en büyük tehditlerden biri olan hayvancılıktan karşılanıyor. Bu yeni yaklaşımları beğenmeyen herkese meydan okuyorum: peki sizin çözümünüz nedir?”

Bir afet coğrafyası olarak nitelenebilecek Türkiye, tarihi boyunca yıkıcı birçok afetle karşılaşmış, bu afetlerin en yıkıcı ve akılda kalanları da depremler olmuştur. Bu doğal afetlerin en yıkıcısı olarak kayıtlara geçeniyse, resmî makamlarca “asrın felaketi” olarak nitelenen, 06 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli meydana gelen 7.8 ve 7.6 büyüklüğündeki depremler oldu.

Oysa ki Türkiye, coğrafi konumu itibariyle doğal afetleri sıkça tecrübe eden bir ülke. Son yaşanılan Kahramanmaraş depremleri de dahil olmak üzere, 1900 yılından itibaren Türkiye coğrafyasında kayıtlara geçen 200’den fazla doğal afette 100 binden fazla kişi yaralandı ve hayatını kaybetti, 20 milyondan fazla insan da meydana gelen bu afetlerden doğrudan etkilendi.

Yer bilimi alanından birçok akademisyenin bir süredir dikkat çektiği Doğu Anadolu Fay Zonu üzerinde meydana gelen Kahramanmaraş Depremleri, ortaya çıkardıkları yıkım nedeniyle Türkiye’nin deprem gerçeğini bir defa daha gözler önüne serdi; İstanbul’u etkileyeceği de öngörülen Marmara Depremi başta olmak üzere potansiyel depremlerin etki sahasında kalan büyük kentlerdeki afet hazırlıklarını yeniden gündeme getirerek tartışmaya açtı.

1999 depremleri: “Uyanış dönemi”

Türkiye’nin afet tarihinde bir dönüm noktası olarak gösterilen 1999 depremleri, Türkiye’nin afet yönetiminde başlamasına neden olduğu değişim süreciyle de literatürde “uyanış dönemi”nin başlangıcı olarak kabul edilir. Krizin yönetilmeye çalışılması yerine riskin yönetilmeye başlandığı 2000 yılı sonrasını simgeleyen dönemdeki yeni afet yönetimi anlayışı, 2023 Kahramanmaraş Depremleriyle, bu yeni dönemdeki en büyük sınavını vermiş durumda. Ancak 23 yıllık dönüşüm sürecinin test edildiği bu sınavın sonucunun, olumlu bir şekilde değerlendirilemediği görülüyor. Bu durumun nedenlerini yine, 1999 depremleri sonrasında başlayan 23 yıllık dönüşüm sürecinin kendisinde aramak gerekecek.

1999 depremleri ve sonrasında yaşanan süreç, Türkiye’nin afet yönetimindeki birçok eksiğinin ortaya çıkmasına neden oldu. Afet bölgesinde ve afete özgü olarak gözlemlenen bu eksikliklerin, Türkiye afet yönetimi sisteminin dönüşümünü simgeleyen uyanış döneminde giderilmesi amacıyla birçok adım atılıp, düzenleme yapıldı. Bunlar arasında; yönetim, koordinasyon ve organizasyona ilişkin düzenlemeler, toplumsal ve kurumsal afet hazırlık kapasitesinin arttırılmasına yönelik projeler, müdahale kapasitesinin modernizasyonu, afete dayanıklı yapısal dönüşüm çalışmaları, afet eğitimlerinin toplum tabanında ve yükseköğretim ölçeğinde yaygınlaştırılması gibi çalışmalar gösterilebilecek.

2000 yılı sonrasını simgeleyen dönemdeki yeni afet yönetimi anlayışı, 2023 Kahramanmaraş Depremleriyle, bu yeni dönemdeki en büyük sınavını vermiş durumda

AFAD’ın ortaya çıkışı

1999 depremlerinde gözlemlenen en temel sorunlardan birisi olan afet yönetiminde koordinasyon sorunu, uyanış döneminde ilk çözümlenmeye çalışılan sorun olarak gözüküyor. Depreme kadar Afet İşleri Genel Müdürlüğü (AİGM) ve Sivil Savunma Genel Müdürlüğü (SSGM) yönetiminde yürütülen faaliyetlerin eşgüdümünün sağlanması amacıyla 2001 yılında, dönemin Başbakanlık teşkilatına bağlı olarak Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü kuruldu. Bu yeni genel müdürlüğe AİGM ve SSGM tarafından yönetilen faaliyetlerin koordinasyonu görevi verildi. 2009 yılındaysa bu üç genel müdürlüğün birleşmesiyle Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) ortaya çıktı.

Uyanış döneminin yönetim, organizasyon ve koordinasyona ilişkin düzenlemelerinin yerel yansımaları ise, yeni arama ve kurtarma birimlerinin oluşturulması ve il ölçeğinde afet koordinasyon merkezlerinin kurulmaya başlanması şeklinde oldu. Bu dönemde daha önce üç olan Arama ve Kurtarma Birlik Müdürlüğü (Ankara, İstanbul ve İzmir) sayısı 11’e çıkartılıp, ayrıca illerde valilikler ve belediye başkanlıkları bünyesinde afet koordinasyon merkezlerinin kurulumuna başlandı ve hali hazırda var olanlardaysa kapasite artırımına gidildi.

Afet eğitimleri alanında ilk çalışma ve akademik girişim

Toplumsal afet kapasitesinin artırılması ve afet eğitimlerinin yaygınlaştırılması çalışmaları, yine uyanış döneminin bir diğer özelliği konumunda. 2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi tarafından başlatılan Afete Hazırlık Eğitim Projesi, afet eğitimleri alanında yapılan ilk çalışma olarak dikkat çekiyor. Akademik anlamdaki ilk girişimler ise, İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde 2001 yılında Afet Yönetim Merkezinin kurulması, 2002 yılındaysa Afet ve Acil Durum Yönetimi Yüksek Lisans Programının başlatılması oldu. Bu girişim 2005 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi bünyesinde başlatılan Acil Yardım ve Afet Yönetimi Lisans Programı ile devam etti.

Toplumsal afet kapasitesinin artırılmasına dönük çalışmalar içerisinde, bireylerin küçük gruplar halinde bir araya gelerek, başta arama ve kurtarma çalışmaları olmak üzere afet alanında gönüllü oluşumlar meydana getirmesi de yine uyanış dönemine rastlıyor. Bu anlamda ilk olan Mahalle Afet Gönüllüleri 2000 yılında faaliyete geçerek kısa sürede Türkiye geneline yayılarak, bu dönemde ayrıca arama ve kurtarma odaklı çok sayıda sivil toplum kuruluşu da ortaya çıktı.

İstanbul Deprem Master Planı ve İSMEP

Uyanış döneminde yürütülen çalışmalar arasında, risk yönetimi özelliğiyle öne çıkan iki büyük çalışma mevcut. Bunlardan ilki, 2003 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi koordinasyonunda İstanbul Teknik Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversiteleri tarafından hazırlanan İstanbul Deprem Master Planı. ikincisiyse 2006 yılında başlayarak halen devam etmekte olan ve tüm dünyada da örnek olarak gösterilen İstanbul Sismik Riskin Azaltılması ve Afet Hazırlık Projesi (İSMEP).

İstanbul Deprem Master Planında, İstanbul’u da etkileyecek şekilde meydana gelmesi olası bir deprem sonrasında İstanbul’da ortaya çıkabilecek kayıp ve hasar durumlarının çeşitli senaryolar bağlamında analizinin yanı sıra, yapıların incelenmesi ve güçlendirilmesi, imar uygulamaları, hukuki çalışmalar, mali kaynak çalışmaları, eğitim ve sosyal faaliyetler ile afet ve risk yönetiminin temel ilke ve esasları belirlendi.

İSMEP kapsamındaysa kurumsal kapasite artırımı ve toplumsal bilinçlendirme çalışmaları (A Bileşeni); güçlendirme, yeniden inşa ve kültür mirasının korunması çalışmaları (B Bileşeni); eğitim çalışmaları (C Bileşeni) olmak üzere, üç temel bileşen altında proje çalışmaları yürütülüyor.

Modern afet yönetimi, doğa olaylarının toplumu etkileme potansiyeli üzerine odaklanarak, krizi yönetmeyi ve meydana gelecek olayı yönetilebilir kılmayı temel prensip haline getiriyor

Kentsel dönüşüm seferberliği

Buraya kadar kısaca aktarılmaya çalışılan çalışmalar, 2009 yılına kadar uyanış döneminin başat faaliyetleri olarak öne çıkmıştır. Ancak 2009 yılıyla başlayarak bugüne kadar gelen dönem, uyanış dönemindeki en radikal iki değişikliğin yapıldığı dönem oldu: Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının kurulması ve kentsel dönüşüm seferberliği.

1999 depremlerinden sonra yönetim ve koordinasyon anlamında gösterilen ilk reaksiyonun, iki farklı kurum tarafından yürütülen faaliyetler arasında eşgüdüm sağlanması amacıyla yeni bir koordinatör kurumun kurulması olduğu ifade edildi. 2001-2009 yılları arasında Türkiye afet yönetiminin başat kurumları olan bu üçlü yapı, 2009 yılında bugünkü AFAD’a dönüşerek, Türkiye afet yönetimi kurumsal olarak tek elden yönetilmeye başlandı. Böylece, 1999 depremleri sonrası dönemde çeşitli platformlarda sıklıkla dile getirilen ve dünyada da başarılı örnekleri bulunan “afet yönetiminde tek elden koordinasyon” anlayışı, Türkiye’ye de getirildi ve bu anlamda önemli bir eşik, aşıldı.

2009 sonrası dönemde yapılan bir diğer radikal değişiklik de kentsel dönüşüm yaklaşımının kurumsallaştırılarak afet yönetimi politikalarına eklemlenmesi oldu. Özellikle İstanbul Deprem Master Planı hasar analizleriyle birlikte, başta İstanbul olmak üzere Türkiye genelinde sıkça tartışma konusu olan kentlerin yapı kalitesi sorunun çözülebilmesi için, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunla 2012 yılında yasal altyapısına kavuşan kentsel dönüşüm yaklaşımı, yapıların depreme dayanıklı hale getirilmesi temel amacı doğrultusunda merkezi hükumetin öncülüğünde hayata geçirildi.

“Uyanış dönemi”nin sonuçları

Görüldüğü üzere 1999 depremleriyle başlayan uyanış dönemi, Türkiye afet yönetimi açısından verimli geçirildiği düşünülen pozitif bir dönemi de simgeliyor. Öyleyse bu kadar pozitif çalışmalarla addedilen bir dönem sonucunda verilen en büyük sınavın ortaya çıkan sonuçlarının da derinlemesine incelenmesi gerekecek.

Öncelikle, 2023 sınavının sonuçları aslında, uyanış döneminde yürütülen bu pozitif çalışmalarda gizli. Şöyle ki deprem, sel, heyelan vb. olaylar, birer doğa olayı olarak tanımlanıyor. Bu tanımlama bu olayların, dünya üzerindeki insan varlığından bağımsız olarak meydana geldiklerini gösteriyor. Bu olayların birer “afet” olarak nitelendirilmesi ya da afet olarak tanımlanabilecek sonuçlar doğurması, öncelikle insan varlığı ve toplumsal yaşam tarzıyla doğrudan ilişkili. Bir başka ifadeyle bir doğa olayı, ancak toplumu etkilediği ölçüde afet niteliği kazanıyor. Bu nedenle modern afet yönetimi, doğa olaylarının toplumu etkileme potansiyeli üzerine odaklanarak ve krizi, yani olay sonrası dönem yerine riski, yani olay öncesi dönemi yönetmeyi ve meydana gelecek olayı yönetilebilir kılmayı temel prensip haline getiriyor.

Oysa ki Türkiye, uyanış döneminde örneklenen faaliyetlerin çoğundan da anlaşılabileceği üzere bu dönemi, kriz yönetimi kapasitesini artırma çalışmalarıyla geçirdi

Risk yönetimi ve kriz yönetimi süreci

Bugün tüm dünyanın kabul ettiği modern ve bütünleşik afet yönetimi, temelde iki ana süreç üzerine kurgulanıyor: Risk yönetimi ve kriz yönetimi. Risk yönetimi süreci; kendi içerisinde risk ve zarar azaltma ile hazırlık ve planlama olmak üzere iki temel aşamaya ayrılıyor. Olay sonrası dönemi simgeleyen kriz yönetimi süreci de yine kendi içerisinde müdahale ve iyileştirme olmak üzere iki temel aşamadan oluşuyor. (Şekil 1)

Şekil 1

Birbirini takip eden süreç ve aşamalardan oluşan bu döngüsel modelde başlangıç aşamasının, risk ve zarar azaltma aşaması olduğu kabul ediliyor. Bu kabul, modern afet yönetiminin temelini oluşturan “riski yönetilebilir hale getirme” prensibinin doğal bir sonucu. Bu prensip deprem, sel vb. gibi toplumu etkilediği ölçüde afete dönüşmesi olası olaylara bağlı olarak toplumun etkilenme kapasitesini (zarar görebilirliği) azaltacağı gibi; riskin gerçekleştiği bir durumda da müdahale kapasitesini ve verimini artırıyor.

Oysa ki Türkiye, uyanış döneminde örneklenen faaliyetlerin çoğundan da anlaşılabileceği üzere bu dönemi, kriz yönetimi kapasitesini artırma çalışmalarıyla geçirdi. Öyle ki, bir eğitim ve bilinçlendirme seferberliği şeklinde yürütülen toplumsal bilinçlendirme ve afet eğitimi faaliyetlerinde dahi yapılan çalışmalar, afet sonrasında yapılacaklar ve ilk müdahale yöntemleri üzerine. Her ne kadar İstanbul özelinde sayılan risk yönetimi çalışmaları ve projeleri yapılmış olsa da yürütülen çalışmaların İstanbul’la sınırlı olması bugün Kahramanmaraş depremleri sonucunda yaşanılan tabloyu ortaya çıkardı.

Kahramanmaraş merkezli depremler ayrıca, Türkiye’nin en çok yatırım yaptığı anlaşılan yönetim, koordinasyon ve organizasyon kapasitesinin de sorgulanmasına neden oldu. Şöyle ki 2009 yılında yürürlüğe giren teşkilat kanunuyla kurulan AFAD, kuruluş aşamasını tamamlayarak faaliyetlerine 2010 yılında başlamış; faaliyete geçmesinin üzerinden yalnızca bir sene geçmişken, 2011 Van Depremiyle ilk ciddi sınavına girdi.

Türkiye Afet Müdahale Planının çıkışı ve eksiklikleri

Resmî verilere göre 644 kişinin hayatını kaybettiği, 1966 kişinin yaralandığı, 100 binin üzerinde konut ve işyerinin de yıkıldığı veya çeşitli ölçülerde hasar aldığı 2011 Van Depreminden, AFAD’ın ifadesiyle, edinilen tecrübe Türkiye’nin ilk ulusal afet müdahale planı olma özelliğini taşıyan ve kısa adı TAMP olan Türkiye Afet Müdahale Planının çıkış ve dayanak noktasını oluşturdu.

2014 yılında yürürlüğe giren TAMP’ın amacı “afet ve acil durumlara ilişkin müdahale çalışmalarında görev alacak hizmet grupları ve koordinasyon birimlerine ait rolleri ve sorumlulukları tanımlamak, afet öncesi, sırası ve sonrasındaki müdahale planlamasının temel prensiplerini belirlemek”, kapsamıysa “ülkemizde yaşanabilecek her tür ve ölçekte, afet ve acil durumlara müdahalede görev alacak, bakanlık, kurum ve kuruluşlar, özel kuruluşlar, STK’lar ve gerçek kişiler” olarak aktarıldı.

Ancak TAMP, modern afet yönetiminin prensipleriyle, yönetim bilimi ve afet yönetimi planlama yöntemleri ekseninde değerlendirildiğinde, birçok eksik noktasıyla dikkat çekiyor. Bu eksik noktalar beş farklı eksende gruplandırılabilecek 10 sorun alanıyla açıklanabilir.

Tablo 1

Tablo 1’de gösterilen sorun alanlarını kısaca açıklamak gerekirse; yasal altyapı ekseninde Türkiye’de, yalnızca TAMP’ın değil, afet yönetimi sisteminin de birden çok yasal dayanağının bulunması, afet yönetimi süreçlerinde yürütülen faaliyetlerin hukuki kaynaklarıyla ilgili hem normlar hiyerarşisi yönünden hem de yasal dayanak yönünden sorunlar doğmasına neden oluyor.

Planlar hiyerarşisi açısından; riskin yönetilebilir seviyeye indirilmeden müdahalenin planlanmaya çalışılması ve bir müdahale planının öncülü ve ardılı olması gereken risk ve zarar azaltma planıyla iyileştirme planından yoksun hazırlanması, müdahalenin yönetilemez bir sahayla karşılaşmasına neden oluyor.

Planlama süreci ekseninde yönetim bilimine aykırı olarak, bir afet durumunda yapılacak işler tespit edilmeden, o işleri yapması beklenen organizasyonun kurulmasının başlangıç noktası olarak alınması ve bu sırada örnek olarak lokal bir olay olarak kabul edilebilecek 2011 Van Depreminden edinilen tecrübelerin kullanılması, TAMP ekseninde müdahale kapasitesi açısından soru işaretleri doğuruyor.

Birden fazla hizmet grubunun oluşturduğu servislerin nasıl yönetileceğinin; hizmet grubu içerisinde yer alan kurumların hangi kurallar çerçevesinde koordine edileceğinin tanımlanmamış olması, TAMP’ın hizmet grubu düzeninin işlemesine engel oluyor

TAMP, görev dağılımı açısından hizmet grupları odağında hazırlanmış görünüyor. Bir başka ifadeyle TAMP’ın esas birimi, hizmet grupları. Bahse konu hizmet grupları, dört ayrı servis altında afet müdahale sürecindeki görevleri dikkate alınarak gruplanarak; ayrıca her bir hizmet grubu da hizmet grubuna verilen görevleri yerine getirebilecek kurumlardan oluşturuluyor. Bu yapı, organizasyon yapısı ve hiyerarşik düzen ekseninde değerlendirildiğinde; birden fazla hizmet grubunun oluşturduğu servislerin nasıl yönetileceğinin; hizmet grubu içerisinde yer alan kurumların hangi kurallar çerçevesinde koordine edileceğinin tanımlanmamış olması, TAMP’ın temel birimi olan hizmet grubu düzeninin işlemesine engel olacak. Ek olarak, hizmet gruplarını oluşturan kurumların da olası bir afet durumundaki sürdürülebilirliklerinin ve çalışabilirliklerinin iş sürekliliği ilkeleri ekseninde tanımlanmamış olması, müdahale planını işler kılacak kurumların kapasitelerinin müdahale aşamasına yansıtılamaması sonucunu doğuracak.

Organizasyonel yetki ve sorumluluklar eksenindeyse, işin yapılacağı yere ulaşım ve nakliye gibi bir işin bir yerde yapılmasını ilgilendiren doğal iş süreçlerine ilişkin görevlerin farklı hizmet gruplarına verilmiş olması; koordinatör bir üst kuruluş olması amacıyla kurulan AFAD’ın, müdahale planı içerisinde birçok hizmet grubunun ana çözüm ortağı olarak konumlandırılmış olması da afet yönetiminin tüm evrelerinde ihtiyaç duyulan koordinatör rolünü olumsuz etkileyecek.

Kahramanmaraş depremleri ve koordinasyon sorunları

Nitekim, burada kısaca sayılan aksaklıkların tamamı, Kahramanmaraş depremi sonrasında yaşanan süreçte gözlemlenmiş durumda. Öyle ki ilk müdahale kapasitesindeki yetersizlik ve koordinasyon sorunları, afetin meydana gelmesinden hemen sonra sahaya yansıyarak; afet bölgesinde kontrol sağlanmasının önünde engel teşkil etti. Bu durumun ortaya çıkmasında, meydana gelen afet sonrasında etkilenen alanın coğrafi büyüklüğünün de etkisi bulunuyor. 10 ilin tamamında ve 500 km’lik bir alanda yıkıcı etki doğuran ve dokuz saat arayla meydana gelen iki deprem, bölgedeki etki ve ihtiyaç analizinin yapılmasını da güçleştirdi. Ek olarak ilk müdahale ekiplerinin de afetzede konumunda olmasıyla birlikte, TAMP’ta birbirlerine destek olması planlanan illerin tamamının depremden etkilenmesi ve ulaşım altyapısının da hasar görmesi neticesinde birçok kaynağın bölgeye ulaştırılmasında ve ilk müdahalenin başlatılmasında aksaklıklar yaşandı.

Bu durumun doğal sonucu, afetin ilk anlarında vatandaşlarının kendi kendilerine yetme çabası. Ancak, daha önce değinilen eğitim seferberliğinin yaygınlaştırılamamış olması, ekipman eksikliği, iletişimde ve ilk müdahalede yaşanan aksaklıklar ve yıkımın büyüklüğü, yönetilemez bir durumun ortaya çıkmasına neden olmakla birlikte kendi kendine yetme çabası içerisindeki vatandaşların da çaresiz kalmasına neden oldu.

Tüm bu tablo, yapılan planlamadaki eksik ve hatalara işaret ediyor. Özellikle ’80 sonrası dönemde görülen üçüncü dalga kentleşme süreçlerinin “kentlileşme”ye dönüşememesiyle birlikte, ortaya çıkan barınma sorununun kalitesiz konutlarla çözülmeye çalışılmış olması, kentlerin büyümesi sürecinde kentlileşmenin ve bilimsel gereklerin dikkate alınmaması, betonarme köy olarak ifade edilebilecek yerleşimlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu durum da bölgenin afetselliğini ve bu bölgede yaşayan insanların zarar görebilirliğini artırdı. Nitekim afet öncesinde bölgeye yönelik yapılan tahminler, olası bir depremin boyutlarının yıkıcı olacağını gösteriyor.

Aksaklıklar ve müdahale planı

Bu bağlamda, bir müdahale planının öncülü olması gereken risk ve zarar azaltma çalışmalarının yapılmaması veya yapılamaması, yapılan müdahale planının da en önemli ayağının eksik kalmasına neden olmakla birlikte; müdahale planlamasında da birçok hatanın ortaya çıkmasına neden oldu. Bir afet öncesinde tasarlanması gereken “nasıl” sorusu, analizlerin eksikliği nedeniyle cevaplanamadı. Etki ve ihtiyaç analizleriyle birlikte hangi ulaşım hatlarının nasıl kullanılacağı, çadır ve konteyner kentlerin nereye, ne zaman ve nasıl kurulacağı, ikmalin nasıl ve nereden yapılacağı, hangi kaynağın ne zaman ve nereye yönlendirileceği gibi; bir müdahale planının olmazsa olmazı birçok sorunun cevapsız kalmasına neden oldu.

Ayrıca mevcut planlama modeli içerisinde “asıl işin bölünmesi” de, özellikle arama ve kurtarma ekipleri olmak üzere ilk müdahale ekiplerinin ilk anlarda lojistikten yoksun hareket etmesi sonucunu doğurdu; ekipmanların sevki, konuşlanma, iaşe, temizlik gibi lojistik unsurlarca karşılanması gereken kritik ihtiyaçların giderilmesinde aksaklıklara sebep oldu.

Özetle, afetin ilk anlarında ortaya çıkan tüm bu aksaklıklar, müdahale kapasitesinin ilk andan itibaren afet bölgesinde sahaya yansıtılamaması sonucunu doğurdu.

Afet yönetimi nasıl uygulanmalı?

Türkiye bir afet ülkesidir. Son yaşanan Kahramanmaraş depremleri, Türkiye’de meydana gelen ilk afet olmadığı gibi son afet de olmayacak. Deprem başta olmak üzere, afetselliğin son derece yüksek olduğu bir coğrafyada yaşam, ancak o coğrafyanın kurallarına uygun bir yaşam tarzıyla mümkün olabilir. Bu yaşam tarzını işler kılmanın birinci ve en önemli yolu, bilimsel gerekleri yerine getirmek. Bugün Türkiye’de de uygulandığı iddia edilen modern afet yönetimi, merkezine bilimi almakta ve risk yönetimi temel prensibinden hareket ediyor.

Bu nedenle hiç vakit kaybetmeden müdahale odaklı anlayışın yerini risk yönetimi odaklı anlayışın alması; kentin “yaşayan bir organizma” olduğu gerçeğinden hareketle kent sosyolojisinin de kentsel dönüşüm süreçlerine entegre edilerek güvenli yaşam alanlarının oluşturulmaya başlanması; kapsamlı risk analizleriyle kentsel afet risklerinin tespitinin ve bertaraf edilmesinin sağlanması; ancak bundan sonra müdahale aşamasının planlaması, bu planlamanın da nasıl, nerede, ne zaman sorularına cevap verecek şekilde yapılmasının sağlanması gerekiyor.

Hatay’ın Defne ilçesindeki 6,4 büyüklüğündeki depremden etkilenen kentin Arsuz ilçesine bağlı Tatarlı köyündeki evinin büyük bir bölümü yıkılan depremzedenin evine hâlâ hasar tespiti yapılamadı. Çiftçilikle uğraşan ev sahibi Ali Tatar, evinin her an yıkılma tehlikesiyle yaşıyor. İskenderun’un sahile yakın bir mahallesinde oturan İskender Kurt’a ait iki katlı evin ise kolonlarında sorun olmamasına rağmen binaya ağır hasarlı raporu verildi. Hatay’da hasar tespit çalışmaları sorunlu ilerleyip AFAD ve Kızılay’ın yardımları yetersiz kalırken, imar planı yetkisinin tümden aktarıldığı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına bağlı TOKİ, Hatay’da yeni yerleşim yerleri açmak ve konut ihaleleri için harekete geçti. Hatay’da yeniden inşa süreci yerel idare ve meslek odaları dışarıda tutularak yürütülüyor. Yereldeki aktörler depremlerde en çok yıkımın olduğu Hatay’ın kültürel çeşitliliğinin, demografik yapısının, mekânsal dokusunun korunamayacağından kaygılı. Hatay Mimarlar Odası Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Özçelik, Antakya’da yıkımın en çok olduğu Asi Nehri çevresine yönelik Çevre Bakanlığının hazırlayacağı yeni imar planlarına ilişkin bina seyreltmenin anlaşılabilir olduğunu belirtirken mülkiyete dair de hak kayıplarının yaşanabileceğini vurguladı.

Tatarlı, 300 haneli bir sahil köyü. İskenderun’dan Samandağ istikametine giderken de gelirken de köy yoluna saptığınızda yol kenarları sağlı sollu mandalina, limon, portakal, defne ağaçlarıyla dolu. Evler meyve bahçelerinin hemen girişinde yer alıyor. Yeşilin türlü renkleriyle, kırmızıya çalan mandalinasıyla bulutların dağın eteklerine kadar indiği bu köyde doğa bambaşka bir kimliğe bürünüyor.

Kahramanmaraş merkezli meydana gelen 7.8 ve 7.6 büyüklüğündeki depremlerin 31. günü  Tatarlı köyünde kısa bir mola veriyoruz. Yol kenarlarında evleri yıkılan ve az hasarlı olsa bile henüz evlerine giremeyen insanların çadırları dizili. Ali Tatar depremlerde ağır hasar alan iki katlı evini gösteriyor önce. “Bu binada” diyor, “üç hane yaşıyorduk. Alt katta babam ve kardeşim oturuyordu. Üst katta biz oturuyorduk. Burası ilk depremden sonra gelen yetkililer tarafından orta hasarlı gösterildi. İkinci depremden sonra da bu hâle geldi.”

“Ev yıkıldı, harabeye döndü. İçerden eşya almaya bile giremiyoruz. Kendimizce önlem almaya çalışıyoruz ama burada çocuklarımız var. Geri kalan bölümler her an çökebilir”

Depremzede Ali Tatar ve yıkılma tehlikesi altındaki evi. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Tatarlı Köyü, Arsuz. 8 Mart 2023.

Eve ön taraftan baktığınızda yıkım pek anlaşılmıyor. Tatar ile binanın arka cephesine doğru yürüyoruz. Binanın kolonları patlamış, duvarları yıkılmış. Çoluk çocuk son anda kurtulmuşlar. Ali Tatar’ın eşi Seçil Tatar o anları “Depreme ikinci kattaki evimizde yakalandık. Dışarı zor attık kendimizi. Yağmur, fırtına, deprem; hepsini art arda yaşadık. Kayınbabam binadan saniyeler ile kurtuldu. Olduğu yerden kalkar kalkmaz duvar hemen yıkıldı. Kurtuluşu mucize oldu” diye anlatıyor. Depremde aileden can kaybı olmamış ama akrabalarından ölen çok olmuş. Karaağaç’ta henüz evlenen 25 yaşındaki yeğenini ve eşini kaybettiklerini söylerken Ali Tatar’ın yüzünde derin bir elem oluşuyor. Hatay’da kiminle konuşsanız depremde ya ailesinden ya da akrabalarından bir kimseyi kaybetmiş.

Lise çağında bir kızı ve iki oğlu olan Tatar ailesi, deprem olduğundan beri mandalina bahçesine kurdukları çadırda kalıyor. Çadırı kendi imkânlarıyla bulmuşlar. AFAD ve Kızılay uğramamış köye. Köyde göçük altında kalan olmamış ancak en az 40 ev yıkılmış. Tatarlı köyünün sakinleri hep bir ağızdan “Can kaybı olmaması en büyük tesellimiz ama enkaz altında kalan olsaydı hiç kimse buraya ulaşamazdı” diyor.

Depremlerden sonra arama-kurtarma çalışmaları Hatay’ın merkez mahallelerinde bile günler sonra başladı. Resmî açıklamaya göre Hatay’da 19 bin 388 insan öldü. Fakat Hatay’ın mahallesinde köyünde, fabrikasında tarlasında kiminle konuşsanız bu veriye inanmıyor. Herkes can kaybının daha fazla olduğu kanısında. Antakya’nın, İskenderun’un, Samandağ’ın, Defne’nin mahallelerinde hâlâ dokunulmamış yüzlerce enkaz var.

Evi yıkıldı, enkazla baş başa bırakıldı

Tatar ailesinin evi en büyük hasarı Kahramanmaraş depremlerinden 15 gün sonra olan Defne depreminde aldı ve evin büyük bir bölümü yıkıldı. İlk depremdeki hasar tespitinden sonra bir daha hasar tespiti yapılmadı evlerine. Bina resmî kayıtlara göre hâlâ orta hasarlı. Tatar, “Böyle bir eve girip oturulur mu?” diye soruyor: “Ev yıkıldı, harabeye döndü. İçerden eşya almaya bile giremiyoruz. Kendimizce önlem almaya çalışıyoruz ama burada çocuklarımız var. Geri kalan bölümler her an çökebilir. E-devletten bakıyorum. İtiraz etme seçeneği çıkmıyor. Muhtara sordum. ‘Benim de bir bilgim yok’ dedi. Biz mi bildireceğiz? Yoksa devletten bir yetkili gelip yine hasar tespiti mi yapacak? Bilmiyoruz!” Hiçbir devlet yetkilisinin gelip kendilerini aydınlatmadığından şikâyet eden Tatar, “Bize başınızın çaresine bakın deseler, yine evimizi yapmak için uğraşacağız. Şimdi TOKİ konut yapacakmış ama inşaata nerede başlanmış. Bilmiyoruz! Bize TOKİ’den ev vermeyi düşünüyorlarsa buradaki yerimiz, toprağımız, tarlamız ne olacak?” diyor.

Ailesi üç nesil boyunca çiftçilikle uğraşan, kendisi çiftçilikle geçinemediği zamanlarda Alanya’da inşaat işçiliği yapan 40 yaşlarındaki Ali Tatar, asla köyden gitmek gibi bir düşüncelerinin olmadığını söylüyor. Köylülerle sohbet ederken depremden sonra köyden hiç kimsenin göç etmediğini öğreniyoruz.

Ailelerin, depremin en çok travma yarattığı çocuklarının başka şehirlerde eğitimini devam ettirmesi için çabaları, iş yerlerini kaybetmesi de göçün diğer nedenleri arasında

Samandağ, Hatay. | Fotoğraf: Sercan Engerek. 4 Mart 2023.

Hatay’ın caddelerinde ise yoğun bir hareketlilik var; eşya taşıyan pikaplar, daha büyük kamyonlar, hususî aracıyla bir yerden bir yere gidenler… Bir tek şehiriçi toplu ulaşım araçları çalışmıyor. Antakya’da bazı marketler ve restoranlar dışında her yer kapalı. Şehir merkezinden, özellikle de yıkımın en çok olduğu Antakya ve Samandağ’dan şehrin köylerine doğru bir göç yaşanıyor. Antakya, Samandağ, Defne merkezinin sokakları enkaz yığınları arasında gece kapkaranlık…

Köylerde evler birer ikişer katlı ve bahçeli olduğu için insanlar buradaki evlerine veya köylerdeki akrabalarının yanına gidiyor. Gidemeyenler ise şehrin muhtelif yerlerinde oluşturulan çadır kentlerde, evlerinin yakınlarına kurdukları çadırlarda yaşamını devam ettirmeye çalışıyor. 1,61 milyon nüfuslu Hatay’dan Belediye Başkanı Lütfü Savaş’ın açıklamasına göre yıkım nedeniyle başka şehirlere göç edenlerin sayısı 650 bin civarında. Göçün daha çok arama-kurtarma çalışmalarının yapılamadığı, yaşamını yitirenlerin hâlâ altında olduğu büyük bir enkaza dönüşen apartmanların, işyerlerinin bulunduğu; devletin vaktinde çadır, yiyecek, su ulaştıramadığı kent merkezinden yaşandığı gözleniyor. Ailelerin, depremin en çok travma yarattığı çocuklarının başka şehirlerde eğitimini devam ettirmesi için çabaları, iş yerlerini kaybetmesi de göçün diğer nedenleri arasında. Fakat insanların aklı yıkılan, hasar alan evlerinde, işyerlerinde… Bir gün geri dönmenin inancıyla yaşıyorlar.

Ev sahipleri mülkünün kamulaştırılmasını istemiyor

Depremde evi yıkılmamış veya az hasar almış insanlar ise yerini yurdunu bırakmamakta kararlı görünüyor. İskenderun’un Muradiye Mahallesi’nde mesleği kaynakçılık olan İskender Kurt, evinin hasar tespitinde yapılan yanlışlığa dikkat çekiyor. Kurt’la ağır hasarlı raporu verilen evini geziyoruz. İki katlı evin görünürde kolonlarında patlama olmamakla birlikte odaların bazı duvarlarında çatlak var sadece. Kurt, hasar tespitinin üstünkörü yapılmasına tepki gösteriyor:

“Hasar tespiti için gelen yetkililer kolonların sağlamlığını tam olarak kontrol etmeden, demirine, beton durumuna bakmadan sadece fotoğrafını çekip gittiler. Ağır hasarlı olduğunu söylediler. Sonra e-devletten baktık ki ağır hasarlı raporu vermişler. Neye dayanarak ağır hasarlı denildi? Gelip balyozla vursunlar. Bakalım kolon yıkılacak mı? Gelen görevlilere evin kolonlarını göstererek ‘Bu mu ağır hasarlı’ dedim. Bunu yaptığım için bana ‘Sen müteahhit misin?’ diye terslendiler.”

Depremzede İskender Kurt. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Muradiye mahallesi, İskenderun. 10 Mart 2023.

Kurt, şu an oğlunun bahçesindeki çadırda eşiyle birlikte kalıyor. 63 yaşındaki Kurt, yardımların kendilerine ulaşmadığını söylüyor. Bir tek muhtardan su geldiğini, mahallede internet kesik olduğu için interneti kullanamadıklarını ekliyor sözlerine. Depremden önce imara açık olan mahalledeki evinin direkt ağır hasarlı olarak kayıtlara geçirilmesinden öfke duyan Kurt, “Ben binamın doğru dürüst kontrol edilmesini istiyorum. Göz var izan var. Bina duvar çatlakları dışında hiçbir hasar almadı. Bu yüzden evim hakkında yıkım kararı alınmasını, evimin yıkılmasını istemem. Bu mahalleden gitmeyi düşünmüyorum. Burası benim evim. Müteahhide de vermeyeceğim. Kamulaştırılmasını da istemiyorum. Ben tadilat yapıp burada oturmaya devam edeceğim” diyor.

“Çadır sıkıntımız var. Bana beş tane çadır gönderiyorlar. Şu an bu mahallede en az 130 çadıra ihtiyaç var”

Muradiye Mahallesi, İskenderun’un merkezdeki sahil mahallelerinden biri. Depremden önce imara açık olan mahallede binalar müstakil ve ikişer üçer katlı. Mahalle daha önce kentsel dönüşüm uygulanmak istenen Dumlupınar Mahallesi ile komşu. Muhtar Ömer Faruk Bilgili’nin verdiği bilgiye göre Muradiye’de biri kamuya ait olmak üzere 10 civarında yıkılan veya ağır hasar alan bina var. Bilgili, acil yıkılması gereken iki binadan birinin mahalledeki Sağlık Ocağı olduğunu belirtiyor. Kolonları patlayan Sağlık Ocağı’nın binası yola eğik şekilde duruyor. “Çadır sıkıntımız var. Bana beş tane çadır gönderiyorlar. Şu an bu mahallede en az 130 çadıra ihtiyaç var” diyen Bilgili, yardımların yetersiz kaldığını belirtiyor.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının hasar tespit raporuna göre depremlerde en fazla yıkım Hatay’da yaşandı. Antakya’da 3 bin 79, Kırıkhan’da 893, Samandağ’da 351, Defne’de 227, Altınözü’nde 263, Hassa’da 258, İskenderun’da 216 bina yıkıldı. Rapora acil yıkılacak, ağır hasarlı ve yıkık bina sayısı 25 bin 822, konut sayısı 85 bin 724, ticarethâne sayısı 19 bin 646, ahır sayısı 449 olarak kaydedildi. Kayıtlı 130 bin binadan 5 bin 696’sı ile bağımsız bölümden 23 bin 90’ı yıkılırken, 6 bin 318 binada ve 19 bin 505 bağımsız bölümde hasar tespiti yapılamadı.

Mülkiyette hak kayıpları yaşanabilir

Depremde ilk saatler hayatî olduğu hâlde arama-kurtarma çalışmaları gecikirken, kurumlar arasında koordinasyon sağlanamazken, iaşe desteği yetersiz kalırken depremin vurduğu iller için derhâl Olağanüstü Hâl (OHÂL) ilân edilerek yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile 11 ilde imar planı yetkisi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına devredildi. Doğal süreçte büyükşehir ve ilçe belediyeleri tarafından hazırlanan 5 binlik ve binlik nâzım imar planlarına ilişkin mülk sahibinin itiraz hakkı bulunuyordu ancak yetkinin Çevre Bakanlığına devrinden sonra yapılacak planlarda ilân-askı-itiraz gibi denetim mekanizmaları ortadan kalktı.

Depremin etkilediği illerde Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi doğrultusunda Çevre Bakanlığı, ağır hasarlı, orta hasarlı, az hasarlı ve hasarsız ya da ruhsatlı-ruhsatsız bina ayrımı yapmaksızın mahalle ve mahalle statüsündeki köylerde istediğinde kamulaştırmaya gidebilecek. Çevre Bakanı Murat Kurum, orta hasarlı binaların da ağır hasarlı binalarla aynı statüye alınacağını söyledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın orta hasarlı binalar için “Güçlendirme yapmadan yeniden yapılsın” talimatı verdiğini açıkladı.

Resmî Gazetede 24 Şubat’ta deprem bölgesinin yeniden imarı için yayımlanan 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesini  değerlendiren Hatay Mimarlar Odası Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Özçelik, Çevre Bakanlığı aracılığıyla merkezî otoriteye geniş yetkiler tanındığı görüşünde. Yemek kültüründen mimarisine, mekânsal dokuya değin Hatay’ın tarihinden gelen özel bir sosyo-kültürel yapısı olduğunu söyleyen Özçelik “Doğru kararlar alınmadığı, doğru uygulamalar yapılmadığı durumda Antakya’da bu kültürel çeşitliliğin, mekânsal dokunun kaybolma riski büyük. Antakya’da, özellikle de Asi Nehri’nin çevresinde bir yapı seyrelteme yapılması düşünülüyor. Bunun şehrin ruhuna uygun olarak yapılması elzem. Fay hatları üzerine ve yumuşak zemine yapı yapmaktan kaçınarak önlem alınması anlaşılabilir ama hem yapı seyreltme olacağı hem de bina kat sayıları düşük tutulacağı için orada daha az konut üretileceğinden mülkiyet sorunları gündeme gelecek” diyor.

“İnşaata hemen başlanmasında seçimlerin de payı var”

Yüksek mimar Özçelik, depremzedeler için kalıcı konutların inşaatına çok hızlı başlandığını, bunda da yaklaşan genel seçimin etkili olduğunu vurguluyor. İmar-iskân konularıyla ilgili Çevre Bakanlığı tarafından bilgilendirme toplantıları yapıldığını ancak bunun yetmeyeceğini, yerel ve sivil kurumların imar planlama sürecinin bir paydaşı yapılmasının önemine dikkat çekiyor. Hatay gibi kültürel çeşitliliği bulunan, kozmopolit bir kent için ortak akılla hareket edilmesi gerektiğini belirten Özçelik, şunları söylüyor:

“Şimdi tam da seçim sath-ı mailine girildi. Siyaset ve propaganda süreçleri de işin içine girdiğinden depremzedeler için kalıcı konutların yapımına çok hızlı başlanmak, en azından konutların temellerinin atıldığı kamuoyuna gösterilmek isteniyor. Ancak bu hız güvenli yapıların inşa edilmesi için de etüt çalışmaları için de uygun mimarî için de mekânsal dokuya uygunluk açısından da ciddi riskler taşıyor. Bilimin doğasına da aykırı bir durum. Güncel siyasetin bu kadar belirleyici olduğu bir dönemde iki ay sonra birçok şey de değişebilir. Yerel yönetimlerin, meslek odalarının, akademisyenlerin içinde olduğu demokratik ve katılımcı bir imar planlama zeminin oluşturulması ve ona göre yol alınması gerekir.”

126 sayılı kararname belirsizliğe neden oldu

İmar/iskân planında süreç il ve ilçe belediyelerinin yetkisi bakanlığa geçtiği için sivil ve yerel kurumlar, meslek odaları, üniversiteler ve mülk sahipleri dışarıda bırakılarak yürütülüyor. Hatay’ın mahallelerinde, köylerinde konuştuğumuz insanlar ise geleceğe dönük büyük bir belirsizlikle yaşıyorlar. 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi şu soruları gündeme getirdi:

>  Halkların barış içinde yaşadığı çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli Hatay’ın kültürel çeşitliliği, demografisi ve mekânsal dokusu nasıl korunacak?

>  Deprem bölgesindeki halkın imarlı, tapulu mevcut yeri ne olacak?

>  Geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan köylüler, bahçeli müstakil evi olan mülk sahipleri yaşam alanlarından uzaklaştırılacak mı?

> Şehir merkezindeki imarlı arsasında yurttaşın yıkılan ve ağır hasarlı evini yeniden yapabilme veya az ve orta hasarlı binasını güçlendirme, tadile etme hakkı elinden mi alındı?

>  Hâlâ enkazı kaldırılmayan apartmanlarda mülkiyet hakkı bulunanların durumu ne olacak?

Kültürel çeşitliliğin korunmayacağı yönünde endişeler var

Depremin vurduğu illerde 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre meraları, tarım arazilerini ve orman alanlarını da kapsayacak şekilde Çevre Bakanlığına bağlı Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) ve müteahhitlik şirketleri tarafından şehirlerde yapılacak konutlar için rezerv alanlar (yeni yerleşim yerleri) ilân edilecek. İlân edilecek yeni yerleşim yerlerinde Hatay’da 40 bin 426, köylerde 14 bin 141 adet konut yapılacağı duyuruldu. Bakan Kurum, Hatay’da bin 677 konutun yapımına başladıklarını söyledi. Resmî açıklamalara göre bunlardan 821’inin Payas’ta, 364’ünün Altınözü’nde yapılacağı biliniyor. Ayrıca Kurum, Amanos Dağı eteklerinde Antakya’nın yerleşim sürecini başlatacaklarını da açıkladı.

ANKA’nın ulaştığı yeniden yapılaşma planlarının yer aldığı Afet Bölgesi Tasarım Alanları Rehberine göre ise yapılması planlanan konutlar için 10 ayrı proje üzerinden Antakya’da 8 milyon 617 bin metrekarelik bir alan ayrıldı. Antakya’daki konut projelerini Kalyon, NEF, Tahincioğlu ve Optimal adlı müteahhitlik şirketleri yürütecek. 200 bin metrekarelik Belen Proje Alanında Tahincioğlu, proje müellifi Kayabay Mimarlık; Samandağ’da 600 bin metrekarelik Mağaracık Proje Alanında Kalyon şirketleri toplamda 4 bin adet konut üretecek. Ayrıca 1 Mart’ta TOKİ, İskenderun ilçesinin çeperindeki Düğünyurdu Mahallesi’nde yapılacak 492 kalıcı deprem konutu için açtığı ihaleyi en düşük teklifi sunan Oraka İnşaat’a verdi.

“Yerel aktörleri devre dışı bırakırsanız bu kadim şehrin tarihine ihanet etmiş olursunuz. Hatay hıza, plansızlığa, ranta kurban edilmeyecek denli kıymetli bir şehir”

Antakya Çevre Koruma Derneğinin eski başkanı Selda Asker. | Fotoğraf: Asker’in arşivi.

Antakya’nın “yeni yerleşim yerlerine taşınacak olması” kültürel ve ekonomik açılardan ne anlama geliyor? Hristiyanların, Yahudilerin, Ermenilerin, Alevilerin, Sünnilerin yaşadığı mahallelerin, köylerin bulunduğu, farklı anadillerin konuşulduğu Hatay’da her bir inanca sahip halkın kendine özgü bir kültürü, yaşama biçimi ve çeşitli ritüelleri var. Antakya Çevre Koruma Derneğinin eski başkanı Selda Asker, Antakya’nın tarihî ve kültürel dokusunun korunamayacağından kaygılı. Depremde evi ağır hasar alan ve kuzenlerini kaybeden Asker, “Hatay’da her bir topluluk kendi içinde dayanışma içinde yaşar.  Daha da ötesinde Hatay insanlar, topluluklar arası dayanışmanın, bir arada yaşama kültürünün biricik örneğidir” diyor.

Antakya’da dünyanın ilk sokak aydınlatmasının yapıldığı yer olarak bilinen Kurtuluş (Herot) Caddesi’nde Habib-i Neccar Camii, yanında Sarımiye Camii ve onun yanında Katolik Kilisesi, kilisenin çaprazında da Musevi Havrası bulunuyor. Bu ibadethânelerin hemen az ilerisinde 1910’lu yıllarda Fransız mimarlar ve Halepli ustaların emekleriyle inşa edilen ve gül sulu dondurması, ‘haytalı’sı ile özdeş Affan Kahvesi var. Bunlar gibi özgün mimarisiyle bir şehri kültürel, insanî açıdan birbirine kenetleyen, şehrin ruhu olan bu tarihî mekânlar depremde ya yıkıldı ya ağır hasar aldı ya da zarar gördü. Habib-i Neccar Camii’nin kubbesi çöktü, Sarımiye Camii’nin minaresi yıkıldı, kilise ve havranın çatısı zarar gördü, Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi, Antakya Protestan Kilisesi çöktü. Eğer Hatay yaşatılmak isteniyorsa kilise, havra, cami gibi tarihî mekânların aslına uygun olarak onarılması gerektiğine vurgu yapan Asker “Bu mekânları mekân yapansa buranın insanlarıdır. Mekânlar insanla yaşar” diyor. Asker, bu yüzden insanların tarih boyu kendi ibadet merkezlerinin çevresinde konumlandığını söylüyor.

“Göç edenler yine dönecek”

Art arda yaşanan depremlerde Antakya’nın merkezinde en çok yıkım Asi Nehri’nin çevresindeki binalarda oldu. Kendini iklim aktivisti olarak da tanımlayan Selda Asker, Amik Gölü’nün 1955’ten itibaren kurutulmaya başlanmasıyla Asi Nehri’nin yatağının değiştirildiğini, oradaki binaların da nehrin üzerine yapıldığını hatırlatıyor. “Elbette yeniden yapılaşma bilimin ışığında zemin etütleri yapılarak, bilimsel yöntemler ve çağdaş inşaat teknolojileri kullanılarak yapılmalı” diyen Asker şu uyarıyı yapıyor:

“Antakyalıların burada bir yaşama biçiminin, bayramlarının, özel günlerinin; kendine has bir kültürü olduğu unutulmamalı. İnsanları mahallesinden, köyünden kopararak şehrin uzak noktalarına taşırsanız, birbirinden uzaklaştırırsanız yüz yıllık yaşama biçiminden de mahrum bırakırsınız. Bu şehrin üniversitelerinde saygın arkeologlar, şehrin tarihini, mimarî dokusunu bilen akademisyenler var. Bir oldu bitti ile değil de onların da paydaş olduğu bir yeniden plan ve yapılaşma komisyonuna benzer bir kurul kurulması gerekir. Yerel aktörleri devre dışı bırakırsanız bu kadim şehrin tarihine ihanet etmiş olursunuz. Hatay hıza, plansızlığa, ranta kurban edilmeyecek denli kıymetli bir şehir.”

Asker, depremlerde yıkım nedeniyle Hatay’dan göç edenlerin şehre yeniden döneceğini düşünüyor. Hiç kimsenin mahallesinden, köyünden ayrılmak istemediğini söyleyen Asker, “Hatay’da insanlar çadırlarını evinin önüne kurdu. Evini, işini kaybeden, deprem sonrasında kalacak çadır bile bulamayan, yiyeceğe ulaşamayan, tuvalet gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlar ise gitti. Ama inanın Hataylılar buradan gitmek istediği için değil, zorunlu kaldığı için gitti. O gidenler bir gün yine buraya dönecek. Bir evi olmasa da evlerinin ve işyerlerinin mülkü, hayatı, hâtırası, çocukluğu, eşi dostu; her şeyi bu şehirde.”

Mülk sahipleri borçlandırılacak; kiracılarla ilgili bir çözüm sunulmadı

İmar planlamanın tek merkezden yapılıp mevcut yerleşim yerlerinin direkt belirlenecek rezerv alanlara taşınacak olması “Hatay’ın kimliksizleştirilme süreci” olarak yankılanırken, yapılması muhtemel konutlara depremzedenin nasıl sahip olacağı da belirsizliğini koruyor. Siyasî iktidarın konut politikasına göre TOKİ ile müteahhit şirketlerinin yapacağı konutlara depremzede yüzde 60’ını devletin yüzde 40’ını ise kendi karşılayarak girip oturabilecek. Ancak evlerin kaç milyon liradan satışa çıkarılacağı belli değil.

Sadece evi ağır hasarlı veya evi yıkılmış olan afetzede konutlara iki yıl ön ödemesiz 20 yıl borçlanmak suretiyle sahip olabilecek. Afetzede depremden önce Doğal Afet Sigortalar Kurumu (DASK) sigortasını yaptırmış olma şartıyla konut ve konutlar için verilecek krediden yararlanabilecek. Tapusu bulunan depremzedenin kalıcı barınma sorununda “çözümün” konut satışı olarak formüle edilmesi; kiracılık etmiş depremzedeyle ilgiliyse bir çözüm yolu sunulmaması ‘sosyal devlet’ kavramı açısından tartışma konusu.

Pazarcık, Elbistan, Defne merkezli depremlerde Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı Kapısuyu köyü büyük yıkımın yaşandığı köylerden oldu. Köyün yarısından fazlası yıkılırken köyün içme ve kullanma suyunu karşılayan su sistemi çöktü. Depremler olduğundan beri su verilmeyen ve elektriklerin sık sık kesildiği köyde yöre halkı su ihtiyacını uzak noktalardaki tankerlerden taşıdığı suyla karşılıyor. Köye seyyar tuvalet ve yıkanma kabinleri ise Afet gönüllülerinin girişimleriyle getirtildi. Ancak tuvalet ve yıkanma kabinlerine su hattı çekilemedi. Kendi imkânlarıyla temin ettikleri çadırlarda, brandalardan oluşturdukları barakalarda yaşayan köylüler bulaşıcı hastalıkların yaşanmaması, özellikle de su ve hijyen konusunun çözülmesi için çağrı yaptı.

Kapısuyu köyü birçok inanca, kültüre ev sahipliği yapan, insanların yüzyıllar boyu barış içinde yaşadığı Hatay’da 500 haneli bir Sünnî köyü. Bir dağ köyü olan Kapısuyu’nda depremlerde en az 250 ev ağır hasar aldı veya yıkıldı. Bin 923 nüfuslu köyde depremlerde iki can kaybı yaşandı. Birbiriyle akraba olan köy halkı evlerinin bahçesine, tarlalarına kurduğu çadırlarda ve barakalarda bir arada yaşıyor. Hâlâ çadır ulaştırılamayan onlarca aile var. Ermenilerden kalan köyün meydanında kiliseden dönüştürülen cami ise ağır hasarlı. Depremde köyün yolları çökerken yıkılan binaların taşları ise ara sokakları kapatmış durumda. Köye bir akşam vakti konuk oluyoruz.

Depremde yıkılan taş evlerden sadece biri. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 11 Mart 2023.

Köyde çiftçilik yapan Mehmet Coşkun, yakınında çadır kurdukları evinin önünde karşılıyor bizi. Evi depremlerde ağır hasar almış. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığından gelen yetkililer eve kesinlikle girilmemesi gerektiğini söylemiş. Coşkun, “Hayatın boyunca zar zor bir ev yaparsın, o da gider. Yaşım elli. Ben bir daha nasıl ev yapacağım? Nasıl yeni bir düzen kuracağım?” diyor.

En büyük sorun tuvalet

Çadırın yanına kurulan masanın etrafı çok geçmeden dolup köylüler deprem sonrası yaşadıklarını anlatırken yüzlerindeki hüzün, titreyen seslerindeki öfke hemen dikkati çekiyor. Köye gittiğimizde tuvalet ve yıkanma kabinleri yoktu. Depremzede Coşkun, biraz da çekinerek ağır hasarlı evlerine giremedikleri için yıkanamadıklarını, tuvalet ihtiyaçlarını kendilerinin oluşturduğu alanlarda gidermeye çalıştıklarını söylüyor. Depremin ancak 39. gününde seyyar tuvalet ve yıkanma kabinleri Afet gönüllülerinin girişimleriyle getirtilse de henüz su bağlantıları yapılamadı.

Mehmet Emre Uçar. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 10 Mart 2023.

Kapısuyu, Hatay’da Akdeniz’in en güzel göründüğü köylerden. Sayfiye yeri Çevlik plajının hemen üstünde yer alıyor. Köyün ilk sakinleri Ermenilerin yaptığı binaların çoğu yıkılmış. Depremzedelerden Mehmet Emre Uçar ile evinin yanına gidiyoruz. Defne merkezli 6,4’lük depremde ağır hasar alan bina yıkıldı yıkılacak durumda. Evin bulunduğu sokağın yolu en az 30 santimetre çökmüş. Yoldaki yarık yukarıdan aşağı doğru uzayıp gidiyor.

Köy birinci derece sit alanı statüsünde yer alıyor. Evi ağır hasar alan Mehmet Coşkun, köyün geleceğinden duyduğu kaygıyı anlatıyor: “Burası sit alanı olduğundan evlerimiz için belki kaçak yapılanma diyecekler ama dedelerimin zamanından beri bu köyde yaşıyoruz. Burada evlendik. Çocuklarımız burada doğdu. Devlet yıllarca elektriğimi, suyumu vermiş. Bunlar üzerinden vergi alınırken bana denmemiş ki senin evin kaçak.”

Yusuf Yiğit. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 10 Mart 2023.

“Buradan gitmeyiz”

Evleri yıkılanlara, yaşamı bu kadar güçleşen insanlara “Buradan gitmeyi hiç düşündünüz mü?” diye sorduğumda yine Kapısuyu’nda kalmak istediklerini söylüyorlar. Köyün sakinlerinden Yusuf Yiğit, “Belki evimin bulunduğu parsel inşaat için uygun olmayabilir ama gücümüz olursa evimi yine bu köye yapmak isterim. Buranın havasıyla, suyuyla toprağıyla bir bütün olmuşuz. Buradan nasıl gideriz” diyor.

Akşam vakti köyün sokaklarında gezerken insanların branda bezinden yaptıkları çadırlara rastlıyorum. Üç-dört aile aynı çadırda kalıyorlar. Depremde kopan büyük kaya parçalarının yanından geçerek bir çadıra konuk oluyorum. Ailesi, yaşlı teyzesi ve akrabalarıyla evin tandır bölümüne yaptıkları barakada yaşayan Hikmet Külahlı, depremde oğlunun eşinin ve torununun hayatını kaybettiğini söylüyor. Külahlı, kısa bir sessizliğin ardından “Hatay’da nasıl bir yıkımın olduğu sonradan görüldü ve buraya çok geç gelindi. Özellikle de depremin ilk günlerinde süreç çok ağır yürüdü. Doğru dürüst acımızı bile yaşayamadık” diyor. Başsağlığı dileyerek ayrılıyorum yanlarından.

Külahlı ailesi. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 10 Mart 2023.

“Vali, milletvekili geldi, derdimizi dinlemedi”

Köylüler çadırın yanındaki bir odun sobası etrafında dertlerini konuşmaya devam ediyor. Tekrar oturuyorum yanlarına. Gençlerden biri bir bardak çay getiriyor. Sohbet derinleşiyor. Mehmet Coşkun, iki sözün arasında köylerine gelen devlet yetkililerini hatırlatıyor. Bir süre önce milletvekili adaylığı için istifa eden Hatay Valisi Rahmi Doğan ve Ak Parti’den milletvekili Hüseyin Yayman’ın taziye için Kapısuyu köyüne geldiğini öğreniyorum. Coşkun, vali ile milletvekilini hatırlayınca geriliyor: “Burada derdimizi anlatacaktık. Dediler ki, ‘Biz taziyeye geldik. Şimdi yeri değil.’ Zor günler yaşıyoruz. Nezâketen bile olsa bizi dinleyen olmadı. Bu süreçler ilgili bizi aydınlatan yok. Gelip ‘Kardeşim senin evin yıkıldı. Eşyan, hayvanların öldü. Ne yapacaksın?’ diye soran yok.”

Kapısuyu’nda insanlar çaresizlikleriyle baş başa kalmış. Kendilerini yalnız hissediyor. İnternet sık sık kesildiği için iletişim kanallarının kapandığından şikâyet eden köyün gençleri şimdiye kadar ihtiyaçların karşılanamamasına tepkili. Hararetli tartışma gece geç saatlere kadar sürüyor.

Kiliseden dönüştürülen ağır hasarlı caminin minaresi tehlike saçıyor

Ertesi gün öğleden sonra yine Kapısuyu’na geliyoruz. Minaresi ayakta olsa da depremde köyün camisi, köy kahvesi büyük hasar almış. Tek açık dükkân Mustafa Coşkun’un bakkalı. Bakkal depremde orta hasar almış. Cami işte o bakkalın hemen yanında yer alıyor. Ermenilerin yaşadığı dönemde, 200 yıl önce kilise olarak inşa edilen bina 1959’dan sonra minare eklenerek camiye dönüştürülmüş. Ancak hasar aldığı için minare her an yıkılacak durumda. Coşkun, “Anıtlar Kurulunu aradım. Hatay’daki müdürlükle irtibata geçmemi söylediler. Fakat burası deprem bölgesi. Hiçbir kurumun binası ayakta değil. Kimseye ulaşamadık. Sonra kurulu tekrar aradım. ‘Buradan insanlar gelip geçiyor. Bir canımız daha giderse sorumlusu sizsiniz’ dedim. Hâlâ daha müdahale edilmedi” diyor.

Köy camisi. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 11 Mart 2023.

Coşkun, depremin ilk günlerinden itibaren yaşadıklarını anlatmaya başlıyor. Yardımların geç ulaşmasından şikâyetçi. Yardımların sadece köyün yanından geçen anayolun kenarındaki çadırlara geldiğini söylüyor. “Yukarı tarafta ailelerin yaşadığı en az 10-15 çadır daha var. Buralara hiçbir yardım gelmiyor. Devlet yetkilileri ihtiyaç sahiplerini tek tek tespit edip yardımları ona göre paylaştıramaz mı?” diyen Coşkun, kaldıkları çadıra depremin ancak 15. gününde güç bela ulaştıklarını anlatıyor:

“Deprem olmuş. Yağmur yağıyor. Hava soğuk. Evlerimiz yıkılmış. Acilen bir çözüm bulmamız gerekti. Defne, zeytin topladığımız brandalarla kendi çadırımızı yaptık. 27 kişi günlerce bu çadırda kaldık. Sonra muhtara çadıra ihtiyacımız olduğunu söyledim. ‘Karakolda var ama vermiyorlar’ dedi. Çevlik karakoluna giderek çadır istedim. Dediler ki, muhtarın gelmesi lazım. Bana çadırı vermediklerini söyleyen de muhtar hâlbuki. Ben buradan çadır almadan gitmeyeceğim dedim. İçerde kaymakam, tarım müdürü filan toplantı yapıyorlarmış. Kaymakamla görüşmek istediğimi söyledim. Orada sahil güvenlikten bir astsubay gördü beni. Ona derdimi anlattım. ‘Bana bir saat ver’ dedi, ‘bir saat sonra seni arayacağım.’ Sonra ‘çadırını gel al’ diye aradı. Böyle ulaştık çadıra. Şimdilik idare ediyoruz ama önümüzdeki aylarda havalar ısınacak. Burada yılan çok olur. Artık konteynerlere ihtiyaç var.”

Çiftçilikle de uğraşan Coşkun’un 80 yaşlarında astım hastası bir annesi ve yürüyemeyen bir babası var. Tuvalet ihtiyacını çok zor şartlarda karşıladıklarını söylerken öfkesini gizlemeden “Elektriklerimiz sürekli kesiliyor. Dedim ki annemin oksijen tüpü için bir tane jeneratör ayarlayın bize. Şu dönemi atlatalım. Sonra yine geri alın. Ama sesimizi duyan olmadı” diyor.

Hüseyin Kaynak. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 11 Mart 2023.

“Hayvanlar aç sefil durumda kaldı”

Köyün sokaklarını gezerken yıkımı bu kez gündüz gözüyle görüyoruz. Köyde taş taş üstünde kalmamış. Tarihî köyde her yer yıkılan binaların taşlarıyla dolu. Taşların, maloz yığınlarının üzerinden geçerek ilerliyoruz. Sokaklardan birinde 50’li yaşlarda bir kişiye rastlıyoruz. Adı Hüseyin Kaynak, çiftçi. Altında ahırı olan iki katlı evinin kolonları patlamış. Evini, ahırını gösteriyor bize. Evi girilmez durumda. Canlarını ve hayvanlarını son anda kurtarmışlar: “15 ineğimi de enkaz altından çıkardım. Hayvanları besleyecek yemimiz ve samanımız yok.”

Tabii Afetlerden Zarar Gören Çiftçilere Yapılacak Yardımlar Hakkındaki Kanuna göre devlet afet dönemlerinde kayıtlı veya kayıtsız hayvan ayırt etmeksizin çiftçilikle geçinenlerin afet nedeniyle oluşan zararını yüzde 70’e kadar karşılamakla mükellef. Fakat köye şimdiye kadar sadece bir defa yem yardımı yapılmış. Çiftçilik yapan Yusuf  Yiğit’in de evi ve ahırı 6,4’lük Defne depreminden sonra ağır hasar almış, hayvanlarını bin bir zorlukla enkaz altından çıkarmış. “Benim dört tane sığırım vardı. Bir çuval yem verdiler. Bu hayvanlar için bir çuval yem ancak iki-üç günlük. Bir insan nasıl yiyip içiyorsa hayvan da öyledir. Hayvanlarımız zayıfladı. İki yıldır baktığım 500 kiloluk hayvan 300 kiloya düştü. Hayvanlarım aç, sefil durumda kaldı.” diye anlatıyor yaşadıklarını.

Kapısuyu’nda insanlar geçimini ekip biçerek, hayvancılıkla ve tarım işçiliğiyle sağlıyor. Köyde yüzlerce defne, zeytin, portakal ağacı bulunuyor. Defne sabunu, zeytin, portakal üretiyorlar. Mevsimine göre de domates, biber, patlıcan gibi sebzeler yetiştiriyorlar. Maydanoz köyde en çok yetiştirilen tarım ürünlerinden. Fakat hasat tam deprem dönemine denk geldiği için maddî yönden de büyük kayıpları olmuş.

Köyün su kanalı. | Fotoğraf: Sercan Engerek. Kapısuyu köyü, Hatay. 11 Mart 2023.

Köyün su nakil hattı çöktü, köylü onarılmasını istiyor

Köyde çözülmesi gereken en acil konu su sorunu. Hem tarlalarını suladıkları hem de içme ve kullanma suyu olarak kullandıkları kaynak suyunu köye nakleden boru hattı depremde hasar almış. Mustafa Coşkun’la ormanın içindeki patika yoldan o su kaynağının bulunduğu yere doğru yürüyoruz. Daha önce bir bölümüne kadar araçların da girebildiği o yol depremde dağdan kopan kaya parçaları nedeniyle kapanmış. Taşların üzerinden su kaynağına doğru tırmandıkça ciğerlerine dağ havasının dolduğunu hissediyor insan. Ama sarp kayalar da bir o kadar ürkütüyor insanı. 3-4 kilometrelik bir yürüyüşten sonra nihayet su kaynağına varıyoruz. Metreküplerce taş parçasının üzerine düştüğü su boruları parçalanmış. Ancak kaynağın çıkış noktasından gürül gürül bir su sesi geliyor hâlâ.

Suyun 90’lı yıllarda kurulan boru hattı ve dinamo sistemiyle köye nakledildiğini söyleyen Coşkun, “Suyun kaynağı sarp kayalık bir bölgede. Kayaların düşme tehlikesi var. Burada iş makineleri nasıl çalışacak? Su kanalı nasıl onarılacak? Bilmiyoruz. Yetkilileri bir an önce çözüm bulmaya davet ediyoruz” diyor.

Köyün kaderi işte bu su kanalının onarılmasına ya da su kaynağından köye yeni bir su sistemi kurulmasına bağlı. İlk yazın ekinleri tarlalarda o suyla sulanacak. Köye Afet gönüllülerinin çabalarıyla getirtilen tuvalete de yıkanma kabinlerine de su bu şekilde gelmiş olacak. Altyapısı hasar alıp içme, kullanma suyu ile kanalizasyon suyunun birbirine karıştığı Hatay şehrinde köyün dağ suyuna yeni bir kanal yapılabilirse köylü içme suyuna bu şekilde kavuşacak.

Merkez üssü Kahramanmaraş olan 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki depremlerden önce habere Türkiye’nin kırmızı Pazartesisi* tanımıyla giriş yapmıştım. Kapsamlı bir deprem haberi üzerine çalışırken, 10 kent büyük bir felaketi yaşadı. 

6 Şubat 2023 tarihinde sabaha karşı saat 04.17’de merkez üssü Kahramanmaraş olan 7,7 büyüklüğündeki deprem şimdiye kadar Türkiye’den yaşanan en büyük ikinci deprem olarak kaydedildi. 6,0’dan büyük birden fazla artçı depremin meydana geldiği bölgede saat 13.24’te 7,6 büyüklüğünde ikinci büyük bir deprem meydana geldi. Yaşanan ikinci depremle yıkımın boyutu arttı ve arama kurtarma çalışmaları kesintiye uğradı. Türkiye’deki depremler Suriye’nin İdlib, Halep, Hama, Lazkiye, Tartus ve Rakka illerinde de şiddetli hissedildi. Bu kentlerde de büyük yıkımlar meydana geldi. 

Türkiye’de şu ana kadar 20 bini aşkın kişi hayatını kaybetti. 80 binden fazla ise yaralının bulunduğu depremde tespit edilebildiği kadarıyla 6 binden fazla bina yıkıldı. Tahminlere göre, binlerce kişi hâlâ enkaz altında. 24 saat içinde irili ufaklı 100’den fazla depremin gerçekleştiği bölgede artçı depremlerin 2-3 yıl sürebileceği belirtiliyor. Suriye’de ise yetkililer 2 binden fazla kişinin hayatını kaybettiğini, 2 bin 950’den fazla kişinin ise yaralandığını belirtiyor. 

Uzmanlar bölgedeki olası depremler için uyarmıştı

6 Ekim 2019 tarihinde CNN TÜRK ekranında depremle ilgili açıklamalarda bulunan Yer bilimci Prof. Dr. Naci Görür, Doğu Anadolu Fay hattındaki tehlikeye dikkat çekerek, “Doğu Anadolu fayına bir uyarı yapmak istiyorum. Bu fay uzun zamandır suskun. Doğu Anadolu fayı uzun zamandır suskun. Aşağı yukarı bin 500 yıllarından beri deprem olmadı. Büyük depremler olmuş. O bölgeler için ciddi risk söz konusu. Elazığ-Bingöl arası” dedi.

Görür, 24 Aralık 2020 tarihinde CNN ekranındaki başka bir açıklamasında ise “2020 yılında da Elazığ Sivrice’de deprem oldu. Bu deprem hattı Sivrice ile Pütürge arasındaki fay kolunu kırdı. Dolayısıyla hem Elazığ’ı hem de Malatya’yı etkiledi. Sivrice hattı kırılınca dikkatimizi onun Güneybatısında yer alan Çelikhan-Erkenek arasına ve Maraş-Türkoğlu yöresine dikkat çekmeye başladık. Çünkü böyle doğrultu atımlı faylar bir yerde büyük deprem ürettikleri zaman o fay üzerinde onun devamı olan yerlerde stresi artırır. Deprem olduğu zaman kırılan fay kolunun enerjisinin önemli bir kısmı sismik dalga halinde veya bir ısı şeklinde boşalır ancak önemli bir kısmı da o fayın devamına transfer olur. Dolayısıyla Elazığ-Malatya arasında kol kırıldığı zaman Çelikhan-Erkenek bölgesine dikkat etmek gerekir. Bir de tarihi depremlere bakarız. Tarihte ne olmuşsa günümüzde de benzer şeyler olabilir. Gerçekten de o bölgenin sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Hangi yer bilimciye sorsak sıkıntılı olarak sayacaklarının arasında Çelikhan-Erkenek, Maraş-Türkoğlu yöresini sayar. Zaman varken yerel yönetimlerin, halkın hazırlıkları yapmasında fayda var” diye konuştu.

Hatay. 9 Şubat 2023. | Fotoğraf: Video aktivist Hakan Tosun.

“Hatay’da gelecekte çok büyük depremler olabilir”

18 Aralık 2022 tarihinde Hatay Kırıkhan merkez üssünde 4,8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Kısa bir süre sonra 4,7 büyüklüğünde bir deprem daha yaşandı.  Kırıkhan depreminin ardından deprem uzmanı Prof. Dr Şükrü Ersoy, Kırıkhan merkezli olmak üzere 4,8 büyüklüğünde deprem sonrası, “Bu 4,8 büyüklüğündeki deprem bu bölgede enerjisini almış değil gelecekte de çok büyük depremler olabilir. Normaldir bölgenin deprem potansiyeli açısından Kırıkhan ilçesinden geçen fay hattı Hatay’dan Kızıldeniz’e kadar giden kuzey güney doğrultulu çok uzun bir faydır. Dolayısıyla geçmişte çok büyük bir deprem üretti. Gelecekte de büyük depremler üretebilir. Bu bakımdan buradaki yöneticilerin karar vericilerin yapı stokların denetlenmesi yapımı ve mevcut yapı stoğunun kentsel dönüşümle yenilenmesi adımına önemli çalışmalar yapması gerekiyor. Çünkü deprem sizi beklemez mutlaka zeminle depremin barışık olması gerekir. Yapılan yapıları sağlam yaparsak korkulacak bir şey yok ama mevcut yapı stoku içerisinde hasar görebilecek çok sayıda bina olabilir” ifadelerini kullandı

Türkiye’de her ay 2 bin, her yıl ise 25 bin deprem oluyor. 1930’lardan bu yana 6,0’dan büyük depremlerde en az 100 bin kişi hayatını kaybetti, yüzbinlerce insan yaralandı

Anadolu coğrafyası 1500’lü yıllardan bu yana pek çok yıkıcı depremle yüzleşti. Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafyada son 120 yılda 79 adet yıkıcı deprem meydana geldi. Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi Dekanı Jeoloji Mühendisi Prof. Dr. Şükrü Ersoy’un 8 Şubat 2023 tarihinde FOX TV ekranında yaptığı açıklamaya göre, Türkiye’de her ay 2 bin, her yıl ise 25 bin deprem oluyor. 

Modern Türkiye devletinin ilk yıllarından bu yana yıkıcı pek çok deprem geride kaldı. Bu depremlerin başlangıcı olarak 13 Mart 1939 tarihinde gerçekleşen 7,9 büyüklüğündeki Erzincan depremi gösterilebilir. 1930’lardan bu yana 6,0’dan büyük depremlerde en az 100 bin kişi hayatını kaybetti, yüzbinlerce insan yaralandı. 

1987 yılında Maden Tetkik ve Arama (MTA) Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen, Türkiye’de var olan ve deprem potansiyeli taşıyan aktif fayların haritalanmasına yönelik proje 1987 yılında tamamlandı. 1992 yılında ise Türkiye Diri Fay Haritası yayınlandı. Ardından bu harita dikkate alınarak dönemin Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından uygulamada kullanılan yönetmeliklere esas olan Deprem Bölgeleme Haritası yenilendi. Gelişen bilgi altyapısı ve teknoloji ile Türkiye Deprem Tehlike Haritası ise en son 2018’de güncellendi.

Kahramanmaraş. 11 Şubat 2023. | Fotoğraf: Bağımsız gazeteci Fatih Pınar.

Fay Yasası

Erzincan depremi sonrasında 1940 yılında “Zelzele Mıntıkalarında Yapılacak İnşaata Ait İtalyan Yapı Talimatnamesi” adıyla yayımlanan yönetmelikte, yapılan değişikliklerle günümüze kadar ulaştı. Sırasıyla 1944, 1949, 1953, 1962, 1968, 1975, 1998, 2007, 2011 ve 2018 yıllarında yapılan değişiklikler bina deprem yönetmeliğine bugünkü şeklini verdi. 

2018 Türkiye Deprem Bina Yönetmeliği’ne göre sahaya özel deprem tehlike analizi, sahaya özel zemin davranış analizi ve yüksek binaların analizinin yapılması öngörülüyor. Dört farklı deprem düzeyinin tanımlandığı yönetmelikte, deprem yer hareketinin spesifik olarak tanımlanmasını sağlanıyor.  

Ancak deprem alanında çalışan uzmanlar söz konusu mevzuatı eksik bularak bir Fay Yasası olması gerektiğini bir süredir gündeme getiriyor. 24 Ocak 2020 tarihinde Malatya Doğanyol merkezli 6,7 büyüklüğündeki depremin ardından İçişleri Bakanlığı tarafından Fay Yasası çalışması başlatıldı. 30 Ekim 2020 tarihinde Yunanistan’ın Samos Adası merkezli 6,9 büyüklüğündeki deprem, 70 km uzaklıktaki İzmir’in Bayraklı ve Bornova semtlerine ağır hasar ve kayıplara yola açtı. Kamuoyunda İzmir Depremi olarak da bilinen deprem sonrası Fay Yasası yeniden gündeme geldi.

“Dünyanın hiçbir yerinde fay üzerinde yapılaşma olmaz. Türkiye’de fay üzerindeki yapılaşmaya son vermek için özel bir fay yasasına ihtiyacımız var”

Afet riskini en aza indirmek amacı taşıyan Fay Yasası, fay hattı geçen kentlerde fay üzerindeki yerleşim yerlerinin kontrol altına alınmasını öngörüyor. Bu kontrol kapsamında fay hatları üzerinde gerçekleşen yapılaşmaların önüne geçilmesi ve mevcut yerleşim yerlerinin kentsel dönüşümle yıkılarak yurttaşların daha güvenli bölgelere taşınması öngörülüyor. 

Yasa tasarısı ile fay hatların imar planlarına işleneceği ve yerleşim yerlerinin hangi yöne doğru ilerleyeceği belirlenecek. Tasarı ile yerleşim yerlerinin tamamının değil sadece fay hattına denk gelen kısımlarının kapatılması ve fay çevresine denk gelen yerleşim yerlerindeki binalara kat sınırlaması öngörülüyor. 

Tasarı,  “İmar Yasası, Kentsel Dönüşüm Yasası, Belediye Yasası, Yapı Denetim Yasası ve Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanunu’nu yakından ilgilendiriyor. 

Adıyaman. 9 Şubat 2023. | Fotoğraf: Gazeteci Rabia Çetin.

Hangi ülkelerde fay yasası var?

Türkiye’de tartışılan Fay Yasası, dünyada sadece iki ülkede uygulanıyor. İlki Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Kaliforniya eyaletinde 1971 yılında meydana gelen ve yıkıcı etkileri olan San Fernando depremi sonrası yürürlüğe giren Alquist-Priolo Deprem Fay İmar Yasası. Bu yasa ile yüzey kırığı kaynaklı hasarları en aza indirmek amaçlanıyor. İkinci fay yasası ise başka bir deprem ülkesi Yeni Zelanda’da bulunuyor. 1991 yılında yürülüğe giren yasa ile,  arazide açıkça görülen fayların üzerine ve faylardan güvenli bir uzaklıkta olmayan yerlerde yapılaşma yasaklanıyor. Fay hatları üzerinde güvenli yapılaşma için bölgesel olarak ABD’de Tek Tip Bina Yasası, Avrupa’da ise Sismik Tasarım Yasası gibi düzenlemeler bulunuyor. 

Uzmanlar ne düşünüyor?

Türkiye’de deprem alanında çalışan uzmanları fay yasası konusunda farklı görüşlere sahip. TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası, “7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun kapsamında gündeme getirilen, “Fay Yasası” konulu bir ek yasaya gerek olmadığı” düşüncesinde. Kurum, mevcut kanunların/genelgelerin doğal olay (deprem, heyelan, kaya düşmesi, çığ, sel-taşkın, vb.) kaynaklı afet zararlarının azaltılması yönünde bilimsel normlar dikkate alınarak yeniden güncellenmesi yeterli olacağını düşünüyor.

Gezegen 24’e açıklamalarda bulunan Jeoloji Mühendisi Prof. Dr. Şükrü Ersoy ise, Fay Yasası’nın yararlı olacağı görüşünde, “Pek çok teknik özellikten dolayı uzmanlar görüş birliğinde değil ancak ben fay yasasının yararlı olacağını düşünüyorum. Dünyanın hiçbir yerinde fay üzerinde yapılaşma olmaz. Türkiye’de fay üzerindeki yapılaşmaya son vermek için özel bir fay yasasına ihtiyacımız var.” 

Fay Yasası dışında Türkiye’nin bir afet bakanlığına da ihtiyaç duyduğunu söyleyen Prof. Dr. Ersoy, “Sadece deprem değil Türkiye’de pek çok meteorolojik afet var. İçişleri Bakanlığı’na bağlı AFAD var ancak yaşanan afetler karşısında yeterli değil” ifadelerini kullanıyor.

20 yıllık iktidarında 2011 Van, 2020 Elazığ-Malatya, 2020 İzmir depremleri gibi ağır hasarlı ve can kayıplı depremleri yaşamış AK Parti’nin programında depreme yönelik herhangi bir vaad yer almıyor

Adıyaman. 8 Şubat 2023. | Fotoğraf: Gazeteci Rabia Çetin.

Siyasi partiler deprem önlemleri konusunda neler vadediyor?

Deprem Türkiye’de siyaset konusu olagelen bir gündem. Kimi siyasetçiler sorumluluklarında azade olmak için, kimileri ise siyasi rakiplerini yetersiz göstermek için sık sık deprem sonrası yaşanan felaketleri gündemde tutuyor. 

Deprem mevzuatı, bunların uygulamalarında eksiklikler, kaçak, güçsüz ve yetersiz binaların imar affı ile kayda geçirilmesi tam anlamıyla siyasetin konusu. Mayıs 2023’te yapılması planan Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçimleri öncesinde mecliste vekili bulunan siyasi partilerin programlarında ve seçim vaatlerinde** depreme yönelik vaatlerini inceledik. 

20 yıllık iktidarında 2011 Van, 2020 Elazığ-Malatya, 2020 İzmir depremleri gibi ağır hasarlı ve can kayıplı depremleri yaşamış AK Parti’nin programında depreme yönelik herhangi bir vaat yer almıyor. Parti programında 2023 seçim vaatlerini henüz yayınlanmayan iktidar partisinin seçim beyannamesinde deprem başlığı yer almıyor.

Bütüncül deprem programı

Ana muhalefet partisi, CHP’nin parti programında “Depreme Hazırlıklı Kentler” başlığı bulunuyor. Bu başlık altında, afet yönetim sistemini bir bütün olduğu vurgulanıyor ve seçimin kazanılması halinde deprem konseyinin yeniden kurulacağı belirtiliyor. Deprem zararlarının azaltılmasını amaçlayan Ulusal Deprem Konseyi 2007 yılında kapatılmıştı. 

Ulusal afet yönetimi stratejik planının hazırlanması öngörülen programda, deprem risklerini azaltma konusundaki mevzuatın yenileneceği belirtiliyor. Programda yer alan depremler ilgili diğer temel başlıklar ise şöyle:

-Deprem risk alanları yeni veri kaynakları ile güncellenecek.

-Risk azaltma yöntemi planı hazırlanacak.

-Uzun vadeli yerleşim planı yürürlüğe konulacak. 

-Tarihi mirasa ve kamu bina ve tesislerine, depreme karşı öncelikli güçlendirme uygulamaları yürütülecek. 

-Deprem Fonu oluşturularak, dar gelirli ailelerin konutları başta olmak üzere, uzun vadeli ve düşük faizli kredi olanağı yaratılacaktır.

-Mahalle afet gönüllüleri sistemi oluşturulacak.

-Yeni bir yapı denetim yasası hazırlanacak.

Milletvekili dağılımında meclisin üçüncü büyük partisi olan HDP’nin parti programında, depremle ilgili “Doğal, tarihi ve kültürel varlıklara ilişkin korumaları kaldırmayı amaçlayan mevzuat saldırılarının da karşısında olarak, deprem, sel ve toprak kayması gibi doğal felaketlere karşı gerekli tedbirlerin alınması için mücadeleyi sürdürür” ifadesi yer alıyor. 

MHP’nin parti programında ise “Her türlü yapılaşmanın coğrafi ve jeolojik etütleri tamamlanmış, başta deprem olmak üzere sel, heyelan ve diğer doğal afetlere karşı güvenli alanlarda kurulması sağlanacak, mevcut yerleşimlerde ise bu doğrultuda kentsel dönüşüm projeleri uygulanacaktır. Konut ve her türlü bina üretiminde depreme dayanıklılığı esas alan teknoloji ve standart malzeme kullanımı sağlanacak, sağlıklı, güvenli, kaliteli ve ekonomik konut üretimine önem verilecek, zemin etüdü aşamasından iskân ruhsatı aşamasına kadar etkin denetim yapılacaktır” ifadesi yer alıyor. 

İYİ Parti’nin parti programında ve partinin diğer temel belgelerinde deprem ile ilgili herhangi düzenleme yer almıyor. 

“Deprem Vergisi için 2000 yılından bugüne kadar 70,2 milyar TL toplandı. Bu para ile 1 milyonun üzerinde daire depreme dayanıklı hale getirilebilirdi”

Adıyaman. 8 Şubat 2023. | Fotoğraf: Gazeteci Rabia Çetin.

“Deprem vergileri nerede?”

Türkiye İşçi Partisi’nin parti programında depremle ilgili herhangi bir düzenleme yer almıyor. Ancak 2022 tarihli Türkiye İşçi Partisi Politika ve Tutum Belgesi’nde “AKP ile kalıcılaşan Deprem Vergisi için 2000 yılından bugüne kadar 70,2 milyar TL toplandı. Bu para ile 1 milyonun üzerinde daire depreme dayanıklı hale getirilebilirdi. Toplanan deprem vergisinin nereye gittiği sorulduğunda ise yetkili bakan, deprem önlemi almak yerine, parayı duble yollara harcadıklarını itiraf etti. Afet Toplanma alanlarımız AVM’lere kurban gitti” ifadesi yer alıyor. 

Memleket Partisi’nin parti programında, “Afet (Deprem, Sel, Taşkın) Dirençli Kentler” başlığında Türkiye’nin deprem, sel, taşkın gibi afet ülkesi olduğu belirtiliyor. İstanbul’un depreme hazırlanmasına önem verilen metinde, bağımsız bir deprem kurulu oluşturulacağı belirtiliyor. Kentsel dönüşüm eylem planında birinci önceliğin afet riskli alanlara verileceği belirtiliyor ve “Kentsel dönüşüm projelerini, deprem, sel ve diğer afetlere karşı kentin hazırlıklı ve dayanıklı olmasını hedefleyecek şekilde hazırlayacağız” deniyor.

Büyük Birlik Partisi parti programında, iktidarlarında deprem riski yüksek bölgelerden başlayarak bütün ülkede kentsel dönüşüm hamlesine başlayacakları belirtiliyor. Programda ayrıca hem estetik, hem de fonksiyonellik açısından çok uzun zamanı içine alan bir bakış açısıyla modern şehirler inşa edecekleri ifade ediliyor. 

DEVA Partisi parti programında yer alan afet yönetimi başlığında, Afet Yönetim Sistemi’nin oluşturulacağı belirtiliyor. Bu kapsamda “Tüm yapıları süratle gözden geçirerek, deprem ve sel açısından en riskli bölgelerden başlamak üzere bir kentsel dönüşüm programını derhal uygulamaya koyacağız. Böylece bölge risk düzeyine bağlı olarak hastane, okullar ve diğer kamu binaları öncelikli olmak üzere tüm yapı stoğumuzu elden geçirecek ve depreme ve diğer afetlere dayanıklı hale getireceğiz. Bunun için gerekli uygun koşullu finansmanı, arsa tahsislerini ve diğer kolaylıkları sağlayacağız. İstanbul’un depreme hazırlanması konusunu öncelikli olarak ele alacağız” ifadeleri yer alıyor. 

Zafer Partisi’nin parti programında, afet yönetimi başlığında afet riskini azaltılması yönünde çalışmalara öncelik verileceği belirtiliyor ve “Afet riski yönetiminde yerel yönetimlerin kapasiteleri yükseltilecek, erken uyarı, tahliye, afete hazırlık ve müdahale, afet sonrası yeniden yapılanmada tüm paydaşların katılımı artırılacak, başta da yerel yönetimler önceden hazırlıklı hale getirilecektir” ifadeleri yer alıyor. 

Demokrat Parti, Saadet Partisi, Yenilik Partisi’nin parti programlarında depreme yönelik bir düzenleme yer almıyor. 

1 milyon 166 bin binanın bulunduğu İstanbul’da olası 7,5 büyüklüğündeki bir deprem senaryosunda yaklaşık 48 bin binanın ağır hasar alacağı tahmin ediliyor

Diyarbakır. 9 Şubat 2023. | Fotoğraf: Fırat Aygün.

CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Partisi, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin oluşun altılı masanın yayınladığı “Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde ise depremle ilgili başlıca şu maddeler yer alıyor: 

-İstanbul depremine karşı, risk azaltmayı hedefleyen Hayat İstanbul Projesini başlatacağız.

– Şehirlerin imar ve deprem eylem planlarını ivedilikle yapacağız.

– Tüm yapıları süratle gözden geçirerek, deprem ve sel açısından en riskli bölgelerden başlamak üzere bir kentsel dönüşüm programını derhal uygulamaya koyacağız.

-İstanbul depremine karşı, risk azaltmayı hedefleyen Hayat İstanbul Projesini başlatacağız.

-Deprem ve doğal afet riskinin yüksek olduğu tüm kentlerde güçlendirme ve yeniden inşa projeleri yapacağız.

-Deprem bölgelerinde deprem raporu olmayan yapıların deprem raporları hazırlanmasını, olası depremlerde ne kadar hasar alabileceğinin simülasyonlarının yapılmasını sağlayacağız.

-Deprem riski taşıyan yapılarda, okul, hastane, sosyal hizmet binaları başta olmak üzere depreme karşı güçlendirme çalışmalarını hızlandıracağız.

-Deprem bölgelerinde mikro planlamalar yapacak, zemin etüt sonuçlarına göre imar planlarını revize edeceğiz. 

-Deprem tehdidi altındaki bölgelerde, ivedilikle yeterli deprem toplanma alanları tesis edecek ve bu alanların imara açılmamasını güvence altına alacağız.

-İnşaat mühendisi, mimar, kent plancısı ve sismolog yetiştiren üniversite, akademi ve yüksek okulların müfredatına deprem mühendisliği ve mühendislik sismolojisi eğitimi ekleyeceğiz.

Adıyaman. 9 Şubat 2023. | Fotoğraf: Gazeteci Rabia Çetin.

Merkezi ve yerel yönetim arasındaki siyasi farklılıklar

Mecliste temsiliyeti olan pek çok partinin depreme yönelik çalışmaları olsa da merkezi ve yerel yönetim arasındaki siyasi farklılıklar adım atmanın önünde en büyük engel. Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş 23 Ocak 2023’te katıldığı 40 Soru programında “Hatay, yıkıcı bir depremin tekrarına hazırlıklı mı?” sorusuna “Hayır değil” yanıtı vermişti. Savaş, yanıtının devamında, “Hazırlıklı olması için genel hükümetle belediyelerin işbirliği yapması lazım. Biz, ne kadar yazı göndersek özellikle bakanlıklara, bunların çok büyük kısmı bize cevap olarak bile gelmiyor. Antakya’nın en üst mahallelerinde heyelan bölgesi vardır, bir kısmı mezarlık olarak kullanılan, 37 dönümlük bir arazi, orayla ilgili bir kentsel dönüşüm istedim, her şeyi yaptık, 5 buçuk yıldır bize bakanlık cevap bile vermiyor” diyerek durumu gözler önüne serdi.

Beklenen İstanbul Depremi

1999 Gölcük Depreminden sonrası uzmanlar 30 yıl içerisinde İstanbul’da en fazla 7,5 büyüklüğünde deprem beklediklerini aktarıyor. Ancak Prof. Dr. Naci Görür, İstanbul’da beklenen depremin Kahramanmaraş’taki depremden daha küçük olmasına rağmen yıkıcılığın daha büyük olacağı görüşünde. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü’nün çalışmalarına göre, İstanbul’da 2000 yılı öncesi yapılan 3,1 milyon konut bulunuyor. 20 yaş üzeri bina en fazla Üsküdar ve Fatih ilçelerinde bulunuyor. 

Toplam 1 milyon 166 bin binanın bulunduğu İstanbul’da olası 7,5 büyüklüğündeki bir deprem senaryosunda yaklaşık 48 bin binanın ağır hasar alacağı tahmin ediliyor. Yeşil alan ve deprem toplanma alanlarının ard arda imar açıldığı İstanbul’da halk adete kaderine terk edilmiş durumda.

Ancak İstanbul için deprem yeni bir doğa olayı değil. 10 Eylül 1509 7,2 büyüklüğünde İstanbul Depremi öylesine yıkıcı etkiler bıraktı ki halk arasında küçük kıyamet olarak anılıyordu. Yaklaşık olarak 5 bin kişinin hayatını kaybettiği depremde, yükselen deniz suyu şehrin surlarını aşarak güzergahında bulunan yerleşim yerlerine zarar verdi.

İktidar kontrolündeki medya kanalları eleştiriden ve soru soran yayıncılıktan uzak yayınlar yaparken, iktidar medyası dışında kalan gazeteciler sahadan teknik imkanların kısıtlı olmasına rağmen yaşananları aktarmaya devam ediyor

Adıyaman. 9 Şubat 2023. | Fotoğraf: Gazeteci Rabia Çetin.

Medyaya düşen görev

Mesleğinin doğası gereği deprem bölgesine giden ilk ekiplerden biri gazeteciler oluyor. Arama kurtarma çalışmaları başta olmak üzere deprem bölgesinde gelişmeleri, kamu yararı güderek halka aktarmakla görevli gazeteciler “Bir etki ya da davranış sonucunda ortaya çıkan olasılıklar hakkında topluma bilgi sağlama işlevini” yani riski iletişimini yürütüyor. 

Son on yılda siyasi ve ekonomik dönüşüm geçiren medya düzeni ve sosyal medyanın yaygın kullanımı Kahramanmaraş depreminde de kendisini gösterdi. İktidar kontrolündeki medya kanalları eleştiriden ve soru soran yayıncılıktan uzak yayınlar yaparken, iktidar medyası dışında kalan gazeteciler sahadan teknik imkanları kısıtlı olmasına rağmen yaşananları aktarmaya devam ediyor. 

Türkiye’de yeni medya düzeninde ilk defa bu denli büyük bir yıkım yaşıyor. 1999 depreminin gazete manşetleri ve televizyon yayınlarında takip ederken, 2023 yılında enkaz altındaki yakınlarıyla telefonda iletişim kuran insanlara şahit olduk. Sosyal medyada arama kurtarma ekiplerinin ya da basının olmadığı yerlerden videolar geldi, enkaz altındakilerin kurtarılması için adresler yayınlandı, ayni ve nakdi yardımlar organize edildi. Sosyal medyanın bu denli aktif kullanımında sonra iktidar dezenformasyon gerekçesiyle Twitter’a erişimi engelledi. Gelen tepkiler sonrası yeniden erişime açılan Twitter’ın yönetimi ile dezenformasyon konusunda uzlaşmaya varıldığı açıklandı.

Kriz anlarında böylesine büyük bir yıkımdan sonra gazetecilerin fikri takibi her zamankinden büyük önem taşıyor. Hem Kahramanmaraş depreminin yıkımlarını ve hem de beklenen İstanbul depremine yönelik hazırlıkları takip etmek biz gazetecilere düşüyor. 

*Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Gabriel García Márquez’in işleneceğini herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsünü anlatan kitabı.

**Partilerin 2023 seçim beyannameleri henüz açıklamadığı için bir standart oluşturmak adına bu incelemeyi sadece parti programı üzerinden gerçekleştirdik.

 

Etrafı ormanla ve milyonlarca zeytin ağaçlarıyla çevrili, hemen karşısında ise bir göletin yer aldığı İzmir’in Foça ilçesindeki 2 bin 500 yıllık tarihi Pers Mezar Anıtı’nın 100 metre kadar yanına doğal taş (tüf) ocağı yapılması planlanıyor. İsmet Paşa ve Fevzi Paşa mahallelerinde 98,63 hektarlık (980 dönüm) bir alanda yapılması planlanan taş ocağı projesine ilişkin geçtiğimiz günlerde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının çevre etki değerlendirme sürecini (ÇED) başlattı. Bunun üzerine bugün (21 Ocak 2022) Foçalılar, birçok sivil toplum kuruluşu ve çevre örgütü tarihi Pers Mezar Anıtı önünde düzenledikleri basın açıklamasıyla yapılması planlanan taş ocağını protesto etti.

Taş Ocağı proje tanıtım dosyasına göre, tarihi sit alanında dünya mirası mezar anıtının hemen yanında 25 bin ton tüf taşı çıkarılması hedeflenirken, bu hıza göre de kapasite 610 yıl olarak hesaplanıyor.

Basın açıklamasında,  “Orman Alanı ve Tarım Arazisi” sınırları içerisinde kaldığı belirtilen projenin, planlama ve yer seçim ilkelerinin, bölgenin kapasite sorununun, kültürel varlıklara, su kaynaklarına, zeytinlik ve tarım alanlarına etkisinin değerlendirilmeden hazırlandığı vurgulandı. Projeye ilişkin ilk olarak ruhsat davası açılacağı, ayrıca ÇED Olumlu Kararı çıkması halinde ise idari dava ile iptal davası açılacağı belirtildi.

Foça’da, Doğa ve Tarih Talanına Hayır Platformu, Foça Belediyesi, Kent Konseyi ve çevre örgütleri, yapılması planlanan taş ocağına karşı basın açıklaması düzenledi. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022.

Yapılması planlanan taş ocağına karşı çıkanlardan biri de yüksek mimar ve restorasyon uzmanı Ercüment Kuyumcu. Tarihi Pers Mezar Anıtı’nın, 2000-2001 yılları arasında Foça Kazıları Başkanı Prof. Dr.  Ömer Özyiğit ile restorasyon çalışmalarını tamamlayan Kuyumcu ilk olarak bölgenin tarihi değerine vurgu yapıyor: “Burası Anadolu’daki en eski ayakta kalmış monolitik tek yapıdan oyulmuş 2 bin 500 yıllık bir mezar anıtıdır.  Persler bir dönem bütün Anadolu’yu ele geçirmişler. Beş tane valiliğe satraplık (Perslerin valilik atamaları) bölmüşler. Buradan daha sonra kıta Yunanistan’a kadar geçiyorlar. Maraton Muhaberesi’ne kadar giden 200 yıllık bir sürecin başlangıcı, burada önce Smyrna’yı (İzmir), ardından Lidya’nın başkenti Sfard’ı vuruyorlar. Daha sonra hemen buraya geliyorlar. Ölen bir prens kralları var, en başta da Kyros var, onunla eşinin mezarı olduğunu söylüyor, Ömer Özyiğit.”

“Bu mezarın etrafında, antik dönem taş ocakları var, başka kaya mezarları var. Araştırıldığı takdirde daha birçok şey çıkacak. Örneğin dere yatağının orada bir takım duvarlar çıktı”

Pers Mezar Anıtı restorasyonu yapan yüksek mimar ve restorasyon uzmanı Ercüment Kuyumcu. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022, Foça.

Kuyumcu, “Bu proje tam bir cinayet, neresinden tutsal elimizde kalıyor” diyor. Nedenini ise şöyle açıklıyor: “Bu mezarın etrafında, antik dönem taş ocakları var, başka kaya mezarları var. Araştırıldığı takdirde daha birçok şey çıkacak. Örneğin dere yatağının orada bir takım duvarlar çıktı. Gölet var, arpa deresi var. Hemen üstünde orman, etrafında milyonlarca zeytin ağacı var. Bu anıt, yani Pers Kralı aslında burayı koruyor diyebilirim.”

“Diktiğim ağaçlar ölsün istemiyorum. Suyun geliş noktası da tam planlanan taş ocağının açıldığı yer”

Zeytincilik faaliyeti yürüten emekli öğretmen Aynur Acar. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022, Foça.

Foça halkından, bölgede 20 yıldır zeytincilik faaliyeti yürüten emekli öğretmen Aynur Acar, taş ocağı yapılması durumunda, kendi diktiği 650 ağacın ocağın yaratacağı toz bulutundan yok olup gitmesini istemediğini vurguluyor: “Foça’nın tarım alanı çok dar. Bu dar alanda biz zeytincilik yapıyoruz. Burada taş ocağı olursa, bu dar alanı toz bulutu haline sokacağız. Dolayısıyla tarımı öldüreceğiz. Diktiğim ağaçlar ölsün istemiyorum. Suyun geliş noktası da tam planlanan taş ocağının açıldığı yer. O nedenle bu gölet (Arpadere göleti) atıl kalacak.”

“İnsan kaynaklı iklim krizi giderek büyürken, mevsim dışı hava olayları yaşarken, bu projeler doğanın bağrına hançer gibi saplanıyor”

İzmir Büyükşehir ve Foça Belediyesi Meclis Üyesi, aynı zamanda Deniz ve Kıyı Alanları Komisyonu Başkanı Hakan Barçın. | Fotoğraf: Barçın’ın arşivi.

İzmir Büyükşehir ve Foça Belediyesi Meclis Üyesi, aynı zamanda Deniz ve Kıyı Alanları Komisyonu Başkanı Hakan Barçın, öncelikle çevre halkının dayanışmasıyla söz konusu projeyi iptal ettirmek için her türlü hukuki süreci başlatacaklarını belirtiyor. “İnsan kaynaklı iklim krizi giderek büyürken, şu anda mevsim dışı hava olayları yaşarken, bu projeler doğanın bağrına hançer gibi saplanıyor” diyen Barçın, taş ocağı faaliyeti kapsamında bölgenin yeraltı sularının, toprağın kirleneceğini, bölge halkının da toz soluyacağını ve telafisi olmayan daha birçok tahribatının yaşanacağını vurguluyor.

“Toprağımızın zehirlenmesini kirlenmesini istemiyorum. İnsanlar bizden besleniyor”

Çiftçi Semih Uzun. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022, Foça.

Eylem alanına traktörüyle gelen çiftçi Semih Uzun da taş ocağına karşı çıkanlardan. Uzun, “Türkiye’de tarımcılık zaten ekonomik olarak bu kadar zor şartlar altındayken, bu ocaklara izin vererek bir de toprağımızın zehirlenmesini kirlenmesini istemiyorum. İnsanlar bizden besleniyor” diyor. Uzun, taş ocakları eğer bir ihtiyaçsa, bu ocakların tarım alanlarının dışında olması gerektiğini savunuyor.

“En önemlisi ise oluşacak toz bulutları çevredeki tüm canlıların ciğerlerine yapışacak”

Foça halkından, çevre aktivisti Işık Güngördü. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022, Foça.

Foça halkından çevre aktivisti Işık Güngördü de taş ocaklarının bilimsel değerlendirmelere göre, uzman kişilerin çalışmasıyla herhangi bir doğa tahribatı söz konusu olmadan ve bir ihtiyaç zorunluluğu varsa açılması gerektiğini belirtiyor. Güngördü, özellikle insanların ve diğer canlıların temiz hava soluma hakkına vurgu yapıyor: “Bu projeyle toprağın minerallerinin ve bitki örtüsünün yok olacağı çok net ve açık. En önemlisi ise oluşacak toz bulutları çevredeki tüm canlıların ciğerlerine yapışacak.”

“Taş ocağı istemiyoruz. Biz sağlık, eğitim, kültür alanında faaliyetler yürütmek istiyoruz”

Foça Belediyesi Başkanı Fatih Gürbüz. | Fotoğraf: Belediyenin basın birimi, 21 Ocak 2022, Foça.

Söz konusu projeyi gerçekleştirmemek için her türlü çabayı sarf edeceklerini belirten Foça Belediye Başkanı Fatih Gürbüz de proje iptali için gerekirse nöbet tutacaklarını belirterek, “Foça’da yaşayanlar tepkisiz, uyuşmuş insanlar değil denizi, havasını, köyünü seven insanlar. Belediye olarak açtığımız davaların hepsinin takipçisiyiz. Taş ocağı istemiyoruz. Biz sağlık, eğitim ve  kültür alanında faaliyetler istiyoruz. Belediye başkanı olarak burada yaşayan bütün vatandaşların sağlığından sorumluyum” diyor.

Taş ocağı projesine karşı, Pers Mezar anıtı önündeki basın açıklamasını bölge halkından Ömer Atilla gerçekleştirdi. | Fotoğraf: Gazeteci Ramis Sağlam, 21 Ocak 2022, Foça.

Aslında, Foça’da Kocamehmetler Köyü’nde Damba Madencilik İnşaat Sanayi ve Tic. AŞ’ye ait 2016’dan bu yana faaliyet gösteren bir taş ocağı da mevcut. Bu taş ocağının faaliyetinin durdurulması için de özellikle köy halkı hukuki bir mücadele sürdürüyor. Mücadeleyi sürdürenlerden biri de Kocamehmetler Köyü’nden Ömer Atilla. Bölgede arıcılık faaliyeti yürüten Atilla ise, Kocamehmetler’deki mücadele sürerken, burada ÇED süreci başladığı için burası açılmadan mücadeleye başladık. Bunun olumlu ilerleyeceğini düşünüyorum. Şu an mevcut taş ocaklarını da hep beraber durdurmamız gerekiyor. Suya, toprağa, zeytin ağaçlarına her şeye zarar veriyorlar” diyor.

Verimli topraklarda, dünya mirasının yer aldığı bir yere taş ocağı yapmak akıl almaz bir durum”

Emekli ziraat teknikeri Mehmet Yıldız. | Fotoğraf: Gezegen, 21 Ocak 2022, Foça.

Proje çevresinde zeytin ağaçları olan emekli ziraat teknikeri Mehmet Yıldız da taş ocağı istemiyor: Doğamız zaten, hem birçok etkenlerden hem de iklim değişikliği nedeniyle bozulurken, burada verimli topraklarda havyanların gezdiği hemen yanında dünya mirasının yer aldığı bir yere taş ocağı yapmak akıl almaz bir durum. Taş ocağının buraya ciddi zararı olacak, suyumuz, topraktaki besinlerimiz hepsi zehirlenecek.”

Dünyanın en soğuk yerlerinden sırasıyla Antartika ve Sibirya’dan sonra gelen kuzey kutbunun en büyük buzul örtüsüyle kaplı, Danimarka Krallığı’na bağlı özerk bir ada olan Grönland ısınıyor. Nature isimli bilim dergisinin son sayısında yayımlanan makaleye göre, Grönland adasında, 20. yüzyıl ortalamasından 2,7 derece daha fazla sıcaklık yaşandı. Bu adada bin yıldan fazla bir süredir en yüksek sıcaklık yaşandığı anlamına geliyor. Makaleyi hazırlayan bilim insanları, küresel ısınmaya dair bu kadar net bir verinin daha önceki araştırmalarında ortaya çıkmadığını vurguladı.

Makalede yer alan Almanya’da Alfred Wegener Enstitüsü’nde görev yapan buz bilimci Maria Hörhold yeni araştırmanın 15 yılda önemli bir sıcaklık artışını açıkça ortaya koyduğunu bildirdi: “1990’lar ve 2011 arasında yükselen sıcaklıkları görmeye devam ediyoruz. Artık küresel ısınmanın açık bir imzasına sahibiz.”

Hörhold ayrıca, “1995’ten sonra sıcaklıktaki sıçrama, 19. yüzyılın ortalarından önceki sanayi öncesi zamanlardan o kadar büyük ki, bunun insan kaynaklı iklim değişikliği dışında herhangi bir şey olma ihtimali neredeyse sıfır” sözleriyle endişesini dile getirdi.

“Bunun insan kaynaklı iklim değişikliği dışında herhangi bir şey olma ihtimali neredeyse sıfır”

Grönland. | Fotoğraf: Bernd Hildebrandt via Pixabay.

Araştırma ekibinden Danimarka Meteoroloji Enstitüsü’ne bağlı bir başka buz bilimci Jason Box ise yeni bulgularla ilgili endişesini dile getiriyor: “Kuzey Grönland’ın ısınması konusunda çok endişelenmeliyiz. Çünkü o bölgede geniş gelgit buzulları ve bir buz akıntısı şeklinde bir düzine uyuyan dev var.”

Makalede yer alan Danimarkalı bilim insanı Martin Stendel ise “Bu önemli bir bulgu ve buz çekirdeğinde ısınma tespit edilmemiş olmasının nedeni çekirdek örneklerinin güçlü ısınma başlamadan önce alınmış olmasından kaynaklandığı şüphesini doğrulamakta” diye konuştu.

“Çok endişelenmeliyiz. Çünkü o bölgede geniş gelgit buzulları ve bir buz akıntısı şeklinde bir düzine uyuyan dev var”

Grönland. | Fotoğraf: Aline Dassel via Pixabay.

2021 yazındaki veriler ise, insan kaynaklı iklim değişikliği nedeniyle adadaki buzulların hızla erimeye başladığını ortaya koyuyordu. Adadaki buz tabakasını izleyen Polar Portal, geçen yıl Temmuz ayında bir haftada yaklaşık 40 milyar ton buzun eridiğini açıklamıştı.

Bilim insanları her yıl Haziran’dan Ağustos’a kadar geçen süreyi “erime mevsimi” olarak adlandırılıyor.

Ancak yine de bu veriler Grönland’ın şu anda küresel ortalamadan dört kat daha hızlı ısınan Kuzey Kutbu’nun geri kalanı kadar hızlı ısınmadığını göstermişti.

Söz konusu son makale ise, adanın diğer bölgelerdeki artışı artık yakaladığını açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Avrupa Parlamentosu Çevre Komitesi (ENVI), 1 Aralık 2022’de Avrupa Birliği (AB) plastik atık ihracatının düzenlenmesi ve AB içi plastik atık sevkiyatının daha güçlü korunması lehinde oy kullandı. Ocak 2023’te Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu tarafından oylanması beklenen rapor ile, AB’nin tehlikeli olmayan atıkları geri dönüştürülmek üzere yalnızca rızası bulunan ve atıkları sürdürülebilir şekilde yönetebildiğini gösteren Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyesi olmayan ülkelere gönderilmesi, Türkiye gibi OECD üyesi ülkelerin ise AB’den gönderilen atıklara ilişkin yakın takibe alınması amaçlanıyor.

OECD’ye göre, dünya bugün 20 yıl öncesine göre iki kat daha fazla plastik atık üretiyor. Plastik atıkların sadece yüzde 9’u geri dönüştürülürken kalan yüzde 91’lik kısmı çöpe atılıyor, yakılıyor, toprağa, denize ya da okyanusa terk ediliyor.

Avrupa kıtasının dünyadaki plastik çöpünün yüzde kaçını ürettiği konusunda net bir bilgi bulunmasa da AB ülkelerinin plastik atık üretiminde önemli bir payı bulunuyor. AB ülkeleri farklı kaynaklara göre, dünya genelinde üretilen plastik atık miktarının yaklaşık olarak yüzde 25’ini üretiyor. Üretim sonrası geri dönüşüm için toplanan plastiğin yarısı işlenmek üzere AB dışındaki ülkelere ihraç ediliyor. İhracat nedenleri arasında, atıkları yerel olarak arıtmak için kapasite, teknoloji veya finansal kaynakların yetersizliği gösteriliyor. 

En fazla katı atık ihraç eden AB ülkeleri listesinde 6,3 milyon tonla Hollanda, 4,3 milyon tonla Belçika ve 3,3 milyon tonla Almanya ilk üç sırada yer alıyor

(Temsili) | Fotoğraf: Antoine Giret via Unsplash.

2020’de AB’nin, AB dışı ülkelere atık ihracatı 32,7 milyon tona ulaştı ve bu sayı küresel atık ticaretinin yaklaşık yüzde 16’sına denk geliyor. Ayrıca her yıl AB ülkeleri arasında yaklaşık 67 milyon ton atık taşınıyor.

Türkiye, AB’nin plastik atık çöpünü ihraç ettiği ülkelerden biri. 2021’de AB plastik atığının yüzde 43’ünü OECD üyesi olmayan ülkelere yüzde 35’ini Türkiye’ye gönderdi. Bu oran yaklaşık 14.7 milyon ton plastik atığa denk düşüyor. Böylece Türkiye, AB’den en fazla plastik atık ithal eden ülke konumuna yerleşiyor.

ENVI tarafından kabul edilen rapor kritik önem taşıyor. Raporda, plastik atıkların OECD üyesi olmayan ülkelere ihraç edilmesinin artık mümkün olmadığını ve OECD ülkelerine plastik atık ihracatının dört yıl içinde kademeli olarak durdurulması gerektiği belirtiliyor. Çünkü, en fazla katı atık ihraç eden AB ülkeleri listesinde 6,3 milyon tonla Hollanda, 4,3 milyon tonla Belçika ve 3,3 milyon tonla Almanya ilk üç sırada yer alıyor

Kaçak plastik atık sevkiyatı önlenebilecek mi? 

Kullanılmış mallar ve atıklar arasında net bir ayrım yapılan raporda, kuralların etrafından dolaşılmaması engellemek için atıkların sınıflandırılmasında tek tip kriterler geliştirileceği belirtiliyor. Yeni kurallara göre, AB içi pazarda bilgi ve belge alışverişinin dijitalleşecek. Böylece kaçak plastik atık sevkiyatının önüne geçmek hedefleniyor. Buna örnek olarak, çevre örgütü Greenpeace, 2021’de Adana’ya yakın bir bölgede yasa dışı bir şekilde atılmış ve yakılmış Almanya’ya ait plastik atıklar bulduğunu duyurmuştu.

Basel Sözleşmesi’ne göre taraf ülkeler, atıkların sevkiyatı öncesi ön bildirim yapmak zorunda. Sınırı aşan bir atık sevkiyatının hukuki şekilde gerçekleşebilmesi için, ihracatçı devlet, ithalatçı devletin taşımaya ilişkin yazılı onayını almak zorunda. Ancak son yıllarda kaçak plastik atık sevkiyatı artmış durumda. ENVI tarafından kabul edilen raporla, Basel Sözleşmesi’ne zarar veren istisnaların da son bulması bekleniyor. 

AB’de kalan plastik atıklara ne olacak?

Raporun 5 çekimser oya karşı 76 oyla kabul edilmesinde sivil toplumun etkisi büyük. Plastikten Kurtulun Hareketi ve Plastiği Yeniden Düşün İttifakı, AB’nin hem OECD de OECD dışı  ülkelere plastik atık ihracatına son vermesi için çalışmalarda bulundu. Peki sivil toplumun çalışmalarını sonucunda AB’de kalan plastik atıklara ne olacak? 

“AB içinde üretilen ve tutulan geri kalan plastik atıklar için, atık hiyerarşisine kesinlikle uyulması gerektiğini düşünüyoruz”

Plastikten Kurtulun Hareketi Atık Politikası Sorumlusu Theresa Mörsen. | Fotoğraf:  Bernal Revert via BR&U.

Gezegen24’e ortak açıklamada bulunan Plastikten Kurtulun Hareketi Atık Politikası Sorumlusu Theresa Mörsen ve Çevre Araştırma Ajansı’ndan Lauren Weir AB’de kalacak plastik atıklar için alınması gereken önlemleri şöyle sıralıyor, “Nihai ve birincil çözüm, geri dönüştürülemeyen, geri dönüştürülmesi zor ve tek kullanımlık plastiklere öncelik tanıyarak, plastik üretimi ve tüketimini ve dolayısıyla plastik atıklarını azaltmak. Örneğin, Yeniden Düşün İttifakı ambalaj ve ambalaj atıkları ile ilgili AB mevzuatının revizyonu kapsamında plastiklerin yeniden kullanımı ve plastik kullanımını azaltmaya yönelik çalışmalar yapıyor. AB içinde üretilen ve tutulan geri kalan plastik atıklar için, atık hiyerarşisine kesinlikle uyulması gerektiğini düşünüyoruz. Bu kapsamda ürünler yeniden kullanılabilir/doldurulabilir ve mekanik olarak geri dönüştürülebilir şekilde tasarlanmalı. Mekanik geri dönüşüm kapasitesinin yeterli olması, plastik atıkların ayrıştırılması ve toplanmasının iyileştirilmesi gerekiyor.”

Ancak Çevre Araştırma Ajansı ve Yeniden Düşün İttifakı’nın son açıklamasında yer alan bilgilere göre, plastik atıkları kabul eden ülkelerin geri dönüşüm kapasitelerine aşırı yüklendiği tespit edildi. Bu sebeple bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşları AB’nin plastik atık ihracatının tamamen yasaklanmasını savunuyor.

Kararın Türkiye’ye etkisi ne olacak? 

Rapor, Türkiye’nin içinde bulunduğu OECD üyesi ülkelerine gönderilen atıklar yakın takibe alınmasını ve OECD ülkelerine plastik atık ihracatının 4 yıl içinde kademeli olarak durdurulmasını öngörüyor. Peki, bu durum Türkiye’de plastik atık sektörünü nasıl etkileyecek?

Türkiye’de plastik atık tesisleri 1980’lerin ortalarından itibaren kurulmaya başlandı. Ancak, ülkedeki planlı ve yaygın bir plastik atık yönetimi 2010’da ortaya çıktı. Bu dönemde plastik atık yönetiminde birçok yasal düzenleme yapıldı. 

2011’de ‘Bazı Tehlikesiz Atıkların Geri Kazanımı Tebliği’ ile tehlikesiz atıkların çevreye olabilecek olumsuz etkilerinin en aza indirilmesi, atık miktarının azaltılması, geri kazanım tesislerinin kurulması ve bu tesislerin çevreyle uyumlu yönetiminin sağlanmasına yönünde düzenlemeler yapıldı. 

2015’te Atık Yönetimi Yönetmeliği ile atıkların üretildiği yerde veya üreticinin sorumlu olduğu yerde geri dönüştürülmesi veya bertaraf edilmesi yönünde düzenlemeler yapıldı. 

2018’de Çevre Kanunu’nda yapılan değişikliklerle çevre kirliliğini önlemek ve çevre sağlığını koruma amacı ile plastik atıkların yönetimi ile ilgili önlemler alındı, getirilen ek vergilerle plastik torba kullanımını azaltmak amaçlandı.

“Bu yasak gerçekleşirse Türkiye artık kendi çöpüyle ilgilenme fırsatı bulabilir.  Sektör de ‘yerli ve milli’ çöp ile ilgilenmeye daha da istekli olur”

Doç. Dr. Sedat Gündoğdu. | Fotoğraf: Gündoğdu’nun arşivi. 

Bu düzenlemelerden sonra plastik atıkları geri dönüştürmek için pek çok tesis kuruldu. Tesisler toplama ve ayrıştırma çalışmaları, ithal çöpü işlemeye göre daha zahmetli olduğu için ithal plastik atığa yöneldi. Bu tesisler ekonomik büyüme ve istihdam gibi gerekçelerle devlet tarafından desteklendi. Bu destekler arasında yatırım teşviki ve plastik atık ithalatı yapan firmalara vergi muafı da yer alıyordu. 

AB’de yaşanan gelişmelerin Türkiye tarafından nasıl karşılanacağını sorduğum Çukurova Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden deniz biyoloğu Doç. Dr. Sedat Gündoğdu, raporun AB Genel Kurulu’nda kabul edilmesini umuyor. Nedenini ise şöyle açıklıyor:  “Türkiye Avrupa’da en fazla belediye çöpü üreten ilk 5 ülkeden biri. Dolayısıyla plastik ambalaj çöpü için de benzer bir durum var. Ancak bunun çok azını toplayabiliyor, toplasa da bununla uğraşmak isteyen geri dönüşümcü sayısı oldukça sınırlı. Bu yasak gerçekleşirse Türkiye artık kendi çöpüyle ilgilenme fırsatı bulabilir.  Sektör de ‘yerli ve milli’ çöp ile ilgilenmeye daha da istekli olur. Türkiye zaten ilk başlarda çöp ithalatına yasaklama eğilimindeydi ancak sektör manipülasyonu bunu engelledi.”

Ayrıca, AB’nin ihracatı yasaklamasına en fazla Türkiye Çevre Bakanlığı’nın sevineceğini ifade eden Gündoğdu, “Sorumluluklarından kurtulup topu AB’ye atabilecek ve ‘Zaten AB yasaklıyor o zaman biz de yasaklayabiliriz’ düzeyine geleceklerdir” diyor. 

“Bu yasak gerçekleşirse Türkiye artık kendi çöpüyle ilgilenme fırsatı bulabilir.Sektör de ‘yerli ve milli’ çöp ile ilgilenmeye daha da istekli olur”

Adana’da, Kemal Deniz Geri Dönüşüm Tesisi’ndeki, Akbulut Geri Dönüşüm Firması. | Fotoğraf: Vedat Örüç. 22 Temmuz 2022.

Plastik atık tesisleri kapatılacak mı? 

AB’den plastik atık gelmese bile atık tesislerin artık kapanmasının mümkün olmadığını söyleyen Gündoğdu, Türkiye’nin ürettiği 4-5 milyon ton plastik çöpün tüm sektöre yeteceğini aktarıyor. 

Toplama ve ayrıştırma çalışmaları, ithal çöpü işlemeye göre daha zahmetli olduğu için atık tesisleri ithal plastik atığa yöneliyordu. Ancak AB’nin kararından sonra Türkiye tesislerdeki çalışmalara devam etmek için AB yerine başka bir lokasyondan plastik atık ithalatı gündeme gelir mi diye sorduğum Gündoğdu, şöyle yanıtlıyor:

“AB dışında İngiltere’den ciddi bir plastik çöp geliyordu ama İngiltere’nin de yasaklama eğilimi ağır basıyor. Umarız İngiltere de yasaklar ve böylelikle biz de bu çöp sömürgeciliği döngüsünden tümden kurtulmuş oluruz. Ancak yine bakanlığın uzun vadede çöp ithalatını tümden yasaklama eğilimi olduğunu biliyoruz. Önümüzdeki yıl seçim var ve ben bakanlığın bu çöp meselesinin gündem olmasından imtina edeceğini tahmin ediyorum. Çünkü kamuoyunda ciddi bir tepki var. İnsanlar ‘benim çöpüm karışık bir şekilde depolanırken biz neden başka ülkelerin çöpüyle ilgileniyoruz’ şeklinde düşünüyor.”

Plastik atık neden önemli?

Plastiğin, özellikle de plastik atığın iklim ve çevre üzerinde geri döndürülmesi zor, olumsuz sonuçlara yol açtığı biliniyor. Dünyanın geleceği için ciddi bir sorun haline gelen plastik atık çoğu durumda sürdürülebilir bir şekilde işlenemiyor. Bunun yerine toprak ve suya terk ediliyor. Toprağa terk edilen plastik atıklar toprağın yapısını bozarak bitkilerin besin maddelerini emmesini ve bitkilerin büyümesini engelleyebiliyor. Suyun drenajını azaltarak bitkilerin su ihtiyacını karşılamasını da  zorlaştırabiliyor. 

Deniz ya da okyanusa terk edilen plastik atıklar ise, özellikle deniz canlılarının yiyecek zincirinde, algler, planktonlar ve diğer küçük deniz canlıları üzerinde ciddi etkiler bırakıyor. Deniz ve okyanuslar içinde çözünmeyen plastik atıklar, deniz organizmalarının yaşamlarını etkilerken aynı zamanda karbondioksit (CO2) salınımına ve metan salınımına da neden olabiliyor. 

Üretimi fosil yakıtlara bağımlı plastik ürünler dolaylı olarak iklim değişikliğine neden oluyor. Ayrıca plastik atıkların yakılması ve enerji geri kazanımı, doğrudan sera gazı emisyonlarının salınmasına neden oluyor. 

 

“Bu, tarihte bir dönüm noktası. Bu davayı benzersiz kılan, ilk kez bir yargıcın çevreyi kirleten büyük bir şirketin Paris Anlaşması’na uyması gerektiği kararını vermesi. Bu karar, diğer büyük kirletici şirketler için de büyük sonuçlar doğurabilir.”

Bu sözler, bir hükümet ve bir petrol devini başarıyla dava eden ilk avukat olan Roger Cox’a ait.

Roger’in, Hollanda hükümetine ve petrol şirketi Shell’e karşı açtığı dava, iklim değişikliğini önlemek için vatandaşlara karşı iktidardakilerin özen yükümlülüğü olduğunu ortaya koyarak, uluslararası bir iklim davası boyutuna geldi.

İklim kriziyle mücadeleyi geciktiren yavaş iklim krizi politikaları karşısında, hukukçular ve aktivistler ulusal ve uluslararası yargı sistemlerini kullanmaya yönelik çabalarını artırmaya devam ediyor.

Türkiye’de bunun ilk örneği ise kuruyan Marmara Gölü için Manisa İdare Mahkemesi’ne açılan “iklim davası” oldu.

Manisa’nın Gölmarmara ilçesine ismini veren Marmara Gölü’nün 2011’den 2021’e kadar geçen 10 yıllık süreçte, Türkiye’nin BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nden ve Paris İklim Anlaşması’ndan kaynaklı taahhütlerine tamamen aykırı politikaları sonucunda kuruduğunun ve bu kurumadan kamu idarelerinin sorumlu olduğunun tespiti için, Manisa İdare Mahkemesi’nde Türkiye’nin ilk iklim davası açıldı.

Marmara Gölü davası, ayrıca Grantham İklim Değişikliği ve Çevre Araştırma Enstitüsü’nün veritabanında ve Colombiya Üniversitesi Sabin Center for Climate Change Law tarafından tutulan iklim davaları çizelgesinde de yer alıyor.

Geçtiğimiz günlerde de, Muğla’nın Milas ilçesindeki Yeniköy Kemerköy Termik Santrali’ne (YK Enerji) karşı Cumhurbaşkanlığı ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına açılan dava, Columbia Üniversitesi’nin iklim davaları veri tabanına girdi.

Peki, nedir bu iklim davaları? Türkiye’de neden iklim davası açılmıyor? İklim davalarının kapsamı nedir? Ekoloji-çevre davalarını neden iklim davası içerisinde değerlendirmiyoruz?

Halkların İklim Davası eski İletişim Koordinatörü ve iklim davası alanında çalışan Gökşen Şahin ve avukat Özlem Altıparmak ile konuşuyoruz.

“Esas amaç devletleri, iklim değişikliğini önleme ve uyum konusunda adım atması gerekenleri zorlamak ve yargı vasıtasıyla bağlayıcı bir karar çıkarmaktır”

İklim davaları ne anlama geliyor? 

Gökşen Şahin, iklim davalarını, hükümetleri ve şirketleri iklim değişikliğiyle mücadeleye aykırı politikaları, kararları ve ataletleri nedeniyle sorumlu tutmak ve hesap vermelerini sağlamak üzere açılan, stratejik öneme sahip davalar olarak tanımlıyor.

İklim davaları kavramının üzerinde uzlaşılmış kesin bir tanımın olmadığını belirten Avukat Altıparmak ise bu davaları devletlerin iklim değişikliği konusunda taahhütlerini sorgulayan ve onları bu konuda adım atmaya zorlayan stratejik davalar olarak tanımlıyor.

Altıparmak, insan hakları alanında bu tip stratejik davaların aslında yaygın olduğunu vurguluyor: “Örneğin bir engelli bireyin okulda asansör sistemi olmadığı için erişim konusunda açtığı dava, aslında sadece kendisini ilgilendiren bir sonuç doğurmaz. Tüm engelli bireylerin erişim hakkına yönelik bir karar alınmasına sebep olur. Yine aynı şekilde kadınların soyadı kullanımı konusunda açtığı davalar neticesinde alınan kararlar, tüm kadınlar açısından soyadı kullanımına dair bir hak talebi doğurur. İklim davası da aslında bu şekilde stratejik kurgulanmış davalardır. Esas amaç devletleri, bizleri yönetenleri, iklim değişikliğini önleme ve uyum konusunda adım atması gerekenleri bu konuda zorlamak ve yargı vasıtasıyla bağlayıcı bir karar çıkarmaktır.”

“Kolay iklim davası açılamamasının sebebi de, bu işin çok teknik olması. Avukatların ve bilim insanlarının, iklim değişikliğinden etkilenenlerle birlikte çalışması gerekiyor”

Türkiye’de iklim davaları

Bugüne kadar Türkiye’de bu tip davaların açılmamış olma sebebini Altıparmak, şöyle değerlendiriyor: “İklim örgütlerinin konuya hak temelli bakmıyor olması diye düşünüyorum. Ayrıca iklim değişikliği ve haklar arasındaki bağlantı da çok kolay kurulmuyor. Termik santrali kapatmadığınız için iklim değişiyor, bu da denizlerde müsilaja sebep oluyor ve ben bu nedenle zarara uğradım şeklinde bir dava kurgusu ve davanın ispatı çok kolay değil. Genelde yereldeki bir projeye karşı dava açılıyor, o proje iptal olduğunda da dava kazanılmış oluyor.”

Altıparmak, idari yargıda bir engel olarak karşımıza çıkan “idarenin takdir yetkisi” denilen kavramın da bir diğer bir sebep olduğunu söylüyor: “Kuvvetler ayrılığı prensibi gereği, mahkemeler idare yerine geçip ‘sera gazı salınımını azaltmak gerekir’ diye doğrudan hüküm veremiyor. O nedenle ortada bir zararın bulunması, zarara uğrayan kişinin varlığı, zararın iklim değişikliği bağı ve iklim değişikliğini önleme ve uyum konusunda idarenin taahhüdün hep birlikte bulunması gerekiyor.”

Altıparmak ile aynı görüşte olan Şahin, bu tip davaların açılmama sebebini, Türkiye’deki çevresel adalet mücadelelerinin çeşitliliğinden ve farklılığından kaynaklanmasına bağlıyor. Şahin, iklim davaları sürecinde veri tutulmasının önemine değiniyor: “Her ailenin iklim değişikliğinden nasıl etkilendiğini bulabilmek için verilere ulaşmak gerekiyor. Dolayısıyla veriye dökünce yargıçların karar vermesi kolaylaşıyor. Kolay iklim davası açılamamasının sebebi de, bu işin çok teknik olması. Avukatların ve bilim insanlarının, iklim değişikliğinden etkilenenlerle birlikte çalışması gerekiyor. Bu da kolay bir süreç olmuyor. Çevre davalarında, bir anlamda iklim değişikliğinin diğer çevre davalarına nasıl dahil edilebileceğiyle ilgili, bilgi ve deneyim eksikliği olduğu için dahil edilmiyor.”

“Bu tip davalarda kazanım olursa iklim değişikliği açısından yargı idareye ‘Sera gazı salınımını azaltmalısın, yutak alanı korumalısın’ diyebilir ve bağlayıcı emsal kararlar çıkmış olur”

Davanın kendisi “bir kazanç”

Dünyadaki örneklere bakıldığında bu tip iklim davalarının çoğunlukla “azaltım” odaklı açıldığını söyleyen Altıparmak,  şöyle devam ediyor:

“Ancak biyoçeşitlilik, yutak alanların korunması, yenilenebilir enerji gibi iklim değişikliği konusunda idarenin sorumluluğunu vurgulayarak stratejik kararlar alınmasını amaçlayan davalar da var. Biz Marmara Gölü davamızı, iklim değişikliğinde önemli bir boyut olan yutak alan koruması ve idarenin hatalı su politikaları üzerinden inşa ettik. Bu yönüyle önemli olduğunu düşünüyorum. Orada balıkçı kooperatifiyle, doğrudan zarar gören balıkçılarla, Doğa Derneği ile oldukça önemli bir süreç başlattık. İdarenin hatalı su politikalarını görünür kıldık. Bu davanın kazanılıp kaybedilmesinden ziyade açılması başlı başına bir kazanç diye düşünüyoruz.”

Türkiye’de çevresel adalet mücadelelerinde çok çeşitlilik söz konusu. Peki, bütüncül bir hak arayışı perspektifinden bakınca Türkiye’de çevresel adalet mücadelesinde neler iyileşebilir?

Altıparmak, şöyle yanıtlıyor: “Çevre ve ekoloji alanında sadece proje, ÇED süreci odaklı davaların kurgulanmasına alışığız. Verilen mücadele ulusal ve yerel odaklı gidiyor. Uluslararası mekanizmalar yeterince bilinmiyor ve kullanılmıyor. Hâlbuki iklim değişikliği küresel bir sorun ve küresel mekanizmalar kullanılmalı. Bu sadece davalar açısından değil; uluslararası kurumlara raporlamalar ve politika süreçleri açısından da böyle.”

Altıparmak, kadın ve toplumsal cinsiyet alanında çalışan örgütlerin, BM mekanizmalarını çok daha etkili kullandığını, ancak çevre hareketine bakıldığında benzer durumun görülmediğini vurguluyor: “Hem sivil toplum, hem de hukukçular olarak savunuculuk bakışımızı ve pratiğimizi değiştirebilirsek daha yaratıcı ve dönüştürücü davalar kurgulayabiliriz. Hukuka bakışımızı ve hukuki araçları kullanışımızı değiştirmeliyiz. Dünyada bu tip davaları kendi sistemi içerisinde toplayan çeşitli veri tabanları var. Bunların amacı davaları görünür kılmak ve bu tip davaların açılmasını teşvik etmek. Yoksa ‘Evet, bu bir iklim davasıdır’ diye bir onay mercii işlevleri yok.”

YK Enerji de iklim davaları veri tabanında

Altıparmak, Yeniköy Kemerköy Termik Santrali’ne (YK Enerji) karşı Cumhurbaşkanlığı ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına açılan davanı, Columbia Üniversitesi’nin iklim davaları veri tabanına girmesini ise şöyle değerlendiriyor:

“Termik santrallere karşı açılmış davanın da benzer şekilde bu sisteme dahil edilmesi çok güzel. Sonucundan bağımsız olarak iklim değişikliği konusunda hukuki söylemi ve eylemi değiştirme işlevi var diye düşünüyorum. Eğer bu tip davalarda kazanım olursa iklim değişikliği açısından yargı idareye ‘Sera gazı salınımını azaltmalısın, yutak alanı korumalısın’ diyebilir ve bağlayıcı emsal kararlar çıkmış olur.”

Şahin de, YK Enerji davasının veritabanına eklenmesinin, iklim değişikliği konusunda hukuki söylemi ve eylemi değiştirme işlevi olacağının altını çiziyor: “Önemli olan, iklim değişikliğini temele alarak, yapılan bilimsel araştırmaları, davada argüman olarak kullanmak. Genelde, ekoloji davalarının ‘iklim davalarından’ farkı da bu oluyor. Örneğin; maden izinlerinin iptali meselesi. Madenin çevreye ne kadar ve nasıl zarar vereceği, ekosisteme ne kadar zarar verdiğiyle ilgili bir şeyler sunuluyor ancak iklimle ilgili pek bilgi verilmiyor. Dava konusu, iklim değişikliği konusunda bir argüman üretmeye başladığında, bunu ‘iklim davası’ kategorisinde değerlendirebiliriz. Marmara Gölü için açılan davada bir kazanım olursa, mahkeme kararı da bağlayıcı olacaktır. Bu dava diğer davalar için de emsal olacaktır.”

İklim davalarının neden haberleştirilmeli?

İklim davalarının haberleştirilmesinin önemine ise Şahin, şöyle değiniyor: “Bu açıdan her kazanılan dava, ülke ölçeğinde tarihsel bir önem taşıyor. Mahkeme kararını belirlenen sürede uygulama zorunluluğu, değişen politikaları takip etmede gazetecilerin eline önemli argümanlar sunuyor. İklim davaları çok zor bir konu ve hayati. Çok teknik bir şeyi, kolay bir dille, insanların hayatlarının aslında iklim değişikliğinden nasıl etkilendiğini ve bunun insan haklarını nasıl etkilediğini ve bununla ilgili nasıl dava açabileceklerini aktarmak çok önemli.”

Sonuç olarak, sayıları artması beklenen davaların iklim mücadelesi lehine sonuçlanması için hukuki ve bilimsel toplulukların daha yakın çalışmasına ihtiyaç var.

Sağlık ve Çevre Birliği’nin (Health and Environment Alliance, HEAL) ‘Kronik Kömürü İyileştirmek: 2030 Kömürden Çıkışın Türkiye İçin Sağlık Faydaları’ başlıklı araştırmasına göre, kömürle çalışan elektrik santralleri 2030 yılına kadar kapatılırsa 102 bin 601 erken ölüm, 30 bin 975 erken doğum ve 67 bin 108 yetişkin bronşiti engellenebilir. Ayrıca, 3.1 trilyon TL’lik sağlık maliyeti de ortadan kalkabilir.

HEAL araştırmasında, kömürlü termik santrallerinin izin sürelerinin sona ereceği 2050 yılı yerine 2030’a kadar kapatılmasıyla önlenebilecek ölümleri, hastalıkları ve sağlık maliyeti tasarruflarını inceliyor.

Raporda, 1990-2020 yılları arasında Türkiye’de kömüre dayalı elektrik üretiminin yüzde 459, elektrik sektörü kaynaklı sera gazı emisyonlarının ise yüzde 323 oranında arttığı belirtililirken, bunun sağlık üzerinde çok ciddi olumsuz etki yarattığı ifade ediliyor.
Böylece, Türkiye’deki kömür santrallerinin önümüzdeki yedi yıl içinde kapatılmasıyla 102 bin 601 erken ölümün, 30 bin 975 erken doğumun, 67 bin 108 yetişkin bronşitinin engellenebileceği vurgulanıyor.

Aynı zamanda 114 bin 683 hastaneye başvurusunun, 27 milyon 606 iş günü kaybının ve 231 milyon 333 bin hastanede geçirilen günün önlenebileceği belirtiliyor.  Önümüzdeki yedi yıl içinde kömür santralleri kapatılırsa, astım hastası çocukların 3 milyon 772 bin gün astım ve bronşit semptomu göstermesinin de önüne geçiliyor. Diğer yandan 419 bin 835 çocuk bronşitten korunabiliyor.
Ayrıca 2030’a kadar kömür santrallerin kapatılması halinde, bu sorunların getireceği 3.1 trilyon TL (194 milyar euro) sağlık maliyeti ise ortadan kaldırılabiliyor.

Kömürden çıkış gecikirse ölüm oranı yedi kat artacak

Rapora göre, kömür santrallerinin 2030’a kadar kapatılmayıp sürecin 2050 yılına sarkması durumda ise Türkiye ağır sağlık sorunları ve sağlık maliyeti ile karşı karşıya kalacak. 2030 yılına kıyasla 2050’de erken ölüm oranı yedi kat, sağlık maliyeti, hastaneye yatış ve iş gücü kaybı altı kat artacak.

Türkiye’de erken ölümlerin, her yıl trafik kazalarında hayatını kaybedenlerden 20 kat fazla olduğunu belirten HEAL Türkiye Sağlık ve Enerji Politikaları Kıdemli Danışmanı Funda Gacal araştırmaya dair, “Sağlık sistemi üzerindeki maliyetini
de göz ardı etmemek gerekiyor. 2020 yılında Türkiye’nin sağlık harcaması 250 milyar TL (15,5 milyar euro) oldu. Önümüzdeki yedi yılda kömürden çıkılırsa bu rakamın 12,5 katı kadar sağlık harcaması önlenebilir” diye konuştu.

Kömürlü termik santraller devre dışı bırakılırsa ne olacak?

Raporda Çanakkale, Adana, Hatay, Kütahya, Maraş, Muğla ve Zonguldak’ta hâlâ faaliyette olan kömür santrallerinin üzerinde çalışma yapılarak birçok sonuca varıldı. Buna göre, Çanakkale’deki beş kömürlü termik santralin 2030 yılına kadar kapatılması halinde, her 100 erken ölümden 90’ı önlenebilir. Sağlık maliyetleri ise yüzde 87 oranında, yaklaşık 29 milyar eurodan 4 milyar euroya düşecek. Adana ve Hatay’daki Atlas, Hunutlu, Sugözü ve Tufanbeyli’deki kömür santralleri devre dışı bırakılırsa, her 100 erken ölümden 86’sı önlenebilir. Sağlık maliyetleri ise yüzde 82 oranında, 34 milyar eurodan 6 milyar euroya inecek.

Kütahya’daki üç kömürlü termik santralin 2030 yılına kadar kapatılmasıyla, her 100 erken ölümden 88’nin önüne geçebilir. Sağlık maliyetleri ise yüzde 82 oranında, yaklaşık 24 milyar eurodan 4 milyar euroya gerileyecek. Maraş’taki Afşin Elbistan A ve B kömürlü termik santrali üretimi durdurduğunda her 100 erken ölümden 83’ü önlenebilir. 9 milyar euro olan sağlık maliyeti yüzde 80 oranında düşerek 2 milyon euroya gerileyecek. Muğla’daki üç kömürlü termik santralinin çalışmasına son verilmesi, her 100 erken ölümden 88’ini engelleyebilir. Sağlık maliyetleri ise yüzde 84 oranında düşerek, 36 milyar eurodan 6 milyar euroya
inecek. Son olarak Zonguldak’taki dört kömürlü termik santralinin faaliyetinin sona erdirilmesiyle ise her 100 erken ölümden 88’i önlenebilir. Sağlık maliyetleri de yüzde 85 düşerek, 37 milyar eurodan 5 milyar euroya gerileyecek.

Kömürden çıkış tarihi belirlenmeli

HEAL araştırmasında karar vericilere, mevcut kömürlü termik santralleri için en geç 2030 yılı olmak üzere, kapatılma tarihlerinin belirlenmesi ve yeni kömürlü termik santral inşa edilmemesi yönünde çağrıda bulundu. Ayrıca, enerji seçimi yapılırken, sağlık ve çevre etkisinin kısa ve uzun olarak ekonomik maliyet analizleriyle birlikte değerlendirilmesi gerektiği vurgulanarak,  elektrik sektörü kaynaklı emisyonlarının da şeffaf olarak raporlanması ve bilimsel değerlendirmelere olanak sağlanması gerektiğine dikkat çekildi.

Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Melike Yavuz ise, kirli havanın insan sağlığını doğrudan olumsuz etkilediğini vurgulayarak, tedbir alınmaması durumunda gelecekte çok daha ağır sağlık sorunların ve buna bağlı artacak sağlık giderleriyle karşı karşıya kalınabileceğini belirtti.

 

ABD Enerji Bakanlığı ve Ulusal Nükleer Güvenlik İdaresi 13 Aralık günü,  Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı’nda büyük bir bilimsel gelişme gerçekleştirdiğini duyurdu.

Duyuruda ilk kez bir nükleer füzyonda reaksiyonu ateşlemek için kullanılan enerjiden daha fazla enerji ürettiklerini açıkladılar.

ABD Enerji Bakanı Jennifer Granholm, Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı’ndan bilim insanlarıyla birlikte Washington’da yaptığı konuşmada, araştırmacıların ilk kez bir füzyon reaksiyonunda, reaksiyonu ateşlemek için kullanılandan daha fazla enerji ürettiğini ve bunun “net enerji kazancı” olduğunu ifade etti.

60 yılı aşkın süredir bunun üzerinde çalıştıklarını belirten Granholm, “Bu 21. yüzyılın en etkileyici bilimsel başarılarından biri” diyerek, füzyon buluşunun tarih kitaplarına geçeceğini kaydetti.

Bu gelişmenin ne anlama geldiğini astrofizikçi ve popüler bilim yazarı Doç. Dr. Selçuk Topal 10 soruda Gezegen için yanıtlıyor.

Doç. Dr. Selçuk Topal.  | Fotoğraf: Topal’ın arşivi.

➀ Füzyon enerji nedir?

S.T: Füzyon hidrojen gibi hafif elementlerin birleşerek helyum gibi daha ağır elementler oluşturmasına denir. Bunun için çok yüksek sıcaklık ve basınç gerekir. O nedenle bu olayın doğal olarak gerçekleştiği yer yıldızların çekirdekleridir.

ABD Enerji Bakanı Jennifer Granholm. | Fotoğraf: Dean Calma via IAEA

➁ ABD’nin açıklaması neden önemli?

S.T: Füzyon olayını başlatmak için sisteme verilen enerji ile füzyon sonrası ortaya çıkan enerji arasında bir fark vardı. Ortaya çıkan enerjinin daha büyük olduğu anlaşıldı. 1960’lı yıllardan beri bunun başarılabileceği konuşuluyordu ve başarıldı. İşte bu nedenle bu çalışma önemli. Füzyon enerjisi temiz bir enerji şekli. Ancak önemli bir diğer nokta ise şu. Sisteme verilen enerjiyi ve çıkan enerjiyi dikkate alırsan böyle bir pozitif fark söz konusu. Eğer deneyde kullanılan 192 lazerin istenilen düzeyde enerji üretmesi için sisteme verilen toplam enerjiyi dikkate alırsak aslında sisteme giren enerji sistemden çıkan enerjiden çok daha büyük. Bu çalışmayı harika bir ilk adım olarak değerlendirmek gerek.

Ulusal Ateşleme Tesisi’nin 192 lazer ışınıyla 5 Aralık 2022’de füzyon ateşlemesi oluşturmak için küçük bir yakıt peletine 2 milyon joule’den fazla ultraviyole enerji sağladığı hedef odası. | Fotoğraf: Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı

➂ Füzyon (projeleri) dünyada nerelerde var?

S.T: Kore, İngiltere, Çin ve uluslararası başka bir proje olmak üzere Dünya üzerinde birçok buna benzer çalışma var. Bu projelerin yaptığı temel şey 100 milyon derecenin üzerinde bir sıcaklığa ulaştırılmış gazı, yani bir başka ifadeyle plazmayı, dengede tutabilmek. 100 milyon derece Güneş’in merkezindeki sıcaklıktan çok daha yüksek bir sıcaklıktır. Ancak unutmamak gerekir ki bu deneyler şimdilik çok minik bir miktar gaz kullanılarak gerçekleştirilmektedir.

Ulusal Ateşleme Tesisi’nde 5 Aralık 2022’de tutuşturmak için kullanılan kriyojenik hedef türünü barındıran hohlraum. | Fotoğraf: Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı

➃ Füzyon neden sonsuz temiz enerji kaynağı olarak tanımlanıyor?

S.T: Aslında sonsuz enerji diye bir şey yok. Ancak hidrojen bulunması kolay bir element. Evrendeki en bol element. Şu anki sorun ise şu: Hidrojenin bazı özel izotopları şu an ancak çok kısıtlı miktarlarda üretilmektedir. Yani bu konuda yapacak daha çok iş var.

Fotoğraf: Frédéric Paulussen via Unsplash.

➄ Füzyonun nükleer enerjiden farkı nedir?

S.T: Füzyon da bir nükleer enerji şekli. Nükleer kelimesi atom çekirdeğinde, o boyutlarda gerçekleşen olaylara atıf yapar. Ancak füzyon diğer bir reaksiyon çeşidi olan fisyon gibi değildir. Fisyon uranyum gibi ağır ve radyoaktif elementlerin parçalanması olayına denir. Günümüz nükleer santrallerinde yapılan şey budur. Ancak fisyon sonucunda hem radyoaktif atık bırakmış olursunuz hem de doğaya zarar verecek sera gazları ortaya çıkar. O nedenle füzyon çok daha temiz bir enerji kaynağıdır.

➅ Neden yapay güneş enerjisi olarak tanımlanıyor?

S.T: Çünkü füzyon olayı yıldızların merkezinde gerçekleşen bir olay. Kabaca söylersek, güneşimizin merkezinde her saniye 700 milyon ton hidrojen 695 milyon ton helyuma dönüşüyor. Bu esnada ortaya çıkan kütle farkı enerji olarak salınıyor. Güneş’i parlatan şey ve dolayısıyla Dünya’daki canlılığın kaynağı işte budur. O nedenle buna yapay güneş enerjisi diyoruz.

Fotoğraf: Callum Shaw via Unsplash.

➆ Fosil yakıtlara ihtiyaç azalacak mı?

S.T: Evet. Zaten fosil yakıtların yakın bir zamanda tükeneceği söyleniyor. Diğer enerji üretim seçenekleri içerisinde füzyon da bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor.

Füzyon reaksiyonu. | Fotoğraf: Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı.

➇ Füzyonla enerji üretimi ne kadar yakın?

S.T: Bu enerji üretim şeklinin ticari hale gelmesi onlarca yıl sürebilir. Bugünden kestirmek çok zor. Ancak bilim ve teknoloji baş döndürücü bir hızda ilerlediği için bu yüzyıl bitmeden hayata geçebilir dersek bu hayalperestlik olmaz.

Görsel: Flickr

➈ Füzyon enerjinin Dünya için oluşturabileceği negatif sonuçlar var mı?

S.T: Enerji her şey demek. O nedenle ülkeler arasındaki ekonomik uçurumlar artabilir. Bu işe yatırım yapmayan veya daha başka enerji üretim şekillerine yatırım yapmayan ülkeler ekonomik baskıyı en çok hisseden ülkeler olacaktır diye düşünüyorum. Diğer yandan daha ölümcül silahlar yapma olasılığı da çok yüksek. Gelecekte savaşların ve ekonomilerin çok farklı araçlar ile şekillendiği zamanlara şahit olacağız.

Fotoğraf: Unsplash.

⑩ Bu gelişme hayatımıza ne katacak?

S.T: Beni en çok ilgilendiren konu füzyon enerjisinin temiz bir enerji şekli olması. Dolayısıyla insan nedeniyle doğaya verilen zarar azalabilir. Bu da tüm insanlığın yararına olacak bir gelişmedir. Evren çok büyük bir yer ve henüz Dünya 2.0’ı bulamadık. O nedenle bu gezegene elimizden geldiğince iyi bakmamız gerek. Eğer füzyon enerjisi bunu bir nebze olsun sağlayacaksa bu hepimiz için iyi olur.

 

Dünya, küresel enflasyonist baskı, iklim krizi, kaynakların tüketimi ve birçok bölgede devam eden savaş ve çatışmalarla birlikte siyasi istikrarsızlıklarla boğuşurken, gelecek projeksiyonlarında ortaya çıkan tablo bir hayli renksiz.

Ekonomi ve Barış Enstitüsü (IEP) tarafından hazırlanan Ekolojik Tehdit Raporu‘nun (ETR) 2022 yılı verilerine göre dünya çapında 750 milyondan fazla insan yetersiz beslenme sorunu yaşıyor. Bu insanların yaklaşık yüzde 92’si ise barışın düşük seviyelerde olduğu yerlerde yaşıyor.

Rapor kapsamında izlenen 228 ülke ve bölgenin yüzde 56’sı, büyük bir ekolojik tehditle karşı karşıya.

2050’ye yönelik tahminlerin aktarıldığı raporda, Sahra altı Afrika’nın büyük çoğunluğu, öngörülen yüzde 95’lik nüfus artışı ile sürdürülemez bir hale gelecek. Nitekim şu anda bile bir ülke haricinde tüm bölge ciddi bir su sıkıntısıyla karşı karşıya.

Her yıl hazırlanan ETR’de ülkelerin çatışma, sivil kargaşa ve ekolojik bozulma gibi durumlardan ne kadar etkilendiğini; ve insanların bu nedenlerle yerinden edilme ve iklimle ilgili olaylar açısından ne denli bir risk altında olduğu değerlendiriliyor.

Ortaya çıkan ana bulgu ise, ortak bir tutum olmaksızın ekolojik bozulma seviyelerinin giderek daha da kötüleşeceği. Bu da mevcut çatışmaların yoğunlaşmasının, yeni çatışmaların ve zorunlu göçün artmasının önünü açabilir.

Türkiye yoğun risk altında

Raporda ülkeler dört farklı kategoriye göre 1 ile 5 arasında puanlandırılıyor. Bu kategoriler, gıda güvenliği, doğal afetler, nüfus artışı ve su tehlikesi. Gerek bu kıstaslarda gerekse de ortalamada puan ne kadar yüksekse, o ülke için risk o kadar büyük anlamına geliyor. Türkiye, 5 puanlık ortalamasıyla, en yüksek risk altında olan ülkeler arasında.

Kategorilere göre ise en büyük risk 5 puanla doğal afetler. En az risk ise 1 puanla nüfus artışında. Gıda güvenliği ve su tehlikesi konularında ise 3 puanla orta ölçekte bir riskle karşı karşıya.

Danimarka, İngiltere, İzlanda, Singapur ve Malta, ortalama 1 puanla bu kategorilerde en az riskli ülkeler konumunda.

En büyük nüfus artışının yaşanacağı Avrupa kenti  yüzde 18’lik tahminle İstanbul. Rapora göre, Türkiye’nin en büyük şehrinin nüfusunun, 2050 yılında 18,4 milyon olması bekleniyor

İstanbul. | Fotoğraf: Mostafa Meraji via Pixabay.

Mega şehirler nasıl değişecek?

Rapor, dünyada mega şehir olarak tanımlanan şehir sayısının 2050’de 33’ten 47’ye çıkacağını öne sürüyor. Genellikle nüfusu 10 milyonu aşan şehirler, mega şehir ya da mega kent olarak adlanlandırılıyor.

Afrika ülkesi Tanzanya’nın en büyük şehir olan Darüsselam ile Kenya’nın başkenti Nairobi nüfuslarının 2050 yılında yüzde 100’ün üzerinde artması bekleniyor.

En büyük nüfus artışının yaşanacağı Avrupa kenti ise yüzde 18’lik tahminle İstanbul. Rapora göre, Türkiye’nin en büyük şehrinin nüfusunun, 2050 yılında 18,4 milyon olması bekleniyor. İklim değişimi ile ilgili bulunulan öngörü ise bu tarihte İstanbul’un “daha kuru ve daha soğuk” bir havaya sahip olması.

Londra ve Paris de 2050 yılında yüzde 10’un üzerinde nüfus artışının yaşanması beklenen diğer Avrupa şehirleri. Bununla beraber Londra’nın nüfusunun 10 milyonu aşacağı tahmin ediliyor.

2050’ye gelindiğinde Rusya’nın başkenti Moskova ile Japonya’nın başkenti Tokyo ve Osaka kent nüfuslarının eksi yönde gerçekleşeceği sanılıyor.

47 mega kentin öngörülen nüfusu ise 2050 yılına kadar 213 milyon kişi artacak.

2021 yılına gelindiğinde yüzde 30 artışla 750 milyon kişi yetersiz beslendi. Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle tablo gelecek yıllarda biraz daha kötüleşebilir

Ukrayna, Kiev. 7 Mayıs 2022. | Fotoğraf: Raymond Cunningham via Flickr.

41 ülke gıda güvenliği riskiyle karşı karşıya

2017 yılından beri dünyada yetersiz beslenen insan sayısı düzenli olarak artıyor. 2021 yılına gelindiğinde ise yüzde 30 artışla 750 milyon kişi yetersiz beslendi.

Ancak bunun kısa süre içerisinde düzelmesi beklenmezken, ekolojik tahribat, enflasyon ve Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle tablo gelecek yıllarda biraz daha kötüleşebilir.

Raporda şu anda 41 ülkede doğrudan yaşanan bir gıda güvensizliği sorunundan da söz ediliyor. Sahra altı Afrika ülkelerinde 830 milyon insan halk sağlığı ve ekonomik gelişimi de beraberinde etkileyen bu sorunla başa çıkmaya çalışıyor. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da ise bu sayı 49 milyon.

Gıda güvensizliği, kişinin gıdaya erişiminin kısıtlandığı, sağlığının, beslenmesinin ve iyi beden hallerinin ciddi sıkıntıya girdiği bir durumu tanımlıyor. Gıda güvensizliği sadece yetersiz beslenmeyi beraberinde getirmiyor; su sorunu ile de arasında bir direkt bir ilişkiden söz edilebilir.

Gıda güvensizliğinin tanımları arasında yer alan bir durum da, nüfusun yüzde 20’sinden fazlasının temiz içme sularından faydalanamaması.

Rapora göre 83 ülkede 1,4 milyardan fazla insan şu anda aşırı su sıkıntısıyla karşı karşıya.

Türkiye, Yunanistan, İtalya, Hollanda ve Portekiz dahil olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin 2040 yılına kadar su sıkıntısı yaşayabileceği de rapordaki tahminler arasında.

2050 yılına kadar su sıkıntısı yaşanması beklenen ülkelerin çoğu yine Sahra altı Afrika ile Orta Doğu’da.

Ülke nüfusundaki 100 bin kişi başına en fazla göçmeni barındıran ülkeler sırasıyla Lübnan, Ürdün ve Türkiye olarak listeleniyor

Balkan yolundan, AB’ye ulaşmak için sınırı geçmeye çalışan Suriyeli, Afganlı ve Iraklı bir grup mülteci. | Fotoğraf: Ajdin Kamber via Adobe Stock.

Zorunlu göç ve etkileri

IEP Kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı Steve Killelea’ya göre hükümetler ve uluslararası kuruluşlar, gelecek yıllarda yaşanabilecek olası ekolojik yıkımı, çatışmaları ve beraberinde gelebilecek zorunlu göçü önlemek adına yatırımlar yapmalı.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komserliği’nin (UNHCR) 2022 yıl ortası verilerine göre dünyada zorla yerinden edilmiş 103 milyon kişi bulunuyor. Rapora göre ise Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte 12-14 milyon Ukraynalı ülkesini terk ederek komşu ülkelere gitmek zorunda kaldı.

Ülke nüfusundaki 100 bin kişi başına en fazla göçmeni barındıran ülkeler sırasıyla Lübnan, Ürdün ve Türkiye olarak listeleniyor. Türkiye’de her 100 bin kişiye 4 bin göçmen düşüyor. Bu sayı Lübnan’da 14 bin.

Son on yılda doğal afetlerin dünyaya maliyeti yıllık 200 milyar dolar oldu. Bu, 80’li yıllarla karşılaştırıldığında dört kat daha fazla

Hindistan’da sel. 20 Şubat 2015. | Fotoğraf: Stanislas barthelemy via Flickr.

Doğal afetler insanları zorunlu göçe itiyor

İnsanların zorunlu göçü yalnızca açlık, çatışma ve ekonomik nedenler olmayabiliyor. İklim krizinin bir sonucu olarak yaşanan doğal afetler de göçün başlıca nedenlerinden birisi.

Son on yılda doğal afetlerin dünyaya maliyeti yıllık 200 milyar dolar oldu. Bu, 80’li yıllarla karşılaştırıldığında dört kat daha fazla.

Rapor, Asya-Pasifik bölgelerinin doğal afetten en fazla etkilenen yerler olduğunu öne çıkarıyor. Peşinden ise Sahra altı Afrika, Orta Amerika ve Karayipler geliyor.

2021 yılında Suriye, Etiyopya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Afganistan ve Güney Sudan çatışma ve doğal afetler nedeniyle en fazla göç veren ülkeler olarak öne çıktı.

İklim endişesindeki en büyük düşüş yaklaşık dörtte birlik düşüşle Singapur. Endişesinin en az düştüğü yer de yüzde 3’lük oranla Çin

Singapur güneş enerjisi kullanımını 2025’e kadar ülke ihtiyacının yüzde 2’sini karşılayacak şekilde dörde katlamayı hedefliyor. | Fotoğraf: Sembcorp Endüstri. (Singapur’da bir enerji şirketi)

İklim endişesi

ETR’de öne çıkan sonuçlardan birisi de dünyanın, 2019’dan bu yana iklim değişikliği konusunda daha az endişeli bir hale gelmesi. İklim hakkında duyulan endişe 2022 yılında yüzde 1,5 azalışla yüzde 48,7’ye düştü.

Ekolojik tehdide en çok maruz kalan Sahra altı Afrika ve Güney Asya ülkeleri, savaş, terörizm, suç ve geçim kaynakları konusunda daha endişeli.

İklim endişesindeki en büyük düşüş ise yaklaşık dörtte birlik düşüşle Singapur. Bazı Avrupa ülkelerinde de iklim değişikliğinin eskisi gibi kaygı vermediği söylenebilir. Bunun en büyüğü ise Belçika. Hem Belçika hem de Singapur için daha endişe verici konular, yol güvenliği ve sağlık.

Dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip Çin’de ise iklim değişikliğinden endişelenen nüfus oranı yüzde 20. Ancak iklim endişesinin en az düştüğü yer de yüzde 3’lük oranla yine Çin.

“Bir gün çarşıdan eve dönüyordum. Anacadde üzerindeki otobüs durağında indim. Geç bir saatti. Şoförün ilgisini çekmiş. Utana sıkıla ‘Abla sen nereye gidiyorsun?’ dedi. ‘Evime’ dedim. ‘Burada ev var mı?’ diye sordu. ‘Olmaz olur mu? Burası Darağacı. Ben burada doğup büyüdüm’ dedim. Burada bir mahalle olduğu pek bilinmiyordu.”

İzmir’de Fatma Kaçaro’nun doğup büyüdüğü ve 33 yıldan bu yana muhtarlığını yaptığı Darağacı, tarihi Alsancak Garı ile Alsancak Stadyumu’ndan başlayıp Halkapınar’a doğru uzanan, üzerinde eski fabrikaların, işyerlerinin, tır garajlarının, depoların bulunduğu caddenin arkasındaki mahalle. Cadde üzerindeki tamir atölyelerinin çokluğu oranın küçük bir sanayi bölgesi olduğu izlenimini uyandırıyor önce. Ama sokaklarında ilerledikçe kapısını çaldığınız birer ikişer katlı evlerden her birinin ayrı bir hikâyesi olduğu anlaşılıyor çok geçmeden. Bir zamanlar Rum işçilerin meskeni olmuş burası. Fabrikaların artmasıyla ilerleyen yıllarda tam bir işçi mahallesine dönüşmüş Darağacı. Altı yıl önce sanatçıların mahalleye yerleşerek bir sanat kolektifi kurmaları ise Darağacı’na yeni bir soluk getirmiş. Kolektifin çağdaş sanat yaratılarını sunduğu sergi sona erse de mahalleye gittiğinizde en güzel murâlleri (duvar resmi) orada görmeniz mümkün. Ancak odak noktanızı değiştirdiğinizde semtin milyonlarca liralık konutların, ofislerin satıldığı rezidans-gökdelen projeleriyle çevrelendiği görülüyor.    

Fatma Kaçaro, 33 yıldır Darağacı semtinin muhtarı. | Fotoğraf: Sercan Engerek.

“Dedem idam iplerini görmüş”

Darağacı, İzmir’in Konak ilçesine bağlı Umurbey Mahallesi’nin sınırlarında kalan mevkinin adı. Semtte Darağacı ismiyle bulunan anacaddenin adının Cumhuriyet döneminde Şehitler olarak değiştirilmesi oranın aslen Darağacı olduğunu unutturmamış mahalleliye. Sözlü kültürde Darağacı hâlâ bir dönem idamların yapıldığı yer! Semt konuştuğum eski sakinlerinin hemen hepsinde böyle yer etmiş. Yaşlı bir mahalle sakini anacaddenin orada kayınpederinin tanık olduğu bir idam olayını anlatırken, Darağacı’nda yaşamış bir ailenin üçüncü kuşağı olan 74 yaşındaki Fatma Kaçaro semtin tarihine ilişkin şunları söylüyor: “Alsancak İlkokulunda okudum ben. Bugünkü Alsancak Stadı’nın bir bölümü ve bir süre güzel sanatlar fakültesi olarak kullanılan binaların olduğu yerde bir Ortodoks (Rum) Mezarlığı vardı. Okul ise hatırladığım kadarıyla saha ile tren garının arasında bir yerdeydi. Okula bu mezarlığın ve sahanın önünden geçerek giderdim. Okulun Rumlardan kalma harika bir binası vardı fakat yıktılar. Mezarlığı ise kaldırdılar. Dedem uzun yıllar önce işte bu mezarlık bölgesindeki ağaçlarda insanların idam edildiğini anlatırdı. Dedem ağaçlarda o idam iplerini görmüş hep.”

“Evet, evler bakımsızlıktan kötü görünüyor, kimi komşumuz öldü, kimi taşındı, buranın eskileri pek kalmadı artık ama bu mahalle benim hayatım”

Çocukluğu 1950’li yıllara denk gelen Kaçaro’nun Darağacı’na ilişkin hatırladıkları bunlardan ibaret değil. “Ben çocukken Rum evleri vardı burada. Antonia bu sokağın sonunda oturuyordu. Despina’nın evi dayımın eviyle yan yanaydı” diyor. İzmir büyük yangından önce Müslüman, Rum, Ermeni, Musevi nüfusun bir arada yaşadığı kozmopolit bir yapıdaydı. 1914’teki sayıma göre 211 bin 13 nüfuslu şehir merkezinde 100 bin 356 Müslüman, 73 bin 676 Rum, 24 bin 69 Musevi, 10 bin 61 Ermeni yaşıyordu. Darağacı ve bugün Kahramanlar denilen Mortakya, Rumların yoğun olarak yaşadığı semtlerdendi. Bu semtlerdeki mahalle ve sokak isimleri de Rumcaydı. 13 Eylül 1922’de Kültürpark’ın yerindeki Ermeni mahallesinde başlayan yangın birbirine bitişik olan bu semtlere de sıçradı ve pek çok ev ve işyeriyle birlikte Mortakya’daki Aya Yani Ligaria, Aya Apastolos Kiliseleri, Darağacı’ndaki Aya Taksiarhos, Aya Markella Kiliseleri kül oldu.

1914’teki sayıma göre 211 bin 13 nüfuslu şehir merkezinde 100 bin 356 Müslüman, 73 bin 676 Rum, 24 bin 69 Musevi, 10 bin 61 Ermeni yaşıyordu

Darağacı’nda kalan iki Rum evinden biri. | Fotoğraf: Sercan Engerek.

Darağacı’nda bugün yalnızca iki Rum evi var. 75 yaşındaki Zeycan Hanım böyle bir evde yaşıyor. 60 yıl önce mahalleye gelen ve orada evlenen Zeycan Hanım ile eşi, oturduğu bu evi yıllar önce Rum asıllı Elena Hanım’dan satın almış. Zeycan Hanım “İlk geldiğimizde burada çok Rum komşumuz vardı. Kimi öldü, kimi de evini satıp gitti. Elena Hanım da Alsancak’tan bir ev aldı. Onunla çok samimiydik” diye anıyor eski komşusunu ve ondan kalan bir hâtırayı gösteriyor.

Zeycan Hanım, elinde bir avuç hurmayla dönüyor, “Düşenlerden tadımlık” diyor. Yaşam adına mahallede Rumlardan kalan tek iz o ağaç şimdi

Darağacı’ndaki hurma ağacı. Fotoğraf: Sercan Engerek.

Başımı yukarı doğru kaldırdığımda koca bir palmiye ağacıyla karşılaştığımı zannediyorum önce. Yaşlı kadın, metrelerce uzunluktaki bu ağacın bir hurma ağacı olduğunu söylüyor: “Bu evin ilk sahibi Elena Hanım’ın ailesi dikmiş onu. Eskiden ağacın boyu kısaydı. Her yıl salkım salkım, kilo kilo toplar, komşularımıza dağıtırdık. Verdiği hurma herkese yeterdi. Şimdi ağaç epeyi uzadığı için artık toplayamıyoruz.” Ağacın en dikkat çekici özelliği verdiği hurmanın çekirdeksiz olması… Evin önünde beni kısa bir süre bekleten Zeycan Hanım, elinde bir avuç hurmayla dönüyor, “Düşenlerden tadımlık” diyor. Yaşam adına mahallede Rumlardan kalan tek iz o ağaç şimdi.

Bir işçi mahallesi

19. yüzyılda dünyanın en önemli ticaret-ihracat limanlarından olan İzmir rıhtımının yakınında olması ve sınırının Alsancak Garı’ndan başlamasının etkisiyle şehrin sanayisi Darağacı’nda kurulmuş. İlk başta un değirmenlerine mekân olmuş Darağacı. Avrupa’da başlayan Endüstri Devrimi buraya da ulaşmış ve buhar gücüyle çalışan makinelerin makineleşmiş endüstriyi geliştirmesiyle, Rum ve Yahudi tüccarların, Levantenlerin girişimleriyle şehirde fabrika sistemine ilk kez burada geçilmiş. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e 1867’de Havagazı Fabrikası’nın, 1892 ve 1895 yıllarında un fabrikalarının, 1895’te Şark Sanayi Kumpanyası’nın, 1918’den önce kiremit fabrikasının, 1920’den önce Tariş Alkol Fabrikası’nın, 1928’de Gomel Yağ Fabrikası’nın, Elektrik Fabrikası’nın ve 1953’te Sümerbank Basma Sanayi’nin açılmasıyla bir zamanların en önemli ticaret ve üretim merkezi olmuş. Üzümün, incirin taşındığı ahşap kutu imalathaneleri burada açılmış. İşgücünü karşılayabilmek için Ege adalarından getirilen Rum ahali ilk buraya yerleşmiş. Fabrikalarda çalışan işçilerin yerleşmesiyle Darağacı’nın kaderi de emekle, alın teriyle yoğrulmaya başlamış.

Darağacı’nda bugün bazısı restore edilen, bazısı başka işlevlerle kullanılan, bazısı kapatıldıktan sonra metruk hâle gelen veya yıkılan fabrikaların faaliyette olduğu dönemlerden izlere rastlamak mümkün. Emine Hanım mahalleye 55 yıl önce Bergama’dan gelmiş. İki katlı bir evin önünde otururken rastladığım Emine Hanım mahalleye gelişini “Bergama’da tarlalarımız vardı. Tütün ekiyorduk. Ama çiftçilik artık bizi geçindirmemeye başlamıştı. Hatta daha da çok borçlu çıkıyorduk. Burada eşimin halası vardı. Onun vesilesiyle geldik. Sonra eşim buradaki Gomel Yağ Fabrikası’na girdi. 20 yıl burada işçi olarak çalıştı” sözleriyle anlatıyor. 80 yaşlarındaki Emine Hanım’a “Eviniz” diyorum, “Ev sizin mi?” Kiracı olduğunu söylüyor. 35 yıl önce vefat eden eşi üzerinden aldığı maaşla geçinen Emine Hanım, dokuz yıl önce 57 yaşındaki kızını kaybetmiş, “Dert kahır çok ama insan her şeye katlanıyor” dese de acının kederin izleri okunuyor yüzünden.

Mahalleli Emine Hanım. | Fotoğraf: Sercan Engerek.

İzmir’in Levantenleri’nden Verbeke ailesinin uzun bir süre iplik ve kumaş ürettiği Şark Sanayi ve Cumhuriyet döneminde kurulan Sümerbank Basma Sanayi, Darağacı’nda büyük bir alanı kaplıyor. Tescilli binalarından bazıları 2007’den beri okul olarak kullanılan atıl durumdaki Sümerbank Basma Sanayi’nin çam, palmiye, dut gibi farklı türde onlarca tescilli ağacın bulunduğu arazisine il emniyet müdürlüğü için hizmet binası yapılacağı açıklandı.

Balkan göçmenlerinin yaşadığı Çamdibi’nden ve civar semtlerden bu bölgedeki fabrikalara işçiler hep yürüyerek gidip gelirmiş. Şark Sanayi’nin yan cephesinden başlayan caddenin adı bugün hâlâ aynı: İşçiler Caddesi!.. Oradan geçerken ilk dikkati çeken etrafı taş duvarlarla örülü metruk fabrikanın arazisindeki su deposu oluyor. Fabrikanın dış duvarında ise kuytu bir köşede bir çeşme olduğu görülüyor. Fabrikanın sahiplerinden Maurice Verbeke, 17 yaşında ölen oğlu Pierre Verbeke’in anısına 1941’de yaptırmış bu çeşmeyi. Mahalleli “Şimdi akmıyor ama bu çeşmenin suyuna doyum olmazdı” diyor. İşte bu metruk fabrikanın doğu yönündeki cephesine paralel sokaklardan birinde görüyorum Erol Yörük’ü. Elindeki bastondan destek alarak yürüyen 76 yaşındaki Yörük mahalleye yıllar önce Akhisar’dan gelmiş. Uzun yıllar çay ocağı işleten Yörük’ün kardeşleri ise Şark Sanayi’de işçi olarak çalışmış. Tek katlı bir binada kiracı olan astım hastası Yörük emekli maaşıyla geçinmeye çalışıyor.

“Göçmen bürosu yaklaşık beş yıldır burada. Her gün çoluk çocuk onlarca göçmen gelip gidiyor. Çoğunluk Suriyeli göçmenler”

Göç İdaresi Müdürlüğü’nün Kayıt Güncelleme Merkezi de bu mahallede yer alıyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek.

Semtin adını ilk kez duyanlar kelimenin anlamı itibariyle orayı bir daha hiç unutmadı belki ama Darağacı, kentin çeperlerinde yaşayan insanların mahalleleri gibi yıllarca unutulmuş, ihmal edilmiş bir semt. Kentin farklı yerlerinden, farklı kentlerden gezmeye, eğlenmeye gelen insanları ağırlayan az ötedeki Alsancak’ın, Kordon’un nasıl pırıltılı bir kalabalığı varsa semt olarak Darağacı bir o kadar yalnız olduğunu düşündürüyor ilk başta.

Göç İdaresi’nin hemen karşısında bakkal işleten Veli Erbirlik. | Fotoğraf: Sercan Engerek.

Resmî kayıtlara göre 409 nüfuslu olan Darağacı’nın iç kısmında otomobil, motosiklet tamir atölyeleriyle iç içe olan müstakil evler genelde bir veya iki katlı. Mahalleden gidenlerin, vefat edenlerin ardında bıraktığı binalar bakımsızlıktan yıkıldı yıkılacak durumda. Çoğu evin dış cephesinin sıvası dökülüyor. Ama öteden beri bir yaşam var burada. Bir sokakta topladığı kâğıtları ayıran bir insana, öbür sokakta önünde kışlık odunların istiflendiği bir eve rastlıyorsunuz. Bir atölyeden çekiç sesi gelirken, bir tamirhanenin önünde semaver yanıyor, yaşlı bir kadın da kapısının önünde akşam yemeğine hazırlık yapıyor.

Göç İdaresi Müdürlüğü’nün Kayıt Güncelleme Merkezi de bu mahallede yer alıyor. Merkezin karşısında bakkalı olan Veli Elbirlik “Göçmen bürosu yaklaşık beş yıldır burada. Her gün çoluk çocuk onlarca göçmen gelip gidiyor. Çoğunluk Suriyeli göçmenler” diyor. Yıllar önce savaşın, çatışmaların içinden çıkıp gelen insanların yüzünde acı bir tebessüm var.   

“Her şey dayanışmayla yapılıyor. Sanatçının metruk bir evde enstalasyon, mural, grafiti yapmak için evin sahibine ulaşması gerektiğinde komşulardan yardım alıyoruz”

Altı yıl mahalleye gelen Darağacı Kollektifi, semte yeni bir soluk getirmiş. | Fotoğraf: Sercan Engerek.

Darağacı’nda yaşayan bir sanat topluluğu

Darağacı’nda binaların cephesindeki muraller ise daha oraya girer girmez dikkatinizi çekiyor. Biraz daha içlere doğru yol alınca metruk bir evin bir sanat çalışması için kullanıldığını görüyorsunuz. Merakınız daha da artıyor… Az ötede bir oto tamircinin karşısında uzaktan depo yapısını andıran bir yer göze çarpıyor. Yaklaşınca içindeki sanat objelerinden, duvardaki resimlerden, figürlerden buranın bir sanat atölyesi olduğunu fark ediyorsunuz. Mahalleye 2016’dan itibaren yerleşen sanatçıların kurduğu Darağaç Kolektifi’nin mekânı burası. Sanatçılar her gün burada toplandıkları için adına Karargâh demişler.

Darağacı Kollektifi’nin duvar çalışmalarından biri. Fotoğraf: Sercan Engerek.

Darağacı Kolektifi mural, heykel, enstalasyon (yerleştirme), performans, fotoğraf gibi dallarda üretim yapan sanatçıları ve sanat topluluklarını mahallede bir araya getiriyor. Çekirdek kadrodaki 13 sanatçı mahallede yerleşik olarak yaşıyor; evleri ya da atölyeleri burada. Kamusal alanda yeni yöntemler deneyen sanatçılar mahallede artık kullanılmayan evleri de sanat üretiminin parçası yapmış. Mahallede tamir atölyesi olan motor, kaporta ustalarının da kimi zaman bu üretim sürecine katıldığı bir kolektif çıkmış ortaya. Darağaç Kolektifi’nin kurucularından Cenkhan Aksoy “Burada hemen her şey ivedilikle ve dayanışmayla yapılıyor” diyor. Daha önce sokağın mekân olarak kullanıldığı sanatsal işler yapılsa da Darağaç Kolektifi’nin mahalle ölçeğinde bir ilk olduğunu söyleyen Aksoy, kolektifi şöyle anlatıyor: “Burada bir sanatçı yapıtını elbette bireysel üretiyor. Ama onu tamamladıktan sonra sahaya indiğinde sergileme yerinin seçiminden hayalindekini mekânda uygulayabilmesi için fikir alışverişine kadar bir ortaklık söz konusu. Bu sürece mahalledeki bir zanaatkâr, bir büfeci de dâhil… Mesela bir sanatçının metruk bir evde enstalasyon, mural, grafıti yapmak için o evin sahibine ulaşması gerektiğinde iletişim hâlinde olduğumuz komşulardan yardım alıyoruz.”

Darağaç Kolektifi’nin kurucularından Cenkhan Aksoy. | Fotoğraf: Sercan Engerek.

Kira ücretlerinin şehrin “merkezî konumda” olan bazı yerlerine göre nispeten düşük olduğu mahallede kâr amacı gütmeyen Darağaç Kolektifi, gelirinin bir bölümünü, kolektif dışında ürettiği sanatsal işler üzerinden gelir elde eden kolektif üyesi sanatçıların kendi aralarında oluşturdukları kumbara sistemiyle sağlıyor. Sergi faaliyetleri ve kolektifiçi projelerin yürütülmesinde ise uluslararası bazı fonlardan yararlanıyorlar. Aksoy, kendilerine fon veren sivil toplum kuruluşlarının koşulları ile mekâna özgü sanatı, çağdaş sanat disiplinini sanatsevere ücretsiz ulaştırabilme amaçlarının örtüştüğünü söylüyor.

Kolektif ekim ayında “Rotasyon” adıyla yedinci sergisini açtı. Performans sanatlarının öne çıktığı sergiye İstanbul, Eskişehir, Antakya, Muğla, Mardin, Çanakkale gibi illerden 60 eserle 140 sanatçı ve sanatçı topluluğu katıldı. Bir mahalle olarak Darağacı’ndan da ilhamla Darağacı sokaklarında üretip sergileyen sanatçılar çağdaş sanata yeni bir boyut kazandırmış. Mahallenin üniversitelerden, sanat çevrelerinden epey ziyaretçisi var.

Üç, beş, on milyon liralardan satışa çıkarılan “Alsancak’ta deniz manzaralı, havuzlu-bahçeli konutlar” ile bölgedeki rantı takip edebilmek mümkün

Semtin milyonlarca liralık konutlarla, ofislerin satıldığı rezidans-gökdelen projeleriyle çevrelendiği görülüyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek.

Rezidansların, gökdelenlerin ortasında kaldı

Darağacı semti son yıllarda buradaki sanat kolektifiyle anılıyor artık. Semtin eskileri hep bir arada oldukları eski günlerin bir daha yaşanmayacağını bilse de sanatçılar ile mahalleli arasında samimi, yapıcı bir diyaloğun olduğu gözleniyor. Ancak orada yaşayan sanatçıların da atölyesi olan ustaların da diğer mahalle sakinlerinin de ortak kaygısı Darağacı’nın bir gün inşaattan elde edilecek rant uğruna kurban edilmesi… “Evet, evler bakımsızlıktan kötü görünüyor, kimi komşumuz öldü, kimi taşındı, buranın eskileri pek kalmadı artık ama bu mahalle benim hayatım. Burada hâlâ insanların iyi kötü birbirine koştuğu, birlikte yiyip içtiği bir mahalle var” diyor muhtar Kaçaro.

Umurbey Mahallesi, deniz tarafı sayılmazsa üç taraftan kuşatılmış durumda. Biri bu mahallede olmak üzere semtin çevresinde en az dört gökdelen, rezidans projesi var. Darağacı’ndaki proje Alsancak Stadı’nın arkasında Tariş Birliği’ne ait kamu arazilerinin de içinde olduğu bir alanda uygulanıyor. Umurbey’le komşu Halkapınar Mahallesi’nde özel bir hastanenin de açıldığı Şaraphane mevkiinde yükselen beş gökdelenden biri 1912’de açıldıktan sonra farklı zamanlarda şarap ve rakı da üretilen eski Bomonti-Nektar Bira Fabrikası’nın arazisine inşa edildi. Son açıklanan rezidans projesi ise Darağacı’yla komşu, eski adı Mortakya, günümüzde “Murtake” diye anılan Ege Mahallesi’nin bir bölümünde uygulanacak.

Otomobil motoru tamircisi Şeref usta. | Fotoğraf: Sercan Engerek.

Umurbey, Ege ve Halkapınar Mahalleri’ndeki proje uygulamalarının temeli 2000’lerin başında Alsancak Limanı ile Turan arasında 550 hektarlık alanın “Yeni Kent Merkezi” olarak belirlenmesiyle, bölgenin ticaret, turizm ve kültür amaçlı kullanılabileceğini içeren imar planının onaylanmasına dayanıyor. Bölgeyle ilgili imar planı 2003’te İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından onaylandıktan sonra müteahhitlerin baskısı üzerine 2013’te revize edilerek kullanım türlerine “rezidans” ve “yüksek nitelikli konut” türleri de eklenmişti.

“Burada da üç beş sene sonra gökdelenler yapılır. Ömrü çok yok buranın. Yani yine yerimizden olacağız”

Motosiklet tamircisi Tuncay Topal. | Fotoğraf: Sercan Engerek.

Darağacı’nda binalar kırık dökük olsa da her bir binanın tapusu dolayısıyla sahibinin mülkiyet hakkı sabit. Ancak burası için resmî bir “dönüşüm projesi” olmasa da, Anayasa mülkiyet hakkına dokunulamayacağına hükmetse d,e mahalleli bir gün evini, atölyesini kaybetmekten kaygılı. Mahalleye 2008’den sonra Kahramanlar semtinden “sürgün edilerek” gelen 12 motosiklet tamircisinden biri olan Tuncay Topal, “Burada da üç beş sene sonra gökdelenler yapılır. Ömrü çok yok buranın. Yani yine yerimizden olacağız” diyor. 25 yıllık atölyesinde otomobil motoru tamir eden Şeref usta da benzer görüşte. Son yıllarda ekonomik krize rağmen hızla ilerleyen bu projeler Darağacı ve çevresinde sınıfsal açıdan bir değişime gebe görünüyor. Üç, beş, on milyon liralardan satışa çıkarılan, metrekaresi 50 bin liradan tanıtılan “Alsancak’ta deniz manzaralı, havuzlu-bahçeli konutlar” ile bölgedeki inşaat projeleri ile dönen rantı takip edebilmek mümkün.

Darağacı nasıl bir mevki adı oldu?

Araştırmacı Talât Ulusoy’a göre semtin adı Çınarlı, Mersinli, Halkapınar semtleri gibi oranın da ağaçlık bir bölge olmasından geliyor. Ulusoy, “Kumpanya: Devasa Presa” başlıklı yazısında “Darağaç” ile Darağacı kelimelerinin karıştırıldığına dikkat çekiyor. İzmir’de buharlı sanayi ilk olarak 1922 öncesinde Punta adıyla anılan Alsancak’ta kuruluyor ancak daha sonra fabrikaların çoğalmaya başladığı “Yeni Zaman”da “istimli sanayi” “Darağaç”a doğru genişliyor. Ulusoy’a göre “Darağaç” denilen bu ağaçlık alan fabrikaların kurulması, fabrikada çalışan işçilerin barınma ihtiyacının karşılanması gibi nedenlerle imara açılsa da bölgenin adı değişmiyor. Darağacı’nda kayıtlara geçen en eski tarihli fabrikalar ise 1867’de açılan ve binası restore edilerek günümüzde kültür-sanat etkinlikleri için kullanılan Havagazı Fabrikası ve bir Rum tüccar tarafından 1895’te kurulan ve şu an Yaşar Müzesi olarak kullanılan Eski Un Fabrikası…

Semtin adı yazılı metinlerde çoğunlukla Darağacı olarak geçiyor. Darağacı, denize kıyısı olan ve bugünkü İzmir Limanı’nın arkasındaki bölgenin adı. Araştırmacı Yaşar Ürük 1775, 1786, 1792 yıllarındaki kayıtlardan hareketle şehrin o tarihteki coğrafi konumuna dikkat çekiyor ve o tarihlerde Darağacı kıyılarında teknelere bakım yapılan bir kalafathane olduğunu anlatıyor. Ürük semtin adını da orada bulunan kalafathane dolayısıyla “teknelerin çekildiği kızağın adı olan darağacından veya şahmerdandan aldığını” yazıyor.

Darağacı Yolu, bugünkü ismiyle Şehitler Caddesi. Sol taraf Sümerbank, sağ taraf Şevket Filibel’nin Birleşik Sanayi ve Ticaret Un Fabrikası. | Fotoğraf: Anonim.

Sözlü kültürde hâlâ “bir dönem idamların yapıldığı yer” olarak anılan Darağacı’nın sözlükteki karşılığı “ölüm cezasının infaz edildiği sehpa.” TDK Sözlüğü’nde “yağlı ip” diye de tanımlanıyor. Farsça ve orta Farsça kökenli “Darağacı” isminin kökü “dār veya dar.” Nişanyan Sözlük’te bu hecenin ilk anlamı ağaç; ikinci anlamları çarmıh, haç, idam ağacı. -dar hecesiyle kurulan en eski cümle 1451’de “Ferec Ba’d eş-Şidde” adıyla ortaya çıkan hikâyelerde “beni bazarda iletdiler, kollarımdan dâra asakodılar” diye geçiyor.

Darağacı isminin bir mevki/semt adına dönüşmesi ise Osmanlı döneminde şehrin yönetimini ele geçiren ve şehri despotik bir biçimde yöneten Kâtipoğlu ailesine mensup Mehmed Efendi’nin yaptırmış olduğu idamlarla ilişkilendiriliyor. 18. yüzyılda İzmir’de ekonomik açıdan güçlenen, en parlak döneminde Konak’tan Alsancak’a, Bozyaka’ya değin şehrin birçok yerini “parselleyen” Kâtipoğlu ailesi, 1700’lerin ortasından itibaren âyan sıfatıyla şehrin idaresinde de söz sahibi olmuştu. Konak meydanında bir konak inşa ettirerek -sonradan hükûmet konağına dönüşen bu konak, mevki-meydan olarak Konak’ın adı olmuş- şehri buradan yöneten Kâtipoğlu ailesine ilişkin bir tez yazan Nergiz Çelen, Kâtipoğlu Mehmed Efendi’nin İzmir’in Eşrefpaşa semtinde “büyük çınar ve kavak ağaçlarının dallarına keyfî olarak adam astırmasıyla bilindiğini” anlatıyor. Çelen, ailenin ulaştığı servetin, yönetimi tamamen ele geçirmesinin rahatlığıyla şehri zorbalıkla yöneten derebeyi Mehmed Efendi için “Şeriata uygun idamları ise Darağacı mevkiinde yaptırmış, idam edilen her kişi başına da top atışı yaptırarak bunu halka duyurmuştur” diyor.    

“Çocuk yapmayı seçmek bir sevgi eylemi. Ama çocuk yapmamayı seçmek de bir sevgi eylemi. İklim krizi veya herhangi bir krizde bu tercihi yaparken doğru veya yanlış bir seçim söz konusu değil.”

Caroline Hickman, İngiltere’de Bath Üniversitesi’nde psikoterapist olarak çalışıyor. Yoğunlaştığı alanlardan bir tanesi iklim krizi psikolojisi ve ekolojik kaygı.

Uzun yıllardır çevre sorunları endişesiyle çocuk yapmaktan çekinen kişiler veya çocuğu olup da yeniden çocuk sahibi olmanın endişesini taşıyan ebeveynlerle çalışan Hickman, 2019 yılında yayımlanmaya başlanan Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporlarından sonra iklim farkındalığında olağanüstü bir artış olduğunu söylüyor. Bu artan farkındalığın da kaygı ve depresyonu beraberinde getirdiğini vurguluyor.

“İklim krizi insanlığın şimdiye kadar karşılaştığı tüm tehditlerden farklı. Bu tehditle beraber yepyeni bir psikolojik kriz ile mücadele etmeye başlıyoruz. Dönüp bakabileceğimiz bir yol haritası yok” diyor Hickman. Ardından da sözlerine şu şekilde devam ediyor: “Bugün doğan çocukların ileride daha zor koşullarda yaşayacağı artık biliniyor. Yakında Filipinler, Nijerya veya Bangladeş gibi iklim krizinden en çok etkilenen ülkelerde yaşam mümkün olmayabilir. Bu durumda toplumlardaki en savunmasız kişiler çocuklar.”

“Krizi korkunç bir canavar haline getirmek işimize yaramayacak. Henüz hikâyenin sonuna gelmedik, hâlâ gidişatı değiştirebiliriz”

Psikoterapist Caroline Hickman. | Fotoğraf: Hickman’ın arşivi

Dünyanın birçok ülkesinden bilim insanlarını bir araya getiren IPCC komitesinin Nisan 2022’de yayımladığı altıncı değerlendirme raporuna göre dünyanın 1,5 derece ısınma eşiğinin altında kalabilmesi için hükümetlerin devrim niteliğinde değişiklikler yapması gerekiyor. IPCC’nin uyarısı net ve açık: “Hiçbir değişiklik yapılmadığı takdirde 3 derecenin üzerinde ısınmaya doğru ilerliyoruz.”

Bu senaryoda çok sayıda yerleşim yerinin eriyen buzullar yüzünden sular altında kalması, dünyanın büyük bölümlerinin yaşanamayacak hale gelmesi ve gıda üretiminin neredeyse imkânsız olması öngörülüyor. Böylesine bir tablo karşısında çocuk yapma fikri insanlarda doğal olarak kaygı yaratıyor. Bu konuda düşünenler, “Çocuğum nasıl zorluklarla mücadele edecek?” “Ben hâlâ yaşıyor olur muyum?” ve “Dünyaya yeni bir çocuk getirmek karbon ayak izimizi nasıl etkiler?” gibi soruları sıkça dile getiriyor.

Hickman ve bu alanda çalışan birçok psikolog bu kaygının aslında psikolojik olarak çok sağlıklı bir tepki olduğunu, cevabı kolay olmayan soruları ve duyguları benimsememiz gerektiğini söylüyor.

Finlandiya, ABD ve İngiltere’den bir grup uzmanın hazırladığı, “İklim kaygısı, hükümetlerin ihaneti ve ahlâki yaralanma üzerine gençlerin sesleri” adlı bir araştırmanın bulgularına göre dünyada 16-25 yaş grubundaki insanların yüzde 60’ı iklim krizi hakkında son derece endişeli. Her 10 gençten dördü ise çocuk yapma fikrine kuşkuyla yaklaşıyor. “İklim değişikliği çağında eko-üreme kaygıları” adlı bir başka çalışma ise ABD’de yaşayan 27-45 yaş grubundaki kişilerin yüzde 96’sının yeni kuşakların karşılaşacağı iklim felaketlerinden korktuğunu tespit ediyor.

“Henüz doğmamış çocuklarımızı sevdiğimiz için onları doğurmuyoruz”

Birçok kişi çocuk yapıp yapmama seçimini sessizce yapıyor. Bazıları ise endişelerini başkalarıyla paylaşmak ve hükümetler ve şirketler üzerinde baskı kurmak için dayanışma grupları ve toplumsal hareketler başlatıyor. ABD merkezli Conceivable Future (Mâkul bir Gelecek) adlı hareket de bunlardan biri. Kurucuları Josephine Ferorelli ve Meghan Kallman, 2014’ten bu yana insanları bu konu etrafında bir araya getiriyor ve hikâyelerine kulak veriyor.

Bu hikâyelerde insanlar küçüklüklerinden beri bir hayalleri olan çocuk yapma fikrinden vazgeçmenin zorluklarını, iklim krizinin günümüzdeki etkilerini duyduklarında hissettikleri acıyı paylaşıyor, tercihlerini neye göre yaptıklarını anlatıyor. Örneğin, Conceivable Future’a konuşan bir kişi “Dünyaya getirmediğimiz çocuklarımızı sevdiğimiz için doğurmuyoruz” ifadesini kullanıyor.

Conceivable Future adlı hareketin kurucuları Josephine Ferorelli (sol) ve Meghan Kallman (sağ). | Fotoğraf: Alyce Henson

Josephine ve Meghan, insanlarla görüşürken üç farklı durumla karşılaştıklarını anlatıyor: “İlki yeni doğan çocukların dünyaya zarar verip vermeyeceği. İkincisi yeni doğan çocuklara dünyanın ne tür zorluklar yaşatacağı.” Bir başka deyişle, toplumsal sorunlara iklim krizinin eklenmesi ile birlikte artık insanların çocuk sahibi olmalarını gözden geçirmelerine neden olduğunu belirtiyorlar. “Amerikalıların büyük kısmı zaten doğum karşıtı politikalar uygulayan sistemlerin içinde yaşıyor. İnsanlar çok fazla borç biriktiriyor, güvencesiz işlerde çalışıyor, çocuk bakımı için devletten destek alamıyor ve ucuz sağlık sistemine erişimleri yok. Şimdi de daha büyük, varoluşsal bir durum söz konusu. İnsanlar okyanusların yükseldiği, yangınların, kuraklıkların, sellerin yaşandığı ve otokratik liderlerin dünyanın istikrarını bozduğu bir zamanda çocuk yapmanın etik olup olmadığını sorguluyorlar.”

Bun karşın, çocuk sahibi olmamanın da başka kaygılara yol açıyor. “Üçüncü durum ise insanların anne baba olmadıkları durumda yeni nesillerle nasıl bağlantı kuracakları ve birikimlerini nasıl aktaracakları.”

“Okyanustaki ufacık bir damla”

Caroline Hickman’ın da dediği gibi iklim krizi korkusu karşısında bir ikilemde değiliz. Bu çok daha karışık ve hazır cevapları olmayan bir durum.

Fransa’da yaşayan ve uzun süredir karbon ayak izini azaltmak için çeşitli yaşamsal değişiklikler yapmaya gayret eden Julie, çocukluğundan beri anne olmayı hayal ettiğini anlatıyor. “Değişen bir dünyanın içinde olsak da bir insana hayat verme ve ona iyi bir hayat yaşamayı öğretme fikrini çok seviyorum. Endişeliyim ama diğer taraftan doğru seçimleri yapan insanların çocuk yapması gerektiğini düşünüyorum” diyen Julie sözlerine şu şekilde devam ediyor: “Bilim insanları benim doğduğum 90’lı yıllarda da gelecek için korkutucu tahminler yürütüyordu. Şu anda aynı durumda değiliz biliyorum ama ailemin beni doğurma kararını tamamen bu tahminler üzerine dayandırmamasına mutluyum. Şirketlerin ve hükümetlerin bir an önce harekete geçmesini istiyorum. Onlar kendilerini toparlayana ve kâr etmekten vazgeçene kadar küçücük bir insan olarak ben hayallerimden vazgeçmek istemiyorum. Çocuk yapmamak okyanusta ufacık bir damla, benim hayatıma ise kocaman bir darbe.”

Bu konudaki konuşmaların sayısı artıyor

İklim krizinin boyutu hakkında yeni bilgiye sahip olduğumuz her gün çocuk yapıp yapmama konusu daha çok konuşuluyor. ABD’de Temsilciler Meclisi’nin Demokrat Partili üyelerinden olan ve göreve başladığından beri ülkede yeşil kalkınma politikalarını popülerleştirmeye çalışan 32 yaşındaki Alexandria Ocasio-Cortez, Instagram’daki 8 milyon takipçisiyle yaptığı bir canlı video oturumunda gençlerin çocuk yapmanın ahlâki açıdan doğruluğunu sorguladığını ve bunun çağımızda normal olduğunu paylaştı.

Filipinler’de büyüyen 24 yaşındaki iklim aktivisti Mitzi Tan yakın zamanda yaptığı bir röportajda, “Yatak odamda boğulmaktan korkarak büyüdüm. Toplum bana bu kaygının normal olduğunu ve ilaçlarla tedavi edilebileceğini söylüyor. Ancak iklim kaygımız hükümetlerin ihanetinden kaynaklanıyor ve tedavisi için adalete ihtiyacımız var” ifadelerini kullandı.

Almanya’da okul grevleri düzenleyen 26 yaşındaki Luisa Neubauer ise, “Çok sayıda genç kadın bana çocuk yapmanın doğru olup olmadığını soruyor. Bu çok basit bir soru ama zamanımız hakkında bize çok bilgi veriyor” dedi.

“Dünyaya çocuk getirmenin artık etik bir seçim olduğunu düşünmüyorum”

Birthstrike Movement adlı hareketi başlatan Agnieszka Marszalek (sol) ve Spencer Rocchi (sağ). | Fotoğraf: Marszalek ve Rocchi’nin arşivi

Kanada’nın güneydoğusundaki Ontario eyaletinde Birthstrike Movement (Doğum Grevi) adlı hareketi başlatan ve ikisi de öğretmen olan Spencer Rocchi ve Agnieszka Marszalek içinde bulunduğumuz sistemin bozuk olduğunu ve insanlara adil bir şekilde davranmadığını düşünüyor.

“Yeni bir sisteme ihtiyacımız var. Çocukların menfaatine düzenlenmiş, güvenli bir dünya modeli görmek istiyorum. Ama şu anda dünyamız o şekilde işlemiyor. İklim krizinin etkilerini çok daha ciddi bir şekilde hissetmemize sadece yıllar kaldı” diyen Spencer sözlerine devam ediyor: “Dünyaya çocuk getirmenin artık etik bir seçim olduğunu düşünmüyorum. İşin üzücü tarafı da şu ki gelişmiş ülkelerde yapabileceğimiz en kötü şeylerden bir tanesi çocuk doğurmak. Dünya ortalama Amerikalının tüketim alışkanlıklarını kaldıramıyor, bunu biliyoruz. Nüfus kontrolü demeyi doğru bulmuyorum ama yaşamımızı nasıl sürdüreceğimizi düşünmemiz gerekiyor.”

Agnieszka, iklim krizinin etkilerinin Ontario’da bu yıl mevsim değişikliği şeklinde hissedildiğini, Haziran ayına kadar kar yağışı olduğunu anlatıyor. “Ayılar uzun bir süre uyanmadı. Uyandıklarında ise üreme ve beslenme ritüellerini bir arada ve çok hızlı bir şekilde yapmak zorunda kaldılar. Aynı zamanda kar yağışı yüzünden su seviyeleri yükseldi ve bu hem sellere neden oldu hem de göç eden balıkları etkiledi” diyen Agnieszka şöyle devam ediyor: “Kâr sistemi üzerine kurulmuş bir dünyada yaşadığımız sürece bu krizi çözemeyeceğiz. İnsanların ihtiyaçlarını merkezine alan bir sistem gerekiyor. Tüm bunları göz önünde bulundurunca çocuğuma nasıl güzel bir hayat sunabileceğimi bilmiyorum.”

Çocuk doğurmayarak onları ekonomik, sosyal ve çevresel zorluklarından korumayı hedefleyen Birthstrike hareketine neredeyse 200 kişinin katıldığını söyleyen Spencer ve Agnieszka, kendi çocuk yapmama tercihlerini yakınlarıyla konuşmanın zorluklarından da bahsediyor.

Agnieszka, “Ben Polonyalıyım ve aile kültürünü önemseyen bir aileden geliyorum. Neden çocuk yapmamayı seçtiğimi anlattığımda ailemin bir kısmı anlamıyor, bir kısmı da anlıyor ama sonra hayatına olduğu gibi devam ediyor. Hiçbiri yeni doğan çocuklara nasıl kaliteli hayatlar sunacağımız sorusunu cevaplayamıyor” diyor.

“Sağlık sektörünün iklim krizinde çok ciddi bir rolü var. Her çocuğun eşit haklarla ulaşabildiği bir sağlık güvencesi yok”

Performans sanatçısı Dicle Doğan. | Fotoğraf: Doğan’ın arşivi.

Performans sanatçısı Dicle Doğan önceliğinin doğmuş olan ve zor koşullarda yaşayan milyonlarca çocuğa daha güzel bir dünya bırakmak olduğunu söylüyor: “Zaman zaman hormonlarımın beni ele geçirdiğini hissettiğim dönemlerde, bu dünyada kendi inandığım koşullarda bir çocuk yetiştirebilir miyim sorusunu düşünüyorum.”

Doğan, kararındaki başlıca etkenleri şu şekilde aktarıyor: “Ama bir yılda tüketmemiz gereken kaynakların limitini üç ay içinde tüketiyoruz. Bu noktada da daha fazla insana ihtiyaç var mı diye düşünüyorum. Güvenilir gıda bulamamak, zehirli kimyasal kullanımının çoğalması, hızlı tüketim, sağlık sektörünün kapitalist yaklaşımları beni bu dünyaya yeni bir canlı getirmek konusunda düşündürüyor. Sağlık sektörünün iklim krizinde çok ciddi bir rolü var. Her çocuğun eşit haklarla ulaşabildiği bir sağlık güvencesi yok.”

“Hâlâ gidişatı değiştirebiliriz”

Caroline Hickman, dünyanın birçok yerinden, çocuk yapma koşullarının farklı olduğu ülkelerde benzer endişeleri olan insanlarla konuştuğunu anlatıyor. Bazı ülkelerde çocuklar 18 yaşından sonra bağımsızlaşıp kendi hayatlarını kuruyorken bazı ülkelerde uzun bir süre ailelerine bakıyor, onların yerine erken yaşta çalışmaya başlıyor. Hickman aynı zamanda sık sık ailelerine onları böylesine zor bir dünyaya getirdikleri için öfkeli olan çocuklarla görüştüğünü aktarıyor.

Ancak Hickman, dünyanın her yerinde iklim farkındalığının artmasıyla bu konudaki diyaloğun da zenginleşmesini öngörüyor: “Bunu insanlık tarihinde yaşadığımız diğer ruh sağlığı zorluklarıyla karşılaştırmamalıyız. Kıyamet fantezileri veya naif kurtuluş teorileri tehlikeli. İçinde bulunduğumuz belirsizliği kabul etmeli ve bu konuda birbirimiz ve çocuklarımızla yaptığımız konuşmaları normalleştirmeliyiz. Krizi ötekileştirmek veya korkunç bir canavar haline getirmek işimize yaramayacak, her konuşmamızın bir parçası olmalı. Ayrıca henüz hikâyenin sonuna gelmedik, hâlâ gidişatı değiştirebiliriz.”

İstanbul’a yaklaşık 140 yıl önce hizmet vermeye başlayan, kentin kültürel değerlerinden Yedikule tren istasyonu, Marmaray projesi gerekçe gösterilerek 12 Ağustos 2013’te kapandı. Osmanlı’nın Avrupa demiryolları ile ilk bağlantısı olan istasyon, Sirkeci’den Halkalı’ya kadar uzanan banliyö hattının seferlerinde 1950’lerden 2013’e kadar her gün binlerce yolcunun uğradığı duraklardan biriydi.

Şimdilerde, Yedikule tren istasyonunu da kapsayan Sirkeci-Yedikule hattının yenileme projesi kapsamında Kazlıçeşme-Sirkeci hattı olarak yeniden açılması gündemde. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı iki ay önce istasyonun 2023 yılının ilk çeyreğinde faaliyete geçeceğini duyurdu. Bakanlık, proje kapsamında 7,3 kilometrelik yaya yolu, 6,3 kilometrelik bisiklet yolu, 10 bin 120 metrekarelik meydan ve rekreasyon alanı, 74 bin metrekare yeni yeşil alan, 6 bin metrekare kapalı sosyal ve kültürel mekân yer alacağını açıkladı.

Sirkeci-Kazlıçeşme hattının yenilenme ihalesi 26 Haziran 2018’te açılmış, ardından “rekabete uygun ortam oluşmaması” nedeniyle iptal edilmişti. Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası’nın açıklamasına göre sürecin ardından bir ihale olmamasına rağmen yenileme işi Ulaştırma Bakanlığı Altyapı Genel Müdürlüğü tarafından Kolin İnşaat’a verildi.

Projeye dair birçok soru işareti mevcut. Örneğin, daha önce seferlerin çift hat olarak yapıldığı güzergâh neden tek hatta düşürüldü? Hattın her iki yanındaki Osmanlı ve Bizans’a ait arkeolojik miras bölgeleri dikkate alındığında, hangi alanlar imara açılacak? Ve en önemli sorulardan biri, tarihi Cer atölyelerine ne oldu?

“Tek hatta yaşanacak bir kaza, alternatif bir hat olmadığından ulaşımı uzun süre sekteye uğratacaktır”

Fotoğraf: Onur Dalar, 29 Ağustos 2022.

Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası Genel Başkanı Murat Oral, öncelikle seferlerin tek hat üzerinden yapılmasının yolcu güvenliği açısından riskler taşıyacağını belirtiyor. Banliyö tren seferlerin ihtiyaç ve talep nedeniyle 1952 yılında çift hatta çıkarıldığını vurgulayan Oral, aradan 70 seneden fazla zaman geçtikten ve İstanbul’un nüfusu kat kat artıktan sonra güzergâhı tek hata indirmenin mantığını sorguluyor. Üstelik, bu yönde herhangi bir talep bulunmazken. “Aksine hat sayısının artırılmasının tartışılması gerekiyor,” diyor Oral. “İstanbul’un büyük bir ulaşım sorunu var. Örneğin tek hatta yaşanacak bir kaza, alternatif bir hat olmadığından ulaşımı uzun süre sekteye uğratacaktır. Bu projeyle düşünülmesi gereken en büyük risk kaza durumu hesaba katılmamış gibi gözüküyor.”

Oral’ın şüphe ile yaklaştığı bir diğer konu ise proje kapsamında imara açılacak araziler. “Bu araziler nasıl imara açılacak, neye dayanarak açıklamıyorlar,” diyor Oral ve buradan ne tür kazançlar elde edileceğine dair kaygılarının giderilmediğini söylüyor. “Küçük bir örnek, Sirkeci Feribot İskelesi Yeşilay’a devredildi. Burası TCCD arazisi içinde yer alıyordu. Şimdi bu yer düğünlere kiralanıyor. Hep rant üzerine düşünüyorlar. Biz buradan ranta dayalı bir proje istemiyoruz.”

Oral ayrıca, tarihi ve kültürel dokuyu koruyarak yolcu taşımacılığı geliştirmeye yönelik bir proje olması gerektiğini savunuyor. Hattın da Sirkeci’den Edirne’ye kadar uzanması gerektiğini sözlerine ekliyor.

CER Konakları’nda 240 metrekarelik daire fiyatları 26 Milyon TL. Eski mülk sahiplerinden kaçının bu daireleri satın alabildiği bir soru işareti

Lüks Cer İstanbul Konakları, Yedikule TCDD atölye arazisine inşa edildi. | Fotoğraf: Onur Dalar, 29 Ağustos 2022.

Mimarlar Odası ve Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası 2007 yılında Yedikule Tren İstasyonu ve üzerinde bulunan hattın kültürel ve kentsel SİT alanı ilan edilmesi için bir rapor hazırlamış ve bunu bakanlığa sunmuştu, ancak bir sonuç alınamamıştı.

Yedikule İstasyonu’nun 2013’te kapanmasıyla bölgenin yapısında değişiklikler başladı. Bu değişikliklerin başında kentsel dönüşüm projeleri geliyor. Örneğin, bölgede gezerken ilk gözüme çarpan, Yedikule Tren İstasyonu’nun hemen karşısına inşa edilen CER İstanbul Konakları. 10 Ekim Pazartesi günü, daire fiyatlarını öğrenmek üzere Ege Yapı’nın müşteri hizmetlerini arıyorum. Sorularımı yanıtlayan müşteri temsilcisi toplam 112 dairden, sadece altı tane kaldığını belirtiyor. 240 metrekarelik üç artı bir daire fiyatlarının 26 Milyon TL olduğunu aktarıyor. Bu da metrekare başına biçilen fiyatın 108 bin TL olduğu anlamına geliyor. Yedikule CER Konakları, Fatih bölgesinde tarihi sur içinde kalan projelerden sadece biri. Söz konusu fiyatlar göz önünde bulundurulunca, eski mülk sahiplerinden kaçının bu daireleri satın alabildiği bir soru işareti. Ak Partili Fatih Belediyesi Başkanı ve aynı zamanda TOKİ’nin de eski başkanlarından Ergün Turan, tarihi sur içinde, yani sit alanında faaliyet gösteren projelerin, 6306 Afet yasası gereği yıkım kararıyla başladığını belirtmişti.

“Kültür çeşitliliği vardı. Burada büyüdüm, arkadaşlarım Rum ve Ermeniydi. Burası onların da yeriydi”

Yedikule istasyonunun hemen karşısında yer alan 65 yıllık bakkal dükkânı. | Fotoğraf: Onur Dalar, 29 Ağustos 2022.

Mahalle sakini İbrahim Eken ile karşılıyorum. Bir bakkalı dükkânı var. 65 yıldır bakkalın işlediğini, babasından devraldığını anlatıyor. Ona, dükkânının hemen karşısında yükselen lüks CER Konakları’nı işaret ediyorum. “Oraları bizim gibi insanların giremeyeceği yerler” diyor sadece. Ardından yakın zamanda faaliyete geçecek yeni istasyon projesini konuşuyoruz. Eken, istasyonun yeniden açılacağını ilk duyduğunda heyecanlandığını söylüyor. Ancak proje başlayıp detayları öğrendikçe bu heyecanından eser kalmamış. “Eskisi gibi hareketli ve renkli olmaz. Çünkü tek hat olacak. Eskiden 18 istasyon vardı. Buradan Halkalı’ya kadar gidiyordu. Buraya gelen insanlara hitap ediyordum. Şimdi öyle bir durum yok. İşlerim azaldı,” diyor. “Mesela buradaki lojmanlar halen duruyor. Evvelden lojmanlarda mühendisler, teknik elemanlar kalırdı. Neden biliyor musunuz? Tren bir arıza yaptığında saat kaç olursa olsun o adamı oradan bulurdun. Şimdi Marmaray’da çalışan güvenlik görevlileri kalıyor.”

Peki, bir istasyonun faaliyetinin durması mahalleyi nasıl dönüştürdü? “Burada sadece istasyonu değil bir kültürü yıktılar, kapadılar” diyor Eken. Nasıl bir kültür vardı diye sorduğumda ise “burası işçi mahallesiydi. Demiryolcular vardı, mühendisler vardı,” diye anlatmaya başlıyor. “Buranın kahvelerine Gedikpaşa’daki Kundura ustaları da gelirdi. Demiryolcularla oyun oynarlardı, onlar da gitti. Kültür çeşitliliği vardı. Ben burada büyüdüm, arkadaşlarım Rum ve Ermeniydi. Burası onların da yeriydi. Sonra zaman içinde onlar da gitti. Yani buradaki kültür yok oldu. Bir daha da geri gelmez.”

Fatih Belediyesi’nden ismini vermek istemeyen bir meclis üyesi: “Cer atölyelerinin restorasyonu hakkında bir bilgim yok, ancak restorasyon bir muamma diyebilirim”

Yedikule Tren İstasyonu motorlu depo personeli. | Fotoğraf: Ruhan Çelebi’nin arşivi, 27 Haziran 1962.

Cer Konakları projesi adından da anlaşıldığı gibi, 1871-1997 yılları arasında demiryolu araçlarının bakım-onarım faaliyetlerinin gerçekleştirildiği Cer atölyelerinden geliyor. Bu inşaat projesi de tarihi Cer atölyelerinin bulunduğu arsa üzerine yapılıyor. Tarihi yarımadada konumlanan tartışmalı bu proje Yedikule-Yenikapı 1. Etap Cer Atölyesi Yenileme Avan Projesi adıyla 13 Haziran 2016’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından onaylanıyor. Proje, 5366 Sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkındaki Kanun gereği Yenileme Alanı olarak belirleniyor.

Esnaf İbrahim Eken ile konuştuktan sonra tarihi dokusuna uygun biçimde restore edileceği belirtilen Cer Konakları bünyesindeki atölyelerin bulunduğu alana gitmek istiyorum. Ancak sitenin güvenlik görevlisi “özel mülkiyet alanı olduğu” gerekçesiyle beni içeri almıyor. Bunun üzerine, Fatih Belediyesi’nden ismini vermek istemeyen bir meclis üyesiyle görüşüyorum. O da “Cer atölyelerinin restorasyonu hakkında bir bilgim yok, ancak restorasyon bir muamma diyebilirim” diyor.

“Cer atölyeleri tarihi ve endüstriyel mirastır. Resmen o evlerin reklamını yaparken bu tarihi sattılar”

Ardından Cer atölyelerinin tarihi ve kültürel varlığı için mücadele veren isimlerden, aynı zamanda demiryolu çalışanı olan TCDD eski Sirkeci Müze Müdürü Ruhan Çelebi ile konuşuyorum. Yedikule Cer atölyelerine ait bazı malzemeler Çelebi’nin kişisel çabalarıyla kurtarılmış ve TCDD Sirkeci müzesine kazandırılmıştı. “Oraya o evlerin yapılması başından büyük bir hataydı” diyor Çelebi. Cer atölyelerinin olduğu alanın müze olması için yıllarca çaba sarf ettiğini anlatıyor. Ancak bu çabalarını dikkate alan olmamış. “Bunlar tarihi ve endüstriyel mirastır. Resmen o evlerin reklamını yaparken bu tarihi sattılar. Bu tarihin korunacağı söylendi ama olmadı. Deniz manzaralı evler uğruna tarihi yok ettiler. İnanılmaz bir tarih maalesef kayboldu.”

“Cer atölyeleri yaya odağıyla entegre hale getirilebilirdi. Bu hattan ayrı ve bağımsız olarak ele alınmamalıydı”

Kazlıçeşme-Sirkeci raylı sistem ve yaya odaklı yeni nesil ulaşım projesi. | Görsel: Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı.

Cer atölyelerinin korunması için mücadele veren bir diğer kişi de eski Yedikule sakini ve çevre aktivisti İnanç Kıran. Kıran da, atölyelerin Cer Konakları nedeniyle halka açık bir şekilde konumlanmamasından yakınıyor. “Tarihi Yedikule Cer Atölyeleri’nin olduğu alanın ve kompleksin kamunun erişimine açık bir şekilde işlevlendirilmesi ve düzenlenmesi gerekirdi” görüşünde. “Bir sermaye grubunun endüstri yapılarının dönüşümünü finanse ettiği bir proje yerine, kamu yararını önceleyen, katılımcı bir yaklaşımın ve sürecin izlendiği bir aşamaya evrilmesi endüstri mirasının korunması ve sunumu açısından daha anlamlı olurdu.”

Peki, Cer atölyeleri kamunun erişimine açık hâle nasıl getirilebilirdi? Kıran’a göre bu sorunun yanıtı projede var. “Yeni faaliyete geçecek Sirkeci-Kazlıçeşme hattında, bisiklet yolu oluşturulacak ve bu, bölge için önemli,” diyor Kıran. “Tarihi Yedikule İstasyonu ile bağlantılı Cer atölyeleri de bu yaya odağıyla entegre hale getirilebilirdi. Bu hattan ayrı ve bağımsız olarak ele alınmamalıydı. Demiryolu sistemi, yapıları ile  değerlendirilmeliydi. Böylece, kamuya açık olurdu ve kent hafızası ve kültürel miras korunmuş olurdu.” Ancak projenin uygulanma şekli gösteriyor ki, İstanbul’un pek çok bölgesindeki gibi yine öncelik kültürel, tarihi, endüstriyel veya toplumsal mirası korumak yerine özel mülkiyet alanının inşa edenlerin çıkarlarını korumaya verildi.

Bartın’ın Amasra ilçesinde Türkiye Taşkömürü Kurumu’na (TTK) bağlı madende, 14 Ekim günü akşam saatlerinde yerin 300 metre altında grizu* patlaması meydana geldi. Patlama üzerine ilk açıklama Bartın Valiliği’nin Twitter hesabından yapıldı.

Açıklamada “Amasra Taşkömürü İşletme Müessesinde saat 18:15 sularında -300 kotunda henüz nedeni belli olmayan kısmi bir patlama meydana gelmiştir. Olay yerine tüm ekiplerimiz seferber edilerek gerekli çalışmalara başlanmıştır,” ifadeleri kullanıldı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, maden ocağındaki son işçiye de ulaşılmasıyla ölü sayısının 41 olduğunu açıkladı. Ağır yaralı olan 11 işçinin de tedavisinin sürdüğü belirtildi. Maden ocağına gelen Erdoğan, ayrıca “Biz kader planına inanmış insanlarız. Bunlar her zaman olacaktır, bunu da bilmemiz lazım” dedi.

Facianın hemen ardından, Sayıştay’ın 2019 yılında Bartın’da grizu patlamasının yaşandığı maden için hazırladığı denetim raporu gündeme geldi. Çünkü, raporda  patlamanın olduğu madende gaz risklerinin yanı sıra, işçi sayısının tehlikeli boyutta azaltılmış olduğu, yer altı haberleşme sisteminin uzun süre kesildiği, 24 saat takip gerektiren tehlikeli gaz ölçümü sisteminin sağlıklı işlemediği tespitleri yer alıyor. Ayrıca söz konusu rapora göre, Ocak 2019’da 190 iş kazası meydana geldi. 2020 yılında 157’si yer altında, 7’si yer üstünde olmak üzere toplam 164 iş kazasında 164 işçi ise yaralandı.

Sayıştay’dan patlama uyarısı

CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, Sayıştay’ın 2019 yılı TTK raporunu Twitter hesabından paylaştı.

Sayıştay ve TTK patlamadan 9 gün önce madendeydi

Sayıştay Başkanlığı’nın 2019 Yılı TTK Denetim Raporu’nda öne çıkan “2019 yılında müessesenin dengelenmiş üretim derinliği -300 metre olmuştur. Bu derinleşme ani gaz degajı ve grizu patlaması gibi ciddi kaza risklerinin artmasına neden olmaktadır. Çalışılan damarların tamamında gaz içeriklerinin yüksek olduğunu, dolayısıyla degaj kapasitesinin de yüksek olduğu arıza sonlarında riskin daha da arttığı bilinmektedir…” kısmı CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, patlama sonrası Twitter hesabından paylaştı.

Patlamadan 9 gün önce ise, 5 Ekim 2022 tarihinde Sayıştay Başkanlığı Enerji Grup Başkanı İbrahim Özkarcı madeni ziyaret etti. Özkarcı’nın uzman denetçiler eşliğinde TTK Genel Müdürü Kazım Eroğlu ile tam da kazanın meydana geldiği -300’de incelemelerde bulunduğu TTK’nın internet sitesinde duyruldu. Ancak, TTK patlama sonrası açıklamasında, 5 Ekim günü yaptığı inceleme için, “Söz konusu ziyaret denetim amaçlı olmayıp, sadece kurumumuza yapılan bir nezaket ziyaretidir” açıklamasında bulundu. Ayrıca TTK, Sayıştay’ın denetim raporuyla ilgili çıkan haberlere de ‘dezenformasyon’ dedi.

“Madencinin üstünün ehliyeti, emri veren kişinin liyakatı olması lazım. Ancak, bunu önleyecek mekanizmanın çürümüş olduğunu görüyoruz”

Bağımsız Maden İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Başaran Aksu

“TTK’nın kadroları boşaltıldı”

Gezegen24’e konuşan Bağımsız Maden İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Başaran Aksu, Amasya’daki maden faciasını, bir kamu kurumu olan Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun (TTK) son 20 yılda zamanla kadrolarının içinin boşaltılmasına ve madencilik faaliyetleri yerine siyasi yakınlıklara odaklanmasına bağlıyor: “Madencilik disiplin, tecrübe ve deneyim isteyen bir işkoludur. Bu işkolunda kadroların yerlerini değiştirirsen, içini boşaltırsan, geri dönüşü olmayan sonuçlar yaratırsın. Bir madenci üstünden direktif alır, o nederse onu yapar, onu uygular. Ama madencinin üstünün ehliyeti olması lazım. Emri veren kişinin liyakatı olması lazım. Ancak, yukardan aşağıya bunu önleyecek mekanizmanın çürümüş olduğunu görüyoruz.”

TTK’nın faaliyet raporuna göre, 2021 yılında Amasra işletmesinde 208 iş kazası gerçekleşti. O dönem ise işletmede 549 işçi çalışıyordu. Aksu, Zonguldak havzasında, yani Karabük, Bartın, Amasra bölgesinde 90’lı yıllarda 45 bin işçinin çalıştığını, zamanla özelleştirmeler ve çalışanların tasfiyeleri ile bu sayının 8 bine indiğini belirtiyor: “Patlamanın olduğu madende en son resmi olarak 400 madenci vardı. Eskiden bu rakam iki bindi. Siz şimdi, iki bin işçinin yaptığı işi, 400 işçiye yaptırırsanız sonuçları böyle kötü olur.”

“Cezalar caydırıcı değil”

Aksu, bir madende genelde akut bir durum söz konusu olduğu zaman denetleme yapıldığını belirterek, “Akut durumlar ortaya çıkmadıkça da rutin, boş formları doldurmak amacıyla derinlemesine bir inceleme olmadan denetleme faaliyeti yürütülür. Varsayalım bir denetim oldu, denetimi yapan müfettişler görevliler etkin bir şekilde denetlediler raporla değiştirilmesi gereken husulara dair talimatlar verdiler. Bunları bir iş yeri yapmadığında ceza ile karşılaşır ama bu cezalar caydırıcı olmaz hatta kurumun tercih ettiği bir şey olur. Çünkü, işçi sağlığı işçi güvenliği ekipmanlarını, makinalarını vesaire almak veya onarmak cezayı ödemekten daha pahalıya geldiği için iş yerleri onun yerine makul cezaları ödemeyi tercih ediyorlar” diyor.

“Manipüle yönteminin artık bir karşılığı yok”

Aksu, Erdoğan’ın açıklamalarının artık bir karşılığının olmadığını, “kader” tanımlamasını yeniden iktidar olma isteğine bağlıyor: “Çünkü, emekçi sınıfının rızasını kazanarak, ülkeyi yönetme iradesini yeniden almak istiyor. Dolayısıyla kader, fıtrat, şükür inşallah vesaire gibi tanımlamalar emekçi sınıflara bir dindar karakteri atfedip bu karakter üzerinden de bu toplumu manipüle edebilir miyiz çabasının ürünü. Ancak bu manipüle yönteminin artık bir karşılığı yok, insanlar susmuyor ve itiraz etmekten uzak durmuyor. Onun sözleri artık tükendi, eski şevklendirici misyonunu yitirdi.”

Erdoğan, 2014 yılında Manisa’nın Soma ilçesinde yaşanan ve 301 madencinin öldüğü maden faciası sonrası ise “Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok” diye konuşmuştu. Soma’daki maden faciasının da üzerinden 8 yıl geçmesine rağmen, haklarında soruşturma başlatılan devlet görevlileri için henüz bir iddianame hazırlanmadı. Soma Holding’in sahibi Can Gürkan ise 4 buçuk yıl hapis yattı, ancak iki yıl önce düzenlenen infaz yasasından yararlanarak serbest bırakıldı.

Avukatlar, delillerin karartılmasına karşı savcılığa başvurdu

Bartın Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Amasra’daki maden faciası ile ilgili soruşturma başlatıldı. Olayla ilgili 3 savcının görevlendirildiği belirtildi. DW Türkçe‘den Can Bursalı’nın haberine göre, soruşturmaya Türkiye Barolar Birliği (TBB), Bartın Barosu ve Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) üyesi avukatlar da müdahil oldu. Avukatlar, grizu patlamasıyla ilgili şüphelilerin delil karartmasının önüne geçilmesi için maden sahasına girişinin yasaklanmasını, teknik inceleme için gerekli olan bilgi ve belgelere el konulmasını istedi. Madenin içinde yapılacak keşife bağımsız bilirkişi heyetlerinin katılması gerektiğine de değinilen dilekçede, bilirkişilerin grizu patlamasının yaşandığı işletmenin yönetimleri ile bağlantısının olmamasının sağlanması talep edildi.

*Grizu: Maden ocaklarının galerilerinde bulunabilen ve belirli konsantrasyonlara eriştiğinde patlayıcı hale gelebilen yanıcı gaz. Bu gaz çoğunlukla kömür madeni metanıdır.

Okullar 12 Eylül’de açıldı. 2022-2023 eğitim öğretim yılının başlamasıyla, yüzyılın en büyük tehdidi iklim krizi Türkiye’de ilk kez müfredatta yerini aldı.

Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlı ortaokullarda okutulan Çevre Eğitimi dersinin adı, Paris İklim Anlaşması kararları, MEB’in Stratejik Planı, çeşitli kurum ve kuruluşların eylem planları ve şûra kararları dikkate alınarak, bu yıl Nisan ayında “Çevre Eğitimi ve İklim Değişikliği” olarak yeni dönemde müfredata eklenmek üzere değiştirilmişti.

Ortaokul 6, 7 ve 8. sınıflarda, haftada iki ders saati olmak üzere, yılda toplam 72 saat gösterilecek olan dersin içeriği “insan ve doğa”, “döngüsel doğa”, “çevre sorunları”, “küresel iklim değişikliği”, “iklim değişikliği ve Türkiye”, “sürdürülebilir kalkınma ve çevre dostu teknolojiler” olmak üzere altı üniteden oluşuyor.

İklim krizi konusunda öğrenciler kaygı yaşıyor

Ancak ders zorunlu değil, seçmeli. Devlet okullarında eğitim gören beş milyona yakın ortaokul öğrencisinin kaçının bu dersi seçtiğine dair şu aşamada herhangi bir veri yok. Bunun üzerine, okullar açıldıktan iki hafta sonra resmî sayıyı öğrenmek için ulaştığımız Milli Eğitim Bakanlığı İstanbul İl Milli Eğitim bürosu, ellerinde buna dair henüz bir veri olmadığını dile getirdi.

Örneğin, Gezegen’e konuşan MEB’e bağlı bir ortaokuldan Fen Bilgisi Öğretmeni olan Selin* öğretmen, okullarında “Çevre Eğitimi ve İklim Değişikliği” dersinin seçilmediğini dile getiriyor. Ancak, Selin öğretmen, MEB’in ders kapsamında Öğretmen Bilişim Ağı’nda (ÖBA) 21 Eylül-5 Ekim tarihleri arasında öğretmenlere çevrimiçi tanıtım semineri verildiğini de ekliyor.

Selin öğretmene göre “Çevre Eğitimi ve İklim Değişikliği” dersi seçmeli de olsa, müfredata girmesi önemli bir gelişme: “Öğrencilerin daha da bilinçlenmesi açısından verilmiş en iyi kararlardan biri bence. İklim değişikliğinin önemi konusunda öğrencileri ne kadar bilinçlendirirsek gelecek nesillere o kadar yaşanabilir bir dünya bırakmış oluruz.”

“Öğrencilerim yaşanabilir bir dünya istiyor, bu yüzden derste çok aktifler”

Selin öğretmen bu yarı yıl için şu anda dersin seçilmediğini belirtse de ikinci yarı yılda derse başlayacakları konusunda umutlu. Ancak bunun, iklim krizi konusunu derslerinde işlemedikleri anlamına gelmediğini vurguluyor. “Fen Bilimleri dersinde ve eski adıyla Çevre Eğitimi seçmeli dersinde iklim değişikliği ve çevre ile ilgili konuları, ben bilhassa detaylı işledim ve işlemeye devam ediyorum. Sera gazlarının  atmosferde birikerek dünyada sıcaklığın artmasına neden olduğunu, bunun sonucunda da buzulların eridiğini, ani sel baskınlarının oluştuğunu, kuraklıkların görülmeye başladığını, iklim değişikliklerinin oluştuğu öğrencilerle tartışıyoruz” diyor Selin öğretmen. Kirlilik de öğretmenlerin üzerinde durduğu sorunlardan biri. “Fosil yakıtların yanması sonucu oluşan gazların (CO2, SO2, vb.) havadaki su buharı ile kimyasal tepkimeye girerek asit yağmurlarına neden olduğunun ve bunun da doğaya ne gibi zaralar verdiğinin de üzerinde duruyoruz. Bunun yanında doğal çevrenin kirlenmesinde hızlı nüfus artışı, üretimin artması, doğal kaynakların aşırı kullanımı, endüstriyel ürünlerde, tarım faaliyetlerinde kullanılan kimyasalları da derste işliyoruz.”

Peki, öğrencilerin derse olan ilgisi ve katılımı nasıl? Selin öğretmen, sınıfındaki öğrencilerinin derse oldukça fazla ilgi gösterdiklerini ve sürekli söz almak istediklerini anlatıyor. “Öğrencilerim yaşanabilir bir dünya istiyor. Bu yüzden derste çok aktifler. Dijital bir dünyada çocuklar bilgiye daha çabuk ulaştıklarından konu hakkında bilinçli olarak derse katılıyorlar,” diyor. “İklim krizinin yaratacağı sonuçları sınıfta yaratıcı bir şekilde gerek şiirlerle, resimlerle ve drama çalışmalarıyla anlatıyorlar.” Selin öğretmen ayrıca iklim krizi ile ilgili olarak öğrencilerinin kaygılandığını gözlemlediğini ekleyerek, bu konuda sadece öğrencilerin değil, ailelerinin de bilinçlenmesi gerektiğinin altına çiziyor.

“Ders seçmeli olmaktan çıkarılmalı”

Eğitim Reformu Gelişimi (ERG) Eğitim Gözlemevi Koordinatörü Burcu Meltem Arık, ”Çevre Eğitimi ve İklim Değişikliği” dersinin müfredata eklenmesini önemli, ancak güçlendirilmesi gereken bir gelişme olarak değerlendiriyor. Arık, öncelikle “ders seçmeli olmaktan çıkarılmalı” diyor. Ancak, dersin zorunlu olması durumunda da bazı kritik konuların ve soruların ortaya çıkabileceğini de dile getiriyor Arık. “Örneğin bu derste nasıl bir değerlendirme yapılacağı ortaya çıkan bir soru. Bu nedenle, neden böyle bir derse ihtiyaç duyulduğunun hatırlanması ve buna göre bir yol izlenmesi gerekiyor. İklim ve biyolojik çeşitlilik krizleri içindeyiz. Eğitim yoluyla bu krizlerin günümüzdeki etkilerine ve gelecekteki olası etkilerine hazırlanmalı, eğitimin ‘onarıcı’ rolünü güçlendirmeliyiz.”

Arık’a göre mesele sadece zorunlu ya da seçmeli bir ders eklemekten öte. Dersi güçlendirmeye yönelik atılacak adımların sadece öğrencilerin  bilgi edindirmesi ile sınırlı olmaması gerektiğinin altını çiziyor ve okullarda bütünsel olarak kültürel bir dönüşüm hedeflenmesi gerektiğini savunuyor. “Okul binalarından, bahçelerine, derslerin yapılandırılmasından sosyal duygusal öğrenme alanına çok farklı veçheler düşünülerek planlama yapılmalı,” diyor. “Birkaç gün önce MEB İklim Değişikliği Eylem Planı’nı yayımladı. Bu plan daha çok konuşulmalı ve hem mevcut haliyle uygulanması hem de güçlendirilmesi desteklenmeli.”

“İklim ve biyolojik çeşitlilik krizleri içindeyiz. Eğitim yoluyla bu krizlerin etkilerine hazırlanmalı, eğitimin ‘onarıcı’ rolünü güçlendirmeliyiz”

Arık ayrıca, ders programının ilk bakışta yoğun olduğunu ve ülkenin farklı bölgelerinde farklı konulara ağırlık verilmesinin önemli olabileceğini söylüyor: “Türkiye’de farklı bölgelerde, okul türlerinde, seviyelerde farklı konulara ağırlık verilmesi önemli ve uygulamada esneklik olması kıymetli olur. Örneğin, Güneydoğu Anadolu’da o bölgeye özgü sorunlar ve çözüm önerilerine yer verilmesi, Marmara’da bunun farklılaşması. Bunun için de öğretmenlerin ek kaynaklarla, bilgilerle, araçlarla desteklenmesi önemli.”

“Derse ilkokuldan başlanmalı”

Başka bir okulda ilkokul öğretmeni olan Sinan* öğretmen ise “Çevre Eğitimi ve İklim Değişikliği” dersinin ortaokul müfredatında yer almaya başlamasının çevreye zarar veren ve iklim değişikliğine neden olan durumlara karşı sivil toplum hareketinin güçlenmesine yardımcı olacağını düşünüyor. Sinan öğretmen, seçmeli dersin sadece ortaokullarda değil, öğretmenlik yaptığı ilkokul sınıflarında da müfredata girmesi gerektiği görüşünde. “Maalesef öğrencilerimiz iklim krizi, küresel ısınma ve ekolojik çeşitlilik gibi kavramları bilmiyorlar. Okulumuzun ilkokul olması ve öğrencilerimizin küçük yaş grubu olması bunları öğrenmelerine engel değil” diyor.

Sinan öğretmen, öğrencilerinin küçük yaşta olmasına rağmen, mevsimine uymayan hava sıcaklığının, fırtınaların, aniden yağan ve sele neden olan yağışların farkında olduğunu ve bu yüzden kaygılandıklarını gözlemlediğini belirtiyor. Bu nedenle, küçük yaşta iklim krizi konusunda bilinçlendirme çalışmalarının başlatılması gerektiğini vurguluyor. “Erken yaşlarda çevre ve iklim değişikliği konusunda bilinç edinmeleri çok daha önemli. Çevre ve İklim Değişikliği dersi ilkokuldan başlanmalı diye düşünüyorum.”

İklim Değişikliği Eylem Planı’nda neler var?

İklim Değişikliği Eylem Planı tanıtım toplantısı Eylül ayı sonunda, Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Petek Aşkar’ın katılımıyla Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nda düzenlendi. Eylem planında paydaşlarla ortak çalışmalar planlamak ve çözüm önerileri geliştirmek amacıyla yedi ana başlık üzerinde durulduğu açıklandı. Söz konusu başlıklar şunlar:  “İklim değişikliğinin etkileri hakkında eğitim kurumlarında farkındalık ve bilinçlendirme çalışmalarının yapılması”; “iklim değişikliği sonucunda oluşabilecek afetler ve bu afetlere karşı alınabilecek önlemler”; “enerji verimliliği ve enerji tasarrufu”; “su kaynaklarının korunması ve su tasarrufu”; “hava, su ve toprak kirliliği”; “geri dönüşüm ve sıfır atık”; “iklim değişikliğinin çevre ve halk sağlığı üzerindeki etkileri.” 2025 yılı sonu itibarıyla ise her tür ve seviyedeki öğretim programlarının, sürdürülebilir kalkınma hedefleri doğrultusunda çevre ve iklim değişikliği konularına uyumlu şekilde güncelleneceği belirtildi.

 

* Görüşlerine başvurulan öğretmenlerin anonim olmalarını sağlamak amacıyla gerçek isimleri kullanılmamıştır. 

Türkiye’nin kuzeyinde altı ay önce Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle başlayan savaş hâlâ sürüyor. Son on gündür art arda saldırılarla gündemden düşmeyen, Avrupa’nın en büyük nükleer güç santrali (NGS) olan Zaporijya’da nükleer felaket korkusu Türkiye dahil bölgedeki ülkeleri endişelendiriyor. Özellikle, 29 Ağustos’da Zaporijya NGS tesisinin bahçesine düşen roket sonucu yaşanan elektrik kesintisi nükleer felaket riskini gündeme getirdi. Ukrayna Devlet Nükleer Enerji Şirketi Energoatom santralin elektrik şebekesiyle bağlantısının tarihte ilk defa kesildiğini belirtti.

Bunun üzerine Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan (IAEA) bir heyet santralin durumunu incelemek için 2 Eylül’de Zaporijya’ya gitti. İlk incelemelere göre, henüz bir radyoaktif sızıntının olmadığı raporlandı, ancak santralin ciddi derecede risk altında olduğu belirtildi. İlk inceleme sonrası bölgede basına açıklama yapan IAEA Genel Direktörü Rafael Grossi “Endişeliyim, daha öngörülü bir duruma sahip olana kadar da santral konusunda endişeli olmaya devam edeceğim” dedi. Heyetin tesiste araştırmaları devam ediyor.

Santral çevresinde süren çatışmalar nedeniyle olası bir radyoaktif sızıntıya karşı Ukrayna hazırlıklara başladı. AB desteğiyle, başta nükleer santrale en yakın şehir olan Enerhodar ve çevresi olmak üzere ülkede yaşayanlara iyot tabletleri dağıtılmaya başlandı. Ayrıca, Ukrayna hükümeti Eylül ayına girerken “en kötü senaryoya hazırlık için” nükleer felaket tatbikatları düzenlediğini de açıkladı.

Türkiye’nin iyot tablet stoğu ne durumda?

Avrupa ülkeleri ise Zaporijya NGS’nin Mart ayı başında Rusya’nın kontrolüne geçmesiyle iyot tableti stoklamaya başladı. Peki, Ukrayna’nın güneyindeki Kırım Adası’nın bitişiğinde yer alan, Çernobil’den daha yakın konumdaki Zaporijya NGS’de yaşanacak olası radyoaktif sızıntıya Türkiye ne kadar hazırlıklı?

Öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı’nın iyot tabletleri stoklarıyla ilgili henüz kamuoyuyla paylaştığı resmî bir açıklaması yok. Nükleer Silahlara Karşı Hekimler Birliği ve Nükleer Karşıtı Platform üyesi Dr. Ful Uğurhan da Avrupa ülkelerinin iyot tablet stokları yaptığını hatırlatarak, risk altında olan Türkiye’nin bu konuda herhangi bir çalışmasının olup olmadığına dair hekimlerin bilgi sahibi olmadıklarını belirtiyor.

“İyot tabletler tiroit kanseri riskini azaltır”

İyot tabletlerin işlevi nedir ve neden herhangi bir radyoaktif sızıntıda alınması öngörülüyor? Dr. Uğurhan, nükleer bir kazada çok sayıda radyoaktif maddenin atmosfere karıştığını, bunlardan birinin de radyoaktif iyot olduğunu belirtiyor. “İnsanlar bu maddeyi solunum yolu ile veya besin zincirine karışması sonucunda yiyecek ve içecekler aracılığı ile sindirim sistemi yoluyla alabilir. Vücuda giren radyoaktif iyot tiroit bezlerimize yerleşebilir ve tiroit dokusuna zarar vererek tiroit kanserine yol açabilir,” diyor Uğurhan. İyot tabletleri tiroit bezimizi radyoaktif iyotlara karşı korur ve tiroit kanseri riskini azaltır.” Ancak bu tabletlerin diğer radyoaktif maddelere karşı koruma sağlamayacağını da vurguluyor. Uğurhan, nükleer kaza olması durumunda tiroit kanseri olasılığını azaltmak için özellikle çocuklara, gebelere, emziren kadınlara ve 40 yaş altı nüfusuna yetecek kadar ülkelerin ellerinde iyot tableti bulundurması gerektiğinin altını çiziyor.

“Zaten bir bir miktar iyot tablet stoğumuz Metzamor santrali nedeniyle de olmak zorunda”

Metzamor Nükleer Santrali’nin Iğdır’dan görünümü. | Kaynak: Wikipedia

Uğurhan, Zaporijya NGS’den önce Türkiye’nin sınırına 17 kilometre uzaklıkta olan Ermanistan’daki Metzamor NGS nedeniyle yıllardır ciddi tehlike altında olduğunu vurgulayarak, “Zaten bir bir miktar iyot tablet stoğumuz Metzamor nedeniyle de olmak zorunda” diyor. 18 Ağustos 2020’de Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Metzamor NGS’nin Türkiye için oluşturduğu tehlikeye ve bu santralin kapatılması konusunda yapılan girişimlere ilişkin bir soru önergesi hazırlayarak konuyu Meclis’e taşımıştı. Ancak, dönemin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, CHP’nin soru önergesine ilişkin üç ay sonra verdiği cevapta “Santralin risk unsuru teşkil ettiği ülkemizce vurgulanmıştır” dedi. Avrupa Birliği’nin de Metzamor NGS’nin kapatılması yönündeki çağrılarına rağmen, santralin 2026’ya kadar faaliyette kalacağı biliniyor.

“Bu savaştan da ders alınarak Akkuyu Nükleer Santral inşaatı derhal durdurulmalı”

Akkuyu Nükleer Santrali. | Fotoğraf: Şantiyedeki yüklenici firmalardan IC Holding’in internet sayfasından alınmıştır.

Dr. Uğurhan, Mersin’de yapımı devam eden ve 2023’te faaliyete geçmesi planlanan Akkuyu Nükleer Santrali için de iyot tableti önlemi alınması gerektiğini belirtirken, “Rusya-Ukrayna savaşı herhangi bir savaş durumunda nükleer santralların bir nükleer bombaya dönüşme olasılığını bize kanıtladı. O nedenle Akkuyu’da, ülkemizin başka bölgelerinde ve dünyada nükleer santrallara ve elbette ki nükleer silahlara karşı sesimizi daha da yükseltmeliyiz” diyor.

Türk Tabipleri Birliği (TTB), “Her an Çernobil nükleer felaketinden daha büyük bir felaket ile karşılaşabiliriz” diyerek, Zaporijya NGS’nin etrafında çatışmaların artmasının ardından 3 Eylül’de yaptığı yazılı açıklamada Türkiye’de kurulması planlanan nükleer santral projelerinden vazgeçilmesi çağrısında bulundu. Açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Kuzeyimizde yaşanan bu savaştan da ders alınarak Akkuyu Nükleer Santral inşaatı derhal durdurulmalı, Sinop ve İğneada’da kurulması planlanan nükleer santral projelerinden vazgeçildiği ülkemiz yetkilileri tarafından bir an önce açıklanmalıdır. Ülkemizin topraklarına tamamen başka bir ülkeye ait olan, maddi kazancı bu ülkeye giderken, bütün riskleri ülkemize bırakılan bir nükleer santral kurdurulması yanlışına son verilmelidir.” Gerek hükümet yetkilileri gerekse inşaatı süren santralın yöneticileri açıklamalarında ilk reaktörün 2023’te devreye alınacağını belirtmişti.

Küresel ısınma ve iklim değişikliğin sonuçları bu yaz da kendini somut bir şekilde gösterdi. Dünyanın birçok yerinde sıcak hava rekorları, kuraklık, orman yangınları ve buna bağlı ölümler yaşandı. Dünyada on binlerce ölümün iklim değişikliği ile ilişkilendirildiği “Çevresel Araştırma: İklim” adlı bilimsel derginin Haziran ayında yayınladığı çalışmada, yaşanan sıcak hava dalgalarının her yıl şiddetleneceği belirtildi. Dünya Meteoroloji Örgütü Genel Sekreteri Petteri Taals ise Temmuz ayında, bu yaz Avrupa genelinde etkisini gösteren sıcak hava dalgasına ilişkin yaptığı açıklamada, “İklim değişikliği sebebiyle sıcak hava dalgaları daha sık ve yoğun hale gelecek. Bu en az 2060’a kadar sürecek” dedi.

Her ne kadar 2022 yazının bitmesine sayılı günler kalsa da, dünyada sıcak hava dalgaları ve yarattığı etkiler sürüyor. Özellikle bu yaz Avrupa, tarihinin en sıcak günlerini yaşıyor. İspanya, Portekiz, İngiltere, Yunanistan, Fransa, İtalya, Almanya ve Belçika Temmuz ayını hayatın olağan akışını alt üst eden sıcak hava dalgasının etkisinde geçirdi. Çok sayıda orman yangını yaşandı. Binlerce kişi yaşadığı yeri tahliye etmek zorunda kaldı. Akdeniz Çevre Araştırmaları Enstitüsü’nün Ağustos ayında açıkladığı verilere göre ise Akdeniz’de ortalama su sıcaklığı 1982’den 2021 yılına kadar 1,32 derece arttı.

İki Avrupa ülkesinde bin 700’den fazla ölüm yaşandı

Dünya Sağlık Örgütü, 7-18 Temmuz arası İspanya ve Portekiz’de toplam bin 700’den fazla kişinin aşırı sıcaklardan dolayı hayatını kaybettiğini açıkladı. İspanya’nın Candeleda kenti 11 Temmuz’da 42,4 derece sıcaklığı, Sevillia kenti ise 42,2 dereceyi gördü. İspanya Meteoroloji Enstitüsü, 9 -18 Temmuz arası dönemin; 45 dereceyi aşan sıcaklıklarla ülkede sıcaklık kayıtlarının tutulmaya başladığı 1961’den bu yana en sıcak dönem olduğunu açıkladı. Ortalama sıcaklık, 1981 ile 2010 arasında kaydedilen ortalamalara kıyasla 2,7 derecelik bir artışla 25,6 santigrat oldu. Avrupa Orman Yangını Bilgi Sistemi (EFFIS)’e göre, İspanya’da bu yıl meydana gelen 370’den fazla orman yangınında 240 bin hektarlık alan küle döndü. Yine Temmuz ayı içerisinde Portekiz’in kuzeyindeki Pinhao kasabasında sıcaklık 47 derece olarak ölçüldü. Bunun şimdiye kadar ülkede Temmuz ayında kayıtlara geçen en yüksek sıcaklık olduğu belirtildi.  Portekiz’in kuzeyinde yaşanan yangınlarda ise 30 bin hektarlık bir ormanlık alanın yok olduğu hükümet tarafından açıklandı. Yangında ayrıca, Fire Boss amfibi yangın söndürme uçağının düşmesi sonucu bir pilot hayatını kaybetti.

Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan Tasos adasındaki Skala Potamias kasabasında çıkan yangın. | Fotoğraf: Yunan Devlet Ajansı ANA-MPA News, 11 Ağustos 2022.

Yunanistan’da ise Atina Ulusal Gözlemevi’nin verilerine göre termometreler Temmuz ayı boyunca 40 dereceye ulaştı. 15 Temmuz günü Yunan hükümeti son 24 saatte 100’den fazla orman yangınının çıktığını açıkladı. Fransa’da da yüksek sıcaklıklar ve şiddetli rüzgarlar nedeniyle Temmuz ayı boyunca orman yangınları yaşandı. Ülkenin güneybatısında günlerce süren büyük çaplı orman yangınlarında, İçişleri Bakanlığı 20 bin 800 hektarlık ormanlık alanın tahrip olduğunu açıkladı. Hükümetten yapılan açıklamaya göre çıkan yangınlarda 10 binden fazla kişi evlerinden tahliye edildi. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, ülkede bu yıl yanan ormanlık alanın, 2020 senesinden 3 kat fazla olduğunu belirtti.

İtalya’da son 70 yılda en şiddetli kuraklık

Resmi bir veri olmasa da aşırı sıcaklardan ve orman yangınlarından kaynaklı birçok canlı türü ve hayvan da hayatını kaybediyor. Buna bir örnek olarak, The Guardian gazetesi 17 Ağustos Çarşamba günü yayınlanan bir haberinde, Fransa’nın Provence bölgesinde artan sıcaklıklar nedeniyle, ağustos böceklerinin artık sustuğunu yazdı. Haberde, France 3 televizyonuna konuşan tarım ve iklim uzmanı Serge Zaka’nın, “Ağustos böceklerinin öğleden sonra hava sıcaklığı gölgede 36 dereceyi aştığında hemen hemen hiç ses çıkarmadığını gözlemledik. Sıcakta vücut ısılarını düzenleyemedikleri için şarkı söyleyemiyorlar” dediği belirtildi.

İtalyan ANSA ajansının Ulusal Araştırma Konseyi İklim ve Atmosfer Enstitüsü’nün (ISAC-CNR) verilerine göre ise, ülkede Temmuz ayı sıcaklıkları ortalamanın 2,26 derece üzerinde seyretti. Ülkede, bu yıl etkisini Mayıs ortasından gösteren sıcaklıklar ve azalan yağış miktarı sebebiyle son 70 yılın en şiddetli kuraklığı kaydedildi.

Almanya’nın önemli ticaret yollarından Ren Nehri’nde kuraklık nedeniyle sular çekildi. | Fotoğraf: Phillip Glickman/Unsplash (Görsel 2019 yılına aittir, temsili yerleştirilmiştir.)

Almanya’da Ren Nehri’nde sular çekildi

Avrupa’yı etkisi altına alan aşırı sıcak hava dalgası Temmuz ayının son haftası kıtanın kuzeyi ve doğusuna doğru ilerlemeye başladı. Almanya ve Belçika’da da yetkililer,  hava sıcaklığının daha da artacağını belirterek halkı dikkatli olmaları konusunda uyardı. Alman Meteoroloji Dairesi’nden yapılan açıklamaya göre, 40,3 dereceyle yılın en sıcak günü 20 Temmuz’da Bad Mergentheim-Neunkirchen’de yaşandı. Federal Su Yolları ve Denizcilik İdaresi (WSV) 13 Ağustos’ta, Köln şehrinde yer alan su yolu taşımacılığının yüzde 80’inin gerçekleştiği Ren Nehri’nde yaz aylarının kurak geçmesi nedeniyle su seviyesinde ciddi düşüş yaşandığını açıkladı. Belçika’nın çeşitli bölgelerinde ise Temmuz ayı boyunca 40 dereceye varan sıcaklıklar nedeniyle kırmızı alarm verildi.

Haftalarca süren sıcak hava dalgalarının ardından Londra’da sağanak yağış ve fırtına başladı. | Fotoğraf: Victoria Jones/PA. 17 Ağustos 2022.

İngiltere’de bir haftada 13 kişi hayatını kaybetti

İngiltere’de 19 Temmuz günü hava sıcaklığı başkent Londra’da 40,2 derece kaydedildi. İngiltere Meteoroloji Dairesi (Met Office), ülke tarihinde ilk defa aşırı sıcaklıklara dair kırmızı alarm seviyesine geçildiğini ve 1935 yılından bu yana en kurak dönemini yaşandığını belirtti. Ayrıca, Temmuz ayının ilk haftası 13 kişinin aşırı sıcaklardan hayatını kaybettiği açıklandı. İngiltere son günlerde ise şiddetli yağmurun etkisi altında. Met Office, 17 Ağustos Çarşamba günü yaptığı açıklamada, şiddetli yağmur ve gök gürültülü sağanak yağışların ay boyunca yaşanacağı uyarısında bulundu.

İsviçre Federal Meteoroloji İdaresi (MeteoSwiss) twitter hesabından yaptığı açıklamaya göre ise, ülkenin en yüksek dağlarından daha yüksekte, 5 bin 184 metrede 0 derece sıcaklık ölçüldü. Bunun son 27 yıldır ülkede yaşanan en yüksek sıcaklık olduğu belirtildi.

Somali’de bu yaz son 40 yılda en şiddetli kuraklık  yaşandı. | Fotoğraf: İsmail Salad Osman/Unsplash. (Görsel 2021 yılına aittir, temsili yerleştirilmiştir.)

Fas’ta köy yok oldu, Somali’de su sıkıntısı arttı

Aşırı sıcaklar sadece Avrupa’yı değil, Afrika’nın kuzeyini ve doğusunu da etkisi altına aldı. Fas hükümeti ülkenin kuzeyinde 15 Temmuz günü çıkan yangınlarda bir kişinin hayatını kaybettiğini ve bin 500 hektardan fazla ormanlık alanın yandığını açıkladı. Ayrıca, Kar El Kebir bölgesinde bir köyün tamamen yok olduğu belirtildi. Somali’de ise Temmuz ayı başında Birleşmiş Milletler, ülkede son 40 yıldaki en şiddetli kuraklığın yaşandığını, bu nedenle bir milyon kişinin gıda ve su sıkıntısı çektiğini duyurdu.

Cezayir’de ise 18 Ağustos günü, 14 farklı bölgede başlayan orman yangınlarında ülkenin İçişleri Bakanı 40 kişinin hayatını kaybettiğini 200’e yakın kişinin yaralandığını açıklandı. Geçen yılki orman yangınlarında ise 33’ü asker olmak üzere 104 kişi hayatını kaybetmişti.

ABD’de de Temmuz ayı sonunda, Ulusal Meteoroloji Merkezi ülkede birçok yerde hava sıcaklıklarının rekor seviyelerde olduğuna dikkat çekerek uyarılarda bulundu. Açıklamada, “Tehlikeli sıcaklar ABD’nin güneybatı, orta güney ve doğusunu etkilemeye devam edecek” denildi. California, Arizona, Utah ve Nevada eyaletlerinde günlük hava sıcaklığı 40 derecenin üzerine çıkarken, Teksas başta olmak üzere bazı güney eyaletlerde hava sıcakları 43 dereceye kadar ulaşıyor.

25 Haziran-1 Temmuz arası Kanada’nın British Columbia eyaletinde 719 kişi hayatını kaybetti. | Fotoğraf: Moriah Wolfe/Unsplash. (Görsel 2021 yılına aittir, temsili yerleştirilmiştir.)

Kanada’da 719 kişi hayatını kaybetti

Kanada’da ise Meteoroloji Hizmetleri’nden yapılan açıklamada, Winnipeg’de 16-17 Haziran’da yapılan ölçümlerde sıcaklığın 37 santigrat derece olarak kaydedildiği ve bunun da 1888 yılının bu döneminde bu şehirde ölçülen 33,3 santigrat derece olan rekoru kırdığı belirtildi. Açıklamada Manitoba eyaleti genelinde 21 şehirde rekor sıcaklıklar kaydedildiği ve eyalet başkenti Winnipeg’de kırılan rekorun, son 134 yılın en sıcak haziranı olarak kayıtlara geçtiği bildirildi. 25 Haziran-1 Temmuz arası, Kanada’nın British Columbia eyaletini etkisi altına alan sıcak hava dalgasında hayatını kaybedenlerin sayısı 719 olduğu açıklandı. 28 Haziran’da Lytton’da ise ülkede kaydedilen en yüksek sıcaklık rekorunun üç kez kırıldığı, bölgede hava sıcaklığının 49,6 dereceye ulaştığı açıklandı. Kamu Güvenliği Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre, bölgede rekor kırılan sıcaklık nedeniyle, 136 noktada yangın çıktı.

Çin’de üretim durduruldu

Doğu Asya ülkelerinde de sıcak hava dalgaları hayatı durma noktasına getirdi. Son 60 yılın en kötü sıcak hava dalgasıyla mücadele ettiklerini belirten Çin hükümeti, 16 Temmuz günü yaptığı açıklamada elektrik tasarrufu için bazı fabrikalarda üretime ara verdiğini duyurdu. 13-14 Ağustos günü Siçuan eyaletinde 44 derece ile sıcaklığın rekor seviyeye yükseldiği açıklandı. Japonya’da ise son bir buçuk aydır ülkenin farklı kesimlerinde etkili olmaya devam eden aşırı sıcaklardan dolayı hayatını kaybedenlerin sayısı yükseliyor. İçişleri ve Haberleşme Bakanlığı Yangın ve Afet Yönetimi Ajansı’nın açıklamasına göre, 14 Ağustos’a kadar yedi kişi hayatını kaybederken, 5 bin 959 kişi hastaneye kaldırıldı.

“Şu an içinde bulunduğumuz durum öncekinden çok daha kritik. 2030’a kadar küresel karbon salınımının yarıya indirilmesi ve en geç 2040’a kadar ise net sıfır emisyonuna ulaşılması gerekmekte”

ETH Zürich iklim araştırmacısı Fulden Batıbeniz. | Fotoğraf: Batıbeniz’in arşivi

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin İklim Değişikliği 2022 – Etkiler, Adaptasyon ve Kırılganlık başlıklı 6. Değerlendirme Raporu da yaşanan sıcak hava dalgasına dair uyarılarda bulunmuştu. Rapor, Avrupa’da sıcak hava dalgalarının daha sık, daha yoğun hale geleceğine ve daha da uzun süreceğine, 2050 yıllına kadar Avrupa nüfusunun yaklaşık yarısının yüksek veya çok yüksek ısı riski altında olduğuna dikkat çekmişti.

Gezegen’e konuşan, İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü’nden (ETH Zürich) iklim araştırmacısı Fulden Batıbeniz, küresel sıcaklığın giderek artması ve buna bağlı ekstrem olayların artışının IPCC raporunun öngördüğü sonuçlardan biri olduğunu hatırlattı. Batıbeniz, “Bu sonuçlardan biri de ortalama 10 yılda bir meydana gelen aşırı sıcak olayların yoğunluğu ve sıklığı, insan etkisinin olmadığı sanayi öncesi dönemlere göre yaklaşık üç kat artış gösterdi. Benzer artışlar yağışlarda 1,3 kat, kuraklık da 1,7 kattır” dedi.

Bazı Avrupa ülkelerinin karşılaşacakları konusunda daha hazırlıklı olduğunu söyleyen Batıbeniz, “Karbon salınımını azaltmak için yenilenebilir enerjiye büyük yatırım yapılıyor” diyerek ülkelerin fosil yakıt üretimine katkı koymak yerine yenilenebilir enerji kaynaklarını tercih etmeleri gerektiği uyarısında bulundu.

Batıbeniz, “Karbon salınımını azaltmak elzemdir. Paris Anlaşması’nın en önemli amacı küresel ortalama sıcaklık artışını, sanayi öncesi seviyelerin 2 derece altında tutmak ve sıcaklık artışını 1,5 derece ile sınırlamaya yönelik çabaları sürdürmektir. Şu an içinde bulunduğumuz durum öncekinden çok daha kritiktir. Bunun nedeni sadece emisyon artışını durdurmakla kalmayıp aynı zamanda düşürmemiz gerektiğidir. Anlaşmanın gereklerini yerine getirmek için, 2030’a kadar küresel karbon salınımının yarıya indirilmesi ve en geç 2040’a kadar ise net sıfır emisyonuna ulaşılması gerekmektedir. Ancak bu şekilde 1,5 derecenin altında tutmak mümkün olabilir” diye konuştu.

Marmaris’te 21 Haziran’da Hisarönü Mahallesi Bördübet mevkiinde  çıkan orman yangınında yaklaşık 2 bin 884 hektar alan yandı. | Fotoğraf: Muğla Büyükşehir Belediyesi.

 Türkiye’de bu sezon 2 bin 884 hektar alan yandı

Türkiye’ye de 23 Temmuz 2022 tarihiyle birlikte uzun soluklu bir sıcak-çok sıcak ve kuru-kurak yaz havasının etkisine girdi. Meteoroloji, bu yaz Türkiye’de Avrupa’daki kadar yüksek etkilere sahip sıcak hava dalgası beklemediklerini belirtti. Meteoroloji, Temmuz ayı sıcaklığının uzun yıllar Temmuz ayı ortalama sıcaklığı olan 25,0 derece ile aynı seviyede gerçekleştiğini açıkladı. En yüksek sıcaklık Temmuz ayı içinde 46,3 dereceyle Cizre’de ölçüldü.

Meclis İklim Değişikliği Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı raporda yer alan Meteoroloji Genel Müdürlüğü verilerine göre Türkiye genelinde ortalama sıcaklık 2021-2099 döneminde yıllık 1 ila 6 derece artacak. İlerleyen periyotlarda değişim artış yönünde olacak. Yağışlar ise yüzyılın son periyodunda yurt genelinde azalacak. Azalışlar, ilkbaharda yüzde 20-50 aralığına, yaz mevsiminde ise yüzde 60’lara varacak. Son 50 yılda 16 yıl değişen şiddetlerde nemlilik gözlenirken, 15 yıl değişen şiddetlerde kuraklık görüldü. 1 yıl olağanüstü kurak, 2 yıl çok şiddetli, 2 yıl şiddetli, 8 yıl orta, 2 yıl hafif kuraklık gözlendi. Tahminlere göre, 2021-2098 döneminde kuraklık şiddet yüzdelikleri bir üst kuraklık sınıfına doğru kayma eğilimi gösterecek ve bu bazı bölgelerde daha fazla hissedilecek.

Türkiye’de sıcaklık ve orman yangınları konusunda ise en kötü yılarından birini geçen sene yaşadı. 2021’de Batı Karadeniz, İzmir ve İstanbul da sel felaketlerine sahne olmuş; yine geçen yaz Türkiye’nin güneyinde 124 bin hektarlık orman alanı yangınlar sebebiyle kaybedilmişti. Bu yıl içinde henüz yaz sezonu kapanmamışken, Muğla’nın Marmaris ilçesinde 21 Haziran’da Hisarönü Mahallesi Bördübet mevkiinde çıkan orman yangınında yaklaşık 2 bin 884 hektar alan yandı.

Serbest gazeteciler Vedat Örüç ve Elif Kurttaş 27 Temmuz günü, küresel plastik ticareti üzerine hazırlayacakları haberler için gittikleri, Adana’da onlarca geri dönüşüm firmasının bulunduğu Kemal Deniz Geri Dönüşüm Sitesi’nde sözlü ve fiziksel saldırıya uğradıklarını duyurdular. Örüç, platformumuz Gezegen24 için orada bulunurken, Kurttaş ise başka bir platforma haberini hazırlamak için oradaydı. İki gazetecinin de ortak amacı, geri dönüşüm tesislerinde iddia ettikleri yasadışı faaliyetleri ve işçilerin çalışma koşullarını ortaya çıkarmaktı.

Gazeteciler Örüç ve Kurttaş ile 27 Temmuz günü neler yaşadıklarını konuşuyoruz. Örüç, Kemal Deniz Geri Dönüşüm Tesisi’nde gözlem yapmak için etrafı dolaştıktan sonra, röportaj yapmak üzere ilk duraklarının site içindeki Akbulut Plastik Geri Dönüşüm Firması olduğunu söylüyor. Örüç, firmanın patronlarından biriyle röportaj yaptıktan sonra görüşlerini desteklemek için tesisin içerisini dolaşmak istediklerini, ancak buna izin verilmemesi üzerine oradan ayrıldıklarını belirtiyor. Örüç ve Kurttaş o sırada, tesisin içine girişe izin alamadıkları için dışarıda karşılaştıkları, aynı firmadan başka bir yöneticiye merak ettikleri soruları sormaya başladıklarını belirtiyor. O sırada ise yöneticinin, “Buradan uzaklaşın, teröristler, ajanlar” dediğini belirtiyorlar.

“Suç işleyen, ekolojiyi kirleten ve işçileri sömüren kişileri haber yapmaya devam edeceğiz”

Gazeteci Vedat Örüç. | Fotoğraf: Elif Kurttaş. Adana Şakirpaşa Havalimanı mevkî çöp döküm alanı, 27 Temmuz 2022.

Ardından ise ikinci durakları olan Akgül Plastik Geri Dönüşüm Firması’nda hem fiziksel hem de sözlü saldırıya uğradıklarını anlatıyorlar. Kurttaş, başlangıçta her şeyin yolunda olduğunu, firmadan bir çalışanın içeriden fotoğraf çekmelerine izin verdiklerini söylüyor. Ancak daha sonra farklı yöneticiler tarafından saldırıya uğrayarak, bir odada alıkonulduklarını ve görüntülerinin silindiklerini belirtiyor. Kurttaş, “Orada biz daha kötü yaralanabilirdik. Ben hâlâ olayın korkularını üzerimde hissediyorum. Vedat’a bir şey yapacaklarından çok fazla korktum” diyerek, saldırını anını anlatıyor:

“Fotoğraf çektikten sonra, önümüze bir araç yanaştı. Bizi zorla araca bindirdiler. Bir yönetici Vedat’a doğru elindeki kameraya bakarak, seninle özel olarak odamda konuşmak istiyorum dedi. Elindeki kamerayı alıp Vedat’ı indirdi. Ben Vedat’ı bırakmadım, onunla gittim. Bizi odaya götürürken, yöneticilerden biri Vedat’ı boynundan sıkarak götürdü. 30 dakika boyunca alıkonulduğumuz odada, Akbulut Firması’ndan da bir yönetici vardı. Bize ve mesleğimize hakaretler ettiler, iktidar partisi yanlıları olduklarını belirttiler. Kameranın hafıza kartını aldılar. Sonra bizi tekrar araca bindirip tesisten çıkardılar, kendi aracımıza bindik. Bizi araçlarıyla, Adana yolunda gözden kayboluncaya kadar takip ettiler.”

“Orada biz daha kötü yaralanabilirdik. Ben hâlâ olayın korkularını üzerimde hissediyorum. Yapılan bu saldırı biz kamuoyunu bilgilendiren gazeteciler için ciddi bir saldırıdır”

Gazeteci Elif Kurttaş. | Fotoğraf: Vedat Örüç. Adana Şakirpaşa Havalimanı mevkî çöp döküm alanı, 27 Temmuz 2022.

Örüç, şehir merkezine vardıktan sonra darp raporu alarak, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin (MLSA) desteğiyle söz konusu yöneticiler hakkında suç duyurusunda bulunduklarını belirtiyor.

“O tesislerde yasadışı faaliyetler yürütülüyor. İşledikleri suçların ortaya çıkmaması için saldırıya uğradık” diyor Örüç ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Bu şirketler sadece Avrupa’dan değil, Amerika ve Kanada’dan atık ithâl ediyorlar. Konuştuğumuz şirket yetkilerinden biri Suriye savaşı nedeniyle Türkiye’ye sığınan mültecileri ucuz iş gücü olarak gördüğünü söyleyerek, onları geri dönüşüm tesislerinde kayıt dışı ve kötü koşullarda çalıştırıldığını itiraf etti. Yetkili bunun bir suç olmasına rağmen hükümet bilgisi dahilinde mültecileri çalıştırdığını söyledi. Suç işlemiyorlarsa ya da işçileri kötü koşullarda ve kayıtsız çalıştırmıyorlarsa neyi saklıyorlar? Açıkça ortadaki iktidarın gücünü arkasına alan suç işlemekten imtina etmiyor. Bunu ortaya çıkarmaya çalışan gazeteciler de ilk hedefleri oluyor. Çünkü halktan gizledikleri suçların ortaya çıkmasından korkuyorlar.”

Kurttaş, “Yapılan bu saldırı biz kamuoyunu bilgilendiren gazeteciler için ciddi bir saldırıdır” diyerek, hükümetin bu anlamda caydırıcı cezalara başvurması gerektiğini ve yerel yönetimlerin de çalışmalar başlatarak örgütlenilmesinin önemli olduğunu belirtiyor. Örüç ise, gazetecilere yönelik saldırıların herhangi bir suçun üzerini örtmeye yetmeyeceğini vurgulayarak, “Gazetecilik yapmaya devam edeceğiz. Suç işleyen, ekolojiyi kirleten, işçileri sömüren kişileri haber yapmayı sürdüreceğiz” diyor.

“Konuştuğumuz şirket yetkilerinden biri, Türkiye’ye sığınan mültecileri, ucuz iş gücü olarak gördüğünü söyleyerek tesislerinde kayıt dışı ve kötü koşullarda çalıştırdığını itiraf etti”

Kemal Deniz Geri Dönüşüm Tesisi’ndeki, Akbulut Geri Dönüşüm Firması. | Fotoğraf: Vedat Örüç. 22 Temmuz 2022.

Bildiri yayınlandı: Şeffaf bir şekilde soruşturun

Gazeteciler Örüç ve Kurttaş’ın uğradıkları saldırı sonrası, dünyanın birçok yerinden 40 çevre örgütünün temsilcisi ”Küresel plastik atık ticareti konusunda araştırma çalışmaları yapan gazeteciler saldırı altında” başlıklı bir ortak bildiri yayınladı. Küresel plastik atık ticaretini araştıran gazeteci ve aktivistlerin yanlarında olduklarını belirten 40 destekleyici, yerel ve ulusal makamları bu olayı tam ve şeffaf bir şekilde soruşturmaya çağırdı.

Bildiride, küresel plastik atık ticaretini araştıran gazetecilerin veya aktivistlerin saldırıya uğradığı veya tehdit edildiği ilk olay olmadığı da vurgulandı. Örneğin, benzer bir olayın Endonezya’da 2020’de yaşandığı da belirtildi: “Bazı gazetecilere plastik atık ticaretinde üst düzey bir Endonezyalı bakan ve siyasi liderin de karıştığı ilişkiler ağını tespit ettikleri soruşturmalarına devam etmemelerinin söylendiği bildirildi. Olayı araştırmak üzere Endonezya’nın Bangun köyünde bulunan BBC ve Nexus3 kuruluşundan bir ekibe, iki kişi çekimi durdurmalarını dayatmıştı. Benzer bir olay yine Endonezya Tangerang’da yasadışı çöp boşaltma alanlarını filme alan PBS Frontline ekibinin de başına gelmişti.”

Ayrıca bildiride, Interpol’un, 2018’den bu yana, küresel atık ticaretiyle bağlantılı yasadışı faaliyetlerde bir artış olduğunu ortaya koyduğu belirtildi.  Uluslararası Örgütlü Suça Karşı Küresel Girişim’in (GITOC) açıklamasına göre ise, Türkiye ve Endonezya dâhil çeşitli ülkelere plastik atık göndermenin, yasadışı atık kaçakçılığı, kara para aklama ve mali suçlar dâhil olmak üzere organize suçlarla güçlü bağlarının olduğu vurgulandı.

Son 10 yılda 30 çevre muhabiri öldürüldü

Sınır Tanımayan Gazeteciler’in (RSF), çevre haberleri yapan gazetecilerin risk altında olduğu ifade edilen Ağustos 2020 tarihli raporuna göre, 2015 sonrası 10 çevre gazetecisi öldürüldü, 53 gazeteci hak ihlâli yaşadı. Gazetecileri Koruma Komitesi’nin son 10 yıllık verilerine göre ise, 30 çevre muhabiri çalışmaları nedeniyle öldürüldü.

Karaburun yarımadasının yüzölçümünün yüzde 89’u yedi proje sahası olarak Rüzgâr Enerji Santrali (RES) firmalarına tahsisli. Yaklaşık 150 adet rüzgâr türbininin bulunduğu yarımada, uzun yıllardır RES’lerin çevresel etkileri ve buna dair yöre halkının mücadelesiyle gündemde. Son dönemde ise rüzgâr türbinlerinden kalan alanlara yapılmak istenen Güneş Enerji Santralleri (GES) Karaburun’un doğasında daha fazla tahribata neden olabilir.

“Bizler temiz ve yenilenebilir enerjiye karşı değiliz,” diyor ilçenin Belediye Başkanı İlkay Girgin Erdoğan, Parlak Köyü’nde, geçtiğimiz mayıs ayında köyün Badembükü’ne doğru olan yamaçlarına güneş panelleri yerleştirilmek istenmesine karşı yapılan bir eylemde. “Bu projeler başka hiçbir yer kalmamış gibi yarımadamızın tüm tabiatını ve habitatını bozarak, telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açacak. Bu yüzden de diyoruz ki, bunun adı temiz enerji değil talan…”

Yarımadada GES’lerin yapılmak istendiği yerlerin başında Yaylaköy ve Parlak Köyü geliyor. Her iki köyde de Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) sürecinin ‘halkın katılımı’ toplantıları yapılamadı. 21 Nisan’da Yaylaköy’de, Lodos Karaburun Elektrik Üretim A.Ş. tarafından yapılması planlanan “Karaburun Rüzgâr Enerji Santrali Yardımcı Kaynak Güneş Enerji Santrali” projesi ile ilgili ‘bilgilendirme toplantısı’ yöre halkı ve doğa savunucularının itirazları sonucu gerçekleşmedi.

Ayrıca, Öres Elektrik Üretim A.Ş. tarafından Kentsel Sit Statüsü ile koruma altındaki Sazak Köyü’ne bitişik alana kurulması planlanan GES için 9 Mayıs’ta Parlak Köyü’nde toplantı yapılmak istendi. Ancak yöre halkı bölgede çok sayıda RES projelerinin olduğunu, GES projeleri ile kalan mera alanlarının da yok olacağını, bu nedenle de faaliyetin istenmediğini protestolarla yoğun bir şekilde dile getirildi ve toplantının yapılmasına karşı çıktı.

Karaburun Belediye Başkanı İlkay Girgin Erdoğan, 9 Mayıs 2022’de Parlak Köyü’nde GES’lere karşı yapılan eylemde konuşuyor. | Fotoğraf: Belediye Başkanı Erdoğan’ın arşivinden.

GES projesi Özel Çevre Koruma Bölgesi sınırları içinde

Yarımadadaki ekoloji mücadelesine öncülük eden Karaburun Kent Konseyi,  Parlak Köyü’nde yapılması planlanan GES proje alanının Özel Çevre Koruma Bölgesi sınırları içinde olduğunun altını çiziyor. Alanda “uluslararası ve ulusal ölçekte koruma altına alınan bitki, sürüngen, memeli ve kuş türlerinin” yaşadığına ve projeden dolayı zarar göreceğine vurgu yapıyor. Kent konseyine göre “RES türbinlerinin bozduğu silüet, şimdi GES projesiyle kültürel mirasa zarar verecek.”

Parlak Köyü’nün muhtarı Kadriye Gültekin de kültürel mirasın zarar göreceği görüşünde. GES yapılması planlanan mera alanının Sazak Köyü’ne yakın olduğunu belirtiyor. “Sazak, eski bir Rum köyü. Tarihi bir değeri olan köy. Burası Müzeler Müdürlüğü tarafından da tescillendi,” diyor Gültekin. Köylülerin tarım ve hayvancılıkla geçindiğini vurgulayan Gültekin, yarımada genelinde olduğu gibi Parlak’ta da keçi yetiştiriciliğinin son bulduğunu anlatıyor. Yaklaşık 15 yıl öncesinde köyde 7-8 kadar keçi sürüsü olduğunu, ancak yıllar önce meraların şirketlere veya özel şahıslara zeytinlik amacıyla kiralandığını, şimdi de RES’ler nedeniyle sürülerin otlayacak yer bulamadığını dile getiriyor Gültekin: “Şu an var olan mevcut meralarda otlayabilen bir tane sürümüz kaldı.”

Köyün etrafının neredeyse tamamının zeytin arazileriyle çevrili olduğunun da altını çizen Kadriye Gültekin, var olan 2-3 mera alanından bir tanesine RES kurulu olduğunu ve bunun altına da GES kurulmak istendiğini belirterek: “Burada köylü tamamen sıkıştırılmış durumda. Köye ne kadar zarar vereceği konusunda hiç kimsenin fikri yok. Bu kadarla kalacak denmesine rağmen biz böyle olmayacağını biliyoruz. Biz burada bunu istemiyoruz; bu kadar net” diyor.

“İnsanlar göçecek yer arıyorlar. En son gittiğimde karşıdaki Yunanistan adasını gösterip, ‘burada yaşayamıyoruz artık, oraya mı göçmemiz lâzım’ şeklinde serzenişlerde bulunmuşlardı”

Rüzgâr türbinleri köylere yalnızca birkaç yüz metre mesafede. | Fotoğraf: Karaburun Kent Konseyi arşivinden.

Projeler göçe zorluyor

Gültekin, kültürel farklılıkların ve yerel dokunun korunmasını sağlayan agro-turizme yönelik çalışmalar yapılması gibi talepleri olduğunu söylüyor. Ayrıca ortalama nüfusu 150 olan köyden insanların, yenilenebilir enerji projeleri nedeniyle göç etmek etmek zorunda kaldığını belirtiyor. “Bize ‘burada yaşamayın’ deniyor. Köylünün başka gidecek bir yeri yok. Ben de bu köydenim, memleketim burası. Çocuklarıma miras bırakabileceğim bir şeyler olsun istiyorum,” diyor Gültekin. “Köylüler de benimle aynı düşüncede, ben de onları destekliyorum.”

Karaburun’daki ekoloji mücadelesini uzun yıllardır yakından takip eden Evrensel Gazetesi İzmir Temsilcisi Özer Akdemir, Parlak Köyü Muhtarı Gültekin’in de dile getirdiği sorunların yarımadanın çok büyük bir bölümünde yaşandığına dikkat çekiyor. Akdemir, bölgede yaşayanların geçim kaynakları olan hayvancılığı yapamaz duruma gelmeleri nedeniyle kentlere göçmek zorunda kaldıklarını söylüyor: “İnsanlar göçecek yer arıyorlar. En son gittiğimde karşıdaki Yunanistan adasını gösterip, ‘burada yaşayamıyoruz artık, oraya mı göçmemiz lâzım’ şeklinde serzenişlerde bulunmuşlardı.”

Rüzgâr türbinlerinin yöre halkının psikolojisini olumsuz etkilediğini belirten gazeteci Akdemir, türbinlerin çıkardığı sese dikkat çekiyor. “Uçakların havaalanlarında inip kalkarken çıkardıkları sese çok benziyor,” diyor Akdemir. “Gece gündüz, sürekli tepenizde ‘vın vın’ diye öterek ses çıkaran bir yapıyla yaşamak ciddi anlamda sıkıntılı.”

GES projelerinin RES’lere entegre edilmek istendiğini dile getiren Akdemir, “Yaşam alanları son derece daralmış, geçim kaynakları ellerinden alınmış, göçe zorlanan insanlar şimdi son kalan mera alanlarına, hatta nefes alacakları son alanlara GES gibi faaliyetlerin yapılmasına doğal olarak karşı çıkıyorlar” diyerek yöre halkının tepkisini paylaşıyor.

“Kazanılan davalar ne yazık ki bu ekolojik yıkıma ‘dur’ diyebilecek bir gücü, kararlılığı ortaya koyamıyor”

Akdemir, yarımadada özellikle RES’lere karşı uzun yıllardır süren ekoloji mücadelesine öncülük eden ve 2017 yılında 61 yaşında hayatını kaybeden İpar Buğra’yı da anmadan geçemiyor. “Ne yazık ki çok erken kaybettik kendisini. Karaburun Kent Konseyi’nin başkanlığını yaptı. RES’lerle ilgili mücadelede en önde yürüyen isimlerdendi. Karaburun’un Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edilmesiyle ilgili de son günlerine kadar çok çaba verdi,” diye anlatıyor. “Karaburun’un bu şekilde kurtulabileceğini, RES istilasının önleneceğini düşünüyordu.”

Özel Çevre Koruma Bölgesi ilân edilmiş olsa da bölgede hâlâ yeni RES ve şimdi de GES projeleri gündeme geliyor. “RES’ler, GES’ler, ciddi bir sorun olan taş ocakları ve denizlerdeki balık çiftlikleri bölgenin ekolojik sorunları olmaya devam ediyor,” diyor Akdemir. “Kazanılan davalar ne yazık ki bu ekolojik yıkıma ‘dur’ diyebilecek bir gücü, kararlılığı ortaya koyamıyor.”

Karaburun RES süreçleri ile ilgili ilk dava, 2014 yılının mart ayında açıldı. O süreçten bu yana, Karaburunlu yurttaşların davacı olarak yer aldığı toplam 15 dava var. Üç ayrı davada verilen kararlar, adil yargılanma hakkının ihlali iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) taşındı. Bu başvurulardan biri hakkında kabul edilemezlik kararı, bir diğeri hakkında ise kabul edilebilirlik ve adil yargılanma hakkının ihlali kararı verildi. Bir başvuru hakkında da henüz bir karar çıkmadı.

“Türkiye’de yenilenebilir enerji mevzuatı açık uçlu”

2014-2020 yılları arasında Karaburun Yarımadası’nda projelendirilen RES’lerin yol açtığı hak ihlallerinin, dava süreçleriyle birlikte incelendiği “İklim Değişikliği ile Mücadelede Bir Uyumsuzluk Deneyimi: Karaburun Yarımadası Rüzgâr Enerji Santralleribaşlıklı çalışmanın raportörü, avukat Cem Altıparmak, kazanılan davalar olmasına rağmen sahada bunun karşılığını göremediklerini söylüyor.

Kararların kağıt üzerinde kaldığını, hemen ardından yeni izinlerle RES’lerin yapımına olanak verildiğini belirten Altıparmak, bu konudaki problemleri “idarenin yerel halkın ihtiyaçlarına hiç uygun davranmaması ve yargı süreçlerinin benzer şekilde yatırımcının yanında yer alması” olarak sıralıyor.

Karaburun’da projelendirilen RES türbin yerlerinin yerleşim alanlarına olan mesafeleri, dünya standartlarının oldukça altında

Altıparmak, diğer bir problemin ise “Türkiye’de yenilenebilir enerji mevzuatının açık uçlu” olduğu görüşünde. “Rüzgâr enerji santralleri açısından somutlaştırırsak, rüzgârın nereden en estiği, veyahut da nereden kuvvetli estiği tespit ediliyorsa bu yeterli oluyor. Rüzgârın en kuvvetli estiği, en verim alacağınız yer, ister sizin doğanız, ister tarlanız, ister eviniz ya da SİT alanı olsun, hiçbir şeyi değiştirmiyor,” diyor.

Rüzgâr enerji santrallerinin dünya genelindeki uygulamalarındaki düzenlemelere de değinen Altıparmak, Karaburun’da projelendirilen RES türbin yerlerinin yerleşim alanlarına olan mesafelerinin dünya standartlarının oldukça altında kaldığını ifade ediyor: “Burada insanların yaşama ihtimalleri yok.”

Öyle ki, Lodos Karaburun RES projesindeki 41 numaralı türbin Yaylaköy’e 560 metre mesafede bulunuyor. Türbin mesafelerinin yerleşim yerlerine yakın olarak kurulması sadece Yaylaköy’e özgü değil. Sarpıncık RES projesindeki 14 numaralı türbin Sarpıncık Köyü’ne 300, 3 numaralı rüzgar türbini ise Haseki Köyü’ne sadece 230 metre mesafede bulunuyor. Bir türbinin yerden kanat ucuna kadar olan yüksekliğinin 150 metrenin üzerinde olduğunu söyleyen Altıparmak, “Biz, Karaburun’da 90 metrelik yerleri iptal ettirdik” diyor.

Altıparmak, Karaburun Yarımadası’nda kalan son mera alanlarına güneş enerji panellerinin yerleştirilmek istendiğini, bu nedenle yöre halkının şu ana kadar çok büyük zarara uğrayan geçim kaynaklarının kalmayacağını da vurguluyor. Altıparmak’a göre yerel ekonomik yapısı dağıtılan, doğası tahrip edilen yarımadada yapılanların iklim kriziyle mücadelede tam bir uyumsuzluk örneği.

Karaburun’a bağlı Mordoğan’daki RES projesine ait rüzgâr türbinleri. | Fotoğraf: Akademisyen Canan Coşkan, 24 Haziran 2022.

Çözüm önerileri neler? 

Altıparmak’ın raportörü olduğu, Haklar ve Araştırmalar Derneği tarafından Temmuz 2021’de yayımlanan raporda, Karaburun özelindeki RES uygulamalarından yola çıkarak, iklim krizi ile mücadelede desteklenmesi gereken bir yöntem olarak yenilenebilir enerji üretim politikalarındaki uyumsuzluğa yönelik çözüm önerileri sıralanıyor. Enerji üretim modelinin ‘yenilenebilir’ olarak tanımlanmasının, tek başına iklim krizi ile mücadele için yeterli olmadığı vurgulanan rapordaki öneriler şu şekilde:

> Yenilenebilir enerji uygulamaları, iklim değişikliği ile mücadele politikası ile uyumlu olmalı.

> Kırsal topluluklar için yerel kalkınma, adalet, eşitlik, toplumsal cinsiyet ilişkileri gibi temel prensiplerin yeniden tanımlanmasına yönelik dönüşümsel uyum politikalarının üretilmeli.

> Yerelin ihtiyaçlarını, yerel kalkınma ekonomilerini ve doğasını yok sayan yenilenebilir enerji uygulamalarının, insan ve doğa hakları ihlallerine yol açtığının farkına varılmalı.

> İklim değişikliğinin insan haklarına etkileri her aşamada analiz edilmeli ve buna uygun politikalar üretilmeli.

> RES türbinlerinin en yakın yerleşim yerine olan yaklaşma mesafelerine dair yasal düzenlemeler gecikmeksizin yapılmalı.

> İklim değişikliği ile mücadelede korunması gereken en önemli alanlardan olan karbon yutak alanları (orman alanları, çayır ve mera alanları, tarım alanları ve sulak alanlar) üzerinde, yenilenebilir dahi olsa enerji üretim santrallerine izin verilmemeli.

> İstisnai bir yol olan acele kamulaştırmanın, özellikle enerji yatırımları için sıradan bir uygulama haline gelmesine yol açan muğlak düzenlemeler yasal metinlerden çıkarılmalı.

> Yargı kurumunun iklim krizi ile mücadele bakış açısına sahip olması sağlanmalı.

Taşıdığı asbest ve tehlikeli kimyasallarla tartışılan uçak gemisi NAe São Paulo bertaraf edilmek için Türkiye’ye getirilecek. SÖK Denizcilik firmasının Brezilya’dan devraldığı hurda uçak gemisi, Aliağa’daki gemi söküm tesisinde baştankara yöntemiyle denizin kıyısında sökülecek. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın ülkeye getirilmesine onay verdiği gemide bulunan asbest miktarı hâlâ gizemini korurken, yılda yüzlerce ton geminin söküldüğü Aliağa’da gemilerden çıkan hurda metal ark ocaklı demir-çelik fabrikalarında hammaddeye dönüştürülüyor. Tesislerden yayılan kirlilik her gün Aliağa semalarını kaplıyor. Yayılan koku ise sadece sanayi bölgesinde değil, Aliağa’nın bütün sokaklarında hissediliyor.

24 bin 200 tonluk NAe São Paulo gemisinin sökümünde ise tesiste kötü çalışma şartlarına karşı altı ay önce iş durduran yüzlerce gemi söküm işçisinden bir grup çalışacak. Yüksek ısıyla metal kesimi yapmalarının yanında kanserojen maddeler içeren malzemeyi de söken işçiler iş kazalarında can verirken bir yandan da asbest nedenli meslek hastalığı mezotelyoma (akciğer zarı ve karın zarı kanseri) ile mücadele ediyor.

Aliağa’da 22 gemi söküm tesisinde yazın kavurucu sıcağında ya da kışın ayazında genç, yaşlı bin 500 işçi çalışıyor. Tesisteki konteynerlerde kalan göçmen işçiler dışındaki işçiler tesise servisle gidip geliyor. Sabah 08.00’de başlayan mesai hava kararana kadar sürüyor. Akşam servisleri fazla mesaiye kalan bir grup işçinin çıkış saatine göre planlandığı için, diğer işçiler de günlük işlerini bitirseler de zorunlu olarak mesaiye kalıyor. Servis dışında ulaşım alternatifinin bulunmaması nedeniyle günlük normalde sekiz saat olan çalışma süresi bazen 12-13 saate kadar çıkabiliyor.

Girişinde Gemi Geri Dönüşüm Sanayicileri Derneği’nin (GEMİSANDER) bulunduğu Aliağa Gemi Söküm Tesisleri’ne dışarıdan kimse alınmıyor. Bu nedenle işçilerle Aliağa’da bir kahvede buluşuyorum. Akşam saati masanın çevresindeki iskemleler yavaş yavaş dolmaya, masadaki çay bardakları artmaya başlıyor. İşçiler en çok çalışma şartlarından şikâyet ediyor. Kötü çalışma şartlarının düzeltilmesi için işçi sınıfı olarak birlikte hareket ettiklerinde ise patronların onları kolayca işten çıkarabildiğini söylüyorlar.

Tesiste sökülen gemilerden biri. | Fotoğraf: İşçinin arşivi.

Geçen şubat ayında Aliağa’da tersane işçilerinin maaşların iyileştirilmesi ve iş güvenliğinin sağlanması talepleriyle başlattığı grevde gemi söküm işçisi 38 yaşındaki Barış Çolak işçi temsilcisi seçildi. Herhangi bir sendikada örgütlü olmayan, toplu iş sözleşmesi imzalama hakları bulunmayan gemi söküm işçilerinin grevi 11. gününde kırılmıştı. İş bırakma eylemi sonlandıktan sonra işçi temsilcisi işçilerin işyerlerinden uzaklaştırıldığını öğreniyorum. İşçi temsilcisi olarak öne çıkan Çolak, grev sonrası işten çıkarılan dört işçiden biri. Hukuksuz bir şekilde işten çıkarıldığını düşünüyor. İki ay süren işsizlik sürecinin ardından şimdi başka bir firmada çalışıyor.

Aliağa’da yaşayan Barış Çolak, grevden önce çalıştığı tesisteki görevinin çıraklık olduğunu söylüyor. En az 20 yıl gemi sökümünde ter dökmüş. Daha iyi bir iş bulana kadar gemi sökümünde çalışmayı düşündüğünden çırak olarak kaldığını belirtiyor. Aliağa kıyılarına yanaşan hurda gemilerin sökümünde herkesin ayrı bir görevi var. Ustaların işi olan gemi ve saha kesimciliği, çıraklık ve hamallık… Bir de kerestecilerden bahsediliyor ki, onlar da sökülmek üzere kıyıya çekilen gemiye giren ilk grup! “Bu ekip sadece geminin duvarlarına ve tavanlarına karışır. Balyoz, çekiç gibi aletlerle oralardaki ahşabı söker. Ahşapla birlikte asbest, cam tozu ne varsa sökülür. Kereste şirketi ahşapla birlikte gemiden çıkan masa, sandalye ne varsa toplayıp götürür. Gerisini de çıraklar halleder” diye anlatıyor Çolak. Çırağın görevlerinden biri de gemi kesimcinin, vincin taşıyabileceği büyüklük ve ağırlıkta kesip karaya gönderdiği demir parçalarını çamurdan, pastan, cam tozundan, tahta parçasından, asbestten temizlenmiş hâlde saha kesimcisine ulaştırmak…

“Bir parçanın sökümünde asbest, izocam ya da sağlığa zararlı bir madde bulunup bulunmadığı dikkate alınmazdı”

İnşa edildiği 1957’den beri Fransa Donanması’nda kullanılan, 2001’de Brezilya Donanması’na katılan ve 2017’de hizmetdışı bırakılan NAe São Paulo adlı uçak gemisinin sökülmek üzere önümüzdeki günlerde Aliağa’ya gelmesi bekleniyor. Aliağa Çevre Platformu, geminin 5 Ağustos günü Türkiye’ye doğru yola çıkacağını açıkladı. Tonlarca asbest, poliklorlu bifenil madde, madeni yağ, kurşun, kadminyum gibi toksik ağır metaller içermesi ve askerî operasyonlarla nükleer denemelerde kullanıldığı için radyoaktif özellik taşıyabileceği endişesiyle kamuoyunda tartışılan geminin söküm işlemi sırasında en başta işçiler etkilenecek. Aliağalı işçiler gemiden söz açıldığında şöyle diyor: “Biz yıllardır burada asbestli gemi söküyoruz. Asbest daha düne kadar söktüğümüz malzemeyle odun diye evlere gidiyordu. Şimdi gündeme geldi. İşçi sağlığı için önlemler alınacaksa elbette konuşulsun ama biliyoruz; bugün konuşulup yarın yine unutulacak!”

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin yayımladığı rapora göre Aliağa’da 2013’ten beri 97 işçi öldü. Aliağa’daki iş cinayetlerinin yüzde 28’i gemi söküm, yüzde 27’si metal işkollarında yaşandı. Yanma, gaz patlaması, vinçten parça düşmesi, halat kopması gemi sökümündeki ölümlerin, sakatlanmaların başlıca nedenleri arasında yer alıyor. 10 Haziran günü üzerine yakıt tankı düşen 37 yaşındaki gemi söküm işçisi Yıldırım Kipel yanarak öldü. Kazalar anlık yaşanırken, çalışma esnasında solunum yoluyla vücuda lifler hâlinde giren asbest gibi tozların, gemi yapımında kullanılan diğer kimyasal maddelerin yol açtığı akciğer kanseri, mezotelyoma, asbestoz (akciğer zarında oluşan yaralar) gibi ölümcül hastalıklar ise uzun yıllar sonra ortaya çıkıyor.

Aliağa Gemi Söküm Tesisi. | Fotoğraf: İşçinin arşivi.

Asbest: Birinci grup kesin kanser nedeni

Dünya Sağlık Örgütü ve Uluslararası Çalışma Örgütü yapılan bilimsel çalışmalardan sonra asbest (amyant) mineralini “birinci grup kesin kanser nedeni” olarak tanımladı. Dayanıklı olduğu için endüstride pek çok alanda kullanılmış olan asbest mineralindeki “sihir” 1990’lar itibariyle kalktı ve asbest artık “katil toz” olarak anılmaya, dünyanın birçok ülkesinde yasaklanmaya başlandı. Türkiye’de de 2010’da Çevre Bakanlığı tarafından asbestin üretimi, kullanımı ve ithalatı yasaklandı.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 2013’te “Asbestle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında” başlığıyla yayımladığı yönetmelikte asbest sökümünün “asbest söküm uzmanı nezaretinde asbest söküm çalışanı tarafından yapılacağı” hükme bağlandı. Asbest söküm uzmanı ve çalışanına ise eğitim programını tamamlama ve kurs bitirme belgesi alma şartı getirildi. İşçi Sağlığı ve Güvenliği Kanunu kapsamındaki tüm iş yerlerini kapsayan yönetmelikte “İşveren tarafından çalışanlara koruyucu giysi, solunum cihazları gibi yapılan işe uygun kişisel koruyucu donanım verilir” denildi. Peki, Aliağa’daki gemi söküm tesislerinde asbest sökümü mevzuata uygun yapılıyor mu? Çalışanların sertifikaları var mı?

“O elbiselerle çalışmak daha uzun sürüyordu. Patron bir yılda iki gemi mi, dört ya da daha fazla gemi mi sökmek ister?”

Aliağa’da 25 yaşındaki Erhan Göksu, Şubat ayındaki grevden sonra işten uzaklaştırılan gemi söküm işçilerinden. “Grevden sonra üç şirket değiştirdim. Üçü de 10-15 gün çalıştırıp çıkardı. Burada çalışabileceğim bir şirket artık kalmadı” diyor. Babası da uzun yıllar gemi sökümünde çalışmış. Göksu, şimdilerde de yerel yönetime hizmet veren bir taşeron firmada ilaçlama işçisi olarak görevli. Gemi söküm tesislerinde çırak olarak çalıştığı üç yıla ilişkin anlattıkları ise asbest riskine yönelik kaygıları artırıyor. “Bir parçanın sökümünde asbest, izocam ya da sağlığa zararlı bir madde bulunup bulunmadığı dikkate alınmazdı. Biz çıraklar olarak o bölümü demire kadar söküp kesime hazır hâle getirirdik,” diyor Göksu. “Benim çalıştığım tesiste asbest gibi geri dönüşüme gitmeyecek olan toz artıklar kepçenin denizin dibinde açtığı çukura gömülürdü. Para etse belki onu da hurda olarak satarlardı. İki sene önce gemiye özel kıyafetle çalışan bir ekip gelmişti. Çalıştıkları kısa sürede asbest sökümü yapmışlar. Ama sonra bir daha onları görmemiştik. Bize bırakın koruyucu kıyafeti, doğru dürüst eldiven vermiyorlardı. Üzerimizde kot pantolon, tişört, üç gün aynı eldivenle çalıştığımız oluyordu.”

Aliağa’da yurtdışından ithal edilen hurda yolcu ve kuru yük gemilerinin yanı sıra petrol tankeri, platform, römorkör, savaş gemileri sökülüyor. GEMİSANDER’in verilerine göre tesislerde sökülen gemi sayısı 2009’da 73 adetken 2011’de 281’e yükselmiş ve 2020’de 108’e düşmüş. Ancak gelen gemilerin çelik ağırlığı yıllar içinde artmış: 2009’da 298 bin, 2012’de 927 bin, 2017’de 818 bin ve 2020’de 855 bin ton… Aliağa Gemi Söküm Tesislerindeki gemi söküm şirketlerinden sekizi Avrupa Birliği (AB) onaylı. Fakat işçiler tesislerin AB onaylı olmasının hiçbir şeyi değiştirmediği görüşünde: “Tersanede kısa süre önce yanma nedeniyle ölen Yıldırım Kipel ile geçen yıl halatın kopmasıyla düşerek ölen İlyas Bıdık ve Veli Bal’ın çalıştığı tesisler de AB onaylıydı.”

“Koruyucu kıyafetle fotoğraf çekildikten sonra çalışmaya normal kıyafetle devam ediyorduk”

İşçilerin anlattıklarına göre gemi söküm tesislerinde iş güvenliği sağlanamıyor. Uzun yıllar çırak olarak çalışan Barış Çolak tesiste aynı zamanda “asbest söküm uzmanı” olduğunu söylüyor. Ama ekliyor: “Kâğıt üzerinde.” Çolak’ın verdiği bilgiye göre gemi söküm şirketi, kereste şirketiyle anlaşarak geminin ahşap bölümleriyle birlikte asbest sökümünü de yaptırıyor. Ancak asıl sorumluluk gemi söküm şirketinde olduğu için asbest söküm belgelerini de ilk olarak işveren dolduruyor.

“İşçiye asbest sökümünde kullanılan koruyucu kıyafetlerin verildiğine dair belgeleri imzalatan, o kıyafetlerle fotoğraf çektirtip dosyaya koyan kendi patronumuzdu. Dışarıdan gelen keresteciler ise günlük iş elbiseleriyle, hatta kısa kollu, maskesiz çalışıyorlardı. Sonra o tozları çuvallara doldurup götürüyorlardı. Bir de tüm asbesti ve tehlikeli maddeleri alıp götürmüyorlardı. Sonuçta buraları balyozla, çekiçle kırıyorlar. Ne var ne yoksa yere dökülüyor” diye anlatıyor Çolak, ardından da koruyucu iş üniformalarına değiniyor. “Evet, özel kıyafet giyiyordum ben: Özel maske, tam korumalı siperlik, eldiven… Bu hâlde birkaç fotoğraf çektirdikten sonra kerestecilerden kalan işleri normal kıyafetlerle yapmaya devam ediyorduk.”

“Günde kestiğim metali toplasan Aliağa merkeze yol olur”

Çolak, yüzünde acı bir gülümseme önceki yıllarda sökümünü yaptıkları gemilerin birinden onlarca özel kıyafet çıktığını söylüyor. Peki, asbest sökümü kıyafeti ve koruyucu ekipmanlar işçilere neden verilmiyordu? Çolak, “O elbiselerle çalışmak daha uzun sürüyordu” diye yanıtlıyor. Ona göre işçilerin bu koşullarının mevzuatta belirtildiği hâliyle iyileştirilmemesinin temel nedeni de bu zaman meselesi. 20 yıllık gemi işçisi öfkesini gizlemeden “O kıyafetlerle geminin sökümü, çıkan metalin hurdaya gitme süresi uzuyordu. Mesela bir gemi üç ayda sökülüyorsa, o koşullarda çalışılmış olsa belki altı ay sürecek. Patron bir yılda iki gemi mi dört ya da daha fazla gemi mi sökmek ister? Benim bildiğim, patronlar kârından hiçbir şekilde feragat etmiyor. Tesiste iş güvenliği uzmanları, çevre mühendisleri vardı. Ama onlar da bir şey diyemiyordu. Çünkü onlar da maaşını aynı işverenden alan, bizler gibi emekçi insanlar… Ne yapabilirlerdi ki? İş durdurma yetkileri yok” diyor.

Gemi söküm tesisinde çalışan işçinin maskesi. | Fotoğraf: İşçinin arşivi.

Demirle ev arasında bir ömür

Masanın çevresinde oturan işçilerden biri bir süre önce akciğer zarı kanserinden ölen halasının oğlu Kadir Harmantaş’ı hatırlıyor. “Altı ayda bir kan testi taraması, yılda bir de tam sağlık taraması oluyor ama akciğer zarı kanseri tespit edilemedi” diye anlatıyor. “Yıllar sonra bir anda ortaya çıkıyor. Kadir abi bu hastalığa çalışırken yakalandı. Sonra hastalık nedeniyle işe devam edemedi. 45 yaşında kaybettik onu.”

Arkadaşını, yakınlarını kaybetmenin hüznü kaplıyor Muzaffer Çelik’in yüzünü. Kısa bir sessizliğin ardından 2008’den beri gemi söküm işinde çalıştığını söylüyor. 30 yaşlarındaki Çelik, gemi söküm tesislerindeki bir şirkette kaynakçı-kesimci olarak çalışıyor. “Günde kestiğim metal” diyor, “toplasan Aliağa merkeze yol olur.”

Kesim ustası Çelik, babasının da gemi söküm ustası olmasının etkisiyle bu işe çocukluğunda çıraklıkla başlamış. Daha 18’indeyken de varis ameliyatı geçirmiş. Askerden gelince bir süre çalıştığı İstanbul’da, Tuzla Tersanesi’nde tanık olduğu iş kazaları onu yeniden Aliağa’ya getirmiş. İlk zamanlar tuhaf gelen o düzene uyum sağlamak zorunda kaldığını söylese de bir itirazı dillendiriyor. “İnsanlar kafası rahat olursa yaptığı işe odaklanabilir. Bizim orada öyle bir işleyiş var ki işverenler kendilerine yakın olan insanları ustabaşı, çavuş yapmışlar. O da işten anlamadığı zaman altında çalışan insanları ‘iş neden bitmedi’ diye ezmeye çalışıyor,” diyor. Bu da birçok işçinin hata yapmasına sebep oluyor. “Zaten bir ekonomik kaygı var. İşverenin baskıları da eklenince dikkatsizlik daha da artıyor. Çalışma esnasında nerede hangi işi yaptığını, nereyi kestiğini unutuyorsun. Böyle kolu bacağı kırılan, felç kalan çok tanıdığım var.”

“Firma ile taşeronun belirlediği bu çarpık model zamanla işçiler üzerinde bir baskı aygıtına dönüşmüş”

Yüksek ısı altında çalışan Çelik, işini yaparken en çok bacaklarının etkilendiğini belirtiyor. Yanmaz pantolon verilmediği gibi maskesini de uzun bir süre kullanmak zorunda kaldığını, hatta patlayan şalomayı (demiri kesen alet) bile kendilerinin satın aldığını anlatıyor. Bel fıtığından yakınan Çelik ellerini ve maskesinin fotoğrafını göstererek “Bugün insanlar sahilde dimdik yürürken, sen iki büklüm yürüyorsun. İşten eve gelince yemekten sonra yorgunluktan uyuya kalıyorsun. Sinema, konser, sosyal hayat diye bir şey yok. Çünkü hâlin kalmıyor. Sabah yine demirin içinde gözünü açıyorsun. Demir ile ev arası bir ömür bizimkisi” diyor.

Gayriresmî bir iş modeli uygulanıyor

Aliağa kıyılarında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın gemi söküm izni, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın Gemi Söküm Yetki Belgesi verdiği 22 şirket, 28 parselde gemi sökümü yapıyor. Kıyıda parseli olan bu şirketler ile resmiyette var olmayan taşeronların uyguladığı ‘iş modeli’ çalışma şartları ve işçiler üzerinde belirleyici bir etkiye sahip. Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası’nda (DGD-SEN) örgütlenme uzmanı Leyla Bilgen’in verdiği bilgiye göre hemşehri ilişkilerinin öne çıktığı o düzen şöyle işliyor: Asıl gemi söküm şirketi, bir geminin söküleceği süre ve söküm maliyeti üzerinden ‘taşeron’ ile anlaşıyor. Taşeron kişi çalışma ekibini ise çoğunlukla memleketten çağırdığı akrabası, eşi dostu olan kişilerden kuruyor. Ancak işçilerin büyük çoğunluğu kâğıt üstünde gemi söküm firmasına çalışıyor. İşçilerin sigorta primini de gemi söküm şirketi ödüyor.

Götürü usulü denilen bu çalışma işin hızlı bir şekilde bitirilmesi esasına dayandığı için işçilerin İş Kanunu’ndan doğan hakları ortadan kalkıyor. Kanunda günlük sekiz saat ile sınırlandırılan çalışma süresi, yasal sınırı da geçerek günlük 12-13 saate kadar çıkabiliyor. Aynı zamanda avukatlık da yapan Bilgen, böyle bir çalışma düzeninin iş hukukuna aykırı olduğunu vurguluyor. Tesiste iş güvenliğinin sağlanamaması Bilgen’e göre sadece bir ihmal değil: “Firma ile taşeronun belirlediği bu çarpık model zamanla işçiler üzerinde bir baskı aygıtına dönüşmüş. Akrabasına çalışan işçi itiraz edemiyor veya örgütlenemiyor. Normalde bir taşeron sisteminde alt işveren ile üst işveren hukuku bellidir. Burada resmiyette üst işvereni görüyorsun, ama bir yerde de hiçbir tüzel kişiliğe sahip olmayan bir ‘taşeron’ var. Firmanın bünyesinde olanların yanında büyük bir işçi grubu böyle çalışıyor.”

Aliağa Gemi Söküm Tesisi. | Fotoğraf: İşçinin arşivi.

Suriyeli işçi, çırak da usta da olsa düşük ücret alıyor

Geçen Şubat ayında iş durduran gemi söküm işçilerinin en temel taleplerinden biri, gemi söküm işinin ağır sanayi olarak tanınmasıydı. Gemicilik mevzuatta “gemi inşaat ve tamiratında iskele dikme ve kızak işleri ile vinçler, iş iskeleleri ve benzeri teçhizatlara ait işler” olarak ‘ağır ve tehlikeli’ işkolunda yer almasına rağmen, gerek doğrudan gemi söküm şirketi bünyesinde çalışan işçiler gerekse götürü usulünde çalışan işçiler ağır sanayinin getirdiği haklardan yararlanamıyor.

İşçiler sigorta primlerinin aldıkları ücret yerine asgarî ücret üzerinden ödendiğini, bu yüzden maaşlarının bir kısmının bankaya yatırıldığını, bir kısmının elden verildiğini belirtiyor. GEMİSANDER’in bir dönem aldığı Cumartesi günleri çalışmama kararı ise uygulanmamış. “Sadece bu değil” diyor gemi söküm işçilerinden biri, “Ağır işkolunda gösterilmediğimiz için yıpranma payımız ve erken emeklilik hakkımız da gasp ediliyor.”

“Bir zamanlar sahil kasabası olan bu küçücük ilçede şimdi o demir-çelik tesislerinden altı tane var”

Aliağa Gemi Söküm Tesislerinde çalışan bir de göçmen işçi grubu var. Avukat Bilgen, Suriyeli göçmen işçilerin tesisteki konteynerlerde kaldığını söylüyor. Bu konteynerlerde Türkiye’nin farklı illerinden gelen ancak ilçede ev tutma gücü bulunmayan işçilerin de kaldığını ekliyor sözlerine. “Konteynerlerde kalan işçilerin göründüğü kadarıyla sigorta primleri ödeniyor. Yemek ihtiyaçları karşılanıyor. Ama Suriyeli işçiler çırak da olsa usta da olsa diğer usta ya da çırak işçilere göre çok daha düşük ücret alıyor”  diyor Bilgen. “Oradaki çalışma şartlarıyla ilgili SGK’ya yaptığımız bildirimlerden sonra tesiste bir denetleme yapılmıştı. Ama firmalar nasıl oluyorsa bu denetlemeyi önceden haber aldığı için denetleme öncesi tesis temizlenmiş. İşçilere eldiven, maske ve koruyucu ekipman vermişler.”

Demir-çelik gibi petrokimya tesislerinin, kömürlü termik santrallerin, haddehanelerin yarattığı kirlilik Aliağa’dan Foça ve Menemen’e kadar geniş bir bölgede yoğun olarak hissediliyor. Aliağa Gemi Söküm Tesislerinde sökülen gemilerden çıkan metaller bölgedeki ark ocaklı demir-çelik tesislerinde, haddehanelerde eritilip işleniyor. Demir-çelik tesisleri İzmir yönünden ilçeye daha girer girmez görülüyor. Sanayi bölgesinde kenarları iki insan boyu sacla kapatılmış sağlı sollu hurdacılar bulunuyor. Tıka basa hurda, demir yüklü kamyonlar ise Aliağa caddelerinde her gün sefer yapıyor. İzmir-Çanakkale yolunda da sürekli görülen bu kamyonlardan bazılarına hurdalar trafik güvenliğini bozacak, kazalara sebebiyet verecek kadar özensiz yükleniyor.

FOÇEP sözcüsü Bahadır Doğutürk. | Fotoğraf: Sercan Engerek.

Foça Çevre ve Kültür Platformu (FOÇEP) sözcüsü Bahadır Doğutürk, bu kadar sanayi tesisinin yan yana kurulmasına tepkili. “Aliağa ‘sanayi bölgesi’ diye bir yaklaşım olduğu için herkes kanıksamış vaziyette. Zaten orada gemi söküm ile demir-çelik tesisleri, termik santraller var. Yanına bir yenisini daha kuralım ya da var olanların kapasitesini artıralım deniliyor,” diyerek özetliyor bölgedeki durumu. “Yatırım diye sermaye ve iktidar çevreleri de bununla gurur duyuyor üstelik. Halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu bir gün burada verdiği konferansta Dilovası’na atıfla ‘Dünyanın hiçbir yerinde dört tane ark ocaklı demir-çelik tesisi yan yana yok’ demişti. Bir zamanlar sahil kasabası olan bu küçücük ilçede, Aliağa’da şimdi o demir-çelik tesislerinden altı tane var.”

Aliağa’daki sanayi kuruluşlarından yayılan kirliliğe dikkat çekmek için çeşitli eylemler düzenleyen FOÇEP, 12 yıldan beri diğer sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte demir-çelik tesislerinin Foça’daki Ilıpınar köyü ile Gölyüzü mevkiinde bulunan işlenmiş ve işlenmemiş cüruf depolama tesisinin kapatılması için mücadele ediyor. Büyük cüruf dağlarının yangınlara neden olduğu tesisin İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından geçen Ekim ayında kapatılmasına karşın, bu kez HABAŞ ve Ekovar şirketleri Aliağa’nın Şehit Kemal köyünde yedi ilden getirilecek cürufun depolanacağı yeni bir tesis açmak için ÇED başvurusunda bulundu.

Asbest yüklü Otopan gemisi geri gönderilmişti

Aliağa’daki sanayi döngüsünü anlatan Doğutürk, gemi sökümünün sermaye çevrelerinde cazip hâle gelmesinin temelinde ark ocaklı demir-çelik tesislerinin hurda ihtiyacının da olduğunu söylüyor: “Hem gemi sökümünden hem de demirin işlenmesinden şirketlerin orantısız çıkarı söz konusu. Zincirleme kârın etkisi de aynı oluyor. Hem demir-çelik tesislerinden çıkan gazlardan, cüruftan çevre, toprak ve ormanlar yoğun bir şekilde kirleniyor hem de gemi söküm tesislerinde o gemiyle gelen asbest tozlarından, kimyasallardan en başta işçiler ve bölge halkı etkileniyor.” Doğutürk Hollanda ile Türkiye arasında krize neden olan ve geri gönderilen Otopan gemisini hatırlatıyor.

Aliağa’da bir gemi söküm şirketinin Hollanda’dan satın aldığı Otopan 2006’da Türkiye’ye doğru yola çıkarılmadan önce geminin içindeki asbest miktarı gizlenmek istenmişti. Uluslararası hukuka konu olan gemide bir ton diye açıklanan asbest miktarının 55 ton olduğu öğrenilmişti. Şaibeli olarak yola çıkarılan gemi Akdeniz’de bekletilmiş, bilim insanlarının, sivil toplum kuruluşlarının uyarıları ve dönemin Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe’nin geminin girişini reddetmesi ile gemi Türkiye karasularına alınmadan geri gönderilmişti. Daha sonra Hollanda Teknik Araştırma Kurumu’nun yaptığı incelemede gemideki gerçek asbest miktarı 55 tonun üzerinde, 85 ton dolayında çıkmıştı.   

* Konuştuğumuz işçiler isimlerinin gizli kalmasını istedi. Haberde geçen bazı işçilerin isimlerine ise değiştirilerek yer verildi.

** İrtibata geçtiğimiz Gemi Geri Dönüşüm Sanayicileri Derneği (GEMİSANDER) röportaj talebimize yanıt vermedi. 

Doğa savunucuları Erzincan’ın İliç ilçesindeki, Anagold Madencilik ve Çalık Holding işbirliğiyle işletilen Çöpler Altın Madeni’nde 21 Haziran’da meydana gelen siyanür sızıntısının bölgede sağlık sorunlarına yol açabileceği, özellikle de kanser vakalarının artmasına sebep olabileceği konusunda uyarıyor.

Gezegen’e konuşan avukat İsmail Hakkı Atal madenin etkisi altına aldığı bölgede yıllardır kanser vakalarının çok yüksek olduğunu vurguluyor. Ancak bu vakaların artışının doğrudan madencilik faaliyetiyle ilişkisinin kurulmasını sağlayacak bir kayıt bulunmuyor. İliç Çevre Platformu’ndan Füsun Kayra’nın ilçeye gittiği sırada edindiği bilgilere göre kanser hastalarının hiçbiri Erzincan’da tedavi edilmiyor. Hastalar Erzurum’a, Sivas’a veya diğer civardaki illere dağıtılıyor. “Kanser vakalarının ne kadar yüksek olduğunu sadece oraya gidip insanlarla konuştuğumuzda duyabiliyoruz çünkü şirket resmî verileri çok iyi örtbas etmiş durumda” diyor Kayra.

Sızıntının anlaşılmasının ardından Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı madendeki üretim faaliyetlerini durdurdu ve şirkete 16 milyon Türk Lirası para cezası kesti. Ancak aradan geçen bir ayda sızıntının hangi bölgeyi ne kadar etkilediği ya da yeraltı sularına karışıp karışmadığına dair şirketin gayriresmî açıklamaları dışında hiçbir bilgilendirme yapılmadı.

Siyanür sızıntısı sonrası en büyük tedirginliklerden biri, madenin tarım ve hayvancılık faaliyetlerine su sağlayan ve aynı zamanda içme suyu ihtiyaçları için kullanılan Fırat Nehri’ne sadece 300 metre mesafede olması. Avukat Atal’a göre siyanürlü solüsyonun Fırat’a sızması, oradan Keban ve Atatürk barajları ile Harran Ovası’na kadar ulaşması anlamına geliyor. Bu da siyanürün ekilen buğdaya, dolayısıyla ekmeğe, yani nihayetinde besin zincirimize karışması demek.

“Kanser vakaların ne kadar yüksek olduğunu sadece insanlarla konuştuğumuzda duyabiliyoruz, çünkü şirket resmî verileri çok iyi örtbas etmiş durumda”

Avukat Atal’ın Gezegen’le paylaştığı bir belgede Acıbadem Hastanesi’nde tedavi görürken 14 Eylül 2020’de hayatını kaybeden Fatma Tiftik’in ölmeden önce yaptırdığı tahlillerine yer verilmiş. Hastanedeki doktorların resmî değerlendirmesine göre Tiftik’in hastalığının en olası nedeni siyanür zehirlenmesi. Tiftik’in MR tahlil sonucunda şu ifadeler yer alıyor: “Tanımlanan bulgular hastanın akut kliniği ile birlikte değerlendirildiğinde geniş ayırıcı tanı skalasına sahiptir. Bulgular non-spesifiktir. Siyanür zehirlenmesi ihtimali olan hastalarda radyolojik bulgular patognomonik olmamakla birlikte bu tanı ile uyumludur. Başta siyanür zehirlenmesi olmak üzere toksik metabolik nedenler ayırıcı tanıda başta düşünülmemelidir.”

İliç’te, 14 Eylül 2020’de hayatını kaybeden Fatma Tiftik’in MR raporu sonucunda “siyanür zehirlenmesi” ifadesi geçiyor. (Avukat İsmail Hakkı Atal tarafından paylaşılan MR raporunun sonuç kısmından ekran görüntüsü)

Sızıntıyı kamuoyuna duyuranlardan İliç Sabırlı köyünde yaşayan Sedat Cezayiroğlu, 2016 yılından bu yana bölgede resmî sağlık taraması yapılmadığını ifade ediyor. “Hayatını kaybedenlerin yüzde 90’ı akciğer kanseriydi” diyor.

Cezayirlioğlu ayrıca siyanür sızıntısından kısa bir süre önce Haziran ayının başında ilçede yer alan iki eczaneden birine gidip, o gün kaç reçeteli hasta geldiğini ve onların şikâyetlerini sorduğunu anlatıyor. Sorusuna eczacının “40 reçeteli hasta var ve bunlardan 13’ü çocuk. 13 çocuğun şikayeti ise astım ya da koah” şeklinde yanıtladığını aktarıyor.

Füsun Kayra sızıntı sonrası İliç’e beş kilometre uzaklıktaki Yenişehir Mahallesi’nde bir çayda balık ölümlerinin yaşandığını söylüyor. Cezayiroğlu da Kayra’nın görüşlerine ek olarak ilçede 2020 yazında derelerden su içen kuşların öldüğünü belirtiyor. “Şimdi ise kuş bile uçmuyor” diyor. Ayrıca siyanür sızıntısından sonra, ceviz ağaçlarının kuruduğunu, çıkan cevizlerin içinin de simsiyah olduğunu söylüyor Cezayiroğlu.

Sabırlı Köyü’nden Cezayirlioğlu, siyanür sızıntısı öncesi derelerden su içen kuşların öldüğünü belirtiyor. | Fotoğraf: Sedat Cezayirlioğlu’un arşivi, 2020 yazı

Yöre halkının hak talepleri para karşılığında ellerinden alındı

Doğa sorunlarını yıllardır takip eden avukat Cömert Uygar maden açılmadan önce şirketin yörede yaşayanlara dava açmamaları karşılığında 130 bin TL dağıtılacağına dair bir protokol imzalattığını belirtiyor. Protololün adı “Ekonomik Yer Değiştirme ve Geçim Kaynakları Destek Protokolü.” Uygar, bu protokolle köylülerin gelecekteki itiraz veya hak taleplerinin ellerinden alınmış olduğunu belirtiyor. Tabii olan biten bu kadarla sınırlı değil.

“Bölgeyi bütünüyle yutmuş bir madenle ilk kez karşılaştım: İliç altın madeni kasabası haline dönüşmüş”

“Şirket ilçenin doğal sponsoru hâline gelmiş durumda” diyor Uygar. Maden şirketinin yurttaşlara bir sosyal onay fonu ayırdığını ve bu fonu nasıl dağıtacağına ilişkin Türkiye’deki bazı Avrupa Birliği uzmanlarıyla birlikte bir mekanizma kurduğunu anlatıyor. Buna göre madenin çevresinde yaşayan köylülere verilen para bir defaya mahsus değil, devamlı yineleniyor.

“Ekonomik Yer Değiştirme ve Geçim Kaynakları Destek Protokolü.” (Avukat Uygar tarafından paylaşılan protokolün, Sabırlı köyünde yaşayanların madene karşı dava açmaması için 130’ar bin lira para dağıtıcağı ifade edilen bölümünden ekran görüntüsü.)

Füsun Kayra ve Sedat Cezayiroğlu’nun söyledikleri bu iddiaları destekler nitelikte. Cezayiroğlu madenden önce sadece Sabırlı Köyü’nde ortalama 40 bin koyun olduğunu ve bu sayının şimdilerde 3 bin 600 civarına düştüğünü belirtiyor. “Artık kimse tarım ve hayvancılıkla geçim sağlayamıyor” diyor Cezayiroğlu.

Kayra ise İliç için “madenin yuttuğu bir kasaba” tanımlaması yapıyor. “Bölgeyi bütünüyle yutmuş bir madenle ilk kez karşılaştım: İliç altın madeni kasabası haline dönüşmüş durumda. Kendi doğasından, değerlerinden uzaklaşan bir hale bürünmüş. Devletin kurumlarının yapılanması ya da siyasi iktidarın devamlılığı dahi yok bölgede. Tüm yapı şirketin elinde.”

“İlk ÇED süreci halktan kaçırılarak gerçekleşti”

Çöpler Altın Madeni işletmesinin yüzde 80’ini Kanada-Avustralya ortaklığında bulunan Alecer Gold, yüzde 20’sini ise Çalık Holding’e ait Lidya Madencilik elinde bulunduruyor. 2001 yılında sondaj çalışmalarına başlanan maden işletmesinde 2010’da siyanürle altın üretimine geçiliyor. 2019’da sodyum siyanür 11 bin tona, sülfürik asit üretimi 122 bin tona çıkarılıyor. Peki, şirketin doğayı ve insanlar ile diğer canlıların sağlığını riske atan, özellikle Türkiye’nin en önemli su kaynaklarından birine bu kadar yakın bir yerdeki bu madenin faaliyetlerine nasıl izin verildi?

Avukat Atal, “ilk ÇED süreci halktan kaçırılarak, köy muhtarları bazı menfaatlerle engellenerek gerçekleşti” diyor. Atal’ın aktarımlarına göre, aynı durum madenin başlangıcı için de geçerli. Çünkü, maden açıldıktan sonra şirket iki defa da kapasite artışı başvurusu yapıyor. Üstelik bunlar için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Olumlu” raporu da alınıyor.

Çöpler Altın Madeni’nin ÇED raporunda 38 adet kimyasal var. Bu miktarın 23’ü kanserojen madde içeriyor. Bunlar arasında solunum yollarına, sudaki organizmalara, ciddi yanıklara, aşındırıcı etkilere, cilt ve gözde aşırı tahrişlere neden olan sodyum siyanür, nitrik asit, bakır sülfat, sodyum hidrosülfit gibi tehlikeli maddeler de bulunuyor.

Avukat Atal belirttiğine göre bakanlık, şirketin 66 milyon ton siyanürlü sülfürik asitli atık havuzunun kapasitesini yaklaşık 200 milyon ton siyanürlü havuz kapasitesine çıkarmasına izin veriyor. Avukat Uygar ise bu kapasite artışları dışında şirketin İliç’e komşu Divriği, Kemaliye ve yer yer Arapgir ilçelerinde sondaj çalışmaları yaptığını ancak bununla ilgili bir bilgi olmadığı için ÇED raporu alınmadığını söylüyor. “Görüntü kirliliğini temizlemek için çalışıyorlar. Fakat sızan kimyasala dair detaylı inceleme yok” diye ekliyor sözlerine.

Şirketin hazırladığı protokolü imzalamayan birkaç kişiden biri olduğunu söyleyen Cezayirlioğlu, avukat Atal ile birlikte şirketin kapasite artışı için aldığı “ÇED Olumlu” kararına karşı dava açmaya hazırlandıklarını belirtiyor. Atal 23-24 Mayıs tarihlerinde çalışma yapmak üzere ilçeye gidiyor.

Atal ve Cezayiroğlu’nun ÇED kararının iptal edilmesini talep ederken dikkat çektikleri en önemli noktalardan bir tanesi bölgedeki deprem tehlikesi. Madenin işletildiği alan Bingöl–Yedisu fay hattının etki alanında kalıyor. Nitekim Atal’ın ilçeye gelişinden üç gün sonra, yani 27 Mayıs’ta bu fay zonunda 4,2 büyüklüğünde bir deprem yaşanıyor.

“İşçiler, siyanür sızıntısı olan bölgede bakanlık gözetiminde büyük bir temizlik yapıldığı yönünde bilgiler verdi”

Depremle ilgili Twitter’dan açıklama yapan Prof. Dr. Naci Görür, “1794’ten bu yana yedi şiddetinden büyük bir deprem görmeyen bu zon üzerinde 4,2 şiddetindeki deprem olması 7 şiddetinde bir depremin habercisi olabilir” diyor.

Atal ve Cezayiroğlu, 30 Mayıs’ta Erzincan Valiliği’ne idari başvuru yaparak “Bölgede daha büyük bir deprem meydana gelirse 66 milyon ton siyanürlü sülfürik asitli zehirli atığın 300-500 metre aşağıda olan Fırat’ın Karasu koluna ve oradan da besin zincirine karışacağı, madenin ülkeyi hem ekonomik hem de halk sağlığı yönünden çöküşe götürebileceği” gerekçeleriyle madenin kapatılmasını istediklerini belirtiyor ancak, valilik herhangi bir işlem yapmıyor.

10 Haziran’da ise madende çalışan işçilerden aldıkları “siyanürle yıkanmış topraklardan oluşan pasa yığınlarının heyelanla çöküp kaydığı ve başka yerlere karıştığı” bilgisiyle İliç Asliye Hukuk Mahkemesi’nde delil tespit davası açıyorlar. Davadan 10 gün sonra da siyanür sızıntısı gerçekleşiyor.

İşçiler siyanüre maruz kalıyor, maaşlarını alamıyor

“Felaket göz göre göre geldi” diyor Atal. Sızıntının yaşandığı gece siyanürlü su kayacın, altı metre genişliğinde yarık oluşturarak yapıyı aşağıya indirdiğini belirtiyor. Suyun önemli bir bölümünün de yeraltı sularına karıştığını vurgulayarak “Sabırlı deresine gece boyunca siyanür aktı” diyor Atal.

Atal, 8 Temmuz’da keşfe gelen heyette siyanür miktarını belirleyecek ağır teknolojik ekipmanın olmadığı söylüyor

Olayın sabahında Cezayiroğlu, avukat Atal ile hemen suç duyurusunda bulunduklarını belirtiyor. Mahkeme, 8 Temmuz’u yani sızıntıdan 18 gün sonrasını keşif günü olarak belirliyor. Bu sırada Atal ve Cezayirlioğlu, madende çalışan işçilerden bilgi akışı almaya devam ettiklerini söylüyor: “İşçiler, siyanür sızıntısı olan bölgede bakanlık gözetiminde büyük bir temizlik yapıldığını, yani bütün delillerin karartıldığını yönünde bilgiler verdi.”

Öte yandan Atal, 8 Temmuz günü keşfe gelen heyette çevre mühendisi ve siyanür miktarını belirleyecek ağır teknolojik ekipmanın olmadığı söylüyor. Atal ve Cezayiroğlu, bütün bu nedenlerle keşfin iptal edilmesini istediklerini ancak mahkeme talebi reddedince keşfin, davanın bir tarafı olmadan gerçekleştiğini belirtiyor.

Atal ve Cezayirlioğlu’nun aktarımlarına göre, madende çalışıp dışarıyla bilgi paylaşan işçilerin mağduriyeti çok yönlü. Füsun Kayra’nın da ifadelerine göre, siyanür sızıntısına müdahale ettirdikleri kepçe operatörleri ya da çalıştırdıkları işçiler de birebir siyanüre maruz kalıyor, üstelik temizliği yaptıkları sırada üzerlerinde hiçbir koruma kıyafeti dahi bulunmuyor.

Siyanür sızıntısı sonrası bakanlık madenin faaliyetlerinin geçici süreyle durdurulması kararı alıyor. Atal, şirketin bu süreçte işçileri ücretsiz izne çıkardığını, yaklaşık 3 bin 700 işçinin maaş alamadığını söylüyor.

Maden faaliyetlerinin durdurulması işçileri mağdur ederken madene karşı verdiği mücadeleyle nedeniyle Cezayiroğlu da kendisine yönelik tehditlerin arttığını belirtiyor. Bunun üzerine, Cezayiroğlu avukatı Atal ile sızıntı olayından önce tehditler nedeniyle valiliğe ve kaymakamlığa başvurarak koruma talep ediyor. Ancak 4 Temmuz haftası bu talebinin iki kurum tarafından da reddedildiğini söylüyor. Bu yüzden Cezayiroğlu, bayramda dahi ailesinin yanına gidemediğini belirtiyor: “Madene iş yaptıkları için ilkokuldan terk olan insanlar bile üç milyon liralık arabaya biniyor burada. Şimdi maden kapanınca şirket onlara ‘Sedat yüzünden siz işinizden olacaksınız, evinizi, arabanızı satacaksınız’ diyerek tepkileri bana yönlendiriyor,” diyor Cezatiroğlu. “Ben hayatımda duymadığım tehdit ve hakaretleri maden kapatıldıktan sonra almaya başladım. 93 yaşında yatalak babamla 88 yaşındaki annemi gidip köyde göremiyorum. Bayramda ellerini öpemedim. Köyüme gidemiyorum.”

Cezayiroğlu, şirketin hazırladığı protokolü imzalamadığı için dönemin İliç kaymakamı Hicabi Aytemur ve makinist olarak çalıştığı Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları (TCDD) müdürlüğü tarafından emeklilik ile kovulma seçenekleri arasında bırakıldığını belirtiyor. Bunun üzerine emekliliğini isteyip, madene karşı mücadelesine devam etmeye karar verdiğini söylüyor.

Maden kapatılacak mı?

Peki, faaliyetlerinin durdurulmasının ardından maden yeninden eskisi gibi işletilmeye devam edilecek mi? Avukat Uygar, resmî olmamakla birlikte bakanlığın şirkete bir kez daha şans verebileceği, ikinci kez böyle bir olay yaşanması durumunda madenin kapatılacağı yönünde duyumlar aldıklarını söylüyor.

Avukat Atal’a göre ise madenin kapatılmaması için hiçbir sebep yok. “Karşımıza çıkarttıkları en önemli argüman halkın ekmeğiyle oynadığımız ve ülkenin gelişmesini istemediğimiz iddiası. Oysa bir ay ya da bir yıl sonra Harran’dan yetişen buğdayı, ekmeği zehirliyor bu su. Şu anda farkında değiliz ancak sonuçlarıyla yüzleşeceğiz,” diyor Atal.

Atal’a göre toplumsal maliyet analizi yapıldığı zaman madenin zehirlediği topraktan, ekosistemlerden elde edilecek tarımsal ve hayvancılık geliri, madenin işçilere verdiği ücretten çok daha fazla: “Enerji Bakanı Fatih Dönmez’in CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in soru önergesine verdiği yanıta göre yabancı maden şirketlerinin Türkiye’ye kârlarından sadece yüzde 1,5 pay bıraktığı ortaya çıktı. Yani madenin Türkiye’ye bıraktığı bir gelir de yok.”

Füsun Kayra ise ekoloji örgütleri olarak bugüne kadar kapasite artışına karşı mücadele yürüttüklerini belirtiyor. Ancak bölgeyi inceledikten sonra artık madenin tümüyle kapatılması gerektiğini savunuyor: “Bu sadece Erzincan’ın sorunu değil, Fırat’ın ulaştığı bütün uluslararası sulara kadar giden her bölgenin sorunu.”

Plastik atık dendiğinde ilk akla gelen, ambalajlar ve naylon poşetler. Ancak bu atıklar yalnızca ürünlerin dağıtımı ve tüketicilere ulaştırılması için kullanılan plastiklerle sınırlı değil. Özellikle tarımda ciddi bir plastik kullanımı söz konusu. Tarım üreticileri, verimli topraklarıyla anılan Çukurova’da bile daha fazla mahsul elde edebilmek amacıyla tarlaları plastiklerle kaplıyor.

Türkiye’nin büyük ölçekli endüstriyel tarım üretiminin yapıldığı başlıca bölgelerinden biri Adana. Belirli bitki türünün çok yaygın olarak uzun yıllar boyunca yetiştirilmesine dayanan tarım yöntemlerinden monokültür bu bölgede yaygın. Çiftçiler, verimi artırmak veya her mevsim erken hasat alabilmek için tarımsal faaliyetlerinde birçok farklı teknik ve uygulamadan yararlanıyor. Bu uygulamalardan en yaygın olanı ise üretimde çeşitli amaçlarla plastiğe başvurulması. Özellikle ucuz ve yüksek kâr getirisi nedeniyle çiftçiler örtü altı tarıma yani seracılığa yöneliyor. Ancak üretimin her aşamasında yüksek miktarda plastik girdiye ihtiyaç duyulan bu yöntem geride tonlarca plastik atık bırakıyor. Peki, bu uygulama hem doğa hem de insanlar için ne sonuçlar doğuruyor?

Bunun için ilk durağım Mart ayında Adana’nın Karataş ilçesi. Tarımsal plastik kullanımı hakkında Karataşlı çiftçilerle görüşüyorum. Öncelikle, bölgedeki çiftçilerin çoğu yüksek girdi maliyetleri nedeniyle iş bırakma noktasında. Yıllarca ailelerinden devraldıkları geleneksel organik tarım yöntemleriyle çiftçiliği sürdürmüşler, fakat artan maliyetler nedeniyle artık organik tarım yapmadıklarını, mazot ve gübre gibi ağır girdi maliyetlerini hafiflettiği için daha çok örtü altı tarımı tercih ettiklerini belirtiyorlar. Bu yöntem, topraktaki ısı ve su kaybını önleyerek bitkileri hızlı yetiştirdiği için erken hasat sağlıyor ve bunun sonucunda çiftçiler kâr edebiliyor. Ancak bu yöntem için ya bir kat ya da iki kat “tek kullanımlık” plastik malç (sera örtüsü) kullanıyorlar. Hatta bazı çiftçiler daha erken hasat alabilmek için ekinlerini üç kat plastik örtüyle kaplıyor.

Çiftçi Salih Karahan tarım işçileri ile birlikte ısı ve su kaybını önlemek için alçak sera tüneli kurarak karpuz fidelerinin üzerine plastik örtü seriyor. | Fotoğraf: Vedat Örüç. Adana, Karataş.

“Mahsulün fiyatı 1 lira artarken masrafımız 10 lira arttı”

Salih Karahan, Karataş ilçesinin Tuzla mahallesinde örtü altı tarım yapan çiftçilerden biri. 25 yıldır çiftçilik yapıyor. Karahan ile, yağmurlu bir öğle sonrası tarım işçileri ile birlikte ekilen fidelerin üzerine plastik örtü sererken karşılaşıyoruz. Kendisine gazeteci olduğumu söylediğimde “çiftçiye destek verilmiyor” diye başlıyor sözlerine. Yağmur yağdığı için beni kolumdan tutup tarım işçilerinin yemek ve dinlenmek için tarla kenarında kurdukları çadırın altına götürerek çay içmeye davet ediyor. İşçilerin meraklı bakışları altında çadıra yöneldiğimde, bir tarım işçisinin çadırın ön tarafında kaya parçalarından yapılmış ilkel bir ocağın üzerinde çay demlediğini görüyorum. Etrafımızda duman tütüyor ve her yer yanık plastik kokuyor. Çünkü ocak, tarlalardan kalan plastik örtü parçalarıyla tutuşturulmuş.

Yanan plastiğin dumanı etrafında çaylar doldurulurken neler yetiştirdiklerini soruyorum. Çiftçi Karahan gülümseyerek, yağmur altında hararetle çalışan işçilerin bulunduğu tarlayı gösteriyor bana. “Plastik yetiştiriyoruz” diyor. Ansızın Karahan’ın yüzünde bir kızgınlık ifadesi beliriyor. “Tarım ülkesiyiz, ekonomimiz bununla dönüyor ama artan maliyetler çiftçinin belini büktü. Mahsulün fiyatı 1 lira artarken masrafımız 10 lira arttı, çiftçi artık tarımdan uzaklaşıyor,” diye sitem ediyor.

Karahan, yaklaşık 150 dönümlük arazisinde genel olarak domates, biber, kavun, karpuz, patlıcan, yer yer mısır ve fıstık gibi tarım ürünleri yetiştiriyor. Bu sezon da arazisinin yarısına karpuz, diğer yarısına biber ve patlıcan ekmeyi planladığını belirtiyor. Erken hasat alabilmek için de havaların ısınmasıyla nadasa bıraktığı tarlasında karpuz yetiştirmeye Şubat ayının sonlarında başlamış. Fakat harcadığı emeğin karşılığını alamayacağından oldukça endişeli olduğunu vurguluyor. Çünkü risk alıp artan enflasyondan etkilenmemek için sezon başında bankadan kredi çekerek tarla ekimi için gerekli olan malzemeyi fiyatlar ucuzken satın aldığını söylüyor. Ancak hasat sonrası beklediği kârı elde edemezse tarlasından veya güçlükle satın aldığını belirttiği traktöründen olabilir. Ki daha önce, Ziraat Bankası’ndan kullandıkları tarım kredisini ödeyemedikleri gerekçesiyle haciz yoluyla traktörleri ellerinden almış.

“On yıl önce bu kadar plastik malzeme kullanmazdık, ekinimizi ekerdik ve sadece sulardık. Ancak toprağı plastiğe alıştırdık”

Karahan, 20 yıldan fazla geleneksel tarım yöntemleri ile çiftçilik yapmış. Ama artık mazot ve gübre gibi ihtiyaçların maliyetlerini karşılayamıyorum bu nedenle farklı yöntemlere yönelmek zorunda kalmış. Geleneksel tarım yöntemlerini bırakarak, neden plastiğe yöneldiğini şu şekilde açıklıyor: “Seracılık daha etkili bir yöntem. Mesela hem damla sulama hem de plastik malç kullanıyorum, çünkü işimizi çok kolaylaştırıyor. Su maliyetim 15-20 yıl önceki kadar değil. Damla sulama boruları suyu çok tasarruflu bir şekilde dağıtıyor, tam da ihtiyacım olan şey bu. Malç kullanmazsam, fidelerin yanında zararlı otlar büyüyor. Ayrıca topraktaki ısı kaybını engelleyerek nemi tutuyor. O zaman hasadı normalden daha erken alabiliyoruz. Dolayısıyla gerekenden daha az gübre, ilaç ve mazot kullanıyorum.”

Ardından, Karahan’ın tarla komşusu Seyfullah Kaçar ile konuşuyorum. Aynı zamanda ziraat mühendisi de olan Kaçar, plastik kullanımına Karahan kadar olumlu yaklaşmıyor. “Günümüzde birçok tarım ürününün üretiminde oldukça fazla plastik kullanıyoruz. Üstte sera örtüsünü, altta malç dediğimiz naylon örtüyü veya damlama hortumlarını kullanıyoruz. Ya da gübre ve ilaç gibi malzemelerin plastik kutuları var,” diyor Kaçar. Plastik kullanımı son yıllarda artmış ve bu, Kaçar’a göre, uzun vadede tarıma zarar veren bir yöntem. “On yıl önce bu kadar plastik malzeme kullanmazdık, ekinimizi ekerdik, birkaç defa da sadece sulardık. Ancak toprağı plastiğe alıştırdık. Plastik kullandıkça toprağın yapısı bozuldu ve eskisi kadar artık verim alamaz olduk. Mesela ilk yıllar sera için tek kat plastik örtü kullandığımızda iyi verim alabiliyorduk. Ancak zaman ilerledikçe verimin düştüğünü gördük, verim düştükçe de daha fazla plastik örtü kullanmaya başladık.”

Çiftçi Seyfullah Kaçar, komşu tarlayı işleten Salih Karahan’a plastik örtü kurulumunda destek oluyor. | Fotoğraf: Vedat Örüç.

Çiftçilerin ikram ettiği çayı içtikten sonra Kaçar’ın tarlasını geziyorum. Hatlara ayrılmış ancak daha henüz ekilmemiş tarla üzerine tarım işçileri damlama sulama sistemini kuruyor ve ardından plastik malç seriyor. Plastik malç üzerine ise karpuz fideleri ekildikten sonra 30 santimetre yüksekliğinde tünel seraları kuruluyor. Bunun için de bir veya iki kat plastik örtü kullanılıyor. Kaçar’ın, üretimin her aşamasında plastik malzeme kullanımı gerektiren bu uygulamadan memnun olduğu söylenemez. Ancak kâr edebilmek ve çiftçiliği devam ettirebilmek içinplastik kullanmaya mecburum” diyor.

Tarlaları gezdikten sonra Kaçar’ın plastik macerasının İspanya’da katıldığı bir tarım fuarında başladığını öğreniyorum. Kaçar, bu gezi esnasında tarımsal plastik kullanımının işleri ne kadar kolaylaştırdığına şahit olduğunu ve daha sonra gördüğü uygulamaları kendi tarlasında uygulamaya başladığını anlatıyor. Fakat tarlasının artık plastiğe bağımlı hale geldiğine inanıyor, bu nedenle de örtü altı tarımdan vazgeçemiyor. Kaçar bu durumu “bir kere bulaştık bir daha geri dönemeyiz” diye tarif ediyor.

Bir dönüm karpuz 50, çilek 65 kilo plastikle büyüyor

Bölgede en yüksek tarımsal plastik ayak izine sahip ürünler kavun, karpuz ve çilek. Örneğin bir dönüm karpuz veya kavun tarlasında malç, damlama sulama boruları ve sera örtüleri dahil olmak üzere ortalama 50 kilo, çilek ise 65 kilo plastik yüküyle büyüyor. Fakat kullanılan plastik malzemeler tek kullanımlık olarak üretildiği için her hasat sonrası geride ciddi oranda atık kalıyor. Nitekim dolaştığım tarım alanlarının neredeyse tümünde tarımsal faaliyette kullanılan plastik atıklara rastlıyorum. Genellikle çiftçiler veya tarım işçileri bu atıkları toplayıp bir çukur içerisinde yakıyor. Bunu bazen kendi lehlerine kullanıp zirai dona karşı ısı kalkanı oluşturmak amacıyla yapıyorlar. Bazen de araziye ya da en yakın sulama kanalına terk ediyorlar. Hatta bazı alanlarda mevsimlik tarım işçilerinin ısınmak amacıyla plastik yaktıklarına şahit oluyorum.

“Plastiği ya yakıyoruz ya da hasattan sonra tarlayı sürerek toprağa karışmasına izin veriyoruz. Tarla yılar içerisinde plastikle doluyor”

Aslında çiftçiler tarım arazilerinde bırakılan plastiklerin toprağı kirlettiğinin farkında. Özellikle geri dönüştürülebilen plastiklerin toplanması konusunda ciddi bir çaba gösterdiklerini anlıyorum. Ancak tarımsal plastik malzemelerin birçoğu, “kullan-at” yaklaşımına uygun olarak üretildikleri ve kalitesiz oldukları için geri toplanamıyor. Genellikle güneş, nem, rüzgâr ve yağmur gibi atmosferik koşulların etkisiyle oldukça hızlı parçalandıkları için sökülme veya toplanma sırasında plastikler parçalanarak toprağa karışıyor. Kaçar, bu nedenle çiftçiler arasında plastik atıkların toplanması ya da geri kazanımı gibi faaliyetlerin zayıf olduğunu söylüyor. “Aslında kabaca plastik atığın bir kısmını, yani geri dönüştürülebilenleri topluyoruz. Ancak malzemelerin çoğu tek kullanımlık olarak üretildiği için toplamayı pek tercih etmiyoruz,” diyor Kaçar. “Toplamaya kalkıştığımızda ellerimizde parçalanıyor. O yüzden ya yakıyoruz ya da hasattan sonra tarlayı sürerek toprağa karışmasına izin veriyoruz. Dolayısıyla tarla yılar içerisinde plastikle doluyor.”

Tarım işçileri plastik malç örtülü toprak sırtlarına karpuz fidesi ekiyor. | Fotoğraf: Vedat Örüç.

Plastik örtü kullanılan tarlaların toprağı önemli miktarda mikroplastik kalıntı içeriyor. Bu konuda, Çukurova Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden deniz biyoloğu Doç. Dr. Sedat Gündoğdu 2021 yılında mikroplastik kirliliği üzerine yaptığı araştırmada bir kilogram toprakta 32 mikroplastik tespit etti. Araştırmaya göre hasat sonrası plastikleri toplanan tarlaların mikroplastik miktarı, toplanmayan tarlalara göre daha düşük. Ayrıca tarımdaki aşırı plastik kullanımı ve toprağa kontrolsüzce terk edilen plastikler uzun vade topraktaki verimi düşürüyor.

Gündoğdu, yaptığı araştırmada plastiklerin doğaya bir kere dahil olduktan sonra orada kirletici olarak çok uzun süreler kalabildiğini belirtiyor. “Bazı tür plastikler zaman içerisinde bulundukları ortamda fiziksel, kimyasal ve biyolojik faktörlerden kaynaklı olarak bozulma ve parçalanmaya uğrayabiliyorlar. Makro boyutta görüntü kirliliği yaratmasının yanında tekrar toplanması da mümkün. Ancak bahsi geçen faktörlerden kaynaklı olarak, doğada kaldıkları süre içerisinde genellikle mikroplastik olarak adlandırılan 5 milimetreden daha küçük parçacıklara dönüşebiliyorlar,” diyor Gündoğdu. “İşte bu halde hem gözle fark edilmeleri zorlaşıyor hem de yarattıkları etki artıyor. Aslında tarımsal plastiklerin en büyük problemlerinden biri bu.”

Tarlalardan toplanan plastikler geri dönüştürülmek üzere plastik alıcıları tarafından satın alınmayı bekliyor. | Fotoğraf: Vedat Örüç. Mersin, Adanalıoğlu.

Biriken atıklar ve “ekmeğini plastikten çıkaranlar”

Karahan tarımsal plastik kirliliğinin geri dönüşümle aşılabileceğini savunuyor. Ancak plastik sınırlı ölçüde geri dönüştürülebilen bir malzeme ve geri dönüşüm en nihayetinde plastiğe bağımlılığın kalıcılaşmasına yol açıyor. Kaçar’ın bahsettiği üzere Çukurova’da hâlihazırda bir geri dönüşüm zinciri var, fakat tarım faaliyetlerinde kullanılan plastik malzemelerin kalitesi o kadar düşük ki, geri dönüşüm firmaları tarafından kullanılacak özellikte değil. Böyle olunca tarımda kullanılan plastiklerin atıkları toplanmıyor. “Firmaların daha fazla kâr hırsı yüzünden malzemeler istediğimiz gibi üretilmiyor, toprağımız kirleniyor,” diyen Kaçar’a göre tarım malzemeleri satan tedarikçilerin plastikleri dönüştürülebilen özellikte üretmesi halinde hasat sonrası tarlada kalan bütün plastik malzemeleri en azından hammadde olarak kullanılması mümkün olacak.

Çukurova’da çiftçiler hasadın ardından tarlalarını bir sonraki sezona hazırlamak için önceki hasattan kalan atıkları temizlemekle işe koyuluyor. Temizleme masrafını da kendi cebinden ödememek için tarlalarda kalan ve geri dönüştürülebilen plastikleri değerlendirmek üzere bir geri dönüşüm alıcısı ile anlaşma yapıyorlar. Alıcı ise çoğu zaman ya geri dönüştürülebilen plastikleri doğrudan onları toplayan mevsimlik tarım işçilerinden satın alıyor ya da çiftçilere teminat amacıyla belli bir yevmiye karşılığında ödeme yapıyor.

“100 dekar tarlanın plastik atığından bana kalan net para kabaca günlük 750-800 TL. Şimdi ben bu parayla geçineyim mi yoksa fabrikaya patron mu olayım?”

Nuri Altundaş, bu plastik alıcılarından biri. On yıldır eşi ile birlikte geri dönüşüm işi yaptığını söylüyor. İşini ise, “ekmeğini plastikten çıkarmak” diye tarif ediyor. Tarlalarda arta kalan malç, damlama boruları, sera örtüleri ve ilaç kapları gibi plastik malzemelerini topladığını belirtiyor Altundaş. Onun için her plastik parçası nakit para demek. Bu yüzden çiftçilerin tek kullanımlık malzeme kullanmasından yakınıyor. “Artık eskisi gibi kazanamıyorum,” diyor Altundaş. “Çiftçiler eskisi kadar kaliteli malzeme kullanmıyor, topladığımız plastiklerin çoğu çöpe gidiyor.”

Adana’nın Karataş ilçesinde tarlada toprağa karışan plastik parçaları. | Fotoğraf: Vedat Örüç.

Karataş’ta bir çiftlikte yaşayan Altuntaş, sabahın ilk ışıklarıyla çıktığı tarlalarda gün boyunca topladığı plastik atıkları evinin bahçesinde biriktirerek ayrıştırıyor ve geri dönüşüm tesislerine satıyor. Ona göre Adana’da sektörün bu kadar büyümesine sebep olan ve geri dönüşüm ekonomisinin ana omurgasını oluşturanlar geri dönüşüm işçileri. Ancak tarladan plastik toplayan işçilerin “büyük pazarın bir parçası” olamadığını söylüyor.

Plastik tarımsal üretimin merkezinde olunca, yoksulluktan kurtulmak için bir fırsat olarak görülüyor işçiler arasında. Altuntaş’ın hayali de büyük bir geri dönüşüm tesisi işletmek. Ama tarla plastiğinden yeteri kadar kazanamadığı için bu hayal ona çok uzak. “Fıstık tarlalarından çok miktarda sulama borusu topluyoruz. Örneğin 100 dönümlük bir fıstık tarlası bin 600 kilo plastik getiriyor. Genelde israf oranı yüzde 30 civarında. Zaten hortumların içinde her zaman çamur veya su bulunuyor. Satmam için geriye kalan plastik atık kabaca bin 100 kilo ağırlığında oluyor” diyor.

Mevsimlik tarım işçileri plastik toplamayı meyve hasadına tercih ediyor, çünkü ücretler her günün sonunda hemen ödeniyor

Fiyatların hızla yükseldiği 2022 yılının ilk yarısı itibariyle kilogram başına 3 lira 20 kuruş kazandığını anlatıyor Altuntaş. Dolayısıyla bir tonu aşkın plastikten elde ettiği kazanç kendi ifadesiyle “yaklaşık 3 bin 500 TL.” Maliyet de hesaba katıldığında plastiğin aslında işçilere bir gelecek sunmadığı ortaya çıkıyor. “Çiftçiye ya da işçiye önceden ödenen ücret, yiyecek, yakıt, para vb. gibi tüm bu giderler toplamdan düşüldüğünde 100 dekar tarladan bana kalan net para kabaca günlük 750-800 TL,” diyor Altuntaş. “Şimdi ben bu parayla geçineyim mi yoksa fabrikaya patron mu olayım? Yani anlayacağın tarladan çıkmadan o hayal bize çok uzak.”

Plastik, yoksulluk ve çaresizliğinin sonuçlarından biri

Çukurova’nın tarımsal atık döngüsü çiftçilerin bütün hayatlarını kuşatmış. Mesela Karataş’ın Karagöçer köyünde dere kenarına inşa ettikleri derme çatma çadırlarda yaşayan tarım işçileri adeta plastikle bütünleşmişler. Barınma, ısınma gibi ihtiyaçlarını bile plastikten karşılıyorlar. Çadırda yaşayan işçilerden biri olan 56 yaşındaki Ömer Yücel yaklaşık 20 yıldır tarımda çalışıyor. Yücel, ilk yıllarda her hasat mevsimi Çukurova’ya ailesi ile birlikte gelip mahsulleri topladıktan sonra kazandıkları parayla memleketi Şırnak’a geri dönüyormuş. Ancak tarımsal plastik kullanımın artmasıyla birlikte hasat sonrası tarlalarda kalan plastikleri toplamayıp biraz daha fazla para kazanabilmek için büyün yıl Çukurova’da kalmaya karar verdiklerini anlatıyor.

Ömer Yücel yaklaşık 20 yıldır Adana’nın Karataş ilçesinde tarım işinde çalışıyor. | Fotoğraf: Vedat Örüç’ün bölgedeki belgesel çalışmasından ekran görüntüsü

Yücel’in anlattığına göre mevsimlik tarım işçileri plastik toplamayı meyve hasadına tercih ediyor, çünkü ücretler her günün sonunda hemen ödeniyor. Mevsimsel kazançlar ise ancak ürün satıldıktan sonra ödeniyor ve bu süre altı ayı bulabiliyor. İşçiler meyve hasadında 2022 yılının ilk yarısı itibariyle günde yaklaşık 10 saat çalışma karşılığında 100 TL kazanırken, plastik hasadında bu ücretin karşılığı 120 TL olabiliyor.

İşçiler son derece toksik kimyasallara, zehirli dumanlara ve mikroplastiğe maruz kalıyor

Yücel, tarlarda artık çok fazla plastik kullanıldığı için tarım işçilerinin plastik toplamada daha fazla para kazandığını söylüyor. “Daha önce plastiklere çok fazla talep yoktu. Çiftçiler on yıl önce ‘gel bedava al’ derdi, ancak bugün dekar başına para istiyorlar,” diyor Yücel. “Plastik atık alıcıları hasat sonrası bize gelir ‘şu tarlada şu kadar plastik toplama işi var’ derler, biz de gider toplarız. Günde yaklaşık 10 saat çalışır, gün sonunda da paramızı alırız. Bu bizim için bir ek gelir olsa da, neredeyse tüm sezon boyunca meyve hasadından kazandığımız paradan fazla kazanıyoruz.”

Ayrıca, tıpkı tarım işçiliğinde olduğu gibi plastik toplama ve geri dönüşüm zincirine de kayıt dışılık ve güvencesizlik hâkim. Çok düşük ücretlere çalıştırılan sığınmacılara, çocuk işçilere bu zincirin her kademesinde rastlamak mümkün. Ayrıca işçiler herhangi bir korunma sağlanmadan son derece toksik kimyasallara, zehirli dumanlara ve mikroplastiğe maruz kalıyor.

Yaşları 14 ile 18 arasında değişen çocuk tarım işçileri hasat sonrası tarlada kalan damlama borularını topluyor. Boruların içerisinde arta kalan pestisit ve tarım ilaçlarına karşı ekipmansız çalışıyorlar. | Fotoğraf: Umut Kuruüzüm, GIZ (Alman Uluslararası İşbirliği Derneği). Adana, Karataş.

Atık toplayıcılarının çoğu çadır yerleşimlerinde yaşayan mevsimlik tarım işçileri ve Suriyeli sığınmacılar. Plastik toplamada çok sayıda çocuk da çalıştırılıyor. Karataş’ta plastik sulama borularının toplandığı bir tarım arazisinde karşılaştığım 28 tarım işçisinin 12’si Suriyeli göçmendi. Bunlardan yedisi, aile ekonomisine katkı sağlamak için plastik atık işçiliğine dahil edilen 14-16 yaş arasında çocuktu. Ancak plastik toplayan çoğu işçi gibi çocuklar da koruyucu ekipman (eldiven, maske vb.) kullanmıyor. Bunun sonucunda toksik kimyasallara maruz kalıyorlar. Hatta kimyasal zirai ilaç dolu damlama sulama borularını toplarken, pestisitli sular gözlerine ve ellerine sıçrıyor. Bu yüzden sıkça zehirleniyorlar.

“Arada bir kusuyordum, sonradan öğrendik ki damlama borularında kalan ilaçlar beni zehirlemiş”

21 yaşındaki plastik toplayıcısı Zeynep Balcı bu işçilerden biri. Üniversitede çocuk gelişimi okuyan Balcı, masraflarını çıkarabilmek için yazları hasat sonrasında çadırda yaşayan ailesinin yanına dönüp tarlalarda plastik topluyor. Sık sık zehirlendiğinden artık zirai ilaçlara karşı bağışıklık kazandığını düşünüyor. Ancak zehirlenmesinin hayati riski taşıdığının farkında. Buna rağmen tıbbi yardım almadığını söylüyor. “Zehir kutularını [pestisit kapları] ve damlama borularını çok değerli oldukları için topluyorum. Hurdacı normal plastiğin kilosunu 2,5 TL’den alırken bir kilo zehirli kutu ya da damlama borusunu 4 TL’den alıyor,” diye anlatıyor. Bu plastiklerin içlerinde bazen son derece toksik pestisitler oluyor. “Çiftçiler bunları böcekleri öldürmek için kullanırlar ama bilirsiniz, çıplak elle toplamanız çok tehlikelidir. Mesela bir keresinde bütün gün çalıştım ve eve geldim. Yorgunluktan kendimi komada gibi hissediyordum. Ellerim ve ayaklarım titriyordu. Arada bir de kusuyordum. Sonradan öğrendik ki damlama borularında kalan ilaçlar beni zehirlemiş,” diyor Balcı. Küçük bir gelir uğruna işçilerin kimyasallara maruz kalmasına göz yumuluyor. “Bu yıl iki kez başıma geldi ama doktora gidemedim. Sadece çalışmaya devam ettim.”

Yoksulluk her yerde farklı yüzlerle ortaya çıkıyor. Çukurova Bölgesi’nde de plastik kullanımıyla. Karataşlı tarım işçileri mülksüzlük, güvencesizlik, yoksulluk ve sosyal-ekonomik sermaye yetersizliği gibi çok sayıda olumsuzluğu bir arada yaşıyor. Yaptığım görüşmelerde plastikten maddi imkânsızlıklar nedeniyle günlük ihtiyaçlarını karşılamak için bir imkân olarak söz ediliyor. İşçiler yakıt ve barınma ihtiyaçlarını karşılamak için bile plastik kullanıyorlar. Tarlaya gittikleri zaman geri dönüşüm döngüsünün dışında kalan plastik malçları toplayıp ısınmak ve yemek pişirmek için yakıyorlar. Çukurova özelinde Alman Uluslararası İşbirliği Kurumu (GIZ) tarafından bu yıl yapılan güncel bir araştırmaya göre, plastiklerin yakılması sonucu yayılan dioksin ve furanlar gibi birçok ağır metaller kalp hastalıkları ve kanser başta olmak üzere birçok hastalığa yol açıyor.

“Sobaya naylon katıyoruz, altımıza naylon seriyoruz. Her yerimiz naylon, kömür alamıyoruz”

Mevsimlik tarım işçisi olan Garibe Özer altı kişilik ailesi ile birlikte elektriği olmayan 3 metrekarelik bir çadırda yaşıyor. Çadırlarını ziyaret ediyorum. Boğazımda hemen bir yanma hissi beliyor. Sonradan fark ediyorum ki bir yandan soba tutuşuyor. Boğazımdaki yanma nedenini anlamak uzun sürmüyor çünkü Özer Ateşi tutuşturmak için naylon yaktık diyor. Bunun sağlığa zararlı olduğunu söylüyorum ancak ısınmak için mecbur olduğunu söylüyor. “Bu naylon genellikle tarım arazilerinde kalıyor. Satılabilir olmadığından kendi ihtiyacımız için biz de topluyoruz. Onunla yemek pişirir ve sobayı yakarız,” diyor Özer. Hayatta kalabilmek için sağlığa zararlarına göz yummak zorundalar. Riskli biliyoruz ama ne yapalım? Sobaya naylon katıyoruz, altımıza naylon seriyoruz. Her yerimiz naylon. Her şey ateş pahası olduğu için de kömür alamıyoruz. Mesela bir çuval un almak için çocuklar üç gün çalışmak zorunda. Siz söyleyin ne yapalım, nasıl yaşayalım? Yani anlayacağınız ne ölüyüz ne sağ, naylon yakmaya mecburuz.”

25 Mart’ta Environment International isimli hakemli dergide yayınlanan bir araştırmada artık mikroplastiklerin ve nanoplastiklerin insan kanına karışabildiği ortaya kondu. Hollanda’da gerçekleştirilen çalışmada 22 gönüllü insandan alınan kan örneklerinde 700 nanometre ve daha büyük plastik partiküllerin varlığına rastlanıldı. İngiltere’de yapılan benzer bir araştırmada ise insanlardan alınan akciğer dokularında küçük plastik parçacıkları tespit edildi. Bilim insanları bu mikroplastiklerin akciğerde kanser dahil çeşitli hastalıklara yol açabildiğini belirtiyor. Bu vakalarda saptanan mikroplastikler içerisinde en fazla olanı ise tarımsal faaliyetlerde kullanılan polietilen türdeki geri dönüştürülemeyen tek kullanımlık plastiklerden.

Doç. Dr. Sedat Gündoğdu tarımsal plastik uygulamalarının biyolojik çeşitliliğe zarar verdiği için ciddi bir gıda güvenliği ve çevre sağlığı sorunu oluşturduğuna dikkat çekiyor. “Literatürden biliyoruz ki tarımsal plastikler parçalanarak mikro ve nanoplastiklere dönüşüyor. Bunların da yapılan çalışmalarda bitki bünyesine transfer olabildiğini görüyoruz,” diye uyarıyor. “Aşırı plastik üretimi ve buna bağlı olarak da plastiğin aşırı düzeyde kullanımı ortaya plastik bulaştırılmış insanı çıkarıyor.”

Tarlalarda arta kalmış geri dönüştürülemeyen plastikler çadırda yaşayan tarım işçileri tarafından toplanıp yakıt ihtiyacında kullanılmak üzere çadırların yanına istifleniyor. | Fotoğraf: Vedat Örüç. Karataş, Karagöçer köyü.

Tarımsal plastik kullanımı katlanarak artıyor

Tarımsal plastikler biyolojik çeşitliliğin azalması, küresel iklim değişikliği (sera gaz emisyonu), azot ve potasyum kirliliği ve toprakların bozulması gibi olumsuz etkilere neden oluyor. Ancak buna rağmen tarımsal plastik kullanımı her yıl katlanarak artıyor. BM Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun 2021 yılında yayınladığı rapor göre dünya genelinde plastik kullanımı ciddi oranlara ulaştı. Sadece 2021 yılında dünya genelinde tarımsal üretim amacıyla yaklaşık 12,5 milyon ton plastik tüketildiği tahmin ediliyor. Ayrıca bu plastiklerin çoğu tek kullanımlık olduğu için ancak geçtiğimiz yıl yalnızca yüzde 9’u geri dönüşüme tabi tutulmuş. Gıda güvenliğinin tehdit altında olduğuna dikkat çeken (FAO), tarımsal plastik kullanımı nedeniyle toprakların okyanuslardan daha fazla mikroplastik kirliliği içerdiğini vurgulayarak tarımsal plastik kullanımının azaltılması çağrısında bulunuyor.

Türkiye açısından durum çok daha kritik. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, 2021 yılında plastik üretimi 10.8 milyon tondu ve bunun da ortalama 432 bin tonu tarımsal amaçlı kullanıldı. Tarımsal amaçlı plastik kullanımında en önemli kullanım alanı ise örtü altı yetiştiriciliği (seracılık) oluşturuyor. Türkiye örtü altı yetiştiriciliğinde dünyada ilk dört ülke arasında. Avrupa’da ise İspanya’nın ardından ikinci sırada yer alıyor. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın 2019 yılında paylaştığı son verilere göre ise toplam örtü altı tarım varlığı 790 bin dekara ulaşmıştı. Toplam örtü altı üretimi ise 6.7 milyon tondan oluşuyor. Çukurova bölgesi 2.2 milyon ton ile bu üretimde yüzde 29 gibi büyük bir paya sahip.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) bir zamanlar Türkiye’nin en canlı, hür kampüslerinden biriydi. Ancak 2014’te Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kampüsteki ağaçları keserek yol inşa etme girişimine karşı gösterilerin bastırılmasıyla başlayan özgürlüklerin daraldığı süreç, daha sonraki yıllarda mezuniyet törenlerinde gökkuşağı bayrağı açan öğrencilerin yargılanmasıyla devam etti. Son olarak, 17 Haziran’da odağına iklim krizi ve ekolojiyi alan bir etkinlik rektörlük tarafından yasaklandı.

“Öğrenciler ve akademisyenlerin üzerinde büyük bir baskı var,” diyor Endüstriyel Tasarım Bölümü 3. yıl öğrencisi Deniz Çelik. Topluluğun bir diğer üyesi, Makine Mühendisliği Bölümü 4. yıl öğrencisi Nehir Tek de ODTÜ’nün yıllardır atanmış bir rektörün idaresinde olduğunu hatırlatıyor. “Kayyumluk söz konusu olunca bir noktada hocaların da yetkisi, ilgisi bitiyor. Onun dışında akademisyenler grubu tarafından gördüğümüz bir destek yok. Boğaziçi’ndeki gibi bir örgütlenme de söz konusu değil ODTÜ’de. Bizim desteklenmemiz bir yana, o direnişi ben ODTÜ’de gördüğümüzü düşünmüyorum.”

Rektör Mustafa Verşan Kök ve idaresi, topluluğun 17 Haziran’da gerçekleştirmeyi planladığı “İklim Krizi, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsel Sağlık – Queer Ekoloji ve Ekofeminizm” başlıklı konuşmayı iptal etmişti. Deniz ve Nehir, rektörlüğe bağlı Kültür İşleri makamına iptalin sebebini sorduklarında ise “gelecek derneklerin ve konuşmacıların konularıyla alakası olmadığı” şeklinde bir cevap aldıklarını söylüyorlar.

“Etkinliğin içinde ekofeminizm ve kuir ekolojiden bahsetmek, Onur Ayı olduğu için bu ayın içinde bir etkinlik olmasını istiyorduk,” diyor Deniz. “Gelecek konuşmacıların ve derneklerin etkinliğimizle bir alakası olmadığı gibi gayrimeşrû gerekçe gösterilerek yasaklanmaya çalışıldı. Ama en başta da bahsettiğim gibi bu dernekler aslında tamamen tartışacağımız bir düzlem oluşturacağımız bir etkinlik için gelen konuşmacılardı ve biz bunları bilerek ve özenle seçmiştik.”

“Bürokratik süreç başlatmayı düşünüyoruz”

Nehir ve Deniz’le Ankara’da, Milli Kütüphane’nin çaprazında yer alan Adnan Ötüken Parkı’nda buluşuyoruz. İkisi de güler yüzlü ve samimi, kampüste okudukları bölümlerin yanında yürüttükleri faaliyetlere tutkuyla bağlı. Geçmişi 1982 yılına dayanan ODTÜ Çevre Topluluğu’nda bayrağı devralarak kampüste hem iklim krizi hem de ekoloji ile kesişen toplumsal konular üzerine diğer öğrencileri bilinçlendirmek istiyorlar. Ama bunu yaparken üniversitedeki yasaklarla, rektörler üzerinden uygulanan baskılarla karşılaşıyorlar. Baskılara karşı çıkmaları, olası yaptırımlar ve soruşturmalar nedeniyle geleceğinden kaygı duyan akademisyen ve öğrencilerin çalışmalarından uzak durmalarına neden oluyor ve onları yalnızlaştırıyor.

“Çağırdığımız derneklerin bizce neden uygun olduklarını açıkladığımız ve daha detaylı bir açıklama talep ettiğimiz bir başvuruda bulunmayı düşünüyoruz”

Rektörlüğün yasakladığı etkinliğe davet edilen derneklerden biri LGBTI+ aktivizmi alanında çalışan 17 Mayıs Derneği. Dernek geçtiğimiz sene LGBTI+’lar için bir iklim krizi kılavuzu hazırlamıştı (Gezegen ve Yeşil Gazete ortaklığında 1 Nokta 5 podcast yayınında) bu kılavuza bir bölüm ayırmıştık). Topluluğun etkinlikte yer almasını istediği Sağlıkta Genç Yaklaşımlar Derneği de toplumsal cinsiyet bakış açısıyla cinsel ve üreme sağlığı alanında çalışmalar yapıyor.

“Rektörlük makamı, kayyumluk makamı tarafından bu tarz kelimeler (LGBTI +, kuir, toplumsal cinsiyet) haz edilmeyen ve mimlenen kelimeler. Bu son etkinlik yasaklanması ilk karşılaştığımız yasak olmadığı için açıkçası hiç şaşırmadık. Ama bu, bu yasağı kabulleneceğimiz anlamına gelmiyor,” diyor Nehir. 2019’da düzenlemeye kalkıştıkları ilk kuir ekoloji etkinliğine Kültür İşleri yine itiraz etmiş. “Bize ‘kuir ne, çevre ile ne alakası var’ gibi kesişimselliğe tamamen ters bir fikirle karşı çıktılar. Aynı zamanda kayyum rektörlüğün, kültür işlerinin ne kadar LGBTİ + fobik olduğunu gördük, zaten önceden de biliyorduk,” diyor Deniz. O dönem yasaklamaya rağmen etkinliklerini gerçekleştirmeyi başarmışlar.

Nehir Tek Makine Mühendisliği Bölümü 4. yıl öğrencisi. Deniz Çelik ise Endüstriyel Tasarım Bölümü’nde okuyor. | Fotoğraf: Gezegen

Nehir, rektörlüğün etkinliklerini yasaklamalarına sessiz kalmayacaklarını ve karara itiraz edeceklerini söylüyor. “Bu süreçte yetkili makamların ‘yasakladık, çevre topluluğu da kabul etti’ gibi düşünmelerini istemeyiz. Bu yüzden bürokratik bir süreç başlatmayı düşünüyoruz,” diyor Nehir. Tüm gezegeni etkileyen iklim krizi dünyanın dört bir yanında akademisyenler, aktivistler hatta edebiyatçılar, şairler tarafından toplumsal cinsiyeti de içeren yaklaşımlarla ele alınırken, Türkiye’de öğrencilerin bu konuları üniversitede tartışacak özgürlüğe sahip olmamalarını kabul etmek istemiyorlar. “Bu yasak gerekçesinin neden haksız olduğunu, bu çağırdığımız derneklerin bizce neden uygun olduklarını açıkladığımız ve daha detaylı bir açıklama talep ettiğimiz bir başvuruda bulunmayı düşünüyoruz.”

Açığa alınan akademisyenler gizli tanık beyanıyla yargılanıyor

Nehir ve Deniz’in söyleşimiz boyunca vurgulamaya çalıştığı üzere, ODTÜ Çevre Topluluğu’nun yasaklanması üniversitede gerek akademisyenlerin gerekse öğrencilerin özgürlüklerinin üzerindeki baskının sonuçlarından biri. Deniz, topluluk üyelerinin açığa alınan iki akademisyen, ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde araştırma görevlisi Sibel Bekiroğlu ile Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde araştırma görevlisi Mehmet Mutlu’nun nöbetine destek verdiğini anlatıyor. Hatta nöbete destek verdikleri için iki öğrenciye rektörlük tarafından soruşturma açıldığını, bir öğrencinin de bursunun kesildiğini söylüyor. “Sibel ve Mehmet hocamızla başlayan bu dalganın büyüyeceğini düşünüyorum ben. Akademisyenler bir sürü konudan şikâyetçiler ama bunun için rektörlük alanında nöbete gelmiyorlar. Biz onların desteğini görmedik,” diyor Deniz.

Sibel Bekiroğlu’nun Gezegen’e yaptığı aktarımda Mehmet Mutlu ile birlikte 10 Eylül 2021’de gözaltına alınmalarıyla birlikte haklarında kovuşturma sürecinin başladığını anlatıyor. Beş gün boyunca TEM’de gözaltında tutulduktan sonra savcının tutuklama talebiyle hâkim karşısına çıktıklarında soruşturmanın gizli tanık beyanı ile ilgili olduğunu öğreniyorlar. “İddianameye bakılırsa bizi tanımadığını da söyleyen bu gizli tanık, eylem yapmak amacıyla okula gelmek isteyen öğrencilere referans olduğumuzu iddia ediyordu,” diyor Bekiroğlu. Hâkimlik akademisyenleri serbest bırakıyor ancak Nisan ayında soruşturma tamamlanarak “silahlı terör örgütü üyeliği” suçundan yargılandıkları birer davaya dönüşüyor. “Henüz ilk duruşmaları bile yapılmamış, içeriğinde elle tutulur hiçbir iddianın bulunmadığı bu davaları, ODTÜ’nün atanmış yönetiminin bizleri uzaklaştırmanın birer dayanağına dönüştürmüş olduklarını görmekteyiz.”

Sekiz yıldır ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak görev yapan Sibel Bekiroğlu (sol önden ikinci) ve on yıldır Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak görev yapan Mehmet Mutlu (sol önden üçüncü), görevlerinden açığa alınmalarının ardından ODTÜ Rektörlük binası önünde nöbet tuttu. | Fotoğraf: Sibel Bekiroğlu’nun arşivinden, özel izinle kullanılmıştır.

ODTÜ Rektörü Mustafa Verşan Kök ilk kez 2016’nın Temmuz ayında, o dönemde yapılan rektörlük seçimlerinde 2. Sırada gelmesine rağmen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından atanmıştı. Rektörlük seçimlerinin Kanun Hakkında Kararname ile kaldırılmasının ardından, Verşan Kök 2020’nin Ağustos ayında bu kez Erdoğan tarafından doğrudan ikinci kez üniversite rektörlüğünün başına getirildi. Verşan Kök’ün altı yıllık rektörlük döneminde ODTÜ Onur Yürüyüşü’ne katılan bazı öğrencilere davalar açıldı, mezuniyet töreninde gökkuşağı bayrağı açılması suç sayıldı. Geçtiğimiz sene ise KYK yurdu yapılması planlanan Kavaklık alanında ağaçların kesilmesini protesto eden öğrenciler de yargılandı.

Deniz, Sibel Bekiroğlu ve Mehmet Mutlu’nun açığa alınmalarının arka planında özgürlüklerden yana koydukları tavır olduğunu savunuyor. “Sibel ve Mehmet hoca Onur Yürüyüşü’nde öğrencilere destek verdiler, göz önüne çıkan hocalardı. Öğrencilerle dayanışma halindelerdi,” diyor Deniz. “Hocalar tarafından dışarıdan içeriye insanların sokulduğu söyleniyor ama böyle bir durum yok.” Deniz, Sibel Bekiroğlu’nun Diyarbakır Sur’da yaptığı araştırmaların da rahatsızlık yarattığını düşünüyor. “Sibel hoca ‘kent kırım’ diye yeni oluşan bir kavram üzerine çalışıyor. Bunun için mesela Diyarbakır’da, Sur’da araştırmaları olan hocamız. Özellikle Kürt meselesini gündeme getirdikleri için de ayrıca hedef gösterilen durumları var.”

Bekiroğlu, Gezegen’e yaptığı açıklamada üniversite yönetiminin açığa alınmalarıyla ilgili kendilerine herhangi bir somut gerekçe sunmadığını belirtiyor. “Mehmet ile birlikte geçtiğimiz ay [Haziran 2022] açığa alındığımızı ‘imzasız, tarihsiz, hitapsız’ bir A4 kağıdını elimize tutuşturmaları üzerinden öğrendik. Altına imza atmaya kaçındıkları karardan idari amirimiz konumunda olan Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü’nün ve bölümlerimizin dahi haberi yoktu. Hâlâ bölümlere ulaşmış bir yazı yok,” diyor Bekiroğlu. Israrlı taleplerinin ardından kararın Nisan ayında haklarında açılan davaya istinaden alındığı belirtilen rektör yardımcısı Tülin Gençöz imzalı bir belge sunuluyor. “Fakat burada üniversitenin çalışanı lehine kullanması gereken takdir yetkisinin YÖK ile Emniyet’ten gelen yazılara dayandırılarak es geçildiğini görüyoruz,” diyor Bekiroğlu. “ODTÜ Rektörlüğü açıkça üniversiteyi dışarıdan aldığı talimatlarla ile yönettiğini, yani yönetmediğini söylüyor. Bu durum, akademik özerklik denilen temel prensiplerin bile ihlal edildiği AKP’nin yeni üniversite modelinin örneklerinden biri.”

Bekiroğlu hakkında açılan davanın ilk duruşması Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 18 Temmuz’da saat 15:30’da, Mehmet Mutlu’nun yargılandığı davanın ilk duruşması ise 22 Eylül’de Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi’nde saat 9:15’te görülecek.

“ODTÜ Ormanı ve ODTÜ’nün Dereleri” etkinliği de yasaklanmıştı

Bekiroğlu ve Mutlu rektörlük önünde 20 Haziran’da başlayan nöbetlerini “muhatap alabilecekleri bir özerk yönetim olmadığından” 1 Temmuz’da sonlandırdı. Nöbet yerine eylemlerini barış akademisyenlerinin de konuk olduğu açık derslerle sürdürmeye karar verdiler. Nöbetleri boyunca rektörlükten kimseyle görüşemedikleri gibi, kampüs içinde gördükleri destek de sınırlı kaldı. “İç hizmetler ve güvenlik her zaman oradaydı. Çok kalabalık değildik, hep aynı kitleydik, o yüzden polis gelmiyordu. Bir grup öğrenci gelip gidiyordu,” diyor Deniz. Bu durumu da kampüs içindeki baskıya bağlıyor. “Büyük bir destek yakalayamadık. Soruşturma açılır, okulumdan olurum, finallerim var sorun olur diyen bir kitle var. Öğrenciler korkuyorlar. Korkusunu yenmelerini sağlayacak, onları ve bizi de güçlendirebilecek şey dayanışma ortamı. Ama gelemiyorlar, o yüzden de biz bize kalıyoruz.”

“Bu kampüste yaşıyoruz, Ankara’da yaşıyoruz, Türkiye’de yaşıyoruz. Ve biz bunu dile getirmeye her zaman devam edeceğiz”

Bekiroğlu ise ODTÜ rektörlüğünün geçmişte “ODTÜ Ormanı ve ODTÜ’nün Dereleri” isimli bir etkinliğe bile “ODTÜ’yle ilgili olmadığı” gerekçesiyle izin verilmediğini anlatıyor. “ODTÜ’nün ormanı ve derelerini ODTÜ’yle ilgili bulmayan atanmışlar hem iklim krizinin hem toplumsal cinsiyetin herhangi bir meseleyi kesen temalar olduğunu anlamıyor olabilir. Ama yasağın asıl gerekçesinin bir anlama sorunundan ziyade fobileri olduğu çok açık. Bizler bu yönetim zihniyetinin farklı türde yasaklamaya çalıştığı bilim insanları olarak ODTÜ Çevre Topluluğu’nun yanındayız,” diyor Bekiroğlu.

Üniversite sınavında en yüksek puanları alan öğrencilerin okuduğu bir üniversitede iklim krizinin, ekolojik sorunların, toplumsal cinsiyetin ve LGBTI+ haklarının özgürce konuşulamaması Türkiye’nin sorunlarını katmerleştiren başlıca sebeplerden biri. Bu tablonun yol açtığı gelecek kaygısını ise video kaydı için söz alan Deniz’in içten sesi silkeliyor: “İklim krizi ve onun etkileri bu tarz yasaklamalarına rağmen yine de bizim gündeme her zaman getireceğimiz tartışacağımız konular. Bu konuda her zaman bilinç yaratacağımız bir durum. Bu yadsınamaz bir gerçek. Bu kampüste yaşıyoruz, Ankara’da yaşıyoruz, Türkiye’de yaşıyoruz. Ve biz bunu dile getirmeye her zaman devam edeceğiz.”

 

Gezegen ekibi olarak ilk atölyemizi 11 ve 18 Haziran’da, İstanbul Edebiyat Evi’nin sıcak ortamında gerçekleştirdik. Başta iklim ve ekoloji olmak üzere kamu sağlığı, emek, kentsel dönüşüm gibi konuları odağımıza alarak, haber üretimine dair veri ve görüş toplamadan yazı kurgusuna, bilgi kontrolünden ve haber yazma tekniğine gazetecilik metodolojisi ilgili deneyim aktarımında bulunduk, platformumuzda yayınlanan içerikler için korumayı umduğumuz standartları anlattık.

Sadece anlatmakla kalmadık. Katılımcıların pratik yapmalarını, pratik yaparken beliren sorular üzerine hep birlikte düşünmelerini sağlamak amacıyla atölyede çeşitli uygulamalara ve oyunlara da zaman ayırdık. İki haftaya yayılan oturumlarda bizimle birlikte olan sekiz katılımcı atölyenin bir devamı olarak Gezegen’de yayınlanacak bir haber hazırlayacak.

Gezegen editörü Zeynep Yüncüler’in sunumundan.

Atölyede sunumları iklim ve ekoloji muhabiri Tansu Pişkin ve Gezegen editörleri Zeynep Yüncüler ile Özgün Özçer gerçekleştirdi. Tansu Pişkin, bilgi ve görüş toplama, iklim haberciliği terminolojisi, bilgi doğrulama ve toplumsal cinsiyet odaklı iklim haberciliği konularını anlattı. Zeynep Yüncüler ise metin yazımı tekniği, başlık, spot ve fotoğraf altı gibi haberlerin yan unsurlarının yazımı, görsel kullanımı esasları, soru sorma teknikleri ve gazeteciliğin temel ilkeleri başlıklarıyla sunumlar yaptı. Özgün Özçer de farklı haber kurguları ve haber diline dair temel metodolojik yaklaşımlardan bahsederken, haberlerde fikri takip unsuruna ve bilgi edinme başvurularının nasıl yapılabileceğine dair bilgiler paylaştı ve yabancı mecralardan iklim haberi örnekleri sundu.

Tansu Pişkin, haber yazarken nasıl bilgi kontrolü yapılabileceğine dair deneyimlerini paylaştı.

Gezegen ekibi olarak birçok atölyenin aksine odağımıza metodolojiyi aldık, sunumları kısa ve öz tutarak katılımcıların birlikte çalıştıkları uygulamalarla pratik yapmalarını hedefledik. Gazetecilerin birer aktarıcı olarak doğru soruları nasıl sorabileceklerini, haber yaptıkları olgu ve olayları titizlikle, sarih ve anlaşılır bir şekilde nasıl aktarmaları gerektiği üzerinde durduk. İklim ve ekoloji doğası gereği belirli ölçüde uzmanlaşma ve konuya hâkimiyet gerektiriyor. Ancak gazeteciler konuyu anlatan öznelere dönüşmekten ziyade, olayları çarpıtmadan doğru terminoloji ve metodolojiyle gerçeğe en yakın şekilde sunan birer aktarıcı ya da anlatıcı rolünü üstlenmeli. Atölyemiz de bu sorumluluk bilinciyle tasarlandı.

Atölyede katılımcılar gruplara ayrılarak pratik yaptılar.

Her iki oturuma aktif olarak katılan Özlem Kahveci, Gökhan Şahin, Hasan Özhan Ünal, Ramazan Eles, Seher Solmaz, Tuğbanur Toprak, Vedat Örüç ve Furkan Kayacık, atölye ödevini de tamamlayarak zamanında Gezegen ekibine sundu. Böylece Gezegen’de yayınlanacak telifli bir haber yapma hakkı kazandılar. Haberlerini merakla bekliyoruz.

Bütün katılımcılara atölyeye gösterdikleri ilgi ve alakadan dolayı çok teşekkür ediyoruz. Atölyeye Ekim ayında tekrarlamamız gündemde. Eğer bir sonraki atölyemize katılmayı arzuluyorsanız, takipte kalın.

Atölyedeki uygulamalı çalışmalardan birinde Şirinler Köyü’ne konuk olduk.

Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) göre Türkiye’deki buğday üretimi 2020 yılında 20.5 milyon ton olurken, 2021 yılında kuraklığın etkisiyle yüzde 13,9 azalarak 17,7 milyon tona geriledi. Bu yıl üretimin 19 milyon ton civarında olması bekleniyor.

Nüfus sürekli artarken üretimin 20 milyon ton düzeyini geçememesi buğday alımında ithalata mecbur bırakıyor. 2019-2020 döneminde buğday ithalatı 10,79 milyon tonu bulurken, ihracat 7,53 milyon tonda kalmıştı. Türkiye, dünya genelinde ithalatta Endonezya ve Mısır’dan sonra üçüncü sırada yer alıyor. Özellikle Rusya-Ukrayna savaşının yarattığı sonuçlar dünya gibi Türkiye’yi de olumsuz etkiliyor. Nitekim Amerika Tarım Bakanlığı’nın (USDA) verilerine göre Rusya buğday üretiminde yüzde 19,1 ile tüm dünyada en büyük paya sahip ülke, Ukrayna ise yüzde 8,4’lük payla AB’yi (yüzde 14,7), ABD’yi (yüzde 13,4), Kanada’yı (yüzde 13,1) ve Avustralya’yı (yüzde 11,8) izliyor.

Türkiye buğday ithalatının yüzde 78’ini Rusya ve Ukrayna’dan karşılıyor. Buğday fiyatları, Ukrayna’nın işgali sonrası kilo başına 9,34 dolarlık fiyatla Ağustos 2012’den bu yana en yüksek seviyeyi gördü. Hindistan’ın buğday ihracatını yasaklaması da fiyatları arttıran bir diğer etken.

“Türkiye yakın zamanda aldığı buğdayda ton başına 2 bin 030 TL’yi sübvanse etti. Hazine zarar etti”

Tarım yazarı ve çiftçi Abdullah Aysu, buğday krizinin temel sebebinin Rusya-Ukrayna savaşı olduğuna katılmadığını belirtiyor. “Savaşın buğday krizine etkisi olmuştur ve olacaktır. Eğer siz son 30 yılda buğday ekim alanlarını yüzde 30 civarında daraltmış, 9,6 milyon hektardan 6,7 milyon hektara geriletmişseniz bunun nedenini savaşa yıkmak, sorumluluğunuzu başkalarının üzerine atmaktır” diyor Aysu. “Yani Türkiye savaş öncesinde buğday ihracatçısı, sonrasında buğday ithalatçısı olmadı ki, sorun üretememekte.” Aysu, buğday krizinin temel sebebinin mevcut tarım politikaları olduğunu vurguluyor. “Yanlış tarım politikalarındaki ısrarın doğurduğu ithalat bağımlılığı ve ithalat şirketlerinin politik ve ekonomik belirleyiciliği çiftçileri 2,9 milyon hektar alanda buğday ekimi yapmaktan vazgeçirdi. Dışa muhtaç kıldı. Önemli olan hükümetin ülkeyi buğday krizine yakalatmayacak tarzda üretime yön vermesi, tarımı yönetme becerisini göstermesidir. Eksiklik dışarıda değil, içerdedir. Tarımı doğru yönetememektedir.”

Şu anda Türkiye’de hem buğday krizi hem de ekmek krizi yaşandığını söylüyor Aysu. Devlet desteği nedeniyle kriz şimdilik fiyatlara tam olarak yansımıyor. “Türkiye yakın zamanda aldığı buğdayda ton başına 2 bin 030 TL’yi sübvanse etti. Hazine zarar etti. Dışarıdan tonunu 4 bin 680 TL’ye aldığı buğdayı 4 bin 680 TL’den fırıncıya, un fabrikalarına vermiş olsaydı, ekmek şimdi kaç TL’den satılıyor olacaktı?” diye ekliyor.

Peki, buğday krizine karşı ne yapılmalı? Aysu’ya göre öncelikle fiyatların çiftçilere gelir sağlayabilecek bir düzeyde olması gerekiyor. “Buğday fiyatına, maliyet artı yüzde 25 kazanç artı insanca yaşam payı eklenmeli. Açıklanan fiyat üzerinde Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) ürün alımı yapmalı, piyasayı düzenlemeli.” Yapılması gerekenler sadece bununla sınırlı değil. Günümüzün iklim şartlarında tarım politikalarının uzun vadeli sürdürebilirlik bilinciyle oluşturulması şart. “İklim krizini besleyen politikalar terk edilmeli, ayrıca kuraklığa dayanıklı olacak ve yüksek verim elde etmeye yönelik buğday ıslahına ivedilikle geçilmeli. Üretim girdisi ve alım piyasasını düzenleyecek kamu kurumları kurulmalı. Sulama yatırımları yapılmalı. Boş araziler ekilmeli.” Aysu tüm bunların gerçekleşmesi için ise özetle, çiftçilerin borçlarının silinmesinin, sertifikasız tohuma destek verilmesinin, tarımsal girdilerde ÖTV-KDV vergilerinin kaldırılmasının ve çiftçilerden elektrik bedeli alınmamasının gerektiğini belirtiyor.

“TUİK daha düşük açıklıyor”

Aysu, piyasayı yeniden düzenlemenin çiftçilerin üretimini arttırmak için kilit bir rol oynayacağını vurguluyor. Peki, TÜİK’in kamuoyuyla paylaştığı fiyatlar ve zamlar gerçeği yansıtıyor mu? TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Baki Remzi Suiçmez’e göre hayır. Suiçmez, TÜİK’in belirlediği girdi maliyetlerinin var olandan daha düşük olduğuna dikkat çekiyor ve şu örneği veriyor: “Gübre fiyatları son bir yılda ortalama yüzde 340 artmışken TÜİK’e göre bu artış yüzde 138, son açıklamada ise yüzde 228. Bu oranlar baz alınarak yapılan hesaplamalar, taban alım fiyatının düşük çıkmasına yol açacak.”

“Ülkemiz üretimi arttırma planlamaları yapmak yerine ithalat ile piyasayı regüle etme anlayışından vazgeçmiyor”

“Maliyetleri düşürüp yeterli ve zamanında destekle üreticiyi sübvanse etmek çiftçinin başlıca beklentisi ve kamu yararı sağlamanın temel gereği” diyor Suiçmez. Tıpkı Aysu gibi, Suiçmez de çözümün çiftçin buğday üreterek yaşanabilir bir gelirler elde etmelerini sağlamaktan geçtiğini söylüyor. “Yeterliliğin sağlanması, buğday üretim alanlarının ve üretim miktarlarının azalmaması ve TMO’nun stoklarını yerli üretimle karşılaması için TÜİK verilerine göre değil, gerçek maliyetlerle hesaplamalar yapması gerekiyor. Kilogram başına 6TL’nin üstünde olduğu net olan maliyete çiftçi kârı ve refah payı da eklenerek kuru ve sulu koşullarda taban alım fiyatı açıklanmalıdır” diyor Suiçmez. Ayrıca çiftçiye alım garantisi verilmesi gerektiğinin, iç ve dış piyasalardaki fiyatlara göre taban alım fiyatının ise haftalık olarak güncellemesine ihtiyaç duyulduğunun da altını çiziyor.

Ziraat mühendisi Deniz Karacan da uygulanan politikalarla buğday üreticisinin üretimden uzaklaştırıldığını vurguluyor. Üretimden kopuşu hızlandıran nedenleri şöyle sıralıyor Karacan: “Buğday üreticilerinin yaşadığı girdi maliyetlerinin fahiş artışı, üretim sürecinde artan gübre fiyatları nedeniyle gübresiz ekim, satın alma garantisi olmaması, üreticinin piyasada korumasız ve örgütsüz olması, üretimi finanse edecek gücü olmaması ve yüksek finansman maliyetleri, hasat öncesi yapılan ve üretici fiyatlarını baskılayan gümrük vergisi sıfırlanmış ithalatlar…”

Karacan ayrıca dünyada buğday üreten birçok ülkenin iklim krizinin etkilerine, savaşlara ve ekonomik koşullara karşı önlem paketleri uyguladığını söylüyor. Buna karşın Türkiye daha henüz bu konuda somut bir adım atmış değil. “Buğday üretebilme potansiyeline sahip ülkemiz üretimi arttırma planlamaları yapmak yerine ithalat ile piyasayı regüle etme anlayışından vazgeçmiyor” diyor Karacan. “Bu uygulamalar sürdüğü sürece ekmek ve diğer temel tarım ürünlerinde artış devam edecektir.”

“İthalata gerekçeler üretmek, hâkim anlayışın tarımsal üretimi arttırmak olmadığını gösteriyor”

Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu üyesi Murat Kapıkıran’ın önerisi ise üreticilerinin önünü görmesini sağlayacak planlı tarımsal üretim. “Buğday tarımını terk etmiş tecrübeli üreticilerin tekrar kazanılması için öncelikle 8 TL’nin altında olmamak kaydı ile taban alım fiyatı hasat öncesi açıklanmalı ve diğer temel tarımsal ürünler için de en az üç yıllık üreticiyi teşvik edecek destekleme tutarları belirlenmelidir” diyor.

Kapıkıran, buğday ithalatına gerekçe olarak gösterilen “un-makarna sanayi ithal edip, işleyip, ihraç ediyor” söyleminin de kendi içinde problemli olduğunu belirtiyor. “Buğday üreticisi 2,3 milyon hektar araziyi ekmekten vazgeçmişken bu üreticileri, makarnalık buğday ekmeye teşvik edecek düzenlemeler yapmak yerine ithalata gerekçeler üretmek, hâkim anlayışın tarımsal üretimi arttırmak olmadığını gösteriyor. Un-makarna sanayisinin ihtiyacı olan buğday da ülkemizde üretilebilir” diyor. Yani ithalat, hükümetin uyguladığı tüm bu politikalarda geçici bir telafi yönteminden ziyade, temel bir unsur, bir amaç gibi görünüyor. Kapıkıran sil baştan bir tarım politikası oluşturulması için de çağrı yapıyor: “Tüm bileşenlerin katılımıyla bilim ve tekniğe dayalı tarımsal üretim seferberliği oluşturulup kısa orta ve uzun vadeli tarımsal üretim planlaması hemen yapılmalıdır.”

Kentlerdeki trafik düzeni hâlâ görme engelli bireylerin güvenli seyahat edebileceği seviyeye gelmedi. Trafik ışıklarının büyük bir çoğunluğunda sesli uyarının bulunmaması, şehiriçi otobüslere sesli anons sistemlerinin kurulamaması, görme engelli yurttaşların hareket alanını büyük ölçüde daraltıyor. Demiryolu ulaşımının en hızlı araçlarından olan metrolarda ise istasyonlara peronla tren arasına otomatik kapılı bariyer konulamadığı için binlerce görme engelli bireyin yolculuğu tehlikeli hâle geliyor. İki yıl önce Ankara metrosunda görme engelli bir yurttaşın raylara düşerek ölmesine rağmen, metrosu olan şehirlerde seyahat güvenliğini sağlayacak tedbirler hâlâ alınmadı.

Mehmet Bulut 30 yaşında, İzmir’in Karabağlar ilçesindeki Naci Şensoy Anadolu Lisesi’nde Tarih öğretmeni. Doğuştan görme engeli olan Bulut, evinden okula gidip gelmek için her gün Konak Üçyol’daki otobüs durağını kullanıyor. Bir akşamüzeri tam o durakta buluşuyoruz Bulut’la. Meydandaki durağın çevresi her zamanki gibi kalabalık: İşten paydos edenler, okuldan yeni çıkan öğrenciler, alışverişten evine dönenler; gidenlerle gelenlerle kaldırımda hep bir hareket var. Bir yanda seyyar satıcılar tezgâhlarındaki ürünleri satmaya çalışıyor. Yol kenarlarında kendilerinden büyük ‘çekçekleri’ ile küçük çocuklar, yaşlı insanlar çöp konteynırlarından plâstik, kâğıt topluyor. İnsanlar oradan oraya koşuşturuyor. Akşam vakti, herkes bir telâş içinde.

“Biz görme engelliler birilerinden sürekli yardım alarak yaşamak istemiyoruz”

Görme engeli olan Mehmet Bulut’un her gün işe gittiği otobüsün sesli bir uyarıcı sistemi yok. Bu yüzden Bulut, otobüse binerken ve otobüsten inerken insanlardan yardım almak zorunda kalıyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek, Üçyol, Konak.

Elindeki beyaz baston Bulut’un gözü olmuş âdeta. Şehrin kalabalığının içinde, yolunu onunla buluyor. Yaya olduğu zamanlarda beyaz bastondan destek alan Bulut, otobüse binerken ve otobüsten inerken ise sesli bir uyarıcı olmadığı için mutlaka başka bir insandan yardım almak zorunda kalıyor. Oysa, diyor, “Biz görme engelliler birilerinden sürekli yardım alarak yaşamak istemiyoruz.”

“Duraktayım” uygulamasındaki bilmece

İzmir Büyükşehir Belediyesi (İBB) bir süre önce sesli anons sistemini otobüslere hâlihazırdaki mobil uygulamayla birlikte kurmaya çalıştı. İBB’ye bağlı Elektrik, Su, Havagazı, Otobüs ve Troleybüs (ESHOT) Genel Müdürlüğü, 2021’in Kasım ayında mobil uygulamasına görme engelliler için “Duraktayım” adlı bir sekme ekledi. “Engelli İzmirim Kart” sahibi görme engelli yurttaşlar, durakta uygulama aracılığıyla binmek istedikleri otobüsün şoförüne bir bildirim gönderecek, otobüs durağa geldiğinde sesli uyarı sayesinde yardıma ihtiyaç duymadan otobüse binebilecekti. Günlük hayatını kolaylaştıracağı için uygulamayı ilk duyduğunda çok sevindiğini belirten Bulut, yaklaşık altı ay geçmesine rağmen uygulamanın hâlâ tam olarak çalışmadığından yakınıyor.

Otobüs durağında o uygulamayı test ediyoruz, ancak bildirim gönderdiğimiz otobüs durağa yanaştığında Bulut’a otobüsün geldiğini fark ettirecek bir sinyal ulaşmıyor. Uygulamayı dört-beş defa denedikten sonra açabilen Bulut, “Duraktan otobüse bildirim gönderebilsem bile otobüse binebilmem tamamen şoförün inisiyatifine bağlı ki, onlar da ‘Bu durakta bir görme engelli insan bekliyor. Geldiğimi haber vereyim’ demiyor. Peşine düştüm, araştırdım. Yazılımı geliştirenlere uygulamanın neden düzgün bir şekilde çalışmadığını sordum. Şoförlerin cihazlarından sisteme sürekli girip çıktıklarını gerekçe gösterdiler. Sistem kapatılıp açıldığı için de gönderdiğim bildirim kayboluyormuş” diyor. Bulut, insanlardan yardım alarak otobüse binip engelli ulaşım kartını okutmasıyla birlikte de merkeze uygulama çalışıyormuş gibi bir bildirim gittiğini söylüyor.

“Duraktayım” uygulamasını test ediyoruz ancak bildirim gönderdiğimiz otobüs durağa yanaştığında Bulut’a otobüsün geldiğini fark ettirecek bir sinyal ulaşmıyor

Fotoğraf: Sercan Engerek, Üçyol, Konak.

Mesleğe 2017’de Bursa’nın Nilüfer ilçesinde başlayan tarih öğretmeni Bulut, çalıştığı okul kentsel dönüşüm kapsamında yıkılınca aynı şehirde Cumalıkızık köyüne tayin olmuş. Fakat ulaşım araçlarının erişilebilir olmaması, gidip gelmede yaşadığı sorunlar yolunu 2020’de İzmir’e düşürmüş. Bornova’da birçok okulda görev yaptığını anlatıyor. “Sürekli aynı okulda çalışmak, yıllarca aynı masada oturmak istemedim hiç. Benim için önemli olan hayatın renkliliği… Her yere gitmeli, yeni insanlar tanımalıyım. Tekdüze kalmamaya çalışıyorum” diyen Bulut, öğretmenliği farklı şehirlerde ve okullarda icra etmekten memnun görünüyor.

Ortak talep: Sesli uyarı sistemi

Gazete okumaktan adres bulmaya kadar pek çok ihtiyaç artık akıllı telefonlarla karşılansa da Bulut’a göre görme engelli bir insanın ulaşım araçlarına erişmesinde illa bir akıllı telefona gerek yok. Otobüslerde de metrolardaki gibi sesli anons sistemi olsa ulaşımdaki sorunlardan biri çözülebilecek. Bulut, eğitim materyali dinlemekten e-postaları takip etmeye, okulda öğrencilerle ilgili not almaya değin hemen her işte telefon kullanmanın yorucu olduğunu söylüyor: “Sürekli bir elektronik cihaza odaklanmak sağlığımı bozuyor. Bir süre sonra baş ağrısı başlıyor. Diğer insanlar gibi normal bir yolculuk görme engellilerin de hakkı olmalı. Otobüs durağa geldiğinde hangi hat olduğunu, otobüse bindikten sonra da durak isimlerini anons eden bir hoparlör sistemi olsa biz görme engelliler en azından ulaşımda bu kadar stres yaşamayız.”

Şehirlerde faaliyet gösteren ulaşım araçlarında sesli uyarı sistemlerinin olmaması görme engelli bireylerin en temel sorunları arasında yer alıyor. Görme engeli olan Sevgi Demirkıran, İzmir’in Bornova ilçesinde oturuyor. Kullandığı gözlükle az da olsa görebildiğini söyleyen 22 yaşındaki Demirkıran, Açıköğretim Fakültesi’nde Çağrı Merkezi Yönetimi öğrencisi. Bu bölüme kayıt yaptırmadan evvel bir yıl kadar Dokuz Eylül Üniversitesi’nin Tarih bölümünde okumuş. Bölüm üniversitenin Tınaztepe yerleşkesinde yer alıyor. Demirkıran, ailesiyle yaşadığı Yeşilova’daki evinden art arda Tınaztepe’ye gidip geldiği o günleri “tam bir kâbustu” diye anıyor. Ulaşım-erişim sorunu okulu bırakmasının ilk nedenlerinden olmuş.

“Otobüse bindikten sonra kimi insan bildiğini zannederek yanlış durakta uyarıyor. Keşke yardım istemek zorunda kalmasak”

Yarı görme engeli olan Sevgi Demirkıran ve doğuştan görme engeli olan Kübra Saygılı (soldan sağa). | Fotoğraf: Sercan Engerek

Demirkıran’a bir öğle vaktinde buluştuğumuz yere, Konak’ın merkezine nasıl ulaştığını soruyorum. Evinin oradaki duraktan otobüse binerken zorlandığını söylüyor. İniş-binişlerde insanlardan yardım alan Demirkıran, “Çoğu insan yardımcı olmaya çalışıyor. Ama kimi insan beklediğim otobüs gelene kadar çoktan binip gitmiş oluyor. Kimi belki o an başka bir işi olduğu için yardımcı olmak istemiyor. Otobüse bindikten sonra da kimi insan bildiğini zannederek yanlış durakta uyarıyor. Keşke yardım istemek zorunda kalmasak. Konuşan otobüs, hayatımızı mükemmel bir hâle getirir” diyor.

“Sanki tren çarpacakmış gibi geliyor”

İzmir’de Ballıkuyu semtinde oturan 22 yaşındaki Kübra Saygılı ise doğuştan görme engelli. Metro yolculuklarında yaşadığı tedirginliği “peronda metroyu beklerken kendimce önlem almama rağmen sanki tren çarpacakmış gibi geliyor” sözleriyle anlatıyor. Açıköğretim Fakültesi’nde sosyoloji öğrencisi Saygılı “Metroya tek başına inip binmem çok zor. Mecburen görevliden yardım istiyorum. Yardımcı olan görevlinin ineceğim istasyondaki görevliye ineceğimi telsizden anons etmesi gerekiyor aslında. Eleman eksikliği olduğundan, belki de iş yükleri arttığından yardım alabilmek için her zaman bir görevliye ulaşamıyorum. Ama trenle peron arasında bir set ve tren durunca açılan kapı olsa kalıcı bir çözüm sağlanabilir diye düşünüyorum. Hem kimseye ihtiyacımız olmaz hem de ölümlü kazalar önlenmiş olur” diyor.

Ortaokul yıllarında görme yetisini tamamen kaybeden 25 yaşındaki Ömer Talay da otobüslere kendi başına binip inemiyor. Yerel yönetimler mezunu Talay, otobüslerde sesli uyarı yapılsın diye önceki yıllarda İBB’ye birçok kez dilekçe yazmış. Her bir dilekçeye yakın zamanda anons sisteminin kurulacağı yanıtı verilmesine rağmen otobüslere hâlâ yardım alarak binmek zorunda olduğunu söylüyor. Talay biraz da sitem ediyor: “Şehirde bizler de varız. Artık bizi fark edin.”

Hoparlör sisteminin hangi aşamada olduğu, otobüslerde sesli anons sistemlerinin ne zaman devreye gireceği bilinmiyor

İzmir’in şehir içi ulaşımında bin 790 adet otobüs sefer yapıyor. | Fotoğraf: ESHOT Genel Müdürlüğü arşivi (temsili)

Sorularımıza ESHOT’tan yanıt alamadık

İzmir’in şehiriçi ulaşımında Menemen, Urla, Kavacık, Ürkmez, Seferihisar gibi bazı uzak ilçelere de giden toplamda bin 790 adet otobüs sefer yapıyor. ESHOT’un 2020 Yılı Faaliyet Raporu’nda 900 otobüsün ve otobüs duraklarının beş yıllığına reklam amaçlı kullanım ihalesini alan bir şirketin otobüslere, aktarma merkezlerine ve duraklara toplamda bin 820 adet sesli ve görüntülü dijital yolcu bilgilendirme platformları kuracağı belirtildi ve genel müdürlüğün faaliyetleri geçen yıl onaylandı. 2021 Yılı Faaliyet Raporu’nda ise otobüslerin özelliklerinden bahsedildiği bölümde “Duraktayım” uygulamasına da değinilerek “otobüsün dışından durağa sesli olarak otobüs bilgilerinin anons edildiği” ve ayrıca “otobüs içinde şimdiki durak ve sonraki durak bilgilerinin sesli olarak anons edildiği” ifadelerine yer verildi.

Bazı otobüslere konulan dijital ekranlarda şirket reklamları ve sağlık konusunda bilgilendirme notları yayımlanmaya başlandı ama ‘gelecek durak’ bilgileri belirtilmediği gibi özellikle de görme engelliler için otobüsün içinde ve dışında durak isimleri anons edilmiyor hâlâ. Sesli uyarı için araçların içine ve dışına monte edileceği duyurulan hoparlör sistemiyle ilgili çalışmanın hangi aşamada olduğu, otobüslerde sesli anons sistemlerinin ne zaman devreye gireceği bilinmiyor. Görme engellilerin şehiriçi ulaşım araçlarıyla ilgili sorunları bağlamında İBB’den bir röportaj talep ettik. Ancak sorularımızı yazılı olarak iletmemize rağmen ESHOT Genel Müdürlüğü’nden şimdiye kadar yanıt verilmedi.

2020’de Ankara’da Beşevler Metro İstasyonu’nda görme engelli Tahir Kermen, vagonların arasından raylara düşerek hayatını kaybetti

Ankara metrosu. | Fotoğraf: Ego Genel Müdürlüğü Arşiv (temsili)

Görme engeli olan yurttaşların kendi başına binmekte güçlük çektiği diğer bir ulaşım aracı ise metro. Metro istasyonlarında peronla tren arasında otomatik kapılı bariyerlerin olmaması görme engelliler için hayatî bir risk teşkil ediyor. 2020’de Ankara’da Beşevler Ankaray İstasyonu’ndan Kızılay’a gitmek isteyen görme engelli ve bir çocuk babası 34 yaşındaki Tahir Kermen, vagonların arasından raylara düşerek hayatını kaybetti. Kermen perondayken onu hiç kimse görmediğinden trene binmek isterken raya düştüğü dahi kamera kayıtları incelendikten sonra fark edilebilmişti. Olayın ardından yöneticilerden, metro istasyonlarında hangi yönün hangi istikamete karşılık geldiğini belirten sesli, kabartma yazılı uyarı ve peronla tren arasına otomatik kapılı bariyer sistemlerinin konulmasını isteyen görme engellilerin talepleri hâlâ karşılanmadı.

Tedbirler sürücülü-sürücüsüz ayrımına göre değişiyor

Metrolarda otomatik kapılı bariyer sistemine ilişkin belli bir standart bulunmuyor. ABD, İngiltere, Rusya, Japonya ve Çin’de bazı metro hatlarında örnekleri görülebilen sistem, Türkiye’de ise İstanbul’da Üsküdar-Çekmeköy, Mecidiyeköy-Mahmutbey metro hatlarında ve Eskişehir’deki tramvay hattında var. Düzenek perondaki sabit camlı bariyerin kapıları tren peronda durduğu anda trenin kapılarıyla birlikte açılma mantığına göre çalışıyor. Bariyer sistemi sürücüsüz metrolarda yolcuların can güvenliği gerekçesiyle daha metro inşa edilirken konuluyor. Örneğin Üsküdar-Çekmeköy sürücüsüz metrosu bunlardan biri. İzmir’de Üçyol-Buca arasında yapılacak metro hattı da sürücüsüz olduğu için proje dosyasına göre orada da bu kapılar yapılacak.

Ancak şehirlerdeki metro hatlarının büyük bir çoğunluğu sürücülü. Güvenlik tedbirininse sürücülü-sürücüsüz ayrımına göre değiştiği görülüyor. Oysa “hafif raylı sistemler” olarak tanımlanmasına rağmen ülkedeki demiryolu ulaşımında en süratlisi olan metrolar istasyona çok hızlı giriyor ve metroların tehlike anında durma imkânları yok. Metrolar, görme engelliler hesaba katılmadığı gibi peronda insan kalabalığı arttığında, yolcular herhangi bir sağlık sorunu yaşadığında olası bir raya düşme olayını önleyecek tertibat düşünülmeden inşa edilmiş. Peki Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Bursa gibi kentlerin mevcut sürücülü metro hatlarında otomatik kapılı bariyer, sisteme sonradan entegre edilebilir mi?

“Sürücüsüz metrolarda peron kapı sistemi ile sinyalizasyon sistemi birlikte tasarlanıp uygulanıyor”

İstanbul metro. | Fotoğraf: Emir Eğricesu, Unsplash (Temsili)

Perona sabit bir bariyer ve o sabit bariyerin belli noktalarına otomatik açılıp kapanan kapıların konulduğu mekanizmada trene iniş-biniş sağlanabilmesi için peron kapılarıyla tren kapılarının eşleşmesi gerekiyor. Raylı sistemler araştırmacısı Ömer Tolga Sümerli, hâlihazırdaki metro hatlarına otomatik kapılı bariyer sisteminin kurulabilmesi için ana sinyalizasyon sisteminde değişikliğe ihtiyaç olduğunu ve aynı tip vagon kullanılmasının işi kolaylaştıracağını anlatıyor. Her vagonun kapı eşiğinin farklı olduğuna dikkat çeken Sümerli, “Türkiye’de aynı metro hattında farklı markaların ürettiği vagonlar kullanılabiliyor. Örneğin İzmir metrosunda ilk kullanılmaya başlanan vagonlar İtalya’dan alınmıştı. Yıllar içinde bir grup vagon da Çin’den getirtildi. Perona yapılacak yarım ya da tam kapalı bariyer ise üzerinde belli yerlerinde kapılar olup perona monte edilen sabit bir parça. Dolayısıyla hatlarda kapı eşikleri aynı olan vagonlar kullanılmalı ki, istasyonlara bir çeşit kurulacak bariyer-kapı sistemiyle uyumlu çalışabilsin” diyor.

Sümerli, peronlara konulacak kapının ana sinyalizasyon sistemiyle entegre edilmesi gerekeceği için de hem trene hem de raya ilave sensörlerin ekleneceğini söylüyor: “Yapılabilir mi? İmkânsız değil ama işin içine yazılım da gireceği için maliyetli bir iş. Önemli bir kaynak ayrılması lâzım. Bu yüzden sürücüsüz metrolarda peron kapı sistemi ile sinyalizasyon sistemi birlikte tasarlanıp uygulanıyor. Ama mesela Japonya’da yüksek hızlı tren hatlarında yarım boy bariyerler var. O bariyerlerin kapıları biraz daha geniş açılıyor. Türkiye’de yapılacak uygulamalarda belki oradakilerden esin alınabilir.”

“Kullandığımız dışlayıcı dilin farkında değiliz”

Mehmet Bulut, bir gün Bornova’da karşıdan karşıya geçerken otobüsün altında kalmaktan son anda kurtulduğunu söylüyor. Sevgi Demirkıran ise şimdiye kadar hayatî risk oluşturacak bir durumla karşılaşmamış ama yürürken bir anlık dikkatsizlik sonucu küçük kazalar yaşandığını anlatıyor. O kazalarda insanların üslûbundan, kullandığı dilden duyduğu rahatsızlığı şöyle tarif ediyor:

“Bazen insanlarla çarpışıyoruz. Sonra diyorlar ki, görmüyor musun? Evet diyorum, görmüyorum! Sonra aşağılarcasına niye tek başıma dışarı çıktığımı sorguluyorlar. Böyle zamanlarda elbette kendimi savunuyorum ama insanın psikolojisi her zaman aynı olabilecek diye bir kaide yok. İnsan bazen içine kapanabilir. O davranışlar nedeniyle hayata küsüyorum ben. Aslında sosyalleşmeyi, arkadaşlarımla buluşmayı seven biriyim. Ama canıma tak ettiğinde tamam diyorum. Bu dünya benim durumumda olan insanlar için değil. O zaman hep evde oturayım… Galiba toplum olarak etrafımızda olanı biteni pek görmüyoruz ya da kullandığımız dışlayıcı dilin farkında değiliz.”

TÜİK istatistik paylaşmıyor; sorunlar hayatî

Türkiye’de görme engellilere ilişkin ilk araştırma Konsensus Araştırma Şirketi tarafından yapıldı.  Türkiye Engelliler Araştırması’na göre 2002’de 65 milyon nüfuslu ülkede 77 bin görme engelli birey vardı. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2011 yılında Türkiye’de en az 1 milyon 39 bin görme engelli birey yaşadığını kaydetti. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), görme engellilerle ilgili bir istatistik paylaşmadığı için görme engelli nüfus sayısı güncel olarak bilinmiyor ama şehirlerde görme engelli bireylerin baş etmeye çalıştığı sorunlar hep aynı.

Toplu taşıma araçlarını kullanmalarının dışında sadece yaya olarak dışarı çıktıklarında da pek çok engelle karşılaşıyorlar. Kaldırımlardaki kabartmalı sarı çizgi diye bilinen kılavuz yolun kalitesiz malzemeden üretilmesi, çabuk deforme olması, üzerine araç park edilmesi, kör bir noktada sonlandırılması, güzergâhtaki sivri uçlu tabelalar, dükkânların gelişigüzel koyduğu malzemeler ve kılavuz yolun dalı o yöne eğilen bir ağacın yanından geçirilmesi görme engellilerin yaya olarak ulaşımını güçleştiriyor. Görme duyusuna göre düzenlenen trafikteyse lambaların kırmızıdan yeşile geçişini belli edecek sesli uyarı hâlâ bir kural hâline gelebilmiş değil. Çoğu yerdeki ışığın ya sesi yok ya da sesi kısılmış vaziyette.

Hayvanları Koruma Kanunu, 2004 yılında ilk yürürlüğe girdiği dönemde sokak hayvanları başta olmak üzere bütün hayvanlar için bir umut ışığı olmuştu. Temmuz 2021’de bu kanun üzerinden bir değişiklik yapıldı. Hayvan hakları savunucularına göre, bu süreçte hayvanlar için değişen tek şey şiddetin boyutu ve şekli oldu. Özellikle baroların, STK’ların ve yerel hayvan koruma gönüllülerinin hayvana tecavüz, işkence ve öldürme vakalarında şikâyetçi olma haklarının ellerinden alınması hak savunucularının tepkisini bir hayli çekti ve bu tepkiler henüz dinmiş değil.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 25 Aralık 2021 günü Gaziantep’te yaptığı bir açıklamada “Belediyeleri sahipsiz hayvanları sokaktan alacak adımları atmaya çağırıyorum, sahipsiz hayvanların yeri sokaklar değil, barınaklardır” şeklindeki ifadeleri yasa değişikliğine yönelik eleştirileri arttırdı. Nitekim Erdoğan’ın hemen bu konuşmasının ardından Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı valiliklere 17 maddelik bir genelge gönderdi. Pitbull başta olmak üzere beş ırktan köpeğin daha sokaklarda “sahipsiz” bulunmaması, sokak hayvanlarının da “rehabilite olmadıkça” alındıkları ortamlara bırakılmaması talimatı veren genelgeyle belediyeler sokak hayvanlarını geçici bakımevlerine götürmek üzere şiddet ve işkenceyle toplamaya başladı. Ancak, Türkiye Hayvanları Koruma Vakfı’nın tahminlerine göre ülkede yaklaşık 6 milyon sokak hayvanı nüfusuna karşılık 1003 belediyeden sadece 256 belediyede geçici bakımevi bulunuyor ve bu bakımevlerinin mevcut kapasite sayısına dair resmî bir veri de yok. Erdoğan’ın “barınakları” işaret etmesinin ardından bu durum değişmedi.

Hayvanların sokaklardan toplanmaya başlamasının üzerinden dört ay geçti. Mevcut bakımevi sayısı, zorla ve şiddetle toplanan hayvanların barınması için yeterli değil. O zaman belediyelerin topladığı hayvanların hepsi şimdi neredeler? Kaç hayvan öldürüldü veya öldü? Kaç hayvan terk edildi? Birçok hak ihlâlinin ve işkencenin belgelendiği bakımevlerinin koşulları iyileşti mi? Daha birçok sorunun yanıtını almak için, bu süreci yakından takip eden hayvan hakları savunucuları ile konuşuyoruz.

Barınaklar rutin hizmetlerini yerine getiremiyor

Şu an Türkiye’de Erdoğan’ın açıklaması sonrası açılan bir bakımeviyle beraber toplam 257 bakımevi bulunuyor. Bu barınakların bir kısmının tamamında, bir kısmının ise yarıdan fazlasında bakanlığın “yasaklı” olarak tanımladığı ırklar bulunuyor. Ancak ne belediyeler ne de bakanlık bilgi paylaştığı için somut verilere ulaşmak mümkün değil. Veri eksikliğinin bir örneği olarak Türkiye Hayvanları Koruma Vakfı Başkanı Erman Paçalı Gaziantep’teki bakımevinde son bir haftada 200’den fazla köpeğin kaybolduğunu ve nerede olduklarına dair bilgi alamadıklarını söylüyor.

Sokak hayvanlarının şiddet ve işkenceyle toplandığına dair teyit edilmiş birçok görüntü ve belge mevcut. Peki, tüm bunlarla ilgili bir soruşturma başlatıldı mı? Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM) Koordinatörü Fatma Biltekin, bakanlığın şimdiye kadar harekete geçtiği ve takip ettiği bir vakanın olmadığını söylüyor. Aslında bu da, değişen kanunda kaldırıldığı iddia edilen sahipli-sahipsiz hayvan ayrımı uygulamasının devam ettiğini gösteriyor.

“Hayvanların yaşadığı şiddetin önüne geçmek için göstermelik değil gerçek cezalar verilmeli, belediyeler soruşturulabilmeli”

İstisnalar hariç belediyelerin bakımevi ve rehabilitasyon merkezi kurmayı bir “külfet” olarak gördüğünü belirten Erman Paçalı, çok az sayıdaki bakımevlerinden neredeyse hiçbirinin şu anda kısırlaştırma hizmeti vermediğini aktarıyor. Sebebi ise dört ay önce yayımlanan 17 maddelik genelge ve bu genelgeyle el konulan tüm hayvanların bakım sorumluluğu bu bakımevlerine yüklenmesi.

Neticede, asli işi popülasyon kontrolü olan bakımevleri, sokaklardan zorla alıkonulan hayvanların barınma ihtiyacına tahsis edildikleri için tam kapasiteye ulaştı. Bunun sonucunda rutin hizmetlerin önü tıkandı.

En çok hak ihlalinin yaşandığı yerlerin barınaklar olduğuna işaret eden Fatma Biltekin, insanların hayvanlarla ortak yaşam kültürü kurması gerektiğini vurguluyor: “Hayvanların yeri barınaklardır diyen herkese barınak ziyareti yapmasını söylüyoruz. Bir kere bile barınağa gitmemiş insanların sokakta bir merdiven altında, açlık ve hastalıklar ile mücadele etmeye çalışarak yaşayan hayvanları bu korkunç yerlere kapatmak istemeleri kabul edilebilir değil. Kentler sadece bizlere ait değil. Sorumluluğunu yerine getirmeyen kamu kurumları ile mücadele etmemiz gerekiyor.”

Hayvanlar bakımevlerinde barınamıyor

Paçalı’ya göre belediyelerin hayvanlara yönelik uygulamaları keyfî ve hukuksuz. “Her idare kafasına göre canı nasıl isterse öyle işlem yapıyor. Kimsenin kanuna uyduğu yok. Canı isteyen belediye toplayıp başka bölgeye atıyor, canı isteyen katlediyor, öldürüyor. Kimi yakalanıyor kimi yakalanmıyor bile, yakalansa da gereği yapılmıyor, kimi gerçekten hakkıyla kanun çerçevesinde disiplinli çalışıyor ama ülke genelinde bir disiplin olmayınca işini iyi yapanın emeği de değersiz kalıyor.”

Peki, Paçalı’nın bahsettiği keyfî işlemlerden bazıları neler? Örneğin 21 Ocak 2022’de Konya, Akşehir’deki katı atık tesisinin bitişiğinde,  Akşehir Belediyesi’ne ait resmî araçtaki görevlilerin, yine belediyenin resmî çöp aracına “yasaklı” ilân edilen ırklardan hayvanların cansız bedenlerini taşıdıkları görüntüler hayvan hakları savunucuları tarafından kayda alınmıştı.

26 Ocak 2022’de Adıyaman, Kahta’da bakımevine alınan bir köpek, buradaki fizikî koşullar elverişli olmadığından yeterli tedbir alınmadan bir kafese konuldu. Kafesi parçalayan köpek ile bir başka köpek arasında çıkan kavgada, bir köpek, diğer köpeğin saldırısı sonucu öldü. 28 Mart 2022’de de Çanakkale’deki bakımevinden bazı görüntüler sosyal medyaya yansıdı. Görüntülerde köpeklerin ölü bedenleri yer alıyordu ve aç bırakıldıkları için birbirlerine saldırdıkları söylendi.

Katliamlar ve cezasızlık

Paçalı, bakanlığın 17 maddelik genelgesi nedeniyle kaydedilemediği için ceza korkusuyla bilinçsizce hâlâ sokağa, ormanlık veya kırsal alanlara terk edilen köpeklerinin olduğunu da vurguluyor. “Katliam çığırtkanlığı yapmak yerine idareleri göreve çağırmak için çalışmalıyız ve bundan herkes sorumlu,” diyor.

Hayvanlara Adalet Derneği’nden Hülya Yalçın ise kanunun caydırıcı olmadığı görüşünde. Kanun ve sonraki düzenlemelere ilişkin değerlendirmesinde yasanın hayvanları korumakta yetersiz olduğunu söyleyen Yalçın, hayvan hakları konusunda etkin bir mücadelenin, insanların cezasızlığa ses çıkartarak yetkilileri göreve zorlamaktan geçtiğini savunuyor. “İnsanları her şeyi bu yasayla halledebiliriz diye kandırmaktan ar ederim,” diyor Yalçın. “Sosyal mücadele, devlet kurumlarını çalıştırmak önemli. Mücadeleyi sadece hayvan hakları yasası kapsamıyla değil, kendi haklarımızı kullanarak ve sosyal etkinliği yükselterek ilerletebiliriz.”

Yalçın’a göre, yasa değişikliği “zaten göstermelik”, çünkü hayvanlara yönelik hak ihlallerinde hâlâ ceza uygulanamıyor. “Bir kanun varsa, orada bir suç tanımlanıyorsa, cezası da aynı şekilde tanımlanarak bu sürecin en kolay şekilde işlemesi sağlanmalıydı,” diyor Yalçın. “Oysa tam tersi, el titreyerek belirlenen suç tarifleri, asla uygulanamayan cezalar düştü kucağımıza.”

“Mücadeleyi sadece hayvan hakları yasası kapsamında değil, kendi haklarımızı kullanarak ve sosyal etkinliği yükselterek ilerletebiliriz”

Devletin hayvanlara işkenceyi bir sorun olarak gördüğünü ancak aynı noktadan bakmadıklarını ekliyor Yalçın. “Hayvanların varlığından ve onlara yapılanlardan doğan itirazlardan keyfi kaçıyor devletin. Yoksa biz tecavüzü, işkenceyi, ihlalleri konuşmasak, bunları yapanlara tepki göstermesek, devlet umursamayacak,” diyor.

Yalçın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerinin ardından “sokaklarda köpek linçi” başladığını söylüyor. “Bu kişiler gruplar oluşturmaya, sahte profillerle hayvanlar üzerinden aslında hayvan seven kişilere saldırmaya başladılar. Münferit bazı olayları da sürekli ajitasyonla gündemde tutarak, acılı aileleri kendi amaçları doğrultusunda yönlendirerek çabalarını sürdürüyorlar. Yasanın boşlukları, koruma ruhu taşımaması ve uygulanabilir olmaması işlerini kolaylaştırıyor.”

Fatma Biltekin ise belediyelerin bu vakalar karşısında soruşturulması gerektiğini belirterek, değişen kanunun “cezasızlık” getirdiğini savunuyor. “Hayvanların yaşadığı şiddetin önüne geçmek için eğitimler düzenlenmeli ve yeni yasada olduğu gibi göstermelik değil gerçek cezalar verilmeli, belediyeler soruşturulabilmeli,” ifadelerini kullanıyor. Bunun için de önleyici ve koruyucu çalışmalar yapılmasını öneriyor. “Hayvanları canavarlaştırarak, katliam çağrıları yaparak bu meseleyi çözemeyiz.”

Gezegen platformu, gazetecilerin başta iklim ve ekoloji olmak üzere kamu sağlığı, emek, kentsel dönüşüm gibi alanlarda uzmanlaşmasını teşvik etmek amacıyla ilk fiziksel atölyesini İstanbul’da düzenliyor.

Atölyede teorik ve metodolojik bilgilerin yanı sıra haber yazma pratiğini geliştirmeye odaklı uygulamalı bir eğitim sunulacak. Eğitimin ana hattını oluşturacak konu başlıkları arasında şunlar yer alıyor:
> Bilgi (veri ve görüş) toplama: Görüş alınacak kişileri belirleme, görüş alınacak kişiler için soru hazırlama;
> Farklı haber kurguları (ters piramit tekniği, insan hikâyeleri, rapor özetleri, veriye dayalı haberler);
> Haber yazımı: Etkili cümle yazımı ve bütünlüklü paragraf kurgusu, alıntılama ve dolaylı anlatım tekniği, haber içindeki geçişler, başlık, spot, ara başlık ve fotoğraf altı yazımı esasları;
> Haber dili: Farklı haber kurgularında kullanılacak dil, gözlem aktarımı ve tasvir, olgu ile kanaat arasındaki fark;
> İklim krizi haberciliği kavramları: Sözcük dağarcığının doğru kullanımı, teknik kavramların gündelik dile aktarımı;
> Haberlerde bilgi doğrulama;
> Fikri takip: Gelişmelerin takibi, yeni bir gelişmenin haberleştirilmesi;
> Bilgi edinme başvuruları: Açık kaynakta olmayan bir bilgiye ulaşmak için bilgi edinme başvurularının etkin kullanımı.

Atölye 11 ve 18 Haziran Cumartesi günleri saat 11:00 ile 17:00 arasında gerçekleşecek iki oturumdan oluşacak. Her iki oturuma katılan ve eğitmenlerin vereceği ödevi tamamlayan katılımcılar Gezegen’de yayınlanacak telifli bir haber yapma hakkı kazanacak. Ayrıca katılımcılara atölyeyi tamamladıklarına dair birer sertifika verilecek. Lütfen kaydınızı en geç 5 Haziran Pazar akşamına kadar yaptırınız.

Eğitimler, Punto24 Bağımsız Gazetecilik Derneği’nin İstanbul Beyoğlu’nda bulunan Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’ndeki atölye odasında gerçekleşecek. Katılım ücretsiz olup, gazeteciler, sivil toplum kuruluşları çalışanları, iletişim, gazetecilik, radyo ve televizyon bölümleri öğrencileri ile sınırlıdır. Atölye için üst katılım sınırı ise 10 kişidir. Katılmak için lütfen bağlantıya tıklayarak formu doldurunuz: https://forms.gle/YNcczDuqk8EGemxb8

Katılımcıları, atölyeye kayıt yaptıranlar arasından eğitimciler belirleyecek. Bu nedenle lütfen formdaki soruları yanıtlarken atölyeye katılmanın size neler katmasını beklediğinizi, hangi becerilerinizi geliştirmek istediğinizi, iklim ve ekoloji başlığı altında merak duyduğunuz konuları detaylı bir şekilde anlatınız. Eğitiminiz veya deneyiminizden ziyade, başvuruları doldurmakta gösterilen özen katılımcıları seçmekte belirleyici olacak. Başvuru formunu dolduranlara tarafımızdan geri dönüş yapılacak.

Eğitimler iklim ve ekoloji muhabiri Tansu Pişkin ve Gezegen editörleri Zeynep Yüncüler ile Özgün Özçer tarafından verilecek. Atölyenin akışı ise daha sonra katılımcılarla paylaşılacak.

P24 bünyesinde 17 Nisan 2021’de yayına giren Gezegen, yerkürenin sorunlarını merkezine alıyor. Gezegen, Türkiye’nin yoğun gündeminde kaybolan birçok konuyu sürdürülebilir gündemde tutan, belgeleyen, tartışmalara katma değer kazandıran, çeperleri genişleten ve fikri takibi ihmal etmeyen bir yayın çizgisi benimsiyor. Gazeteciliğin emeğinin değerini geri kazandırma anlayışıyla mecrada yalnızca telifli içeriklere yer veriyor. Araştırmacı haberciliğin yanı sıra, yaşam alanlarını koruyan ya da çevre talanı nedeniyle hayatları etkilenen yurttaşların hikâyelerini aktarmak, beri taraftan teknik ve teknolojik inovasyonlara yer vererek çözüm gazeteciliğinin gelişmesini de sağlamak Gezegen’in amaçları arasında.

Antalya’nın Finike ilçesine bağlı Kızılcık yaylasında yaşayan Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu, evlerinin yakınlarındaki taş ve mermer ocaklarının faaliyetlerini sürdürebilmeleri amacıyla sedir ormanlarının kesilmesine karşı çıkıyordu. Doğayı savundukları, ormanların talan edilmesini önlemeye çalıştıkları için 9 Mayıs 2017 günü evlerinde öldürüldü. Cinayeti işleyen Ali Yamuç bir gün sonra tutuklandı, ancak cinayetten birkaç ay sonra, 20 Eylül 2017’de cezaevinde intihar etti. Cinayeti azmettirenler ise aradan geçen beş yılda hâlâ adalet önüne çıkarılmadı.

Dava şu anda Yargıtay aşamasında. Gezegen’e konuşan Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun kızları Emine Büyüknohutçu, yürütülen hukuki süreçte cinayetin üstünün örtülmeye çalışıldığını söylüyor. Ancak her şeye rağmen pes etmeyeceklerini de sözlerine ekliyor: “Üstü örtülmeye çalışıldıkça biz dosyayı daha da derinleştirdik. Bunun yorucu ve uzun bir süreç olduğunun farkındayız. Elimizdeki çok ağır bir dosya ama hiç yılmadık, yorulmadık ve bırakmayacağız da.”

“Bu dosyada karartılan deliller ve birçok çelişki var.”

Büyüknohutçu ailesinin avukatı Tuncay Koç, cinayetin ardında azmettirici olduğu düşüncesinden hareketle soruşturmanın derinleştirilmesi talebiyle Finike Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurmuş, fakat savcılıktan kovuşturmaya yer olmadığı cevabını almıştı. Elmalı Sulh Ceza Mahkemesi’ne yaptıkları itiraz da reddedilmişti. Emine Büyüknohutçu şimdi ise cinayetin araştırılmasındaki ve delillerin incelenmesindeki eksiklikler nedeniyle, Anayasa Mahkemesi’ne adil yargılanma ilkesinin ihlali gerekçesiyle başvuruda bulunmaya hazırlandıklarını belirtiyor. Siyasetçilerden de anma ve açıklamalarına gösterdikleri desteğin ötesine geçerek, başvurularının yüksek yargı tarafından titizlikle değerlendirilmesinin takipçisi olmalarını talep ediyor. “Bu dosyada karartılan deliller ve birçok çelişki var. Konunun çözümü sevenlerinin, dostlarının, ekoloji hareketlerinin ötesinde” diyor Büyüknohutçu Gezegen’e yaptığı açıklamada. “Bu davanın ilerlemesini sağlayacak sözü geçen, sözü dinlenen her kimse; siyasi partilerden, milletvekillerinden bıkmadan, yılmadan bizimle olacak herkese kapımız açık ve bekliyoruz. Buradan açık çağrımız olsun.”

“Davayı herkes için kazanmamız gerekiyor”

Emine Büyüknohutçu hukuki sürecin hâlâ sürüyor olmasından dolayı cinayetle ilgili kamuoyuna açıklayamadığı birçok ayrıntı olduğunun altını çiziyor. Ancak davanın yalnızca ailesi açısından değil, Türkiye’de doğanın korunmasını savunan herkes için önemini de vurguluyor. “Anne ve babamızın katledilmelerinden önce aylarca aldıkları tehdit telefonları, cinayetten iki gün önce gece (saat) 03.00 sularında evimizin hemen yanında bir orman yangınının çıkması anne ve babamıza susun ihtarıydı. İki sonra işlenen cinayet Türkiye’deki bütün yaşam alanı savunucularına, kadınlara, hayvanlara, çocuklara, hakkını arayan herkese açık seçik susun ihtarıydı,” diyor. “Bu dosyanın ilerlemesi gerekiyor, bu davayı adalet için, herkes için kazanmamız gerekiyor. Bu dosya kazanılırsa bu ülkedeki hak arayışında bir adım öteye gidilmiş olunacak diye düşünüyorum. İnsanlar ellerini kollarını sallaya sallaya birilerini tehdit edemeyecek ve öldüremeyecekler. Öldürememeliler. Dolayısıyla sesimizi yükseltmemiz gerekiyor.”

Davada ortaya çıkan önemli delillerden biri Ali Yamuç’un eşi Fatma Yamuç’a intihar öncesinde gönderdiği bir mektuptu. Bahçeci Mermer şirketinin sahibi Necmi Bahçeci’ye yönelik yazılan mektupta “anlaşıp konuştuğumuz gibi eğer 10 gün içerisinde 100 bin TL’yi eşim olan (Fatma Yamuç’a) vermezseniz Ali Ulvi Büyüknohutçu cinayetinden sizler de benim kadar sorumlu olursunuz” ifadeleri yer alıyordu. Ancak Ali Yamuç daha sonra itiraflarını yalanladı. Savcılık ise tüm bu gelişmelere karşın “mermer ocağı işletmelerinin ekonomik gelirinin belirli bir seviyede olduğunu” belirterek cinayetin arkasında azmettiren kişi ya da kişilerin olmadığını savundu.

“Kasten öldürme” ve “birden fazla kişiye karşı gece vakti, konutta silahlı yağma” suçlamalarıyla yargılanan Ali Yamuç’un eşi Fatma Yamuç, üçüncü duruşmada beraat etti. Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 4’üncü Dairesi, Büyüknohutçu ailesinin istinaf talebini reddederek, Yamuç hakkındaki beraat kararını onadı. Büyüknohutçu ailesi de Yargıtay’a temyiz dilekçesi sunarak kararın bozulmasını talep etti.

İzmir’in Çeşme ilçesinde Cumhurbaşkanı Kararı’yla ilân edilen 16 bin 624 hektarlık alanda Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından uygulanması planlanan Çeşme Turizm Projesi, yöre halkının ve doğa savunucularının huzurunu kaçırdı. 2020’de Çeşme Projesi’nin sınırlarını genişletmek için yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı’nın iptali ve yürütmenin durdurulması için Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), çevre örgütleri, baro ve yurttaşların açtığı dava sürecinde Danıştay 6. Dairesi’nin üniversitelerden bilirkişi olarak görevlendirdiği akademisyenler tarafından hazırlanan rapor gündemi hareketlendirdi. 18 maddelik bilirkişi raporunda bölgedeki doğal ve arkeolojik sit alanlarının, ormanların yapılaşmaya açılacağı, su kaynaklarının, ekosistemlerin olumsuz yönde etkileneceği belirtildi. Bilirkişi heyeti, idarî mahkemeye projenin planlama ilkelerine ve kamu yararına aykırı olduğu görüşünü iletti.

Çeşme yarımadası için planlanan proje duyurulduğunda 20 adet olarak belirtilen golf sahalarının sayısı 13’e düşürüldü. Ancak golf sahalarının su ihtiyacının karşılanmasında önerilen denizden su arıtma yöntemi kamuoyuna inandırıcı gelmedi. Çeşme’nin nüfus yoğunluğunu arttıracağı söylenen proje uygulanırsa, bilirkişi raporuna göre doğal çevre geri dönüşü olmayacak bir biçimde tahrip edilecek. Yeraltı sularının tükenme noktasına geldiği ilçede içme ve kullanma suyu sorunu yaşanırken su kısıtlılığı nedeniyle de çiftçi yeterli sulama yapamıyor. İklim değişikliğine bağlı olarak kuraklığın artmasına karşılık tonlarca suya ihtiyaç duyan golf sahalarının, beton zeminle kaplı tenis kortlarının planlanması tepkiyle karşılanıyor.

Yapılması planlanan golf sahaları. | Görsel: Proje tanıtım filminden ekran görüntüsü

Golf sahaları için yılda 10 milyon metreküp su kullanılacak

Çeşme Turizm Projesi’nin uygulama sahasında Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un açıklamasına göre 13 adet golf sahası yapılacak. Türkiye Golf Federasyonu’nun verilerine göre ortalama uzunluğu altı kilometre olan 18 çukurlu standart bir golf sahası 750-1000 dekarlık bir alandan oluşuyor. Alaçatı kıyılarında yapılması planlanan golf sahaları için toplamda 12 bin dekar alan ayrıldı. Binlerce dekar alan çimle kaplanacak ve çim alanın korunabilmesi için yılda en az 10 milyon metreküp su harcanacak. Türkiye’nin iklim özellikleri golf sahaları için ne kadar uygun?

“Golf sahalarını bölgenin bitki örtüsüne ve faunaya zarar vermeden inşa edemezsiniz. Çünkü çim bir monokültür ürünü.”

Peyzaj mimarı Betül Çavdar, golf sporunun İskoçya gibi yaz aylarında da yağış alan ve çim yüzeyin bütünlüğünün sağlanması için fazladan bir bakım gerektirmeyen arazilerin olduğu bölgelerde ortaya çıktığına dikkat çekiyor. Aksi durumda çimin üretilmesinde, çimlendirilen arazinin bakımında tonlarca suya, kimyasal gübre ve ilaca ihtiyaç duyulduğunu anlatıyor. Alaçatı Sulak Alanı’nın bulunduğu yarımada birçok endemik (sadece orada yetişen ve yaşayan) bitki ve hayvan türüne ev sahipliği yapıyor. Makilik ve fundalık alanlar bulunuyor. Zeytin ağaçlarının yanı sıra birçok ağaç türü yetişiyor. Büyük bir yüzey alanı kaplayan golf sahalarıyla ilgili Avrupa ve Amerika modeli olmak üzere iki farklı uygulamanın öne çıktığını belirten Çavdar’a göre alandaki tür çeşitliliğinin nispeten korunduğu Avrupa yöntemi uygulansa bile golf sahalarının doğal peyzaj ortadan kaldırılmadan oluşturulması mümkün değil. “Golf sahalarını bölgenin bitki örtüsüne ve faunaya zarar vermeden inşa edemezsiniz. Çünkü çim, her ne kadar farklı türleri kullanılsa da bir monokültür ürünü. Monokültür uygulamaları doğal ekosistemin işleyişine ve biyoçeşitliliğe büyük zarar verir” diyor.

Peyzaj mimarı Betül Çavdar. | Fotoğraf: Çavdar’ın arşivi

Çavdar, geniş çim yüzeylerin oluşturulmasında genellikle çim üretim tesislerinde üretilen rulo çimlerin kullanıldığını söylüyor. Rulo çimlerin 100 dönümü bulan verimli topraklarda üretildiği bilgisini veren Çavdar, üretim esnasında toprak aşırı suya ve kimyasala maruz kaldığı için o tesisleri “vahşi üretim yeri” diye adlandırıyor.

Bilirkişi raporuna göre golf sahalarının su ihtiyacının bölgedeki yeraltı ve yerüstü sularından temin edilme yoluna gidilmesi hâlinde kısıtlı olan su kaynakları tükenecek

Pürüzsüz bir çim yüzeye ihtiyaç duyan golf sahaları doğal ortamı uygun olmayan bölgelerde inşa edildiğinde daha faaliyete geçmeden evvel çevreyi olumsuz yönde etkiliyor. Ancak uzmanlara göre asıl tehlike çim rulo sahaya serildikten ya da alanda tohumlamayla çimlendirme yapıldıktan sonra başlıyor. Golf sahalarında çim yüzeyin sürekli sulanması gerektiğini vurgulayan Çavdar, büyük bir su kaybının açığa çıktığını söylüyor: “Projeye göre golf sahalarının sulama suyu denizden su arıtma yoluyla elde edilecek. Ters ozmos denilen bu yöntemle su arıtma hem maliyetli hem de tesis su çekerken balıkları, balık yumurtalarını, planktonları sisteme aldığı ve ardından yoğun bir tuzu tekrar suya boşalttığı için deniz ekosistemine zarar veren bir yöntem. Fosil yakıtlı enerji santrallerinin sera gazlarıyla küresel ısınmayı arttırdığı bir dünyada bu arıtma tesisinin kullanacağı elektrik enerjisinin nasıl sağlanacağı da büyük bir soru işareti. Toplamda milyonlarca metrekare bir alandan bahsediyoruz. Sabah akşam sulanan çimler 10-15 gün aralıkla biçileceği için makineler zaten ya elektriğe ya da fosil bir yakıta ihtiyaç duyacak. Buralarda tüketilecek elektriğin rüzgâr enerji santrallerinden (RES) sağlanacağı söylenebilir ama unutulmamalı ki yarımada çoktandır RES’lere doymuş durumda.”

Çavdar, golf sahalarının sulanma işleminde toprağın ve yeraltı sularının zarar görecek olmasından endişeli. Tarımdakinden çok daha fazlası kullanılan golf sahalarındaki kimyasal ilaçların topraktaki mikroorganizmaları yok etmesine, kimyasalların yeraltı sularına karışmasına karşı önlem alınamayacağını düşünüyor.

Çeşme’de Alaçatı Kutlu Aktaş Barajı ve Ildırı bölgesindeki yeraltı suları olmak üzere havzaları bulunan iki içme-kullanma suyu kaynağı mevcut. Yaz aylarında içme-kullanma ve tarımsal sulama için kuyulardan aşırı su çekilmesi, artan kuraklık özellikle de kıyı bölgelerde yeraltı sularına deniz suyu karışmasına neden oluyor. Bilirkişi raporuna göre golf sahalarının su ihtiyacının bölgedeki yeraltı ve yerüstü sularından temin edilme yoluna gidilmesi hâlinde kısıtlı olan su kaynakları tükenecek.

Tarımda sulama tankerlerle yapılabiliyor

Adı turizmle anılsa da Çeşme’de yöre halkının bir kısmı geçimini hâlâ topraktan sağlıyor. İlçede uzun yıllardır enginar, kavun, domates, zeytin ve üzüm gibi tarımsal gıdalar üretiliyor. Ancak sulama suyunun yetersizliği çiftçiyi susuz tarıma yönlendirmiş durumda. Daha önce 60 metreden çıkan yeraltı suyunun şimdi 150 metre derinliğe indiğini belirten Çeşme Ziraat Odası Başkanı Süleyman Özer, “Bamya az suyla lezzeti daha yoğun olan bir tür. Dolayısıyla bitkiyi ekerken can suyu veriyoruz ve bir daha da sulamıyoruz. Ama patlıcanı sulamazsan acılaşır, salatalığı sulamazsan büyüyemez. Yine biberi, domatesi sulamazsan yaşatamazsın. Yeterli su ve sulama sistemi olmadığı için ancak tankerlerle sulama yapılabiliyoruz” diyor.

“Yapılacak otellerin, golf sahalarının sahipleri, oraları işletenler kârlı çıkacak bu işten”

Özer, tarımla uğraşan insan sayısının yıllar içinde azaldığına dikkat çekiyor: “Kavun, enginar buranın hâlâ en has ürünleri. Tarımda suyun yanlış kullanılması da etkili ama su kaynakların tükenmesi sadece tarımla ilgili değil. Su sorunu yaşandığı, maliyetler arttığı ve planlı bir teşvik olmadığı için sonraki nesiller devam ettiremiyor çiftçiliği. Şimdi bir de Çeşme Turizm Projesi duyuruldu. Yapılacak otellerin, golf sahalarının sahipleri, oraları işletenler kârlı çıkacak bu işten. Oysa biz tarımın sürdürülebilmesi için su meselesinin çözülmesi, uygun olan hazine arazilerinin halka verilerek tarımın teşvik edilmesi için uğraşıyoruz yıllardır. Dışarıdan müdahalelerle buranın doğal dokusunun bozulmasını istemiyoruz.”

Çeşme Ziraat Odası Başkanı Süleyman Özer. | Fotoğraf: Sercan Engerek

Oteller denize sıfır konutlara dönüşüyor

Çeşme Turizm Projesi’nin yüzde 97’lik bölümü hazine arazisinde uygulanacak. 20 milyar dolarlık proje kapsamında marina, otel, rezidans, villa, tenis kortu, film platosu gibi kara ve deniz alanlarında yüzlerce yapı inşa edilecek. Bunun için bölgedeki sit dereceleri değiştirilerek nitelikli doğal koruma alanları, sürdürülebilir koruma alanı derecesine düşürüldü. Alaçatı ve Zeytineli’ndeki 511 parsel için 2020’de verilen “acele kamulaştırma” kararı kaldırıldı ancak diğer yandan geçen Mart ayında 4 bin 500 hektarlık alanın İl Toprak Koruma Kurulu tarafından onaylanmasıyla bölgede yapılaşmanın önü açıldı. Çeşme yarımadasında yapılaşmayı arttıracak proje sahasının yüzde 75’inden fazlası, kurak dönemlerde doluluk oranı yüzde 15’in altına kadar düşen Kutlu Aktaş Barajı’nın ve Ildırı’daki yeraltı su kaynaklarının su toplama havzalarına ve koruma alanlarına denk geliyor. Yapılacak 180 tenis kortu ve film platolarıyla büyük bir alan betonla kaplanacağı için yağmur suyunun toprağa ve yeraltı sularına ulaşması engellenecek. Şimdiye kadar hazırlanan planlarda ise yarımadada doğa turizmi uygun görülerek kıyıların, flora ve faunanın korunması önerilmişti.

Çeşme’nin nüfusu resmî verilere göre 46 bin 93. Fakat Türkiye’nin en gözde tatil yerlerinden olması itibariyle nüfus özellikle de yaz mevsiminde 1 milyonu buluyor. Son yıllarda büyük sermaye grupları Ovacık, Reisdere, Çiftlik bölgelerinde yeni villalar inşa ediyor. En çok iki kat imarın olduğu ilçede yüksek katlı oteller ise dairelere dönüştürülüyor. Ilıca’da Swissotel Grubu’nun devraldığı eski Sheraton Oteli’nin binası bunlardan biri. Tadilat yapılan sekiz katlı bina 1+1, 2+1 dairelerin yer alacağı rezidans olarak projelendirildi. Bu “planlama yöntemi” ile ilçenin nüfus yoğunluğunun kalıcı biçimde artacağı değerlendiriliyor.

“Halkın yakınından geçemeyeceği bu yerler varsıllara satılacak, çünkü arsa satışlarında 15-20 milyon dolarlık bir rant dönüyor”

Çeşme Çevre Platformu Başkanı Ahmet Güler, irili ufaklı en az 20 otelin konuta dönüştürüldüğünü söylüyor. “Devam eden çoğu inşaat kat adedi daha fazla olduğu için otel adı altında başlatıldı. Ancak yüksek meblağlara deniz manzaralı konut olarak satılacak” diyen Güler, Çeşme Turizm Projesi’nde öngörülen 200 adet otelin de aynı akıbete uğramasından kaygılı: “Burada farklı kesimleri temsil eden kurum ve kuruluşlardan hiçbir görüş almadan Çeşme için planlanan proje bir turizm projesi değil, bir konut yapıp satma projesi. Doğal sit statüleri değiştirilerek imara hazır hâle getirilen hazine arazilerinde otel adı altında denize sıfır konutlar yapılacak. Halkın yakınından geçemeyeceği bu yerler de varsıllara satılacak, çünkü buradaki arsa satışlarında 15-20 milyon dolarlık bir rant dönüyor. Çeşme Turizm Projesi’nin sahipleri ile müteahhitler parsel ve konut satışından büyük bir rant elde edecek. Turizm kılıfı giydirilen asıl proje de bu bize kalırsa. O yüzden son olarak Karaköy ile Zeytineli’nde 840 hektar için alınan ‘hassas korunacak alan’ kararına temkinli bakıyoruz.”

Çeşme Çevre Platformu Başkanı Ahmet Güler. | Fotoğraf: Güler’in arşivi

Girişim 2005’te başlamıştı

Çeşme (Alaçatı-Paşalimanı) ilk kez 2005 yılında Bakanlar Kurulu’nun kararıyla Kültür ve Turizm Koruma, Gelişim Bölgesi (KTKGB) ilan edildi. 2006’da Çeşme’nin batı ucunda bulunan Çiftlikköy’den Urla sınırına kadar 1. derece doğal sit statüsü olan 112 bin dönüm alanın sit derecesi Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından 2. ve 3. dereceye düşürüldü. Ardından da Kültür ve Turizm Bakanlığı, bölgede tarımsal niteliği korunacak alanları, ormanları ve ağaçlandırılacak yerleri imara açacak Çevre Düzeni Planı’nı imzaladı.

Çeşme’de çeşitli turizm tesisleri, oteller, golf sahaları ve uçak pisti adıyla havalimanı ilk kez o zaman gündeme geldi. TMMOB bünyesindeki meslek odaları tarafından açılan dava sonucunda Danıştay, doğal koruma alanlarının yapılaşmaya açılacağı gerekçesiyle KTKGB işlemini ve planı iptal etti. Danıştay 6. Dairesi’nin 2008 yılında verdiği kararda planın uygulanması durumunda “büyük alanların tek yatırımcıya tahsisine olanak sağlanacağı, planın şehircilik ilkeleri planlama esaslarına ve kamu yararına aykırı olduğu” belirtildi.

Geçen sürede golf sahaları daha sık konuşulur hâle gelirken şirketler sahalar için alan inceletmeleri yaptırdı. Ancak ilk harekete geçilen havalimanı oldu. 2016’da çoğunlukla özel uçakların kullanabileceği bir havalimanı projesi hazırlandı. Endemik bitki türlerinin bulunduğu Alaçatı’daki Gölobası mevkiinde hazineye ait alan proje için kamulaştırıldı. Yolcu garantili olarak yap-işlet-devret modeliyle uygulanmak üzere 2018’de Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı tarafından ihalesi gerçekleştirilen proje yapımı tamamlanamadan 2020’de iptal edildi. Alaçatı’da 2000 yılının başından itibaren kurulan birçok RES ve bir taş ocağı faaliyet gösteriyor. Havalimanı projesi, kanunda havalimanlarının yakınında RES ve taş ocağı bulunamayacağı hükmü yer almasına rağmen başlatılmıştı. 2019’da Çeşme Yarımadası’nda devasa bir alan Cumhurbaşkanı Kararı’yla yeniden KTKGB ilân edildi ve 11 Şubat 2020’de bölgenin sınırlarını genişleten bir Cumhurbaşkanı Kararı daha yayımlandı.

İzmir’in Konak ilçesinde, şehrin merkezinde yer alan Tarihi Kemeraltı Çarşısı kentin en işlek noktalarından biri. Dünyanın en büyük açık hava alışveriş merkezlerinden biri olarak kabul edilen Kemeraltı Çarşısı, beş kilometreye yayılan alanda 12 binden fazla esnafa ev sahipliği yapıyor. Tuhafiyeden manava, nalburdan düğün alışverişine kadar her türlü ihtiyacın karşılanabildiği çarşı, nesillerdir İzmirlilerin uğrak yeri. Ancak pandemi şartları ve ekonomik krizin etkileri Kemeraltı Çarşısı’nda da sert bir şekilde hissediliyor.

Kemeraltı Çarşısı, geçtiğimiz aylarda 188 yıllık bir geçmişi olan Haktanır Pide Salonu’nun ekonomik şartlara dayanamayıp kepenk indirmesiyle gündeme geldi. Türkiye’nin geçirdiği pek çok buhranlı dönemi atlatıp tarihi bir değer konumuna gelen pidecinin bu yıl kapanması medyada oldukça ses getirmişti. Kapanmasının üstünden üç ay geçen Haktanır Pide Salonu’ndan geriye kalanları görmek için gittiğimiz sokakta bizi kepenklerin üstüne asılı “Kiralık” ilanı karşılıyor. Civardaki seyyar satıcıların kepenklerin önünü kendi ürünleriyle kapattığı dükkanı ilk seferde fark etmemiz biraz zor oluyor.

1834 yılında Kemeraltı Çarşı’nda kurulan Haktanır Pide Salonu, ekonomik krize dayanamayıp 2022 yılına girerken kapandı. | Fotoğraf: Aylin Şener

Kemeraltı Çarşısı’nı bu kadar ünlü yapan bir diğer özelliği de her çeşit ürünün en uygun fiyata bulunabilir olması. Havasını solumak ve esnaflardan görüş almak için ziyaret ettiğim çarşıda bir yandan da fiyat etiketlerini gözlemledim. Artık neyin pahalı, neyin ucuz olduğunu anlamak zor ama bir aktarda gördüğümüz tanesi 1 TL’ye satılan hurma ve 2 TL’ye satılan ceviz beni şaşırttı. Yanımdan geçen bir kişi “fiyatlar uçmuş!” diye fiyatlara sitem ediyor. “Havra Sokağı da Havra Sokağı değil ki artık. Burada da bu fiyata, orada da bu fiyata!” dediğini duyuyorum.

Bu sokaktan ayrıldıktan sonra ekonomik krizin etkilerini kendilerinden dinlemek için tezgâhlarda ve dükkanlardaki esnafla sohbet ediyorum. Kemeraltı’nda 45 yıldır esnaflık yapan İnci Büfe’nin sahibi, işlerin iyiye gitmediğini şu sözlerle vurguluyor: “Pandemi etkisi geçti diyorlar ama biz hâlâ pandemi şartlarında gibiyiz. Düğün sezonunun yaklaşmasıyla içlerin açılması lazımdı ama hiçbir hareketlilik yok.” “Ben yıllardır çarşıdayım. 80’lerdeki enflasyonu da gördüm ama hiçbiri şimdikine benzemiyordu,” diye sözlerine devam ediyor büfenin sahibi. O zamanlar en azından ticaret vardı, bir hareketlilik vardı” diye ekliyor.

Ramazan’ın ilk günü olmasına rağmen Kemeraltı kalabalık. Her şeye rağmen, çarşı hareketli görünse de bu durum biraz aldatıcı. “Kemeraltı hep Kemeraltı’dır. Vatandaşlar, turistler gezmeye muhakkak geliyor ama kimse alışveriş yapmıyor. Geçip gidiyorlar,” diyor büfe sahibi. Tam o sırada bir hanın adresini sormak için gelen bir kişiye “Alışveriş mi yapacaksınız yoksa gezecek yer mi arıyorsunuz?” diye soruyorum. “Yok hayır, ben sadece gezeceğim” cevabı esnafın sözlerinin canlı bir örneği oluyor.

Kemeraltı esnafı, insanların artık çarşıya alışverişten ziyade dolaşmaya geldiğini söylüyor. | Fotoğraf: Aylin Şener

Görüş almak için yanına gittiğim bir oyuncak dükkânı sahibinin cevabı ise beklenmedik. İşlerin gayet iyi gittiğini, hatta bir dükkân daha aradığını söylüyor. “Dükkânların kapandığı falan yok. Dükkânlar her sene kapanır, yenisi açılır. Bakın ben kaç aydır dükkân arıyorum bulamıyorum, boş yer yok” diyor. Bu sözleri üzerine Haktanır Pide Salonu’nun üç aydır kiracı bulamadığını aklımda tutarak rotamı bir başka dükkâna çeviriyorum.

Birkaç sokak ötedeki kuruyemişçinin nabzını yokluyorum. “Sadece biz değil, ülkenin bütün esnafı aynı şeyleri yaşıyor” diye başlıyor söze. Peki, oyuncakçının “dükkânlar hep kapanır” demesi hakkında ne düşünüyor? “Dükkânlar hep kapanır. Ama geçen yıl üç dükkân kapandıysa şimdi altı, yedi, sekiz dükkân kapanmıştır. Bakın karşıdaki dükkan üç aydır boş duruyor, kiracı bulamadılar” diyor.

“Eskiden ilan çıkılan yer hemen dolardı. Artık öyle değil… Dükkân sahipleri tutunamayıp üç-dört aya kapatacak esnafa kiralamak istemiyor”

Çarşıdaki dükkânlar artık eskisi kadar hızlı el değiştirmiyor. | Fotoğraf: Aylin Şener

AVM’lerin artması da Kemeraltı’nı olumsuz etkiliyor

Kemeraltı esnafını dinledikten sonra çarşıdaki kiralık ilanları incelemeye koyuluyorum. Yanından geçtiğim, kepenkleri inmiş dükkânlar bir yana, internetteki emlak sitelerinde de Kemeraltı Çarşısı’ndan çok fazla dükkân ilanı var. Bunların bir kısmı yeni eklenmiş, bazılarıysa aylardır mağaza vitrinleri yahut kepenklerinde duruyor. Bölgedeki kiralık/satılık dükkânların durumuyla ilgili görüştüğümüz Bank Emlak yetkililerinden Yalçın Yaşdal çarşıdaki dükkânların eskisi kadar hızlı el değiştirmediğini söylüyor. “Eskiden dükkân bulamazdınız, ilan çıkılan yer hemen dolardı. Artık öyle değil… Dükkân sahipleri de işlerini riske atmamak için tutunamayıp üç-dört aya kapatacak esnafa kiralamak istemiyor. Elimizde beş-altı aydır kiracı aradığımız yerler var” diyor Yaşdal. Kemeraltı’ndaki bu değişimde ekonomik krizin yanında AVM’lerin artmasının ve çarşının eski popülerliğini yitirmesinin de etkisi olduğunu söylüyor. “Yine de Kemeraltı’nda hâlâ her şey bulunabiliyor, özelliğini koruyor. Ama işlek caddeler dışında, ara sokaklardaki dükkânların iş yapması daha zor.”

Küçük esnafın, butik dükkânların yanında Kemeraltı’nın en işlek sokaklarını büyük zincir mağazalar bütün ihtişamlarıyla hükmediyor. İzmirliler bu mağazaların yeni açıldığını, eskiden burada zincir mağazaların bulunmadığını söylüyor. Ekonomik kriz ve pandemi şartları derken, büyük mağazaların varlığının da küçük esnafın işini bir nebze daha zorlaştırdığını söyleyebiliriz.

Daha önce Kemeraltı Çarşısı’nda mağazası olmayan büyük zincir markaların sayısı artıyor. | Fotoğraf: Aylin Şener

Elektrik ve doğalgaz zamları, artan kiralar ve yükselen döviz kuru Kemeraltı esnafının piyasada tutunmasını daha da zorlaştırdı. Tarihi Kemeraltı Esnaf Derneği Başkanı Semih Girgin, Şubat ayında yapılan bir söyleşide sadece on gün içinde çarşının en işlek yerinde bulunan üç dükkânın kapandığını söylüyordu. Beş bin lira kira ödeyen esnaf, dokuz bin lira da elektrik faturası ödemek zorunda. Girgin, giderlerin böylesine arttığı koşulları karşısında dükkân işletenlerin her ân kapanma tehdidiyle karşı karşıya olduğunu anlatıyor.

“Pandemiyle birlikte daha da zorlaşan bu süreçte bazı esnafımız kendi sermayesinden satarak ayakta durmaya çalıştı”

H3al böyleyken Kemeraltı esnafı, Ocak ayında elektrik faturalarını protesto etmek için Konak Meydanı’nda “Zamları geri al”, “Yap bir indirim, kaç yıllık müşteriniz” dövizleriyle bir eylemde toplanmıştı. Yapılan basın açıklamasında pandemiyle iyice zor bir döneme giren esnafın dükkanını açık tutmak için evini, arabasını sattığı belirtiliyordu. Şimdi de yüksek enflasyonun ardından gelen elektrik ve doğalgaz zamlarıyla nefes alamaz hâle geldikleri vurgulanmıştı.

Kepenkleri kapanan dükkânların önünde seyyar satıcılar. | Fotoğraf: Aylin Şener

“İndirimli elektrik tarifesi esnafı kurtarmadı”

Kemeraltı Esnaf Derneği Başkanı Semih Girgin, Gezegen’e yaptığı açıklamada ise zam üstüne zam geldikten sonra indirimli elektrik tarifesinin çok da anlamlı olmadığını, “esnafı kurtarmadığını” söylüyor. “Esnaf pandemi öncesinde de darboğazdan geçiyordu, Libya ve Suriye Savaşı’nın etkileri piyasaya da yansıyordu örneğin. Pandemiyle birlikte daha da zorlaşan bu süreçte bazı esnafımız kendi sermayesinden satarak ayakta durmaya çalıştı” diyor Girgin. Yıllardır çarşıda olan ve belli yaşın üstündeki esnafın burayı bırakmasının kolay olmadığını anlatıyor. “Bizim esnafımızın çoğu AVM’ye dükkân açamaz. Bir kısmı e-ticarete girmeye çalışıyor ama ondan da hepsi memnun kalamıyor” yorumunu yapıyor.

Çarşıdaki dükkân işletmecileri gibi artan fiyatlar nedeniyle alım gücünün azalmasının da önemli etkenlerden biri olduğunu söylüyor Girgin. “Vatandaş çarşıya inse bile alışveriş yapamıyor” diyor. Marka değeri taşıyan tarihi dükkânların kapanmasının ise önüne geçildiğini belirtiyor. “En azından şimdilik böyle bir durum öngörmüyoruz” diyor.

Kemeraltı, açık havada olduğu için olumsuz hava şartları karşısında çok hassas bir durumda. Altyapının yetersiz kaldığı durumlarda sağanak yağışın su baskınlarına dönüşebildiği Kemeraltı’nda kış ayları tedirginlik yaratıyor. Soğuk hava ve yağışların da vatandaşların ayağını çarşıdan kestiğini söylüyor Girgin. “Geçen yıl düğün sezonunda ve yazın turistlerin artmasıyla biraz yüzümüz güldü ama sonrası yine zor geçti” diyor. Girgin, yaz aylarının daha verimli geçmesini bekliyor. “Her yaz bizim için yeni bir umut” diyerek noktalıyor sözlerini. Kemeraltı bir bakıma Türkiye’deki ekonomik koşulların bir özeti. Artan giderler ve artan fiyatlar giderek daha fazla fedakârlık gerektirirken, esnaf daha iyi günler bekleyerek çabalarını işleri döndürebilmek için harcıyor.

Bahçeye girer girmez, birbirinden farklı yemyeşil bitkiler karşılıyor ziyaretçileri. Firdevs Artun, Eskişehir’in Tepebaşı İlçesi Satılmışoğlu Köyü’ndeki dört dönümlük bahçesinde sekiz yıldır onlarca çeşitli sebze ve meyve çeşidi yetiştiriyor. Etrafımda gördüğüm sarımsak, bezelye, domates, biber, bakla, mısır, fasulye, salatalık ve börülce gibi sebzeler serpilmiş, olgunlaşmış. Hepsi nesilden nesile aktarılan yerel tohumlardan üretiliyor. Hepsinin ardında onlarca yıla yayılan bir birikim, hummalı bir emek var. Artun daha sonra bu ürünlerini alıp Eskişehir Tepebaşı Belediyesi’nin Kadın Üretici Ürün Satış Noktası’nda pazarlıyor.

Şehir merkezine 15 kilometre uzaklıktaki etrafı mısır tarlalarıyla çevrilmiş bahçesinde geniş verandalı minik bir evde yaşıyor Artun. Etrafında hiç yapılaşma yok. Bu yüzden gün batışına yakın saatlerde vardığımız bahçesinde rüzgârın hafif esintisini hemen yüzünüzde hissedebiliyorsunuz. Söyleşiye başlamadan önce, bize bahçesinden aldığı ürünlerle hazırladığı gül reçelli zerdeçal tatlısı ve kabak çiçeği dolmasından tattırıyor. Lezzeti ise enfes. Ardından konuşmaya başlıyoruz.

Artun bahçesinde, insan ve çevre sağlığı ile doğal hayattaki diğer canlılara zararlı etkileri bilimsel olarak kanıtlanan ancak Türkiye tarımında çoğu yasaklanmayan pestisitlerin kullanımına karşı mücadele veriyor. Bu zehirli maddeler kullanmadan tarım yapılabileceğini vurguluyor: “Anneannemiz, babaannemiz, yani kuşaklar öncesinden süregelen tohumlarımız var. Kimyasala, ziraî ilaçlara karşıyız. Yabani otlarla mücadele ederken bile ilaç konusunda taviz vermiyorum. İnsan sağlığı konusunda herkesin duyarlı olmasını istiyorum. Yakında organik ürün sertifikası da alacağım.”

Eskişehir’de tarım ilacı kullanmadan sebze ve meyve üreten Firdevs Artun. | Fotoğraf: Merve Akman

Dünya genelinde yaklaşık bin civarında olan pestisit ve herbisitlerin sayısı, Türkiye özelinde değişken. Çünkü pestisit kullanımı çeşitli zamanlarda resmi olarak yasaklanıyor, ancak farklılık gösterse de şu anda ülkede 340 civarında pestisit etken maddenin bulunduğu belirtiliyor. Örneğin, glifosat adlı tarım ilacı bilimsel çalışmalarla çiftçilerde, tarım işçilerinde ve çocuklarında kanser riskini arttırdığı gözlemlenmesine rağmen, tarımda hâlâ en çok kullanılan zehirlerden biri.

Kimyasal korunmaya daha çok ihtiyaç duyan “melez tohum” denilen ve genellikle laboratuvarlarda üretilen hibrit tohumlar. Artun bu tohumları bir dönem kullandığını, ancak beklediği sonucu alamadığını belirtiyor: “Atalık tohumların yerini hiçbir şey tutmaz. Değerini bilelim ve koruyanlara destek olalım. Teşviklerle çalışmalarını ilerletelim.”

Artun, şu an için en büyük hedefinin bahçesinde seracılık yapmak olduğunu söylüyor ancak ekonomik engeller nedeniyle henüz bu imkâna sahip değil. “Bahçemde sera kurmayı çok istiyorum. İl Tarım Müdürlüğü’ne hibe destekli sera için başvurdum,” diyor Artun. Talebinin de onaylandığını söylüyor. “Ama fiyatlar bize verilen rakamı karşılamıyor. Zararımız çok o yüzden devlet teşviği gerekli.”

“Kuşaklar öncesinden süregelen tohumlarımız var. Kimyasala, zirai ilaçlara karşıyız.”

Artun’un bahçesinden bezelyeler. | Fotoğraf: Merve Akman

Artun’un yetiştirdiği domatesler. | Fotoğraf: Merve Akman

“İnsanı ve doğayı sömürmeden üretim mümkün”

Artun’un bahçesini ziyaret ettikten sonra üyesi olduğu Eskişehir Gıda Topluluğu ile bir araya geliyorum. 2019’da faaliyete geçen, çoğunlukta kadın üreticilerin yer aldığı topluluk 50 kişiden oluşuyor. Küçük üreticileri desteleyen topluluk, gönüllüler tarafından yürütülen faaliyetlerle ayakta kalıyor.

O gönüllülerden biri de, aynı zamanda topluluğun kurucularından İrfan Akkaya. Topluluklarının kuruluş hikâyesini anlatıyor bir masa etrafında. “Birbirini tanıyan birkaç kişinin merakıyla başladı serüvenimiz, 2018 sonlarıydı. Temiz gıdaya öncelikle yerelde ve aracısız ulaşmak isteyen bir kısmı bisikletli, bir kısmı alternatif eğitimde öğretmen ya da çocuk okutan, bir kısmı bahçesini eken ama kendine yetemeyen insanlardı,” diye başlıyor söze. “Bisikletçiler toplanma noktalarından Pedal Café’de bir araya gelirken 2019’un Şubat ayında ilk dağıtımı yaptık.” Yaklaşık bir yıl kadar dağıtımlar Pedal Café’de yapılıyor, şimdilerde ise adresleri Monk Café. İşletmecisi de derneğin gönüllüsü. “O günden bugüne de yereldeki üreticilerimize öncelik sağlamaya çalışıyoruz, şehir dışından da diğer gıda topluluklarının üreticileri, çevremizden tavsiye edilen temiz üretim yapan üreticiler listemizde,” diyor Akkaya.

Topluluğun en önemli şiarlarının başında doğaya ve emeğe saygı geliyor. Üretimlerinde ne tarım ilacı var, ne de emek sömürüsü. “Doğanın parçası olduğumuzun bilincindeyiz, iklim krizine önlemler geliştirebilen, başka bir deyişle agroekolojik üretim çabası içindeyiz. Bu, üretimin adil olmasını da getiriyor, üretimde nasıl ki çevrenin sömürülmesi sorun yaratıyorsa, verdiğimiz temiz üretim mücadelesinde çocuk işçi ve sigortasız işçi çalıştırılmasını da istemiyoruz.”

Eskişehir Gıda Topluluğu üyeleri. | Fotoğraf: Merve Akman

Topluluğun bir diğer üyesi Eser Öncel ise Eskişehir’in organik tarım konusunda yetersiz olduğu kanısında. “Eskişehir organik tarım konusunda en geride olan illerden biri,” diyor Öncel. “Bunu geliştirmek adına üreticilerimizi ziyaret etmeye çalışıyoruz. Eskişehir yerelinde daha fazla üreticiyi temiz üretime teşvik edip alım yapıyor ve bunu çok önemsiyoruz. Ayrıca yereldeki üreticilerimizin, ‘topluluk destekli tarım’ yapabileceği bir modeli benimsedik. Böylece, içimize sindiği gibi beslenip sevdiklerimize, çocuklarımıza yediriyor olabileceğiz.”

Pandemi dönemiyle artan internet üzerinden alışverişle birlikte atık kirliliği ve ulaşımda kullanılan fosil yakıtların ürettiği karbondioksit artışı da gündeme geldi. Öncel, karbon ayak izini azaltmak amacıyla ayda bir kargo gönderimi yaptıklarını ve ürünlerini belirli kafelerden satışa sunduklarını belirtiyor.

Sorunlardan bir diğeri ise maliyet. Topluluğun bir diğer üyesi, Tansel Diplikaya ise yüksek fiyatlar nedeniyle satışların düşük kaldığını anlatıyor. “Ekolojik ve organik tanımları son zamanlarda gıda sektöründe artış gösteriyor. Ancak satış fiyatları genelde yüksek ve bu yüzden ürünler yeterli talep görmüyor. Halk ilgi gösteriyor ama maddi açıdan zorlanıyor. Bu anlamda, temiz gıdaya erişimde maalesef kısır bir döngü oluşuyor. ”

Peki, küçük üreticileri desteklemede, temiz ve yerel gıdaya erişimde kooperatifler ne tür işlevler yürütüyor? Özellikle son yıllarda giderek daha fazla gündemde yerini bulan tarımsal kalkınma ve gıda kooperatifleri, öncelikleri küçük üreticiler olmak üzere temiz gıdaya dönüşüm anlamında projeler yürütüyor.

“Temel kooperatifçilik anlayışı çiftçiye yayılmıyor. Çiftçilerin kooperatif yönetimine olan güven sorunları çözülmesi gerekiyor.”

Yıldıztepe Kooperatifi üyeleri, Hüseyin Barış, Hale Kargın Kaynak, Hanife Barış ve Hasan Sofuoğlu (soldan, sağa)  | Fotoğraf: Merve Akman

Yıldıztepe Kooperatifi Başkanı Hüseyin Barış ile konuşuyoruz. Barış, kooperatiflerinin çıkış noktasının kadın istihdamı olduğunu belirtiyor. “5 Ocak 2020’de resmî olarak açılış yaptık. Kooperatifi kurarken amacımız yoktan var etmekti. Esas çıkış noktamız kadın istihdamını arttırmak oldu. Bünyemizde emeklerini harcayan kadınlara sosyal güvencelerini sağlıyoruz.” Barış, gıdanın, tarladan sofraya ulaşımının politik bir sorun olduğunu ve üretim yaparken hem doğayı hem de insanı sömürmemenin gerektiğini vurguluyor.

Yıldıztepe Kooperatifi, dokuz şehirde bulunan 12 satış noktasında, birçok bakliyat grubu, salça, marmelat, reçel, zeytin ve çeşitli ürünler pazarlıyor. Barış, ayrıca Türkiye’deki kooperatif ve çiftçi arasındaki sorunlara değiniyor: “Kooperatifçilik yönetimsel sorunlardan dolayı sekteye uğradı. Temel kooperatifçilik anlayışı çiftçiye yayılmıyor. Düşünün, devamlı ürün verilen bir yapılanmanız var ancak ürünün karşılığını alamıyorsunuz. Pay dağıtılmaya gelince çiftçi yeterince maddi dönüş alamıyor. Çiftçide bu hayal kırıklığı mevcut ve kafasında soru işaretleri var. Çoğulcu olmazsa, fikir veremezse çiftçi kooperatifçiliği değerlendiremez. Çiftçilerin kooperatif yönetimine olan güven sorunlarının çözülmesi gerekiyor.”

“Kooperatifçilik anlayışı çok zayıf, devlet desteği yok”

Mihalıççık Tarımsal Kalkınma Kooperatifi üreticileri. | Fotoğraf: Merve Akman

Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle, proje kapsamında 2017’de kurulan şehrin bir diğer kooperatifi de Mihalıççık Tarımsal Kalkınma Kooperatifi. Kooperatifin ürünleri ürünleri bünyesindeki gıda işleme tesisinde üretiliyor. Başta marmelat ve turşu gibi burada hazırlanan ürünler şehrin birçok marketinde satışa sunuluyor, hatta İstanbul ve İzmir’e de pazarlanıyor. Kooperatif son zamanlarda alışılagelmiş ürünlerin dışında katma değeri yüksek mor patates ve Türkiye’de gittikçe popülerleşmeye başlayan aronya bitkisinden çay ve reçel üretimine de yönelmiş.

Kooperatif başkanı Mustafa Günal Türkiye’deki kooperatifçilik modeli ve kültürünü eleştiriyor. “Bizde kooperatifçilik anlayışı çok zayıf, devlet desteği yok,” diyor Günal.Örnek olarak Mihalıççık’ta kazanılan paralar hep şehir merkezine gidiyor. Halbuki ilçede kalsa hem burası gelişir hem de kooperatifçiliğin önü açılmış olur. Üreticileri büyük şehirler için teşvik ediyoruz ama riske girmek istemiyor, masrafını göze alamıyor.”

Yıldıztepe Kooperatifi’nin yönetim kurulu üyelerinden Hale Kargın Kaynak da benzer şekilde küçük üreticiyi desteklemenin birçok sorunu çözmeye yardımcı olacağını belirtiyor. “Çiftçilere üretim yaptırmak istiyoruz. Hem onlar kazansın hem de biz temiz ürünlerden faydalanalım. İşbirliği içinde bizimle tarım yapabilirler,” diyor Kaynak. Kaynak’a göre onlarla işbirliği yapmak günümüzdeki koşullarda sadece bir seçenek olmaktan çıktı ve bir mecburiyet olmaya başladı. “Bu konuda fikir birliğine varmaya çalışıyoruz. O yüzden üretici arıyoruz ve her zaman küçük üreticiyi destekleyeceğiz. Kendi işleyeceğimiz ürünü kendimizin üretmesi artık şart oldu. Gıda kriziyle mücadele etmenin tek yolu bu.”

İklim krizinin, salgın hastalıkların, savaşların, siyasi ve ekonomik problemlerin neden olduğu küresel gıda krizi derinleşiyor. Bunun en somut örneği şu anda Afganistan’da yaşanıyor.

15 Ağustos 2021’de Taliban’ın Afganistan’da hâkimiyeti ele geçirmesinin ardından, ülkede açlık sınırı altında yaşayan insanların sayısı arttı. Dünya Gıda Programı’nın (WFP) son verilerine göre açlık sınırı ülke nüfusunun yüzde 81’ini oluştururken, bu rakam yüzde 98’e çıktı.

Afganistan Sağlık Bakanlığı 2022’nin Ocak ile Mart ayları arasında toplam 13 bin çocuğun ve bebeğin açlıktan ve yetersiz beslenmeden dolayı hayatını kaybettiğini açıkladı. Bu, ülkede saatte altıdan fazla bebek ve çocuğun öldüğü anlamına geliyor. Ayrıca bakanlığın verilerine göre yaklaşık 3,5 milyon çocuk acil beslenme desteğine ihtiyaç duyarken, ülke nüfusunun yüzde 95’i yeterli yiyecek bulamıyor.

Afganistan’da yetkililer açlık nedeniyle ölen çocuk sayısının artmasından endişeli. Ülkede sadece çocukları tedavi eden yedi hastane bulunuyor. O hastanelerden biri de başkent Kabil’de yer alan Çocuk Sağlık Hastanesi. Hastaneden son günlerde yaşanan gelişmeleri hem kendi sosyal medya platformlarından hem de çalıştığı medya kurumlarından aktaran Afgan gazeteci Sohrab Omar ile konuşuyoruz.

“Afganistan’da bu yıl eşi benzeri görülmemiş gıda krizi yaşanıyor. Bundan en çok etkilenen  nüfusun yüzde 35’ini oluşturan 14 milyondan fazla çocuk”

Afgan gazeteci Sohrab Omar

Omar, Taliban’ın hâkimiyeti ele geçirmesinin ardından, özellikle ABD destekli uluslararası yardımların kesilmesiyle ülkede birçok değişikliğin meydana geldiğini anlatıyor: “Ülkenin dış yardıma bağımlı sağlık sistemi parçalanmanın eşiğinde. Afganistan’da bu yıl eşi benzeri görülmemiş bir gıda krizi yaşanıyor. Bundan en çok nüfusun yüzde 35’ini oluşturan, 14 milyondan fazla çocuk ciddi oranda etkileniyor.”

Nüfusun yüzde 70’inin akut yetersiz beslenmenin eşiğinde olduğunu belirten Omar, tahminlere göre bu yıl sonuna kadar ise toplam 4,7 milyon Afgan’ın ciddi boyutlarda yetersiz beslenmeye maruz kalacağını vurguluyor. Omar, Kabil’deki Çocuk Sağlığı Hastanesi’nde ciddi bir trafik olduğunu söylüyor: “Buraya her gün her gece açlıktan ve yetersiz beslenmekten hasta olan çocuklar arabalar, taksiler, ambulanslarla getiriliyor.”

Kabil’deki Çocuk Sağlık Hastanesi. | Fotoğraf: Sohrab Omar

Hastaneler, hasta sayısını karşılayamıyor

Bu hastanenin ülkedeki en büyük çocuk hastanesi olmasına rağmen, sayıların kapasiteyi aştığını ve durumun kritik olduğunu vurguluyor Omar: “Hastalar için yeterli yatak yok. Örneğin, 500 hasta, 360 kişilik bölüme sıkıştırılıyor. Aslında günlük en fazla 300 hasta kabul edebilecek hastaneye, şu anda binden fazla hasta geliyor. Prematüre bebek koğuşunda, tek bebek için tasarlanmış bazı kuvözlere iki yeni doğan yerleştiriliyor. Hastanın yakınları yere çömelirken hastane koridorları yataklarla dolup taşıyor. Hastane bile hastalara yeterli yiyecek sağlayamıyor. İlaç eksikliği sıkıntısı yaşanıyor. Hastane gerekli ilaçların sadece yüzde 70’ini sağlayabiliyor.”

Beş yıldır başkent Kabil’de gazetecilik yapan Omar, şu ana kadar böyle bir tabloyla hiç karşılaşmadığını, yetersiz beslenmeden kaynaklı hastalıkların ülkede hep yaşandığını ancak Taliban’ın iktidarı ele geçirmesiyle bu durumun ölümlerle sonuçlanan kritik bir seviyeye geldiğini belirtiyor.

Klinik takip altındaki yetersiz beslenen çocuk sayısının geçen yıl Ağustos’tan bu yana iki katına çıktığını söyleyen Omar son olarak, “Bu çetin durum böyle devam ederse, bir insani felakete tanık olacağız ve birçok çocuk açlık ve hastalıktan ölecek” diyor.

Kuraklık da açlık krizini derinleştiriyor

İklim Güvenliği Uzman Ağı’na göre, ülkede kuraklık ve şiddetli su kıtlığı da yaşanıyor. Veriler, 1950’den bu yana yıllık ortalama sıcaklığın 1.8 derece arttığını gösteriyor. Kuraklık ülkede yaklaşık 50 yıldır süren istikrarsızlık ve çatışmayı arttırırken, açlık krizini de derinleştiriyor. Nitekim, ülke nüfusunun yüzde 80’nin geçim kaynağı yağmur suyuyla beslenen tarım faaliyeti.

Uluslararası Kurtarma Komitesi’nin (IRC) 2021 yılındaki bir araştırmasında mülakat yapılan 484 kişinin yüzde 83’ü yaşanan şiddetli kuraklık nedeniyle gıda ve suya erişebilmek için yaşadıkları yerlerden ayrıldığını söyledi. Bazı aileler ise hayatta kalabilmek için varlıklarını  sattı ya da öğün sayısını düşürdü. Çocuk yaşta evliliklerin sayısı da bu dönemde arttı.

ABD fon desteğine devam edecek mi?

Afganistan ekonomisinin yüzde 75’i dışa bağımlıydı. Ancak Taliban’ın 15 Ağustos 2021’de ülkenin kontrolünü ele geçirmesiyle ABD ve öncülüğündeki bağışçı hükümetler Dünya Bankası’na, bankanın daha önce Afganistan Yeniden Yapılandırma Güven Fonu (ARTF) aracılığıyla dağıttığı yaklaşık 2 milyar dolarlık yardımı kesmesi talimatını verdi. Bu fon kapsamında milyonlarca öğretmenin, sağlık çalışanının ve diğer çalışanların maaşları Uluslararası Kalkınma Derneği (IDA) tarafından finanse edilen projeler aracılığıyla ödeniyordu.

ABD Başkanı Joe Biden, bir ay önce (11 Şubat 2021’de) Afganistan Merkez Bankası’na ait Amerikan topraklarında dondurulan 7 milyar dolar değerindeki varlıklarının yarısını Afgan halkına yardım etmek için serbest bırakmayı planladıklarını açıkladı. ABD yönetimi, tarafsız bir vakıf kurularak fonların bu kuruluş aracılığıyla yönetilmesini sağlayacaklarını belirtti, ancak bu vakfın yapısı ve fonların nasıl kullanılacağı gibi konular henüz netleşmedi.

Taliban’ın fonlara erişmesi engellenebilir mi?

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nden yapılan açıklamaya göre, Afganistan’ın sadece ABD’de değil, dünya çapında toplam 9,5 milyar dolar değerindeki dondurulmuş varlıkları mevcut. Bu rezervlerin 2 milyar doları İngiltere, Almanya, İsviçre ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerde bulunuyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Afganistan’da yükselen açlık krizine dair ABD ile diğer hükümetlerin bu sorunu çözmek için atması gereken adımları özetleyen 12 soru-cevaba dayalı bir belge yayınladı. HRW, bu belgede büyük insani krizin asıl kaynağının ülkenin bankacılık sektörü ve uluslararası insani yardım ve kalkınma fonları üzerindeki dış kısıtlamalarda yattığını belirtiyor. Belgede, Taliban’ın fonlara erişimiyle ilgili endişeleri gidermek için, uluslararası ve yerel bağımsız denetçilerle Afgan Merkez Bankası’nı gelecekte destekleri Afgan halkı için kullanmaya “mecbur bırakacak” çözümlerin mümkün olacağı vurgulanıyor.

‘Mega proje’ Galataport, 2000’lerin en tartışmalı projelerinden biriydi. Her şey Anayasa ile güvence altına alınan bir kıyı şeridinin özelleştirilmesiyle başladı. İhalesi 2013’te Doğuş Holding tarafından 702 milyon dolar ile alınan ve ardından Bilgili Holding’in de ortak olduğu 1,7 milyar dolarlık yatırım değerine sahip Galataport projesi, meslek odaları ile uzmanların tüm itiraz ve uyarılarına rağmen 29 Ekim 2021’de açıldı.

Karaköy’den Fındıklı’ya uzanan 1.2 km uzunluğundaki kıyı şeridinden oluşan Galataport’ta hâlâ şantiye çalışmaları sürüyor, inşaat henüz bitmedi. Bir yandan işçiler kalan şantiyelerde projenin eksik inşaatlarını tamamlarken, Galataport’un içi oldukça kalabalık.

Kapıların açılmasından yaklaşık beş ay sonra etrafı dolaşıyoruz. “Kültür Yolu Projesi” olarak lanse edilen Galataport için, girişinden çıkışına kadar tek görülen şey, deniz kenarı manzaralı bir alışveriş merkezi (AVM) olması. Dünyaca ünlü lüks otel zincirlerinden Peninsula gibi birçok alanda üst segment markalar yer alırken, orta ve düşük denilebilecek segmentte markalar da mevcut. Detaylı bir gözlem yapmaya gerek kalmadan yaklaşık yarım saatlik bir gezinti ile, Galataport için İstanbul’da bulunan 130’a yakın AVM’ye bir yenisi eklendi demek yanlış olmaz.

Galataport sahil şeridi. | Fotoğraf: Gezegen

İstanbul’da hız kesmeden AVM yapımının devam etmesi artık bir ‘sorun’ olarak görülmeyebilir. Her ne kadar buraya AVM denilmese de, Galataport projesine başından bu yana birçok yönden itiraz edildi. Çünkü, bu kıyı şeridi bünyesinde birçok tescilli kültür varlığına sahip. Uzmanların ise başından itibaren dikkat çektiği ve sıklıkla eleştirdiği durum, projenin bitimiyle vücut buldu: Projede ‘kamu yararı’ yok. Kıyı şeridinin kültürel miras korunarak halkın kullanımına açılması gerekirdi. Oysa kıyı sermayeye açılarak aktivite merkezi hâline getirildi. Tarihi yapı da göz ardı edilerek İstanbul’un ‘silueti’ kentin bir başka yerinde daha zarar gördü.

Paket Postanesi sahil girişi. | Fotoğraf: Gezegen

O tescilli binalardan biri de 1911’de inşa edilen Paket Postanesi. Burası inşaat devam ederken, 16 Şubat 2017 gecesi yıkıldı. Yeniden inşa edilen binanın içinde şu an için lüks kuyumcu markaları yer alıyor. Henüz bütün alanlar kiralanmamış. ‘Çarşı’ olarak adlandırılan bu mekânda 70 mağazanın bulunduğu ve bunların döviz üzerinden kiralandığı söyleniyor.

Paket Postanesi’nin yaklaşık 150 metre ilerisinde ise, henüz tamamlanmasa da dünyaca ünlü İtalyan mimar Renzo Piano’ya ait İstanbul Modern’in yeni binası yer alıyor. Otopark yapımı ve  kruvazör limanının gümrüklü alanlarının inşası nedeniyle tüm antrepolarla birlikte, endüstriyel mimari niteliğindeki 2004 yapımı kullanılabilir durumdaki 4 numaralı antrepo İstanbul Modern de proje kapsamında 2018’de yıkılıyor.

İnşası devam eden İstanbul Modern’in yeni binası (ön cephe). | Fotoğraf: Gezegen

Mimar Köymen’in vurguladığı üzere İstanbul Modern Nusretiye Camii’nin önüne yapıldı ve Boğaz kıyısını tümüyle kapattı. | Fotoğraf: Gezegen

Mimar Köymen: Bir kent suçu işleniyor

TMMOB Mimarlar Odası’ndan Büyükkent Şubesi Başkanı Esin Köymen ile konuşuyoruz. Köymen, projedeki yapılaşmaya dair eleştirilerine İstanbul Modern’den başlıyor: “İstanbul Modern, eski yapının yerine yeni bir yapı yaptı ve baktığınızda bina tekil olarak estetik olabilir; ama sonuç itibariyle Nusretiye Camii’nin önüne yapıldı ve Boğaz kıyısını da tümüyle kapattı.”

TMMOB Mimarlar Odası, projenin başından bu yana sayısız dava açmıştı. Köymen, konuşmasına “bir kent suçu işleniyor” diyerek devam ediyor: “Galataport’taki durum gerçekten içler acısı. Anayasa’dan gelen hakla, kamunun kullanımına açık olması gereken yaklaşık 1,5 kilometrelik kıyı şeridinin özelleştirilerek, şirketlerin alışveriş merkezlerini yapacakları bir alan hâline getirme durumu, etik dışı bir durumdur ve suçtur. Açtığımız davalarda da bunu ifade etmeye çalıştık. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi olarak bizim için bir kent suçu niteliği taşıyor. Bu nedenle de dava açtık.”

On yıl önce ile bugün aynı bölgeden çekilen fotoğraflarda açıkça görüleceği üzere kıyı şeridinde yepyeni bir siluetin oluştuğunu belirtiyor Köymen. “Tescilli camiler, Osmanlı döneminin nefis mimarileri olan yapılar Galataport’un ‘modern’ binalarının arkasında, bulduğu her koşulda kendini göstermeye çalışan yapılar hâline geldi. Yani aslında kıyı boyunca gelen bu siluetin de ciddi anlamda değiştiğini görüyoruz. Bu doğrudan doğruya bir özelleştirme projesi, doğrudan doğruya bir kıyı alanının halka kapatılması, bir ticarileşme süreci” diyor.

Galataport’ta 60’a yakın yeme içme alanı bulunuyor. | Fotoğraf: Gezegen

Av. Atalay: Özelleştirmeye hukuken yanaşamadık bile

Peki, bir kıyı şeridi nasıl oluyor da Anayasa’ya aykırı bir şekilde özelleştiriliyor? Bu süreci ise Avukat Can Atalay’dan dinliyoruz: “2000’lerin başında başka sermaye grubuna verilmesine ilişkin idari işlem, üst ölçekli plana aykırılık gerekçesiyle iptal ediliyor. Ondan sonra 2009 İstanbul Çevre Düzeni Planı hükümlerinin ve daha da önemlisi, 2009 İstanbul Şehir Düzeni Planı’nın 2010 plan notu tadilatlarında değişiklik ve ilavesiyle ‘ulaşımla ilgili çözümlemeler halka açık planlarda yapılabilir’ gibi bir hüküm getirildi. Biz buna da dava açtık, akıl almaz bir hızla bu davanın reddine karar verildi ve karar kesinleşti. Daha sonrasında, Özelleştirme İdaresi ‘Galataport adını verdik’ dedi. Aslında tarihi ismi Salı Pazarı olan alanla ilgili bir imar planı hazırladı. Bu imar planı ile ilgili yapılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucunda, bir bilirkişi raporu geldi. O bilirkişi raporu, aslında bu planın nasıl ve neden şehircilik ilkelerine, planlama tekniğine, dolayısıyla kamu yararına ve hukuka aykırı olduğunu açıkça ortaya koydu. Fakat Danıştay 6. Dairesi, bu bilirkişi raporuna rağmen davanın reddine karar verdi ve karar kesinleşti.”

19 Ağustos 2014’te Çevresel Etki Değerlendirmesi raporu için “Halkın Katılımı Toplantısı” düzenlenmiş, ancak bu toplantı usulsüz olduğu gerekçesiyle meslek örgütleri ve dernekler tarafından protesto edilerek yaptırılmamıştı. O günü hatırlatarak Atalay şöyle devam ediyor: “O toplantı açılamadı, vatandaşın ve bizlerin tepkileri sonucunda açılamadan kapandı ve bu Çevre Etki Değerlendirme, halk bilgilendirme toplantısının yapılamadığı, prosedürün tamamlanamadığı anlamına gelir. Bu nedenle de dava açtık; o dava da hızlıca reddedildi ve karar kesinleşti. Özet olarak şunu söyleyebilirim: Biz Galataport için verilen bu özelleştirme işlemine, hukuken yanaşamadık bile. Bir takım eller oraya yanaşmamıza engel oldu kanaatindeyim.”

Ardından projenin ikinci ÇED raporu hazırlanmış ve 2015’te “olumlu” kararı verilmişti.  Sayısız itirazlara ve süren davalara rağmen 2016’da inşaat yapımına geçildi.

Galataport inşası sırasında bir iş cinayeti de yaşandı. Covid-19 salgınına rağmen faaliyetine devam eden Galataport şantiyesinde çalışan DİSK’e bağlı Dev Yapı-İş’in iş yeri temsilcisi Hasan Oğuz 13 Nisan 2020 günü yaşamını yitirdi. Dev Yapı-İş Oğuz’un ölüm raporunda ise ölüm şeklinin “bulaşıcı hastalık” diye belirtildiğini aktardı.

Yaya yolunda iş makinaları aktif olduğu için, insanlar araçlarla yoldan yürümek zorunda kalıyor. | Fotoğraf: Gezegen

Aktif olan Paket Postanesi giriş kapısı tarafında inşaat sürüyor. | Fotoğraf: Gezegen

Paket Postanesi kapısından çıkarak Galataport projesi nedeniyle ekonomik olarak olumsuz etkilendiği söylenen kıyı şeridinin hemen arkasında yer alan Karaköy esnafı ile konuşmaya gidiyoruz. Ancak, Galataport’un arka cephesinde hâlâ çalışan iş makinaları yayaların kaldırımını işgal ettiği için yoğun trafik nedeniyle duran araçların yanından yürünebiliyor.

Galataport nedeniyle Karaköy esnafı işlerinin azaldığını belirtiyor. | Fotoğraf: Gezegen

Konuştuğumuz Karaköy esnafının da ortak görüşü, Gemilerin yanaştığı Galataport’tan turistlerin çıkmaması üzerine kurgulanan büyük bir AVM” olduğu. Esnaf ayrıca, projeyle beraber işlerindeki azalmanın yanı sıra bir de fahiş kira artışları ile mücadele ettiklerini belirtiyor.

“Bugüne kadar 10’dan fazla gemi geldi, biz ne turist gördük ne başka bir şey. Gelen turistle bizim hiçbir alakamız yok.”

Karaköy’de kırtasiye dükkânı işleten Kâmil Bey. | Fotoğraf: Rabia Yılmaz

O esnaflardan biri de Karaköy’ün eski esnaflarından kırtasiye dükkânı işleten Kâmil Bey. Şu ana kadar 10’dan fazla turist gemisinin limana yanaştığını ancak buna rağmen satışlarının düştüğünü belirten Kamil Bey anlatıyor: “Biz sandık ki, turistler buraya gelecekler, burayı gezecekler, buradaki kafeteryalarda yiyip içecek, otellerde de kalacaklar, benden her zamanki gibi hediyelik eşya alacaklar ama hiç olmadı. Bugüne kadar 10’dan fazla gemi geldi, biz ne turist gördük ne başka bir şey. Gelen turistle bizim hiçbir alakamız yok.”

“3 bin TL olan kira 13 bin TL oldu”

Kâmil Bey ayrıca, Galaport projesiyle kiralarının artmasından şikâyetçi: “Sanki biz 30 kat fazla para kazanıyoruz ve işler yapıyoruz; 3 bin TL olan yer oldu 13 bin TL. Mal sahiplerimiz kiraları arttırdı. Şimdi kira gelirinin dört katı kira dört katı da stopaj veriyoruz. Bu yerin bize yüzde 10 bile yansıması yok. Galataport’un hiçbir olumlu etkisini görmedik, görmüyoruz. Sadece yanımızda, etiket oldu. Adı var. Galataport yatay bir AVM oldu. Orada birileri zengin oldu ya da birilerine yol açıldı. Artık kimdir bilemem. O işleri ben bilmiyorum. Ama biz mustaribiz.”

“Şu an işler iyi değil, çok az insan geliyor. Galataport ise dolu. Ama insanlar yakında yeniden buraya gelmeye başlayacaklar.”

Karaköy’de çay ocağı işleten Musa Bey.  | Fotoğraf: Rabia Yılmaz

Karaköy’de 40 yıldır çay ocağı işleten Musa Bey ile konuşmaya başlıyoruz. Musa Bey, turistlerin ve oraya giden halkın bir süre sonra kendilerine gelmeye devam edeceğini umut ediyor. Ancak şu an için tablo Musa bey için de Kamil Bey’in aktardığından farklı değil: “Bu proje bizi olumsuz etkiledi. Şimdi insanlar merak ettiği için oraya gidiyor. Bir süre sonra buraya gelmeye devam edecekler. Şu an işler iyi değil, çok az insan geliyor. Galataport ise dolu. Ama insanlar yakında yeniden buraya gelmeye başlayacaklar.”

“Bizim işlerimiz olumlu etkilenecek. Halk da duyarlılık gösterecek diye inanıyorum. Turistlerin de oraya çok akın edeceğini düşünmüyorum.”

Fotoğraf: Rabia Yılmaz

Arif Bey Köftecisi’nin işletmecisi Semra Hanım, projeye daha olumlu gözle bakanlardan. Galataport’un eski tarihi dokuyu koruduğunu ve esnaf kalitesini arttıracağını düşünen Semra Hanım, “Ben açılan yeri henüz gezmedim, kısmen biliyorum; ama bir biranın 100 TL olduğu söyleniyor. Kafesi olan arkadaşlarla şunu konuşuyoruz: ‘Gidip orada 100 TL’ye bira içmeyeceğine göre halk, bize gelecek. Dolayısıyla bizim işlerimiz olumlu etkilenecek. Halk da duyarlılık gösterecek diye inanıyorum. Turistlerin de oraya çok akın edeceğini düşünmüyorum” diyor.

Artan kiralara karşı ise Semra Hanım ekliyor: “Tabii kiralar arttı, daha artacak da. Kapitalist sistem sonuçta, sermayeye açılıyor, orası belli. Ama tarihi bir yerde, deniz kenarında da beton yığınlarının işi yok. Galataport projesi ile tarihi bu bölgenin eski saygınlığını kazanacağını düşünüyorum.”

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın maden yönetmeliğinde yaptığı değişiklikle zeytinlikler madencilik faaliyetine açıldı. Madencilik faaliyetinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı alanlara denk gelmesi durumunda zeytin ağaçlarının taşınarak sahada madencilik faaliyetleri yürütülmesine izin veren yönetmelik kamuoyunda tepkiyle karşılandı. Zeytincilik Kanunu’na ve hukuka aykırı görülen yönetmeliğin iptali için çevre kuruluşları tarafından dava açıldı. 2014 yılında santral projesi için 6 bin zeytin ağacının kesildiği Soma’da zeytinlikler yeniden tehdit altında. Kömür ocaklarının, termik santrallerin pençesinde olan Soma’da üç yıl önce bir termik santral daha açıldı. Elektrik enerjisi elde etmek için kömür yakan termik santraller, kül barajları ve bacasından çıkan partikül maddelerle çevre kirliliğinin yanı sıra sera etkisi yaratan gazları doğaya bırakarak küresel ısınmayı da artırıyor. Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı onaylaması ile kömürden çıkmak için tarih belirlememesi, yeni termik santraller planlaması ve zeytinlikleri maden işletmelerine açması iklim bilimciler tarafından çelişkili görülüyor.    

“Bu yatırımları yapanların sofralarında zeytin oluyor değil mi? Dilerim ki o zeytinler dile gelir de ‘Nasıl kestin benim ağacımı!’ der. Nasıl yiyeceksiniz o zeytinleri? Nasıl boğazınızdan geçecek?” Mustafa Akın’ı sekiz yıl önce Yırca köyünden bağlandığı canlı yayında bu sözleriyle tanıdı ülke.

Kolin Grubu’nun şirketi, 2014’ün eylül ayında Manisa’nın Soma ilçesine bağlı Yırca köyünde inşa etmek istediği kömürlü termik santral için 6 bin 666 ağaçlık zeytinliği tel örgüyle çevirmişti. Bakanlar Kurulu’nun aldığı acele kamulaştırma kararını aylar sonra tesadüf eseri öğrenen Yırcalılar, o günlerde yeşil zeytin hasadına hazırlanıyordu. Şirket köylülere ait zeytinlik alanı dikenli tellerle çevrelerken her gün onlarca ağacı kesiyordu. Zeytinliklerine giremeyen köylülerin çevre örgütleriyle birlikte başlattığı “zeytinime dokunma” nöbeti tüm ülkede yankılanmaya başlamıştı. Dayanışma büyüyor, şirket ise zeytinlikte özel güvenlik görevlisi sayısını artırıyordu. Fırtına 2014’ün 7 Kasım günü koptu, “ölmez ağaç” zeytine büyük bir operasyon düzenlendi. Sabaha karşı zeytinliğe giren şirketin iş makineleri binlerce ağacı birkaç saatte yerinden söktü. Köylülerin acele kamulaştırma işlemine karşı açtığı dava kapsamında Danıştay’ın verdiği yürütmeyi durdurma kararı ise o günün öğle saatlerinde duyuruldu. Aslında karar 28 Ekim’de verilmiş fakat Ulusal Yargı Ağı Sistemi’ne 10 gün sonra yüklenmişti.

“Ağaçlarıma madencilik diye el koyduğun zaman onu dikecek başka yerim yok.  20 ila 100 yıllık bir zeytin ağacını yerinden söküp başka yere dikerek yaşatma şansın yok”

Yırca Köyü muhtarı Mustafa Akın. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 9 Mart 2022

İş makinelerinin zeytinliğe girdiği gün canlı yayındaki sözleriyle herkesin içini titreten Mustafa Akın (62) hâlen Yırca köyünün muhtarlığını yürütüyor, olayın üzerinden yıllar geçmesine rağmen o günleri dün gibi hatırlıyor. Tam orada, sekiz yıl önce zeytin ağaçlarının kesildiği noktada buluşuyoruz Akın’la. Santral projesi için şirketin kestiği ağaçların yerine yeni zeytin fideleri dikilmiş. Yaklaşık sekiz yaşında olan o ağaçların arasında dolaşırken, iş makinesinin topraktan çıkaramadığı bir zeytin ağacını gösteriyor Akın. Gövdesi kesilen ağacın kökü yerinde ve çevresinden yeni dallar boy atmış. Akın, “Bu ağaç en az 250 yaşındaydı” diyor.

Mustafa Akın, sınıf öğretmenliğinden emekli. Yırca’da babasından kalan zeytinliği altı kardeşiyle paylaştığı için o zeytinlikten kendisine küçük bir pay düşmüş ama orada kendilerine ait bir tarlaya 2010’da eşiyle birlikte 200 adet zeytin fidesi dikmiş. Ancak zeytin ağacı meyvesini geç veren bir tür. O yüzden Ege ve Akdeniz köylerinde zeytin, doğan çocuk için dikilirmiş. Akın, sabırla beklemek gerektiğini söylüyor: “Zeytin ağacı yedi yaşında gübre, ilaç gibi bakım masrafını karşılamaya başlar. 12 yaşından sonra toplanacak miktarda zeytin çıkar ama asıl verimi 15 yaşından sonradır. Bugün 15-20 yaşındaki yetişkin bir ağacın zeytininden 10 kilo yağ alırsan bir ağaçtan yıllık 500 liraya yakın bir gelir elde edersin. Santral projesi için burada kesilen zeytinlerin en genci 10 yaşındaydı ama 60 ila 300 yıllık ağaçlar çoğunluktaydı içlerinde. Toprağımızı geri aldık, kesilen 6 bin ağacın yerine yenilerini diktik ama Yırcalı sekiz yıllık gelirini kaybetti.”

Yönetmelik uygulanırsa zeytinlikler yok olacak

Santral projesi iptal edildikten bir süre sonra Soma’da bir doğa tahribatı daha yaşandı. İstanbul-İzmir otoyolunun geçtiği Manisa ilinde Ziraat Mühendisleri Odası’na göre aralarında anıt ağaçların da bulunduğu toplamda 700 bin zeytin ağacı kesildi. Karayolları Genel Müdürlüğü’nün kamulaştırdığı zeytinliklerde kesilen ağaçların yaklaşık 4 bini otoyolun geçtiği Yırca köyündendi. Zeytin emekçisi Akın, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Maden Yönetmeliğinde yaptığı değişiklikle zeytin sahaları madencilik faaliyetine açıldığı için tepkili.

Resmî Gazete’de 1 Mart’ta yayımlanan yönetmeliğine göre, elektrik ihtiyacını karşılamak üzere maden işletmeleri, madencilik faaliyetinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlara denk gelmesi durumunda zeytin ağaçlarını taşıyabilecek ve zeytinliğe tesis inşa edebilecek. Yırca köyünün sınırında Kolin Grubu’nun işlettiği Deniş Kömür Madeni var. Akın, eğer yönetmelik uygulanırsa köyün doğusundaki zeytinliklerin yok olacağını söylüyor. Zeytin ağaçlarının taşınmasının da mümkün olmadığını düşünüyor: “Bir kömür madeninin ortalama ömrü aşağı yukarı 100 yıl. Ancak zeytinin ömrü 2 bin yıl. Altta maden var ama üsttekinin ekonomik değeri de en az 20 kat. Doğa açısından ise zeytinliklere paha biçilemez. Ben zeytinliğimdeki ağaçları nereye taşıyayım? Ağaçlarıma madencilik diye el koyduğun zaman onu dikecek başka yerim yok. ‘Devlet yeni yer verecek’ diyorlar. Devlet nereyi verecek? Orman arazisini. Bu sefer de ormanı yok edeceksin. 20 ila 100 yıllık bir zeytin ağacını yerinden söküp başka yere dikerek yaşatma şansın yok. Yeniden bir zeytin fidesi üretebilirsin ama o 100 yıllık ağaç ne olacak? Üstelik o ağaçlar Edremit türü dediğimiz siyah, yeşil renkleri olan sofralık zeytin ağaçları.”

Yasayla korunan yönetmelikle düzenlenemez

Türkiye’de yaklaşık 500 bin aile geçimini zeytincilikten sağlıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre 189 milyon zeytin ağacından 2021’de 556 bin ton sofralık, 1 milyon 183 bin ton yağlık zeytin elde edildi. Yönetmeliği çıkaran yetkililer elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetlerine “kamu yararı” dikkate alınarak izin verileceğini savunuyor. Doğa Derneği hukuk danışmanı avukat Özlem Altıparmak, ticarî işletmenin çıkarı ile kamu çıkarının aynı olmadığını vurguluyor. Türkiye’nin dünya çapında zeytin ve zeytinyağı üreten ilk beş ülke arasında olduğuna dikkat çeken Altıparmak, “Yönetmelikte madencilik sektörünün ticarî çıkarları, yurttaşların sağlıklı bir çevrede yaşama ve doğanın ekolojik, kültürel varlığını koruma haklarından üstün tutulmuş. Söz konusu yönetmeliğin kamu yararı taşıdığına dair iddia sadece madencilik sektöründen elde edilecek fayda ve yatırımların büyüklüğü ile ölçülemez. Her zaman savunduğumuz üzere ekonomik olan ekolojik de olmak zorundadır” diyor.

Çevre örgütleri, meslek odaları ve barolar yönetmeliğin iptali için dava açtı. Doğa Derneği, “zeytinin hakkını savunmak” isteyen yurttaşlara rehberlik etmesi gayesiyle bir dava dilekçesi hazırladı. Davanın gerekçesi Zeytin Kanunu’nun “zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az üç kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası dışında tesis açılamayacağını” hükme bağlayan 20. maddesine atıfta bulunularak şöyle açıklandı: “Kanunun açık hükmüne rağmen yönetmelik ile zeytinlik alanda madencilik yapılması mümkün hâle getirilmiştir. Normlar hiyerarşisi bakımından anayasa kanunların, kanunlar da yönetmeliklerin üzerinde yer alır. Bu nedenle bir yönetmelikle üst norm olan kanuna aykırı bir düzenleme yapılamaz. Kanunda yasaklandığı hâlde bir yönetmelik maddesiyle zeytinlik sahası içinde ve bu sahalara üç kilometre mesafede bir maden faaliyetine izin verilmesi hukuka aykırıdır.”

Avukat Altıparmak: Yönetmelikte madencilik sektörünün ticarî çıkarları, yurttaşların sağlıklı bir çevrede yaşama ve doğanın ekolojik, kültürel varlığını koruma haklarından üstün tutulmuş

2014’te Yırca’da kökü kurtulan ağaç. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 9 Mart 2022

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından yönetmelik değişikliği yapılarak kamu yararı gerekçesiyle zeytinlikler 2012 yılında da madencilik faaliyetlerine açıldı. Yönetmeliğin Danıştay tarafından iptal edileceği 2013 yılına kadar Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, üç kilometre sınırını içeren kanun maddesini askıya alarak 26 maden işletme ruhsatlı saha için “kamu yararı” kararı aldı. Bu dönemde madencilik faaliyeti için binlerce ağaç kesildi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bu kez 2014’te “zeytinlik sahayı” 25 dekar üzerinden tanımlayarak 10-15 dönümlük zeytinlikleri, zeytinlik sahanın dışında bırakacak bir yasa taslağı hazırladı. Kamuoyunda “zeytinliklerin imara açılacağı” biçiminde yer alan taslak farklı tarihlerde Meclis’e sunuldu fakat kabul edilmedi. Avukat Altıparmak, idarî mahkemenin kararlarını hatırlatarak “Zeytinlik saha tanımının daraltılmasının kanuna aykırı olduğu zaten tespit edilmişti. Yeni yönetmelikle değişiklik yapılan madde benzer konuda verilmiş Danıştay kararlarına da aykırılık teşkil ediyor” diyor.

Ekokırım suçunun kabulü caydırıcı olabilir

Zeytinliklerin madencilik faaliyetine açılması doğa yararına aykırı olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de son yıllarda kömür-altın madenciliği, taş ocakları, santral projeleri, ‘yap-işlet-devret’ modeliyle uygulanan projeler, imara açılan ormanlar dolayısıyla milyonlarca ağaç kesildi, dereler, nehirler kurudu. Doğa tahribatını konu alan eylemler uluslararası hukuk çevrelerinde “ekokırım suçu” üzerinden ele alınıyor. Stop Ecocide Foundation (Ekokırımı Durdurun Vakfı) tarafından Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) kuruluş metni Roma Statüsünde suç hâline getirilmesi önerilen ekokırım suçu “çevreye ağır ve geniş çapta ya da ağır ve uzun vadeli bir biçimde zarara yol açmasının kuvvetle muhtemel olduğunun bilincinde yasadışı veya keyfî olarak işlenen fiiller” diye tanımlanıyor.

Ankara Üniversitesi İklim ve Ekokırım Hukuk Kliniği Koordinatörü de olan  Altıparmak, ekokırımın bir suç olarak uluslararası mahkemede tanınması hâlinde insan merkezli hak anlayışına ek olarak doğa merkezli düşünme açısından da bir adım atılacağı görüşünde. “Doğaya verilen zarar uluslararası ölçekte de suç hâline gelecek ve sorumluları cezasız kalmayacak” diyen Altıparmak’a göre, ekokırım suçunun UCM’de kabul edilmesi diğer devletlerin de bu suçu iç hukuklarında suç olarak tanımalarını sağlayacak. Savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırım suçlarına bakan UCM’ye Türkiye taraf değil ancak Türk Ceza Kanunu’nda soykırım suçu tanımlanmış durumda. Altıparmak’a göre ekokırım suçu da böyle bir gelişme izleyecek.

Yırca’da kurulamayan santral Türkpiyala’da yapıldı

Soma’da 1913’ten beri kömürün çıkarıldığı Türkiye Kömür İşletmeleri’ne (TKİ) ait kömür havzasında Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre 205 milyon ton kömür rezervi var. TKİ’den özel şirketlerin hizmet alım sözleşmesi ve rödovans usulüyle kiralayarak işlettiği kömür ocaklarından birinde 2014 yılında meydana gelen maden faciasında 301 maden işçisi hayatını kaybetti. Çoğunlukla kapalı ocaklarda üretilen linyit kömürü elektrik üretimi dolayısıyla termik santrallerde yakılıyor.    

Soma’da aktif olarak çalışan iki kömürlü termik santral bulunuyor. Biri 2019’da Türkpiyala köyünde açılan Kolin Termik Santrali. Yırca köyündeki santral projesinin Çevresel Etki Değerlendirme raporu mahkeme tarafından iptal edilen Kolin Grubu, Türkpiyala’daki santrali, bu kez bin 100 dönüm araziyi köylülerden satın aldığı, üç köyün ortak kullandığı meranın da olduğu alana inşa etti. Türkpiyala, Bozarmut, Kayrakaltı, Çerkez-Sultaniye ve Kozluören açılan kül barajları, kurulan enerji nakil hatları, kömür taşıma bantları ve oluşan hava kirliliğiyle santralden doğrudan etkilendi. Bölgenin su kaynakları buhar üretme, soğutma ve temizleme işlemlerinin yapıldığı termik santral için kullanılmaya başlandı.

Yırca`daki kül dağı.| Fotoğraf: Sercan Engerek, 9 Mart 2022

Kül barajları toprağın kalitesini düşürdü

Diğer santral ise Somalının 1981’den beri bacasından çıkan dumanı soluduğu Soma Termik Santrali. Soma’nın girişinde bulunan bu santral sekiz yıl önce iş makinelerinin girdiği Yırca’daki zeytinliğin sınırında konumlu. Yöre halkı termik santralin kül barajlarından rahatsız en çok. Yırca’nın muhtarı Mustafa Akın, karşımızda duran kül dağını işaret ederek 40 yıldır rüzgârın da etkisiyle ovaya yayılan külün ve külden oluşan asit yağmurlarının toprağı verimsiz hâle getirdiğini söylüyor. Özellikle de yaz aylarında tarlalara yayılan kül tozundan çiftçinin tarım yapamaz hâle geldiğini anlatan Akın, “Burada herhangi bir tarlaya gir ve 50 adım at, kül tozundan dizine kadar simsiyah olursun. Dünyanın en meşhur kavunu Soma’nın sınırındaki Kırkağaç’ta yetişirdi. Şimdi yaprağının üstüne inen kül toprağın ve bitkinin yüzeyini kapladığı için kavun keleğini döküyor. Çünkü bitkinin havayla teması yok. Eskiden tütünün de merkeziydi burası. En az 150 hane tütün ekimi yapardı. Artık ne kavun ne de tütün tarlaları kaldı” diyor. Köydeki kül barajının büyük oranda dolduğunu belirten Akın, “Külü Soma’nın kuzeyinde Ayıklı dediğimiz bir yere depoluyorlar şimdi. Orası dolunca ne olacak?” diye soruyor.

Yırca’daki termik santral kül barajıyla tarımı etkilediği gibi doğal su kaynaklarını da kurutmuş. Termik santrallerde soğutma, buhar elde etme ve temizleme için kullanılan sular sıcaklık dereceleri yükselmiş olarak toprağa, yeraltı sularına, akarsulara ve denizlere boşaltılıyor. TÜİK’in, Su ve Atıksu İstatistiklerine göre 2020’de su kaynaklarından çekilen 18 milyon metreküp suyun 8 milyon metreküpünü termik santraller kullandı. Oransal olarak termik santrallerin su kullanımı yüzde 45’e tekabül ediyor. Termik santrallerden su kaynaklarına deşarj edilen atık su miktarı ise 8 milyon metreküp civarında. Akın, “Yırca’nın suyu tertemiz akardı. Derelerinden çıkan balık tüm köye yetiyordu. Yıllar içinde iki deremiz de kurudu. Şimdi köylünün ancak yüzde 10 kadarı kuyulardan yeraltı sularını kullanarak sulama yapabiliyor” diyor.

Prof. Dr. Kurnaz: ‘Temiz kömür’ lafını duyduğunuzda sakın aldanmayın, kömürün temizi olmaz

Devlet tarafından işletilen Soma Termik Santrali özelleştirme programı kapsamında 2015 yılında Konya Şeker Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi’ne satıldı. Çevre yatırımlarını yapmayan santrallerin faaliyet süresini uzatmak için 2019’da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) sunduğu yasa taslağı TBMM’de kabul edilmiş ve akabinde yasa Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından veto edilmişti. Altı üniteli Soma Termik Santrali’nin dört ünitesi bu süreçte baca gazı kükürt giderim tesisi, filtre sistemleri ve sera gazı salımıyla ilgili çevre yatırımlarını yapmadığı için kapatıldı. 2020’de altı ay kapalı kalan santral Geçici Faaliyet Belgesi ile yeniden çalışmaya başladı. Kapalı kaldığı süre boyunca da santrale Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ) tarafından 13,5 milyon lira kapasite kullanım mekanizması teşviki verildi.

Kömürden çıkış için hâlâ tarih belirlenmedi

Türkiye’de 2021’in aralık ayında üretilen linyitin yüzde 80’i ile taşkömürünün yüzde 60’ı termik santrallerde yakıldı. Doğaya salınan ve küresel ısınmayı artıran sera gazı emisyonlarının ise yüzde 72’sinden kömür, doğalgaz, petrol gibi fosil yakıtlarla enerji üreten santraller sorumlu. Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin müdürü Prof. Dr. Levent Kurnaz, sera gazlarının içinde kömürün yanmasından çıkan karbondioksidin ilk sırada yer aldığını vurguluyor. Ülkedeki çoğu termik santralin bacasına filtre sistemi kurulmadan işletildiğini belirten Kurnaz, “Filtre sistemleri pahalı olduğundan ve kömürün bir geleceği olmadığından elektrik üreticileri bu yatırımın altına girmek istemiyor. Girdiği zaman ise bunu ‘temiz kömür’ olarak sunuyor. Oysa kömürün asıl zararı olan karbondioksidi hiç dokunmadan atmosfere salıyorlar. Dolayısıyla ‘temiz kömür’ lafını duyduğunuzda sakın aldanmayın, kömürün temizi olmaz” diyor.

Sera gazı emisyonlarının yol açtığı iklim krizinde son yıllarda yangın, sel ve aşırı rüzgâr olaylarıyla, gıdaya erişim sorunlarıyla binlerce insan hayatını kaybetti. Doğa ve iklim bilimci Kurnaz, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) “İklim Değişikliği 2022: Etkiler, Uyum ve Kırılganlık” başlıklı raporundan hareketle kısa vadede 1.5 dereceye ulaşan küresel ısınmanın iklim tehlikelerini artıracağı, ekosistemler ve insanlar için çoklu riskler oluşturacağı tespitini yapıyor. “Krizi yaratan unsurları kontrol altına almada yavaş hareket ettiğimiz müddetçe göreceğimiz zarar da artıyor” diyen Kurnaz’a göre felaketlerden en çok etkilenen de gelişme merdiveninin en alt basamağında yer alanlar olacak.

Zeytinlikler. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 9 Mart 2022

Küresel ısınmayı iki dereceyle sınırlandırmayı ve mümkün mertebede 1,5 derecenin altında tutmayı hedefleyen Paris İklim Anlaşması’nı onaylamasından sonra Türkiye karbondioksit, metan, azot gibi gazların toplamı olan sera gazı emisyonunda “2053 net sıfır” hedefini benimsedi. Ancak 2012’de açıkladığı ve iklim uzmanları tarafından yetersiz görülen 2030 için emisyon artışından azaltım Ulusal Katkı Niyet Beyanını, anlaşmada öngörülen periyotlarda güncellemedi. Geçen şubat ayında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın ev sahipliğinde toplanan İklim Şurası’nda ise kömürden çıkış için bir tarih verilmedi.

Avrupa Birliği üyesi 10 ülke kömürlü santrallerini kapatırken 12 ülke 2030, yedi ülke de 2040’a kadar kömürden çıkacağını taahhüt etti. Bosna Hersek, Polonya, Sırbistan’la birlikte Türkiye henüz takvim belirlemeyen ülkelerden. Türkiye’de faaliyette 20 bin 331 Megawat kurulu güce sahip 68 kömürlü termik santral var. Ekosfer Derneği’nin “Türkiye’de Kömür” verilerine göre lisans alınan, inşaat aşamasında olan, ilân edilen toplamda 14 bin 230 Megavat değerinde sekiz adet yeni kömürlü termik santral projesi bulunuyor. Yedi proje ise izin aşamasında. Şimdiye kadar mahkeme kararları, ekonomik gerekçeler ve sivil toplum örgütlerinin mücadelesiyle 33 kömürlü termik santral projesi iptal edildi, sekiz proje ise donduruldu.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) “İklim Değişikliği 2022: Etkiler, Uyum ve Kırılganlık” başlıklı raporu, yerkürenin sera gazlarının etkisiyle ısınması sonucu iklim felaketlerinin gün geçtikçe arttığına dair bilimsel verilere dayalı son derece ciddi bulgular ortaya koydu. Rapora göre 2008’den bu yana, yıkıcı sel ve fırtınalar her yıl 20 milyondan fazla insanı yerinden etti. Günümüzde, dünya nüfusunun yarısı yılda, en az bir ay su güvencesizliği ile karşı karşıya. Orman yangınları, birden fazla bölgede geçmişe göre daha geniş alanlarda etkili oluyor ve onarılması imkânsız zararlara yol açıyor. Yakıcı kuraklıklar, aşırı sıcaklıklar ve rekor düzeyde sel felaketleri şimdiden milyonlarca insanın gıda güvenliğini ve geçim kaynaklarını tehdit ediyor.

Birleşmiş Milletler’in oluşturduğu IPCC’nin iklim kriziyle ilgili 34 binden fazla yeni bilimsel çalışmayı bir araya getirerek hazırladığı rapor, çok geniş bir ortak kabulü yansıtması açısından büyük öneme sahip. Farklı alanlardan 270 bilim insanının katkılarıyla hazırlanan ve 195 hükümet tarafından onaylanan rapor, 14-26 Şubat tarihleri ​​arasında gerçekleştirilen genel kurul oturumunun ardından kamuoyuna sunuldu.

➀ Rapor ne diyor?

İklim krizinin ekosistemler ve toplumlar üzerindeki etkilerinin incelendiği raporda, önceki IPCC değerlendirmelerine göre bu kez çözümlere daha fazla odaklanılıyor. IPCC ayrıca farklı çalışma alanları arasındaki entegrasyonu arttırmayı de önemsiyor. Raporda yer verilen, iklim değişikliğindeki riskleri değerlendirmeyi sağlayacak birçok bilgi, paleoiklim başta olmak üzere çeşitli bilim dallarının ortak çalışması ve gözlemler sonucu kaleme alınmış. Buna ek olarak raporu hazırlayanlar sürdürülebilir, esnek ve adil bir gelecek zemininde iklimle ilişkili riskleri azaltmaya yönelik adımlar öneriyor. Bilim insanları ayrıca artan emisyonların insanlar ve çevre için oluşturduğu risklere de dikkat çekiyor.

➁ Nasıl bir iklim politikası olmalı?

Raporda yapılan en önemli uyarı iklim politikalarının kapsamıyla ilgili. Şu anda 1.1°C olan küresel ısınma artışını 1.5°C’de tutmak için hayata geçirilecek kısa vadeli eylemlerin yeterli olmayacağı vurgulanıyor. Bu politikalarla insan yaşamında ve ekosistemlerde iklim değişikliği kaynaklı yaşanan kayıpların daha yüksek ısınma seviyelerine göre önemli ölçüde azalabileceği belirtiliyor. Ancak tüm kayıpları ortadan kaldırmak için çok da uzun soluklu stratejiler gerektiğine dikkat çekiliyor. Hâlen yürütülmekte olan emisyon politikaları ve taahhütler ise hayli yetersiz. Zira bilim insanları, bu politikaların olduğu gibi uygulanmasının dünyayı yaklaşık 2.3-2.7°C ısınma noktasına getireceğini söylüyor.

CAN Europe Direktörü Chiara Martinelli. | Kaynak:  @MartinellChiara

“Ukrayna’da, Rusya’da, bölgede ve tüm dünyada sivillerin acı çektiği bu korkunç günlerde, daha fazla insani felaket istemiyoruz. IPCC raporu çok net: 1.5°C hedefinde kalmak, olumsuz iklim etkilerini büyük ölçüde sınırlayabilir”

Görüşlerini Gezegen ile paylaşan İklim Eylem Ağı (CAN) Europe’a göre iklim krizi uzak bir gelecek değil, günümüzün gerçeği. Kaybedecek zaman yok, ve zaman gün geçtikçe daralıyor. IPCC raporunu, iklim krizini gezegendeki tüm insanları ve doğanın yaşamı nasıl etkilediğine dair en kapsamlı belge olarak tanımlayan CAN Europe, karbondiyoksit ve diğer ısı tutucu emisyonların, hükümetlerin Paris Anlaşması kapsamında kabul ettiği 1,5°C sınırı içinde tutmayı mümkün kılacak şekilde hızlı hareket edilmesi gerektiğini vurguluyor. Kuruluş ayrıca tüm ülkelere, hükümetlerdeki karar vericilere ve Avrupa’daki tüm şirketlere, fosil yakıtlardan arındırılmış bir enerji sistemine hızla geçiş yapmaları için eylem çağrısında bulunuyor.

CAN Europe Direktörü Chiara Martinelli de Gezegen’e yaptığı açıklamada durumun aciliyetine dikkat çekiyor: “Ukrayna’da, Rusya’da, bölgede ve tüm dünyada sivillerin acı çektiği bu korkunç günlerde, daha fazla insani felaket istemiyoruz. İklim değişikliğinin etkilerine ilişkin yeni IPCC raporu çok net: 1.5°C hedefinde kalmak, olumsuz iklim etkilerini büyük ölçüde sınırlayabilir.” IPCC raporunda üç milyardan fazla insanın çok hassas koşullarda yaşadığı ve etkilerin önümüzdeki yıllarda önemli ölçüde artacağı sonucuna varıldığını söyleyen Martinelli, “gelişmiş ülkeler, iklim değişikliğinin etkilerinin ön saflarında yer alan insanların ihtiyaçlarını karşılayan yenilikçi finansman seçenekleri yaratırken, mevcut finansal ve teknik araçlara dayanan pratik destek sağlamalıdır” diyor.

➂ İklim krizi insan sağlığına doğrudan nasıl etki edebilir?

Raporda bilim insanları Covid-19 pandemisinin iklim üzerindeki etkilerinin de değerlendiriyor. Pandeminin sağlık sistemi yatırımlarının yetersizliğini ortaya çıkardığının özellikle altı çiziliyor. Bilim insanlarına göre bu yetersizliklerin pek çoğu aynı zamanda iklim krizi açısından riskleri de arttırabilir. Dikkat çekilen bir diğer nokta ise iklim krizinin etkilerinin, sosyal eşitsizliğin artmasıyla daha da kötüleştiği. Bilim insanları  özellikle sivil toplum kuruluşları ve yerel yönetimlere, kentsel kırılganlıkları azaltmak ve riskleri yönetmek için hâlihazırda sosyal ve ekonomik kalkınma üzerine çalışan kurumlarla koordineli bir şekilde eyleme geçmelerini tavsiye ediyor.

Rapora göre iklim krizinin insan salgınlara doğrudan etkisi de söz konusu olabilir. İklim koşullarının değişmesiyle sivrisinek kaynaklı dang hummasının bu yüzyılının sonuna kadar milyarca kişiye yayılması riskine dikkat çekiliyor. Fiziksel sağlığın yanı sıra iklim aşırı olaylarından kaynaklanan travma, geçim kaynaklarının ve kültürün kaybı nedeniyle insanların ruh sağlığının olumsuz etkilendiği belirtiliyor. Ayrıca aşırı sıcaklık nedeniyle sağlık sorunları ve erken ölümlerde önemli artışların yaşanacağı, hatta yeni hastalıkların ortaya çıkabileceği konusunda uyarılar yapılıyor.

➃ İklim krizinin sosyoekonomik sonuçları ne olacak?

Aşırı hava olayları ve buna bağlı olarak yaşanan sel ve kuraklığın yol açtığı gıda krizi ve yetersiz beslenme insani krizleri derinleştiriyor. Bu durumdan özellikle küçük ada devletlerinin orantısız bir şekilde etkilendiğini aktaran raporda, sıcak hava dalgası, hava kirliliği ve temel alt yapının sınırlı kapasiteleri nedeniyle kentlerde gözlemlenen iklim değişikliğinin insan sağlığı için yüksek risk oluşturduğuna da dikkat çekiliyor. Kentlerdeki bu olumsuz etkiler ise daha çok sosyal ve ekonomik olarak marjinalleşmiş kent sakinleri arasında, yani gayri resmi yerleşim yerlerinde yoğunlaşıyor.

Özellikle tropik bölgelerde, sıcaklık ve kuraklığın birleşik etkileri insanları tehdit ediyor. Artan sıcaklık tarımsal verimde ani ve önemli kayıplara yol açarken, işgücü verimliliği düşecek ve sıcaklığa bağlı ölümler artacak. Bu nedenle insanlar kuraklığa bağlı kayıpların üstesinden gelmek için daha fazla çalışamayacak durumda olacak. Gıda fiyatları yükselecek ve ailelerin gelirleri düşecek. Aynı zamanda gıda güvenliğini tehlikeye atan ve yetersiz beslenmeye yol açan yıkıcı bir eşleşme gerçekleşecek.

Dünya genelinde yaklaşık 3.4 milyar insan kırsal alanlarda yaşıyor ve birçoğu iklim değişikliğine karşı oldukça savunmasız konumda. Söz konusu insanları için sosyal koruma programlarına entegre etmek için yapılacak temel altyapı hizmetlerinin iklim değişikliğine direnci artıracağını belirten IPCC raporu, oluşturulacak sosyal güvenlik ağlarıyla kırsaldaki ve kentlerdeki en savunmasız kişilerin iklim değişikliğine karşı uyum kapasitelerinin artırılması öngörülüyor.

Türlere ve biyolojik çeşitliliğe etkisi ne olacak?

İklim değişikliği aynı zamanda türlere ve tüm ekosistemlere zarar veriyor. Altın kurbağa ve Bramble Cays Melomys (küçük bir kemirgen türü) gibi hayvanların soyları, küresel ısınma nedeniyle yok oldu. Uçan tilki, deniz kuşları ve mercanlar gibi diğer hayvanlar toplu ölümler yaşıyor. Binlercesi de daha yüksek enlemlere ve yüksekliklere gitmek zorunda kaldı.

Bitki örtüsündeki yok oluş da ciddi boyutlarda. Raporda mangrovların deniz seviyesinin yükselmesine karşı koyamayacağı ve büyük ölçekli ağaç ölümleri gerçekleşeceği gibi değişiklikler öngörülüyor. 1.5°C’lik ısınmada dünyadaki birçok buzul ya tamamen yok olacak ya da kütlelerinin çoğunu kaybedecek. Bu neden 2030 yılına kadar 350 milyon kişi daha su kıtlığı yaşayacak ve karasal türlerin yüzde 14’ü yüksek yok olma riskiyle karşı karşıya kalacak.

Türkiye için öne çıkan riskler neler?

Bilim insanlarının bulguları ışığında artan iklim felaketlerinin ise dünyanın “yeni normali” hâline geleceğini söyleyebiliriz. Ancak kuraklık, sel ve fırtına gibi aşırı iklim olaylarının en savunmasız bölgelerdeki insanları diğer bölgelerdeki insanlara kıyasla öldürme olasılığı 15 kat daha fazla. Bu bölgelerin içinde de risk sınıflandırması sosyoekonomik kriterlere, yani yerleşim yerinin güvenliği, cinsiyet, etnik köken, gelir seviyesi gibi değişkenlere göre yapılıyor.

IPCC’ye göre aşırı hava olaylarına karşı Avrupa’nın en kırılgan ülkesi Türkiye. Raporda, emisyon salınımı önemli ölçüde azaltılsa bile 2050 yılına gelindiğinde Avrupa’da aşırı sıcaklar sonucu gerçekleşen ölüm sayısının yılda 30 bin kişiye ulaşabileceği belirtiliyor. Artan ısınmaya bağlı olarak ölüm sayısının bu yüzyılın sonuna kadar üç kat artması bekleniyor.

Su sıcaklıklarındaki artış denizdeki biyolojik çeşitliliği de etkileyecek. Emisyon salınımı düşük seviyelerde görülse dahi, Akdeniz balık türlerinin yaklaşık yüzde 10’u kaybolacak. Bu oran eğer sıcak artışı yüksek seviyede gerçekleşmesi durumunda yüzde 60’a yükselebilir. Diğer coğrafyalarda olduğu gibi Türkiye’de de deniz seviyesinin yükselmesi sahildeki yaşam alanlarını tehdit ediyor.

Isınmanın artmasıyla Türkiye’nin su varlığında azalma gerçekleşecek. Özellikle İstanbul kuraklığa bağlı ekonomik kayıp karşısında en kırılgan kent durumunda. Emisyonların yüksek olması durumunda ise Beyşehir Gölü 2070 yılına gelindiğinde tamamen kuruma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.

IPCC raporu, en az 170 ülkenin iklim politikalarının adaptasyonunu da içeriyor, ancak birçoğu henüz planlamanın ötesine geçerek uygulamaya konulmadı. Mevcut uyum seviyeleriyle ihtiyaç duyulanlar arasında, büyük ölçüde sınırlı mali destekten kaynaklanan bir boşluk var. Ancak karamsar tabloya rağmen mevcut uyum seçenekleri, yeterince finanse edilirlerse ve daha hızlı uygulanırlarsa iklim risklerini azaltabilir.

Rize’nin İkizdere ilçesinde yerel halkın yaklaşık bir yıldır eylemlerini sürdürdüğü taş ocağı için bilirkişilerin verdiği “Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) gerekli değildir” kararının teknik olarak yeterli ve uygun olmadığını belirtmesinin üzerinden neredeyse beş ay geçti ancak hâlâ bir işlem yapılmadı.

Bilirkişi 14 Ekim 2021 tarihli raporunda, proje tanıtım dosyasının eksik ve yetersiz olduğuna dikkat çekmiş, yapılacak taş ocağının ekosisteme zarar verecek yapıda olduğunu kaydetmişti. Raporda vurgulanan bir diğer nokta, alternatif alanlar konusunda yeterince inceleme yapılmadığı ve projenin usulsüz olduğu yönündeydi. Rapor, Cengiz İnşaat’ın projesine karşı aylarca direnen bölge halkı için bir umut kaynağı olsa da yürütmenin durdurulması ve iptal talepleriyle açılan davanın görüldüğü Rize İdare Mahkemesi henüz bir duruşma tarihi dahi açmadı.

Tabii bu sırada önünde yasal olarak hiçbir engel olmayan şirket, çalışmalarına durmak bilmeden devam etti. Önündeki tek engel nöbetlerle, eylemlerle direniş gösteren insanlardı. Köylülerin taş ocağına karşı bir araya geldikleri direniş alanı bir gece acele kamulaştırma kararıyla halkın olmaktan çıkıp Cengiz İnşaat’ın himâyesine geçti. Acele kamulaştırma kararları sadece bu alanla sınırlı kalmadı, sayısını net olarak öğrenemesek de çok sayıda köylünün tarlalarının bulunduğu araziler için de bu karar verildi. Suyu kirlenen, doğası katledilen bölge halkı bir gecede geçim kaynaklarını da kaybetmiş oldu.

Mahkeme ek bilirkişi raporu istedi

Bilirkişi raporuna rağmen mahkemenin adım atmaması üzerine İkizderelilerin avukatlarından Yakup Okumuşoğlu, herhangi bir işlem yapılmamasını gerekçe göstererek dosyada aşama kaydedilmesi, dosyanın tekemmül ettirilmesi talepleriyle çok sayıda dilekçe yazdı. Nihayet mahkeme, Ulaştırma Bakanlığı ve Rize Valiliği’nin dosyaya sunduğu itirazları da göz önüne alarak bir ara karar verdi ve ek bilirkişi raporu alınmasını istedi. Dosya yaklaşık bir ay önce bilirkişiye gitti, ancak bilirkişiler raporu hazırlayamadıklarını söyleyip bir ay ek süre istedi. Vadideki yıkım da bu sürede devam etti.

“Ocak 2021’de açtık davayı, bir yıl geçti üzerinden. İki yıl da yargı süreçlerinde geçer derken istediklerini yine yaparlar. Çünkü Türkiye’de uygulama bu”

“İktidarla yakınlığı ile bilinen Cengiz İnşaat işin içinde. Bu nedenle mahkeme için de oldukça güç bir karar, arada kaldıklarını düşünüyorum,” diyen avukat Yakup Okumuşoğlu, böyle bir durumda hukukun alması gereken tavrı bir kanun maddesiyle hatırlatıyor. “İdari yargılama usul kanunu 27. Maddesinde denir ki ‘etkisi tükenecek işlemlerde idarenin savunması dahi alınmadan yürütmeyi durdurma kararı verilebilir’ Şimdi bütün dünyanın gözü önünde o ağaçlar kesildi. Yerine koymak mümkün mü? Hayır, değil. O kadar dağ taş patlatıldı, hafriyatlar çıkarıldı. Bunu mahkeme duymadı mı? Mutlaka duydu. Ancak bir yürütmeyi durdurma kararı dahi verilemiyor” diyor Okumuşoğlu. “Mahkemeyi de mevcut siyasi konjonktürü de anlıyorum fakat adalet de hukuk da bu değil.”

“Rize İdare Mahkemesi’ni Yeşil Yol’dan tanıdık”

Özellikle Doğu Karadeniz olmak üzere Karadeniz Bölgesi’nin tamamı çok sık yol, tünel, taş ocağı, maden, hidroelektrik santraller (HES), baraj gibi birçok projeyle gündeme gelirken, bu projelerin en büyüklerinden biri Yeşil Yol’du. Yakup Okumuşoğlu, yaylaları geniş, asfalt yollarla birbirlerine bağlamayı hedefleyen ve yaklaşık 2 bin 600 km uzunluğundaki bu yola karşı açılan davanın da avukatlarından biriydi. Dava dosyası ise yine Rize İdare Mahkemesi tarafından incelenmişti.

Okumuşoğlu’nun aktardığına göre Rize İdare Mahkemesi, Yeşil Yol’un yürütmesinin durdurulması ve iptali talebiyle açılan davayı bilirkişi görüşü dahi almadan “yol mera alanlarından geçiyor ve bu alanlarda da vatandaşların hakkı yok” diyerek reddetti. Avukatlar itiraz ederek kararı istinafa taşıdı ve istinaf, idare mahkemesinin kararını kaldırdı.

İkizdere’de çok sayıda köylünün köylünün tarlalarının bulunduğu araziler için de bu karar verildi.| Fotoğraf: Osman Baş, İkizdere Çevre Derneği

Dava tekrar başlayınca mahkeme bu defa bilirkişi raporu istedi ancak uzun bir süre keşfe gidilmedi. Nihayet bir sürü dilekçeden sonra bilirkişi incelemesine karar verildi. Rapor, Yeşil Yol projesi hakkında olumsuz görüş verdi ancak mahkeme tıpkı İkizdere’de olduğu gibi uzun bir süre karar vermedi.

Avukatlar projenin yapımının sürdüğünü belirterek “artık yol bitti, karar verin” diye dilekçe verince duruşma yapıldı. Mahkeme hemen karar vereceğini söyledi ancak bu ara kararın ardından da üç aylık bir zaman daha geçti ve karar açıklanana kadar yol bitti. Avukatlar “yol bitti, artık karar verebilirsiniz” deyince mahkeme o beklenen kararını nihayet açıkladı: “Çevreye zarar olabilir ama ekonomik faaliyetler çevreye verilecek zarardan daha önemlidir. Kamu yararı ekonomik faaliyetlerdir” diyen mahkeme en sonunda davayı reddetti. Karar tekrar istinafa taşındı ve istinaf, idare mahkemesinin kararını yine kaldırdı. Rize İdare Mahkemesi bu defa proje için iptal kararı verdi, fakat yol çoktan bitmişti.

“Biz idare mahkemesinin bu pratiklerini biliyoruz” diyen avukat Okumuşoğlu, İkizdere için de benzer bir sürecin işletileceğini öngörüyor. “Zaten üç yılda projenin biteceği söyleniyordu. Biz Ocak 2021’de açtık davayı. Bir yıl geçti üzerinden ve geriye kaldı iki yıl,” diyor. “İki yıl da yargı süreçlerinde geçer derken istediklerini yine yaparlar. Çünkü Türkiye’de uygulama bu.”

Taş ocağı Bakanlığa sunulan ÇED dosyasında yoktu

Projedeki en büyük usulsüzlüklerden bir tanesi Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın lojistik liman için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na başvururken hazırladığı ÇED dosyasında gösterdiği taş ocağı açılmayacağı taahhüdüne karşılık taş ocağı açılması. Bakanlık ÇED dosyasında lojistik liman için ihtiyacı olan taşı, yakın civardaki mevcut izinli ve ruhsatlı taş ocaklarından karayolları nizamnamesine uyarak taşıyacağını beyan ediyordu. Dolayısıyla ÇED kararını veren Çevre Bakanlığı da taş ocağıyla ilgili herhangi bir çevresel değerlendirme yapmadı ve lojistik limanla ilgili “ÇED Olumlu” kararı verdi.

Fakat aynı Ulaştırma Bakanlığı daha sonra Rize Valiliği ile iletişim halinde lojistik liman için taş ocağı açmak istedi ve alanın büyüklüğünü 25 hektarın altında tutarak ÇED sürecinden muaf oldu, “ÇED Gerekli Değildir” kararı aldı. “Koskoca bakanlığın diğer bakanlığa yapmayacağını söyleyip arkasından gidip valilikten taş ocağı izni almak suretiyle yürüttüğü bir faaliyet söz konusu. Yüz kızartıcı. Bunlar bir devletin ciddiyetiyle bağdaşmayacak hareketler,” diyor Okumuşoğlu. “Ne savunma verirlerse versinler hangi piyasa bilimcisinden rapor alırlarsa alsınlar orada bir görüntü var ve hepimiz görüyoruz onu. O görüntüyü bilirkişi raporuyla, ÇED süreciyle, mahkeme kararıyla vesaire kimse açıklayamaz. Kral çıplak.”

Funda Okyar | Fotoğraf: Osman Baş, İkizdere Çevre Derneği

“Elimiz kolumuz bağlı, bizim devletimiz de Cengiz’den yana.”

Avukat Okumuşoğlu, bölgede geriye kalan araziler için de acele kamulaştırma girişimlerinin devam ettiğini ve onlarla ilgili ayrıca davalar açtıklarını söylüyor. “Bazen Karayolları yapıyor bu işi bazen de Ulaştırma Bakanlığı. Acele kamulaştırma dediğiniz şey el koyma işi. Milletin arazilerini düşük fiyatlarla ellerinden alıp şirketlere veriyorlar” diyor.

“Bir baktık ki tapulu arazimiz bizim değilmiş…”

Funda Okyar 44 yaşında, İkizdereli bir kadın. Kendisi şu an Tokat’ta yaşasa da her yaz ailesinin yaşadığı köyüne, İkizdere’ye gidiyor. Direniş sürecinde de İkizdere’deymiş Okyar. Hatta geçtiğimiz günlerde maliyeden kendisine gelen bir yazıda o günlerde “sokağa çıkma yasağını deldiği” gerekçesiyle dört ayrı para cezası kesildiğini öğrenmiş. Toplam 3600 lira borç çıkarılmış Funda Okyar’a. Şimdi de annesinin arazileri acele kamulaştırmayla ellerinden alınıyor: “Annem sabaha karşı bir ses duyup dışarı çıkıyor ve jandarmanın etrafı sardığını görüyor. Çalışmaya müdahale edilmesin diye kimseyi evden de çıkarmıyorlar. Bir de bakıyoruz ki sonunda tapulu arazimiz bizim değilmiş.”

Köyde yaşayan insanların bütün varlığı toprakları. “Annemin çayı, patatesi, soğanı, fasulyesi her şeyi vardı. Geçim kaynağıydı orası annemin ve artık yok. Ceviz ağaçlarımızı, üzümlerimizi yok ettiler. Annem artık evi de gidecek diye korkarak bekliyor ama ‘Ölürsem de burada ölürüm bırakmam’ diyor. Bir aylığına İstanbul’a gitse orada bile duramıyor bu kadın,” diyor Okyar. Yaz sonunda Tokat’a geri dönen Okyar, “fotoğrafları gördükçe, yıktıkları yerlere baktıkça çocukluğumuzun gittiğini hissediyoruz” diyor.

Sadece acele kamulaştırma kararları değil. Musluktan akan suyu her türlü ihtiyaçları için kullanan İkizdereliler artık sularını da içemiyor. Okyar’ın söylediğine göre, Ekim 2021’in sonlarında Sağlık Bakanlığı’ndan yetkililer köye gidip sudan numune almış ve su için “kesinlikle kullanılamaz” kararı vermiş. Köylüler artık diğer köylerden su taşıyarak ya da hazır su alarak ihtiyaçlarını karşılıyor: “Ben şu an 44 yaşındayım, doğup büyüdüğüm o yerde bir gün hazır su aldığımı bilmem. Şimdi ya hazır alıyoruz ya da karşı köye gidip el arabasıyla bidonları doldurup taşıyoruz. Hayvanlarımıza da içiremiyoruz bu suyu. Ama elimiz kolumuz bağlı, bizim devletimiz de Cengiz’den yana.”

Terhan Baş | Fotoğraf: Osman Baş, İkizdere Çevre Derneği

“Sadece benim 500 cevizimi kesti, öbür komşularınkini demiyorum bile. Bunlardan ne bir kuruş verdi ne de başka bir şey”

80 yaşındaki Terhan Baş ise sabah namazı için kalktığında abdest alırken fark ediyor sudaki kirliliği. “Bizim oranın suyu o kadar güzeldi ki tatlı bir suyu vardı. Bir gün sabah kalktım abdeste ağzıma su verirken bir şeyler geliyor, dilim acıyor. Dedim bakayım toprak, taş. Bizim İkizdere’miz bitti. Millet gelip bizim dereden arabalarla su taşırlardı. Şimdi su içen hasta oluyor. Bizi yıktı kapattı, Allah ocağını yıksın kapatsın onun.”

Baş’ın 60 senedir nice emeklerle ekip biçtiği tarlaları, ağaçları da acele kamulaştırma kararıyla el konulan araziler içinde kalmış. Mart ayının sonunda evini de bırakıp yaylaya gideceğini anlatıyor: “60 senedir biz burada mısır ektik, çay ektik. Büyüklerimiz biraz toprak buldular mı bizi çağırıp derdiler ki gelin şu toprağı koyun da iki mısır olsun orada. Öyle yaptık ne hallerle yaptık biz bu tarlaları. Üzüm diktim, incir diktim, her şeyi yetiştirdim. Sabaha yarım saat kala kalkardık giderdik meşeye, toprağın altını gözümüz görmezdi ellerimizle bula bula ekerdik o bahçeleri. Şimdi geldi kırdı oraları. Sadece benim 500 cevizimi kesti, öbür komşularınkini demiyorum bile. Bunlardan ne bir kuruş verdi ne de başka bir şey. Ağaçları kesti odununu da aldı gitti.”

Baş, İkizdere’nin eski halinden eser kalmadığını söylüyor. “Yolları kestiler. 30-40 araba taş toprak çekiyor. Aramızda 10 metre yok. Şimdi ben burada yatıp nasıl rahat edeyim sesten, kokudan, tozdan. O kadar güzeldi ki bizim orası gelen bayılırdı. Güzel ormanın içiydi, şimdi gör orayı oldu soyulmuş bir dağ. Arazimizi alıp yol ettiler. Evin karşısından yol, altından yol, üstünden yol. Yol baba yol. Mazot kokusundan ne balkonda oturabilirsin ne keyif edebilirsin. Bir evimiz kaldı elimizde. Şimdi Mart ayının sonunda gideceğim, çaylık yok, tarla yok bir şey yok gidip yaylada kalacağım. Benim zamanım geldi ben öleceğim ama çocuklarımı düşünüyorum. O kadar kişinin ahını aldılar illaki bulurlar. Biz görmeyiz ama çocuklarımız görürler.”

Dağıstanlı: Vadinin ruhu yok oldu

Ekolojist Eren Dağıstanlı ise İkizdere’nin geleceği için hâlâ umutlu. Mahkemenin şu an yürütmeyi durdurma kararı vermesi ve kararın hemen uygulanması durumunda “biz el ele verir doğayı yeniden yeşertiriz” diyor. Ancak bölgede artık arıcılık yapılamayacağına emin olduklarını ve derede bir canlı yaşamı kalmadığını da ekliyor. Yıkımın doğal hayatı nasıl etkilediğinin ancak bahar aylarında görülebileceğini belirtiyor Dağıstanlı.

“Dereler kirlendi, hafriyatla dolduruldu. Kestane, kayın, gürgen gibi çok sayıda ağaç yok edildi ve hala yok ediliyor. İnsanlar tozun toprağın içine gömüldü ve kamyonların, yıkımın gürültüsüne hapsedildi. Son olarak da insanların yaz boyu nöbet tuttukları fiili bir direniş alanına döndürdükleri eski bir fabrika alanı olan yer de acele kamulaştırmayla el konularak yıkıldı,” diye özetliyor bölgedeki son durumu. “Büyüleyici bir faunası vardı buranın. Şimdi aynı dağa dönüp baktığında zikzak çıkan çıplak bir yol ve tırmanan iş makinalarından başka bir şey göremiyorsunuz. Vadinin ruhu yok olmuş durumda.”

Taş ocağı ve ağaç kesimleriyle beraber yollar İkizdere ve İşkencedere Vadisi’nin bütün çehresini değiştirdi. | Fotoğraf: Osman Baş, İkizdere Çevre Derneği

İkizdere direnişi Nisan 2021’den beri sürüyor

Rize’nin İkizdere ilçesinde yapılacak olan lojistik liman inşaatında kullanılmak üzere ihtiyaç duyulan taş ocağı için Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, ilçedeki İşkencedere Vadisi’nde 22 Mart 2021’de acele kamulaştırma kararı alındı. Bunun üzerine köylüler harekete geçerek, vadinin girişine çadır kurup nöbet tutmaya başlarken, alınan kararı da yargıya taşıdı. Ancak inşaatı gerçekleştirecek olan Cengiz Holding çalışanları 21 Nisan 2021’de vadiye girerek taş ocağı için yol açma çalışmalarına başladı.

Jandarma eşliğinde gelen şirket çalışanları, vadi girişine çadır kurup nöbet tutan vatandaşlardan çadırlarını kaldırmalarını istedi. Nöbet tutan vatandaşların tepkilerine rağmen çadırlar kaldırılırken, jandarma vadi girişine barikat kurdu.

Kısa sürede iş makineleri çalışmaya başlarken, bölge halkı da vadiye akın etti. Vatandaşlar, vadide çalışma yapan firma yetkilerinin herhangi bir izinlerinin olmadığını, yapılan çalışmanın yasa dışı olduğunu söyledi. Direnen köylüler, eylemleriyle iş makinalarının alandan ayrılmasını sağladı.

Kolluk kuvvetleri köylülere sokağa çıkma yasağına uymamaktan dolayı para cezası uyguladı. Köylüler cezalara rağmen direnmeye devam etti. 25 Nisan 2021’de yolları kesilen köylüler orman içlerinden iş makinalarının yanına geldi ve faaliyetin durmasını ve jandarmanın çekilmesini istedi.

Jandarma çekilmedi ve direnişin sürmesi üzerine köylülere biber gazı ile müdahale etti. Müdahale esnasında bazı kadınlar yaralandı, köylüler de gözaltına alındı. Aralarında İkizdere Dernekleri Federasyon Başkanı Ziya Yıldırım’ında olduğu köylüler daha sonra serbest bırakıldı. Köylülere üç günlük sokağa çıkma kısıtlaması nedeniyle de para cezası kesildi.

Direnişe rağmen inşaat sürerken Cengiz İnşaat’ın 3 Mart 2021’de kapasite artışı talebiyle başvuru yaptığı ve Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı 11. Bölge Müdürlüğü’nün, şirkete yeni bir taşocağı açması için izin verdiği ortaya çıktı. Bu sırada köylüler avukatları aracılığıyla projeyi yargıya taşıdı.

Bilirkişi ne dedi?

Davanın görüldüğü Rize İdare Mahkemesi bilirkişi keşfi yapılmasına karar verdi. Ekim ayında bölgede incelemeler yapan bilirkişiler hazırladığı raporu 14 Ekim 2021’de mahkemeye sundu. Raporda, şirketin sunduğu proje tanıtım dosyasının (PTD) eksik ve yetersiz olduğuna, madenin bölgenin ekosistemine zarar verileceğine dikkat çekildi.

PTD’de bölgedeki orman varlığına ilişkin eksik bilgiler yer aldığını belirten bilirkişiler, dosyada yer almayan Kızılçam gibi 20’nin üzerinde yapraklı ağaç bulunduğunu ve oluşacak tahribatın yöre halkı açısından yaşam alanları yönüyle kabul edilemez olduğunu vurguladı. Faaliyet sonrasında ise bölgenin ağaçlandırılması süreci ile ilgili yeterli bilgi olmadığı ifade edildi.

Bilirkişiler, arazinin eğimli olması erozyon riski taşıdığını ve bitki örtüsünün kaldırılması riski artırdığını belirtti. Ayrıca PTD’de, yer altı ve yer üstü sularına ilişkin bilgilerin bilimsel ve teknik anlamda eksik olduğu ifade edildi.

Cengiz Holding’in açmak istediği taş ocağı, doğal sit alanı olan İkizdere-İşkencedere Vadisi’nde yer alıyor. Vadi, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından “Termal ve Kış Turizmi Yeni Destinasyonu” olarak belirlenmiş durumda. Yörede bir yandan da Bakanlık tarafından “örnek yayla” modeli uygulanacak. Dolayısıyla bölge hem örnek yayla hem doğal sit alanı hem de turizm alanı olarak geçiyor. Ünlü Anzer ballarının yapıldığı Anzer Yaylası, Çamlık Mesiresi, Çağrankaya Yaylaları ve Ovit sınırları da İkizdere içinde yer alıyor.

İlçenin ekonomisi genel olarak tarıma dayalı. Başlıca tarım ürünleri çay ve patates ancak az miktarda kivi, mısır, armut ve fındık da yetiştiriliyor. Yaylacılık metoduyla sığır ve koyun beslenirken arıcılık da bölgedeki bir diğer geçim kaynağı. Dünyada koruma altında olan 200 vadiden biri olan ve Cengiz İnşaat tarafından taş ocağı için kullanılacak olan İkizdere Vadisi’nde altı adet Hidroelektrik Santrali çalışırken, iki taş ocağı da aktif olarak faaliyette.

İzmir Körfezi son yıllarda deniz marullarıyla kaplanıyor. Bir su yosunu (alg) türü olan deniz marulu, uzmanlara göre deniz suyundaki kirliliğin göstergelerinden biri. İstanbul Boğazı’nda müsilaja yol açan, İzmir Körfezi’nde deniz marulunu tetikleyen kirlilik sudaki oksijen seviyesini düşürdüğü için deniz canlılarının yaşamını tehdit ediyor. Muhtelif zamanlarda merkezî idare ile yerel yönetimin aktörleri arasında tartışma konusu olan soru şu: “İzmir Körfezi neden hâlâ kirli?”

İzmir’de kanalizasyondan geçen atık suların yüzde 97’lik bölümü biyolojik arıtma tesislerinde ayrıştırılarak körfeze deşarj ediliyor. Fakat Büyük Kanal Projesi’nin devreye geç girmesi yıllar içinde körfezin kirlilik yükünü arttırdı. Kanal kuşaklama projesinin orijinalinden uzaklaştırılarak uygulanması, sürekli yaşanan kolektör (suyun aktığı ana boru) ve pompa arızaları ise denize kaçak deşarj iddialarını beraberinde getirdi. Bugün hâlâ derelerden akan kirli su, kaçak bağlantılar, Gediz Nehri’nin taşıdığı partiküller körfez kirliliğinde büyük bir paya sahip.

Marmara Denizi, yıllar içinde artan kirlilik yüküne karşı deniz salyası ile reaksiyon göstermesinin ardından gözler Ege’ye çevrildi, müsilajın Ege Denizi’nde de görülme olasılığı tartışmaya açıldı. İnciraltı’nda pek çok kuş türüne ev sahipliği yapan Çakalburnu Lagünü’nde, Bostanlı kıyılarında iki mevsimde bir deniz marulu istilası yaşanıyor. Deniz bilimcilere göre su sıcaklığının arttığı durgun havalarda üreyen deniz marulları öldükten sonra da yoğun bir koku yayıyor. Dokuz Eylül Üniversitesi, Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü’nde öğretim üyesi Doç. Dr. Kemal Can Bizsel, deniz suyunda kirlilikten artan azot maddesini “deniz marulunun gübresi” diye niteliyor.

Deniz marullarının bulundukları ortamda ne kadar çok azot ve fosfat varsa, ışık ve sıcaklık uygun aralıklara ulaştığında, o kadar hızlı ürediğini söyleyen Bizsel, “Çakalburnu Lagünü gibi durgun ve sakin olan, rüzgâr ve dalga hareketlerinden etkilenmeyen ortamlar deniz marulu için en ‘ideal’ üreme yeridir. Hızla ürediklerinde geniş yaprak ayaları bulunan marullar birbirlerinin üstüne yığılmaya başlar. Fotosentez yapamaz hâle gelince de yaprakları çürüyerek ölür. Daha küçük bir forma dönüşen gövdeleri ise koşulların tekrar uygun olacağı zamana dek zeminde varlığını sürdürür” diyor.

“Eğer atıkların yarattığı kirlilik olmasaydı, eski günlerdeki yunuslar dahil balık sürüleriyle çok daha zengin bir körfez kıyısında yaşayabilirdik”

İzmir Körfezi’nin güneyindeki Çakalburnu Lagünü’nde iki mevsimde bir deniz marulu istilası yaşanıyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 27 Kasım 2021

Ekosistem ekolojisi alanında çalışan Doç. Dr. Bizsel, farklı türleri olan deniz marullarının öldükten sonra deniz ekosisteminde yarattığı tehlikeye dikkat çekiyor. Kilometrelerle ifade edilen bir yüzey alanına yayılan alglerin lagünlerde, kıyılarda büyük bir biyokütleye dönüştüğü belirten Bizsel, deniz marulunun aşırı üremesinin ve kirliliğin deniz canlılarına zarar verdiğini anlatıyor. “Ölü deniz marullarından oluşan biyokütle sudaki oksijeni hızla tüketir. Deniz hayvanlarının ölümüne yol açtıkları gibi tür çeşitliliği de hızla düşer. Mesela barbun, tekir ile bazı mercan türleri bu yüzden körfeze kolay kolay uğramaz,” diyor Bizsel.

Bizsel, ekosistemlerin bir “denge düzeni” olduğunu vurguluyor. Bu nedenle yoğun miktarlarda kimyasallar içeren atıklar, ekosistemler açısından büyük bir tahrip edici etkiye sahip. Bizsel süreci şu şekilde özetliyor: “Kirlenmemiş bir ekosistemin biyolojik ögelerinin organik yapısında 106 karbon, 16 azot ve bir fosfor bulunur. Bu sabit bir orandır. Denize dökülen atıklar aracılığıyla giren fazla fosfor ve azot bu dengeyi bozar. Deniz bu sabit oranı koruyamaz hâle gelir. Deniz marulunun aşırı üremesi veya deniz suyunun rengini de değiştiren mikroskobik tek hücreli alg patlamaları, aşırı azot ve fosfora deniz ekosisteminin verdiği bir tepkidir.” Bu kirlilik sadece deniz marullarının üremesini değil, diğer canlıların da yaşam alanlarının değişmesine yol açıyor. “Eğer atıkların yarattığı kirlilik olmasaydı, eski günlerdeki gibi yunuslar dahil balık sürüleriyle, deniz dibi canlılarıyla çok daha zengin bir körfez kıyısında yaşayabilirdik.”

Sirkülasyon kanalı: Kâr mı, zarar mı?

Yerel seçim (2019) arifesinde İzmir Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Tunç Soyer, sonraki seçim dönemine kadar “körfezin yüzülebilir hâle geleceğini” vaat etti. Kirlilikten arındırılmış, 80 yıl önceki gibi yüzülebilir bir körfez mümkün mü peki? İBB ile TCDD Genel Müdürlüğü ortaklığında başlatılan İzmir Körfezi ve Limanı Rehabilitasyon Projesi 10 yıldır şehrin gündeminde. Proje, iç ve orta körfezde 13 kilometrelik bir alanda eksi sekiz metre derinliğinde dip taraması ile açılacak 250 metre genişliğindeki sirkülasyon kanalı ile İzmir Limanı’ndan güney yönüne gemiler için 12 kilometrelik “yaklaşma kanalı” oluşturulmasını öngörüyor.

Sirkülasyon kanalıyla iç ve orta körfezin su alışverişi arttırılarak körfez suyunda yüzde 40’lık bir iyileşme elde edileceği savunuluyor. Ancak merkezî yönetimin yapmayı planladığı Körfez Geçişi Projesi’nin Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) belgesine eklenen Prof. Dr. Şükrü Beşiktepe’nin raporuna göre geçiş projesi uygulanırsa öngörülen bu “iyileşme” aksine ortadan kalkacak. TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, ÇED raporu değerlendirmesinde sirkülasyon kanalı açılmasa bile Körfez Geçişi Projesi’nin uygulanması hâlinde İzmir Körfezi’nin su sirkülasyonuna yapay ada ve köprü ayakları ile engel oluşturulacağı için kirliliğin süreceği uyarısında bulundu.

Öte yandan açılması planlanan sirkülasyon kanalının yaklaşık 10 kilometrelik bölümü Ramsar Sözleşmesi ile korunan Gediz Deltası’nın “mutlak koruma alanı” ile birinci derece doğal sit alanı sınırlarında kalıyor. Sirkülasyon kanalı için dip tarama işlemlerinden çıkarılacak 25 milyon metreküp çamur ise Doğa Derneği’nin raporuna göre Çiğli Atıksu Arıtma Tesisi’nin yakınında bir bölgede mutlak koruma alanına dökülerek depolanacak ve koruma altında olan kıyı şeridinde dolguda kullanılarak bertaraf edilecek.

“Kanal İstanbul gibi çılgın bir proje”

Önceki (Haziran 2004 – Nisan 2019) İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Aziz Kocaoğlu, 13 kilometrelik sirkülasyon kanalı projesinde ihaleye çıkabilmeleri için merkezî idarenin Körfez Geçişi Projesi’nin ihalesini gerçekleştirmesini ön koşul saymış ve kanal projesi, iki proje çakıştığı için 2017 yılında askıya alınmıştı. Ancak 2018’de İzmir Kanalizasyon İdaresi’nin (İZSU), sirkülasyon kanalı dip tarama ve doğal yaşam adaları projesine ilişkin danışmanlık hizmeti alımı için bir şirkete yer teslimi yapıldığını duyurması kafa karışıklığı yarattı. Hâlen İBB’nin programında yer alan toplam 1,5 milyar lira maliyetli sirkülasyon kanalı yapılması hâlâ öngörülüyor mu?

Geçen mart ayında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Çiğli/Sasalı kıyılarında dip tarama malzemesinden oluşturulacak doğal yaşam adalarıyla ilgili İBB’nin hazırladığı imar planlarını onayladı. Ancak Soyer, İBB’nin 2022 yılı bütçe görüşmelerinde sirkülasyon kanalı açılması gibi bir önceliklerinin olmadığını ifade etti. Rehabilitasyon projesinde İzmir Limanı’na yeni nesil gemilerin girebilmesi için öngörülen “yaklaşma kanalı” içinse TCDD Genel Müdürlüğü, körfezde 2018’den beri dip tarama çalışmaları yürütüyor.

Bizsel, Cumhuriyet’ten önce İngiliz donanması tarafından yapılan derinlik ölçümlerinde körfezin ortalama derinliğinin 21 metre olarak çıktığını söylüyor. Derinliğin bugün 12 metre civarında olduğunu ifade eden Bizsel, dipte alüvyon birikmesinin körfez ile Ege Denizi’nin su alışverişini azalttığını anlatıyor. Açılması planlanan sirkülasyon kanalının kesitleriyle ilgili hesabın ortada olduğunu belirten Bizsel, normal şartlarda en çok yüzde 5’lik bir iyileşme sağlanabileceğini vurguluyor: “Taramadan çıkacak çamurlu kumun büyük bir kısmı da maliyeti yüksek olması nedeniyle uzak bir yere taşınamayacağı için kıyıya paralel adalar oluşturularak kullanılacak. Astarı yüzünden pahalıya gelecek. O yüzden Kanal İstanbul gibi bu da bir çılgın proje.” Bizsel, “doğal habitata zarar vermeye değer mi?” diye soruyor.

“Dönemin İZSU genel müdürü çabuk bitireyim diye gece mesaisi yaptırdı. Gece mesaisinde hata payı artar. İşte o zaman boruların tam birleşim yerlerinde sorunlar oldu”

Kirlilikten simsiyah akan Meles Çayı’nın İzmir Körfezi’ne bağlandığı nokta. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 16 Aralık 2021

Büyük Kanal’daki kronik sorunlar, derelerdeki kirlilik

Antik Çağ’da yaşamış İyonyalı ozan Homeros ile anılan Meles Çayı, uzun yıllar kanalizasyon hatlarından gelen sanayi ve evsel atık sularıyla şehrin atık kanalına dönüştü. Kirlilikten simsiyah akan Meles’in körfeze bağlandığı nokta özellikle de 1990’lı yıllarda ağır bir fosseptik kokusuyla tarihe geçti. Körfeze atık su akışını önlemek için 2002 yılında tamamlanan Büyük Kanal Projesi ile Meles Deltası ve birçok dere ıslah edilirken, körfez de nefes almaya başladı.

Büyük Kanal Projesi kapsamında ana kuşaklama kanalı, tali kolektörler ve pompalama sistemiyle şehrin evsel ve endüstriyel atık sularının Çiğli Atıksu Arıtma Tesisi ve Güneybatı Atıksu Arıtma Tesisi’ne nakli sağlanıyor. Ancak ilerleyen yıllarda nüfusun artması, proje uygulamasında yapılan hatalar yeniden altyapı sorunlarını gündeme getirdi. 20 yıl önceki kadar değilse bile bugün hâlâ Meles, Halkapınar Dereleri ile Manda ve Bornova Çaylarının körfeze aktığı noktalardan çevreye kötü koku yayılıyor.

Büyük Kanal Projesi’nin hazırlık ve uygulama süreçlerinde 1983 ile 2001 yılları arasında görev yapan inşaat mühendisi Zafer Zihnioğlu, projenin 35 yıllık projeksiyonla tasarlandığını belirtiyor. İlk olarak 1962’de ortaya atılan proje fikrinin 1987’de uygulanmaya başlandığını, ancak 40 yılda tamamlanabildiğini hatırlatan Zihnioğlu, projenin ömrünün dolduğunu ifade ediyor. Büyük Kanal Projesi, yağmur suyu kanalı ile atık su kanalı ayrı sistemler olarak tasarlanmış ancak daha sonra proje her iki kanal da bütünleşik olarak uygulanmıştı. Zihnioğlu, Karabağlar, Buca gibi kalabalık ilçelerin atık suyunu taşıyan ve dere yatağının altından geçirilen Meles kolektöründe, özellikle de yağışlı havalarda kapasiteden fazla gelen atık suların dere içine aktığını dile getiriyor. Dereler ve atık suyu ile ilgili günümüzde yaşanan sorunları kanal projesi inşa edilirken yapılan yanlışlara bağlıyor: “Dönemin İZSU Genel Müdürü H. Fehmi Mani çabuk bitireyim diye işe  beş-altı yerden eşanlı girişti, gece mesaisi yaptırdı. Gece mesaisinde ekip profesyonel olsa bile hata payı artar. İşte o zaman boruların tam birleşim yerlerinde sorunlar oldu,” diyor Zihnioğlu. “Güneybatı kolektörüne bugün tuzlu su karıştığı biliniyor ama bu durumu kimse dillendiremiyor. Gecenin karanlığında işçi kaynaklanacak borunun alnını ne kadar tıraş eder, özel sıvıyla ne kadar temizleyebilirdi? O dönem söyledik ama dinletemedik.”

Üçkuyular, Göztepe, Karantina sahil şeridinde denize çıkarılan kanalizasyon hatları. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 22 Aralık 2021

Büyük Kanal Projesi İzmir’in nüfusunun 2010 yılında 3 milyon 35 kişi olacağı düşünülerek hayata geçirildi. Resmî bilgilere göre İzmir’in nüfusu 2010 yılında projede öngörülen nüfus sayısının neredeyse 1 milyon üzerine çıkarak 3 milyon 948 bin 848 kişiye ulaştı. Kentin nüfusu bugün ise 4,5 milyona dayandı. Projede nüfus tahminindeki yanılgının yanı sıra uygulama esnasında boru çaplarının küçültülmesi, kanalizasyon şebekesinde telafisi güç sonuçlar doğurdu. Zihnioğlu’nun verdiği bilgiye göre projede 2002’den önce revizyona gidildi, nüfus hareketliliği göz ardı edildi. Örneğin Narlıdere, Balçova, Konak gibi ilçelerin atık suyunu Gümrük’te bulunan pompa istasyonuna nakleden güneybatı ana kolektörünün çapı 1.8 metreden 1.4 metreye düşürüldü.

Güneybatı kolektör hattı son yıllarda sürekli tıkandığı için denize kaçak deşarj iddiaları gündeme geliyor. Üçkuyular, Göztepe, Karantina sahil şeridinde denize çıkarılan kanalizasyon hatları sırrını korurken, yaz aylarında sahilde kesif bir koku yayılıyor.

Büyük Kanal Projesi hayata geçtikten sonra terfi hatlarında, pompa istasyonlarında yaşanan arızalar nedeniyle birçok kez revizyona giden İBB, üç yıl önce güneybatı kolektörüne ilave hat ve pompa istasyonu inşa edilerek atık suyun Gümrük’teki pompa istasyonuna iletileceğini duyurdu ancak henüz harekete geçilmedi. İZSU Genel Müdür Yardımcısı Onur Demirci ise bu kolektör hattını “Poligon deresi yanında kuracakları terfi istasyonuyla kesip atık suyu tali yoldan Güzelbahçe Arıtma Tesisi’ne ulaştıracaklarını” belirtiyor.

“Atık su arıtma tesislerinin daha az kullanılması daha az enerji kullanımı ve daha az karbon salımı demektir”

Son yıllarda iklim krizine bağlı olarak kısa süreli ancak şiddetli yağmurlar görülüyor. Büyük Kanal Projesi, yağmur suyu kanalı ile atık su kanalı ayrı sistemler olarak tasarlanmış fakat 2001’de tamamlanan proje her iki kanal da bütünleşik olarak devreye girmişti. İBB taşkın riskini azaltmak ve körfeze kirlilik akışını azaltmak için bir süredir yağmur suyu kanalı ile atık su kanalını ayrıştırma çalışmaları yürütüyor ancak süreç yavaş ilerliyor. Örneğin 2019 yılında yağmur suyu hattına 100 kilometre ilâve edileceği açıklanmasına rağmen İZSU’nun faaliyet raporuna göre 2019’da 34,9 kilometre, 2020’de 33,2 kilometre yağmur suyu kanalı yapılabilmiş.

Su Yönetimi Uzmanı Dr. Akgün İlhan, kuraklığın getirdiği su kıtlığına atıfta bulunarak hem yağmur suyunun hem de arıtma tesislerinden çıkan suyun yeniden kullanılabileceğini vurguluyor. İlhan, yağmur suyunun şehirlerin cadde ve sokaklarında devasa miktarda birikmesinin nedenini yanlış kentleşmeye ve betonlaşmaya bağlıyor. Şehrin yüzeyindeki kirliliği taşıyan yağmur suyu hattını denize bağlamak yerine suyu toplayacak sistemler kurarak suyun park, bahçe ve diğer yeşil alanların sulanmasında değerlendirilebileceğini hatırlatıyor.

“Denize deşarj azaltılmalı”

İlhan, arıtma tesislerinden çıkan suyun ise denize deşarj edilmek yerine tarımda ve sanayide değerlendirilmesini öneriyor: “Evlerde, fabrikalarda ve organize sanayi bölgelerinde yapılan faaliyetler sonucu oluşan atık suyun yerinden uzaklaşmadan arıtılıp döngüsel bir biçimde aynı yapı veya sistem içinde tarım ve sanayi için geri dönüşümü sağlanabilir. Hatta bu bazı yerel yönetimler tarafından yapılıyor ama çok yetersiz. Denize bırakılan suyun miktarı ne kadar azaltılırsa denizlerin kirlilik yükü de azalır. Denizler insanların fosseptik çukuru değil, milyonlarca deniz canlısı türünün habitatıdır.”

Konuyu iklim krizi açısından da ele alan Akgün, “Atık suyun yerinde dönüşümü sürekli çalışan arıtma tesisin yükünü de azaltacaktır. Atık su arıtma tesislerinin daha az kullanılması demek her şeyden önce daha az enerji kullanımı ve daha az karbon salımı demektir” diyor.

“Yüzülebilir” körfezin önündeki diğer engellerden biri de Gediz Nehri. Ege’ye dökülen Gediz Nehri, yağışlı dönemlerde Kütahya, Uşak ve Manisa illerinin evsel ve organize sanayi bölgelerinin atık yükünü alarak geliyor. Nehre deşarj edilen atık suların ne kadarının arıtıldığı, kaçak bağlantıların olup olmadığı, tarım alanlarında kullanılan kimyasallar tartışma konusu. 2019’da Gediz’in simsiyah aktığı gözlendi.

Nehrin İzmir sınırlarında olan kısmında ise Çiğli ve Menemen ilçelerinde organize sanayi tesisleri bulunuyor. Yeşildere’de uzun bir süre Meles Deresi’ni kirleten deri sektörüne ait tabakhaneler 20 yıl önce Gediz Havzası’nın yakınlarındaki Menemen Organize Sanayi Bölgesi’ne taşınmıştı. Fakat konumu itibariyle deri sanayi gibi irili ufaklı pek çok işletmeden çıkan atık Gediz’le birlikte hâlâ körfeze ulaşıyor.

Meles Çayı’nın İzmir Limanı’nın arkasında kalan kısmında suyun yoğun kirliliği dikkat çekiyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 16 Aralık 2021

Denizin kendini temizlemesi kirlilik akışının durdurulmasına bağlı

Bizsel, ancak kirlilik akışı tamamen durdurulduğunda körfez suyunun kendini temizleyebileceği görüşünde. Enstitüde yaptıkları modellemelere göre kirlilik akışı olmasa en uygun iklim koşullarında 45-90, ortalamada 90-110, en olumsuz meteorolojik şartlarda ise 200 günde körfez suyunun kendini temizleyebileceğini söylüyor:

“Kıyılarımızda okyanuslardaki kadar güçlü, gelgit denilen ayın durumuna göre deniz seviyesinin yükselip alçalması olayı yok. Okyanuslarda yerine göre deniz suyu seviyesi 5 ila 10 metre yükselir ve çekilir. Bizde bu değer kabaca 30 santimetre kadardır. Bu nedenle kıyılarımızdaki su kütleleri hareketinin ana kaynağı sadece rüzgârlardır. Körfezde yıl boyunca hâkim rüzgârlar ise Kuzey yönlü rüzgârlardır. Rüzgârların estikleri yönler, hızları ve estikleri süre körfezdeki akıntının hızı ile yüzey tabakasının kalınlığını belirliyor. Eğer hızını koruyarak esme süresi uzarsa yüzey tabakasının kalınlığı da akıntı hızı da suyun kendini temizleme kapasitesi de artar.”

İzmir Körfezi yıllar içinde kirlenirken diğer yandan da 1950’li yıllarda sahillerinden denize girilen Karantina, Güzelyalı, Göztepe semtlerindeki iki-üç katlı cumbalı evler yıkılıp yerlerine çok katlı apartmanlar inşa edildi. 1987’de deniz doldurularak altı şeritli yol (Mustafa Kemal Sahil Bulvarı) yapılmasıyla ise doğal kıyı tamamen ortadan kalktı ve betondan yapay bir kıyı şeridi örüldü. Bayraklı, Alaybey, Karşıyaka plajlarında benzer bir dönüşüm yaşandı. Körfez sadece vapurların yüzebildiği bir yer hâline gelirken deniz kültürü de büyük bir değişime uğradı.   

Bizsel, körfezin yıllar içinde değişen çehresinin kirlilikle ilişkisine dikkat çekiyor. Ona göre deniz suyunu kirleten partiküllerin aşırı birikmesinin bir nedeni de iç körfezin kıyısındaki set duvar. Plaj kumunun küçük partikülleri bile tutabilen en etkin filtre malzemesi olduğunu belirten Bizsel, “Eskiden sadece Alsancak’la sınırlı olan, bugün Bostanlı’dan Üçkuyular’a kadar denizin kıyısına duvar örerek yarattığımız bir Kordon’umuz var. Eğer Güzelyalı, Bayraklı, Karşıyaka sahillerindeki plajlar korunabilmiş olsaydı, deniz dalgalarla bu partikül maddeleri plaj kumu üzerine bırakarak kendini temizleme yeteneğini sürdürebilecekti,” diyor.

Glifosat, ekosistemi tahrip eden ve sağlığa zarar veren yüzlerce pestisitten, yani tarım zehrinden sadece bir tanesi. Ancak doğa ve insan sağlığı üzerindeki etkileri itibariyle bu kadar basite indirgenemeyen bir tanımı var. Uluslararası Pestisit Eylem Ağı (PAN International), glifosatın hormonal sistemi bozduğuna dikkat çekiyor. Glifosat, sadece tüketiciler için değil, üreticiler açısından da ciddi sağlık sorunlarına neden oluyor. Çiftçilerde, tarım işçilerinde ve çocuklarında kanser riskini artıran tarım ilaçları arasında yer alıyor. Ancak bütün bunlara rağmen tarımda en çok kullanılan zehirlerden biri.

Türkiye açısından durum çok daha kritik. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın son tarım ilacı kullanım verilerini paylaştığı 2013’te, glifosat kullanımı 4 bin 500 tondu. Uzmanlara göre bu miktar her geçen yıl katlanarak artıyor.

Öte yandan glifosata karşı birçok ülkede bir hukuk mücadelesi yürütülüyor. ABD ve Fransa’da birçok kişi ve kurum eskiden Monsanto olarak bilinen kimya şirketinin ürettiği glifosat etken maddeli Roundup adlı ilaçtan şikayetçi oldu. Şirket 2018’de Alman ilaç ve kimya şirketi Bayer tarafından satın alındı. Bayer, ABD’de satılan glifosat etken maddeli tarım kimyasalı Roundup’a karşı kansere yol açtığı gerekçesiyle açılan davalarda anlaşma yoluna gitmek zorunda kaldı. Yani glifosatın sağlığa zararı hukuki olarak onaylanmış oldu.

Bu sırada glifosat etken maddeli Roundup tarım ilacı Türkiye’de hiçbir denetime tabi tutulmadan herhangi bir alışveriş sitesinden dahi satın alınabiliyordu. Avukatlar Senih Özay ve Hazar Kıpçak Türkiye’de bu tarım ilacının hiçbir kısıtlamaya tabi tutulmaksızın kullanımına karşı hukuki süreç başattı. Özay, ABD’de üretici şirketin tazminatlara mahkûm edilmesini gerekçe göstererek Tarım ve Orman Bakanlığı’na başvuru yaparak glifosat etken maddeli ilaçların kullanımının yasaklanmasını, toplatılmasını ve ruhsatının iptal edilmesini istedi.

Bakanlığın 60 gün içerisinde bu talebe “evet” ya da “hayır” şeklinde yanıt vermesi gerekiyordu. Hiçbir şekilde cevap vermemesi ise başvuruyu susma yoluyla reddettiği anlamına geliyordu. Söz konusu başvuruda da bu durum gerçekleşti; bakanlık susarak talebi reddetti.

Şirketin taraf olma talebine onay

Kendiliğinden oluşan bu idari işlem aleyhine avukat Kıpçak’ın da devreye girmesiyle bakanlık aleyhine dava açıldı. Avukatlar bu dava öncesinde Roundup ürününü kullanan iki çiftçinin de sürece katılmasını istedi. Fakat mahkeme iki çiftçinin zamanında Bakanlığa herhangi bir başvuru yapmadığını gerekçe göstererek, “davada taraf olmaları mümkün olmadığına” hükmetti. Böylece dava sadece Senih Özay’ın başvuruları temel alınarak Ankara 18. İdare Mahkemesi’nde görüldü.

“Mahkeme kararında ilacın kanserojen olabileceği ve bakanlığın bu ilaca onay verirken yeterli laboratuvar ve komisyon incelemelerini yapmadığı yer aldı”

Avukat Hazar Kıpçak davanın dayandığı noktaları ve sonrasında gelişen süreci şöyle anlatıyor: Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) Kanser Araştırmaları Ajansı glifosatın muhtemel kanser olduğunu söylüyordu. Buna karşılık Avrupa gıda otoritesinin ve Amerika’daki gıda otoritelerinin maddenin kanserojen olmayabileceğine dair ifadeleri vardı. Türkiye’nin de taraf olduğu Rio Sözleşmesi’ne göre, ihtiyatlılık prensibi var. Yani, bir bilimsel konuda tereddüt varsa hemen konunun yürütmesini durdurup önce bir araştırma yapılmalı. Bu nedenle biz yargılama sona erene kadar en azından satışı dursun diye yürütmeyi durdurma talep ettik. Ancak bu talebimiz reddedildi.”

Kıpçak, çiftçilerin davaya taraf olmaları reddedilirken, şirketin taraf olma talebinin ise kabul edildiğini anlatıyor. “Bu sırada Bakanlık savunmasını gönderdi ve şirketin Türkiye ayağı da davaya Bakanlık yanında müdahil oldu. Çünkü ilaçlar yasaklanırsa onların da maddi kayıpları söz konusu olacaktı. Bakanlık savunmasında ‘Biz AB müktesebatına uyuyoruz, AB bu ilaca beş yıl daha ruhsat vermiş, o yüzden biz de veriyoruz’ dedi. Yasakladığı birkaç maddeyi de savunmasına ekledi. Şirket ise ilaçlarının kanserojen olmadığını savunan bir savunma yaptı. Fakat bu süreçte Amerika’da ve Fransa’da bu ilaçlar üzerinden yürüyen davalarda çeşitli tazminatlar verilmeye devam ediyordu.”

Bu sırada mahkeme Ziraat Mühendisleri Odası, Ziraat Odası, Hacettepe Eczacılık Fakültesi, Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi, Türk Onkoloji Derneği ve Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinden uzman görüşleri istedi. Özellikle Ziraat Mühendisleri Odası’ndan ve Hacettepe Eczacılık Fakültesi’nden olumlu cevaplar geldi. “Cevaplarda dünyadaki gelişmelerden, Amerika’daki yasaklardan, eyalet bazında yasaklamalardan bahsedildi, DSÖ’nün görüşlerine yer verildi ve neticede bir duruşma açıldı,” diye anlatıyor Hazar. Bilirkişi raporlarının incelenmesiyle de sürecin ilk aşaması davacı avukatlar açısından olumlu sonuçlanıyor: “Bu duruşmaya Ankara’daki bir avukat arkadaşımız katıldı, hâkimler heyet olarak katıldı ve nihayetinde bakanlığın [glifosat bazlı tarım ilaçlarının sağlığa zararlı olduğunu reddettiği yönündeki] işlemi iptal etmeye karar verdi. Kararın gerekçesinde de Türkiye’deki otoritelerden yazı alındığı ve ilacın gerçekten de kanserojen olabileceği, dolayısıyla ileride telafisi güç zararlar doğabileceği ve bakanlığın bu ilaca onay verirken yeterli laboratuvar ve komisyon incelemelerini yapmadığı, sadece AB’yi baz alarak verdiği ifadeleri yer aldı.”

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de 2020 yılında toplam 53 bin 672 ton pestisit kullanıldı. | Fotoğraf: Meriç Tuna via Unsplash

Fakat süreç bu kararla bitmedi. Bakanlık ve şirket, yerel mahkemenin kararını itiraz ederek istinafa taşıdı. İstinaf yerel mahkemenin kararını, kararın içeriği itibariyle değil ama usûl yönünden bir eksikliğe işaret ederek bozdu. Gerekçesi, yerel mahkemenin avukatların yanında davaya müdahil olmak isteyen iki çiftçiye kararında yer vermemesiydi. “Kararı düzelterek onaylayabilirdi ancak kararı bozup, bu kişiler hakkında hüküm vermesi için dosyayı yerel mahkemeye gönderdi,” diyor Kıpçak.

Bakanlık dava sürerken yönetmelik değiştirdi

Dosya istinafa gitmeden önce, yani dava sürerken avukat Kıpçak ve Özay’ın dayandığı konulardan biri de bu ilacın internet üzerinde her şekilde satılabilmesiydi. Öyle ki PTT’nin sitesinde bile satışı vardı ve kullanımı hiçbir şekilde denetlenmiyordu.

Fakat bakanlık verilen hükmün ardından dosya istinafa gitmeden yönetmeliği değiştirdi. “Bitki koruma ürünlerinin toptan ve perakende satılması ile depolanması hakkında yönetmelik” üzerinde ilaçların internetten satılamayacağı, reçeteye uygun satılmak zorunda olduğu, hangi tarım ilaçlarının reçeteyle satılacağını Bakanlığın belirleyeceği ve bu ilaçları kullanan kişinin önlemini alması gerektiğine dair kısıtlamalara gidildi. Yani bakanlık, Roundup ilacının vereceği zararlardan doğacak sorumluluğu bir anlamda kullananlara bırakmış oldu.

Dosya istinaftan yerel mahkemeye geri gönderildi. Bu sırada Ankara 18. İdare Mahkemesi’nin iki üye hâkimi de değişti. Ruhsat iptali hükmü veren heyette eski üyelerden sadece mahkeme başkanı kaldı. Kıpçak, bu süreci şu ifadelerle anlatıyor: “Bakanlık duruşma yeniden açıldığında Komisyon kurduğunu, glifosata ilişkin toplantılar yaptığını, maddenin bir zararı olmadığını ve Avrupa’da yeniden kullanım onayı aldığını gösteren belgelerle yeni savunmasını sundu. Yani ‘üzerimize düşeni yaptık’ dedi kısaca.”

Fakat mahkeme heyetinin değişmesi sadece usulden bozulan davanın nihai kararına da doğrudan etki ediyor. “Yerel mahkeme dosya istinaftan döndükten sonra bizim talebimizi ikiye bir oyla reddetti. Heyet başkanı bizim lehimize oy kullanırken, değişen üye hâkimler aleyhimize karar verdi. Başkan karşı oy yazısında glifosata ilişkin yeterli araştırma yapılmadığını, maddenin sağlık üzerinde etkili olabilme ihtimalinin bile zararlı olduğunu söyledi.” Avukatlar karara itiraz ettiler, ama sonuç alamadılar. “Biz kararı tekrar istinafa taşıdık, yeterli inceleme yapmadan bozulamayacağını, esasa girilmesine gerek olmadığını, giriliyorsa da laboratuvar ve bilirkişi incelemesi yapılmadığını söyledik. İstinaf da itirazımızı reddetti ve önümüz kapanmış oldu.”

Dava ilk aşamada glifosatın kullanılmaması doğrultusunda sonuçlandıktan sonra avukatlar Kıpçak ve Özay, Tarım ve Orman Bakanlığı’na karara uymaları talebiyle dilekçe verdi. Bakanlık verdiği yanıtta “gereğini yapıyoruz” demekle yetindi ancak istinaf sürecinden başlayıp dosya tekrar yerel mahkemeye dönene kadar ilaçları toplama işlemini hiçbir zaman gerçekleştirmedi.

Avukat Hazar Kıpçak

“Bakanlığın hiçbir bilimsel inceleme yapmadan sadece bir komisyon kurmasıyla fikri mi değişti mahkemenin?”

Buna karşılık Seni Özay idari mahkemenin kararının uygulanmamasından dolayı ABD’de çıkan 289 milyon dolarlık tazminata istinaden 89 bin TL’lik bir tazminat davası açtı. Bu dava hâlâ devam ediyor. Ana davanın yeniden görülebilmesi için ise avukatlar Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurdu ve başvuru numarası aldı. Davanın esasının görüşülüp görüşülmeyeceğinin bilgisini ise henüz almadılar.

“Ekonomik fayda insan sağlığının önüne geçti”

Peki, kazanılan davanın önce istinafta teknik bir gerekçeyle bozulması, yeniden yapılan yargılama sürecinde ise yeni mahkeme heyetinin bakanlık lehine karar vermesini avukatlar nasıl değerlendiriyor? Avukat Kıpçak, sürecin hukuki açıdan bazı sorunlar içerdiğini belirtiyor. “İstinafın verdiği ilk kararı biz usûl açısından bir kriz olarak görüyoruz. İstinaf bunu çok kolay bir şekilde aşabilecekken dosyanın geri gönderilmesi, dosya geri döndüğünde tam tersi yönde bir karar kurulmuş olması, eğer ki döndüyse de bir bilimsel araştırma yapılmadan ilacın kullanılması yönünde bir karar verilmesi de işin başka bir boyutu,” diyor Kıpçak.

Kıpçak, bakanlığın yerel mahkeme ilk kararını verdikten sonra komisyon kurma yoluna gitmesinin hukuki sürece etki etmesini de eleştiriyor: “Eğer ki bu genel geçer bir şey olursa, yani bunun hukuki yolu açılırsa o zaman bütün idareler dava sürecinde eksikliklerini fark edip, eksiğini düzeltip davayı tam tersi yönünde sonuçlandırabilir. Biz AYM’ye başvurumuzda da bu durumun sakıncalarından bahsettik. Kurum yazıları sonuç olarak hâlâ dosyada mevcuttu, bakanlığın hiçbir bilimsel inceleme yapmadan sadece bir komisyon kurmasıyla fikri mi değişti mahkemenin?”

Kıpçak, dava sürecinde bakanlığın glifosat kullanımını ısrarla savunmasının perde arkasında Türkiye’de tarımın bu ilaca olan bağımlılığım önemli etkisinin olduğunu kanısında. “Bakanlığın, bu ilaçların kullanımını yasaklamaları halinde Türkiye’de tarımın durma noktasına geleceği şeklinde bir düşüncesi vardı. Hem bakanlığın hem şirketin mahkemeye sundukları çeşitli yazılar ve savunmalar bu sonuca çıkıyordu,” diyor. Bakanlığın sunduğu gerekçeleri ise şöyle açıklıyor: “İlacın çiftçinin çapa yapmasını engellediğini, makinalı tarımı azalttığını, ilaçla traktör sürmenin bile engellendiğini ve dolayısıyla egzoz gazı salımını azalttığını savundular. Oysaki glifosat birikme yoluyla toprakta kaldığı için çok zararlı. Biz sadece tarımdan da bahsetmiyoruz aslında. Bu ilacı şu anda bir vatandaş bile bahçesine atabilir, belediyeler yol kenarlarına atıyor vesaire ama Bakanlığın genel yaklaşımı tarımın çok büyük etkileneceği yönündeydi. Çünkü bu ilaç piyasayı domine ediyor.”

“Tarım ve Orman Bakanlığı üretici, uygulamacı ve tüketici sağlığını firma mümessillerinin insafına terk etti”

Tam da bu nedenle Kıpçak için ilacın konuşulması büyük önem taşıyor. Zira tarımda yaygın ve denetimsiz kullanımının yol açtığı zarar her gün artıyor: “Bakanlığın biraz da ekonomik kaygılarla bu ilacın kullanımına bu kadar önem verdiğini düşünüyorum. Hatta çiftçi de kısa vadede ekonomik açıdan fayda sağladığı için kullanıyor olabilir. Fakat ekonomik fayda sağlıyor oluşu bu ilacın kullanımının sağlık açısından ikinci plana atılmasını gerektirmez. Öncelik insan sağlığı olmalı. Biz dünyada bu kadar konuşulurken Türkiye’de de konuşulmasını, bu ilaçtan zarar görenlerin ortaya çıkmasını istedik. Fakat şu ana kadar birkaç telefon dışında kimseden bir geri dönüş de alamadık. Dolayısıyla nihai tüketici aşamasındaki görüş nedir emin değiliz. Ama dediğim gibi, ekonomik faydasının insan sağlığının öneminin önüne geçmiş olduğunu düşünüyoruz.”

“Ekosistemde geri dönüşsüz bir kırım”

Davaya bilirkişi olarak katılan kurumlardan biri Ziraat Mühendisleri Odası’ydı ve glifosat kullanımının zararları konusunda onlar da mahkemeyi uyarıyordu. Peki, glifosat etken maddeli ilaçların kullanımı başta Akdeniz ve Ege olmak üzere Türkiye’nin tüm bölgelerinde nasıl bu kadar yaygınlaştı?

Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Murat Kapıkıran’ın yanıtı şöyle: “Yıllardır uygulanan tarım politikaları ve buna uygun olarak çıkarılan tohumculuk yasası, çiftçilere dayatılan endüstriyel tarım ve özendirilen herbisit kullanımına dayalı yabani ot mücadelesi, kullanılan endüstriyel tohum çeşidine göre tavsiye edilerek başladı ve giderek alışkanlık hâline gelmesi sağlandı.” Böylece ilacın kullanımının hızla yaygınlaştığını söylüyor Kapıkıran: “Sertifikalı hibrit tohum çeşidi ve çeşide göre uygulanan hastalık, zararlı ve yabani ot zehirlerinin kullanımı adeta çaresizlik yaşatılan çiftçilerin değiştirilemez kaderi hâline getirildi. Günümüz Türkiye’sinde isteyen kendi karar verdiği dozda ve zamanda denetimsiz olarak kullanabiliyor. Tarım ve Orman Bakanlığı, tarımla ilgili her alanda olduğu gibi üretici, uygulamacı ve tüketici sağlığını, ekosistem açısından yaşamsal önemde olan bitki koruma ürünleri kullanımını, ve bundan korunmak için gerekli eğitim ve yayım faaliyetlerini firma mümessillerinin insafına terk etti.”

Kapıkıran, İkinci Dünya savaşından sonra başlayan tarımda verim artışı yaratacak, “Yeşil Devrim” adıyla dünyaya servis edilen tarım zehirleri kullanımının her geçen yıl katlanarak arttığını belirtiyor ve diyor ki “ekosistemde geri dönüşümsüz kırımlara neden oldu”. Şöyle devam ediyor Kapıkıran: “Biyoçeşitlilik, toprakta mikrobiyolojik kapasite ve çiçeklerde polinasyon (tozlaşma) kaybı bir süre sonra verim düşmesine ve hatta yeniden üretim yapabilme maliyetlerinin orantısız olarak artmasına neden oldu. Kullanıcı çiftçi ve tüketici sağlığı, yerel tohum çeşitleri ve tarımsal üretim kültürleri de yok oldu. Küresel tarım sisteminin egemenliği altına girildi.”

Glifosat kullanımı çiftçilere dayatıldı mı?

Çiftçinin ürün yetiştirmek için tarlasındaki otlardan kurtulabilmesi gerekiyor. Bu nedenle glifosat etken maddeli ilaçların kullanımı da elzem hâline geliyor gibi düşünülebilir, fakat öyle değil. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Gıda Çalışma Grubu Sorumlusu Yasemin Kireç, çiftçilerin karşılaştıkları durumu bir dayatmadan ziyade “zorunda bırakılma” olarak açıklıyor: “AB’de bir zehir yasaklandığı zaman yerine alternatif biyolojik, biyoteknik ve mekanik mücadele çeşitleri öneriliyor. Türkiye’de bu yetersiz kalıyor. Her şey birbiri ile bağlantılı. Şöyle açıklayayım: Baktığınız zaman dünyadaki tarım ilacı piyasasının yüzde 65’ine, ticari tohum piyasasının da yüzde 61’ine çok uluslu beş şirketin hâkim olduğunu görebilirsiniz.”

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği Gıda Çalışma Grubu Sorumlusu Yasemin Kireç

“Tohum ve pestisit üreticileri kirlilik ve sağlık zararlarından ziyade kârlılıklarını sürdürmekle ilgililer”

Tarımda kullanılan tohum ve ilaçları da bu şirketlerin ürünleri belirliyor. “Tarım kimyasalı üreten şirketlerin çoğu aynı zamanda tohum da üreten şirketler olduğu için, pestisite ihtiyaç duymayan dayanıklı tohumlar üretmekle pek ilgilenmiyorlar. Konvansiyonel tarımda yürütülen bitki ıslah çalışmaları ticari bir bakış açısı ile yüksek randımanlı çeşitlere odaklı. Yüksek randımanlı/verimli çeşitler pestisitler başta olmak üzere kimyasal girdilerle birlikte iyi çalışıyor ancak yerel/atalık tohumlara nazaran zararlı ve hastalıklara karşı daha dayanıksız oluyorlar. Dolayısıyla üreticiler mecburen glifosat ve diğer zehirlerden kullanmak zorunda kalıyorlar,” diyor Kireç. “Özetle, şirketlerin ürettiği tohumlar; ideal toprak, yeterli su, uygun sıcaklık, nem ve rüzgâr gibi ideal koşullarda yetiştirilmek üzere üretildikleri için iklim değişiklikleri, doğal afetler, kuraklık, aşırı yağışlar ve bunlara bağlı gelişen hastalıklara karşı dayanıklı değiller. Bu sebeple de glifosat gibi zehirlere muhtaçlar.”

Kim kâr ediyor, kim zarar ediyor?

Aslında sonuç itibariyle çiftçi ürününü yetiştirebildiği için kâr eden tarafta görünse de bu maalesef böyle değil. Kireç şöyle açıklıyor: “Endüstriyel tohum ve pestisit üreten şirketler, tohumun besin değeri, pestisitlerin neden olduğu kirlilik ve sağlık zararlarından ziyade değişen şartlarla mücadele etmek zorunda kalan çiftçiye tohum ve pestisit satmak, dolayısıyla kârlılıklarını sürdürmekle ilgililer. Yeşil Devrim başlığı altında açlığa çare diye sunulan hibrit tohumlar ve pestisitler sadece şirketlerin kârlılıklarına hizmet ediyor.”

“Altyapı problemleri bu otları yok edemememizin asıl sebebi. Bu da bize ilaç kullanmaktan başka şans bırakmıyor”

Bu ilaçların uzun vadede doğaya etkisi de büyük. “Dünya Gıda ve Tarım Örgütü son raporlarında 2014’ten bu yana açlık sorununun tekrar yükselişe geçtiğini görüyoruz. Meselenin özü bu zehirler kısa vadede verim sağlıyor ve gıda piyasasındaki rekabet şartları sebebi ile bunları kullanmayan çiftçiler de kullanmak zorunda kalıyor. Arka planda ise, uzun vadede ekosistemi, toprağı, suyu yok ediyor, doğadaki av avcı dengesini bozuyor ve bitki zararlıları bu zehirlere direnç geliştirdiği için sürdürülebilir değil,” diyor Kireç. “Sonuç olarak, biz yani tüketiciler zarar ediyoruz, üreticiler zarar ediyor, biyolojik çeşitlilik ve ekosistem zarar görüyor ama zehir satan şirketler kazanıyor.”

Çiftçiler: “Ne kadar tedbir alsak da korkuyoruz”

Hamdullah Ekim Amasya, Merzifon’a bağlı Karatepe köyündeki 130 dekarlık arazisinde arpa, buğday, mısır, soğan, şekerpancarı, ayçiçeği, yonca tarımı yapan 48 yaşında bir çiftçi. Glifosat etken maddeli ilaçları kullanıyor ama kendi deyimiyle “korkarak ve çekinerek”… Ekim, ABD’deki davalardan, sonuçlarından ve ilacın kanserojen maddeler içerdiğinden haberdar. Ürünü kullanırken gözlükten maskeye kadar bütün önlemleri alıyor fakat “başka çare de alternatifi de yok” diyor: “Çok yıllık zararlı otlarda, kamış, ayrık gibi mücadelesi zor olan otlarda tarla ekilmeden önce ot mücadelesi yapmamız gerektiği için toprağın üzerine bu ilacı istemeyerek de olsa uyguluyoruz.”

“Bizim asıl sorunumuz tarımsal arazilerimizde çözülmeyen altyapı problemleri. Mesela kamış gibi otlar taban suyu yüksek, sulak arazilerde oluşur. Drenajlarımız yapılmadı, sulama sistemlerimiz hâlâ kapalı sisteme geçmedi. Vahşi sulama yapıyoruz, damla sulama sistemine geçemedik. Yani altyapı problemleri bu otları yok edemememizin asıl sebebi,” diyor Ekim. “Bu da bize ilaç kullanmaktan başka şans bırakmıyor.”

Glifosat bazlı tarım ilaçlarının kullanım alanları narenciye, bağ, fındık, zeytin gibi dikili tarım arazileri ile kültür bitkisi yetiştirilmeyen alanlar olarak belirtiliyor. | Fotoğraf: Rebecca Georgia via Unsplash

Ekim’in şu an bir sağlık problemi yok. “Ama bu olmayacak anlamına gelmiyor. Sonuçta zehirli bir maddeyle muhatap oluyoruz. Ne kadar tedbir alsak da korkuyoruz” diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Üretici olarak dünya piyasasıyla rekabet edebilmemiz için aynı imkânlara sahip olmamız gerekiyor. Benim çiftçi olarak yabancı ot mücadelemin ya da böceklerle mücadelemin dünya standartlarına getirilmesi gerekiyor. İki tane yarış atını yarışa sokuyorsunuz: Biri çim pistte, biri kum pistte koşuyor. Tabii ki çim pistinde koşan kazanır.”

“1300 dekar arazi işliyorum, girdi maliyetleri şu anki ekonomik koşullarda iyice yükseldi. Ben zaten geçimimi kıt kanaat sağlıyorum. Bir de altyapıya kendim ödenek ayırmaya kalksam altından kalkmam mümkün değil. Ne yapıyorum, mecburen ilaca başvuruyorum.” Her ne kadar glifosatın Ekim’in sağlığı üzerinde bir etkisi olmasa da, aynı durum yetiştirdiği ürünler için geçerli değil. “İlacı kullandıktan sonra toprağı hemen ekerseniz belki gözle görülür bir etki olmuyor ama toprakta kalıntı yapan bir ilaç olduğu için dolaylı yoldan etkiliyor. Mesela ürünlerin raf ömrünü kısaltıyor ve bir yıl sonra fark edebiliyorsunuz bunu. Kullanmadığım zaman böyle etkiler olmuyor. Ertesi sene ektiğim mahsulü bile etkiliyor, mahsule zarar veriyor. İlacı yaparken tarlanın her tarafına homojen atamıyorsunuz, biraz çok olduğunda mahsul kurumaya başlıyor.”

Glifosatın sağlık ve doğa üzerindeki etkileri neler?

İlk olarak 1950 yılında İsviçreli kimyager Henry Martin’in sentezlediği glifosat, Martin’in bünyesinde olduğu ilaç firması Cilag tarafından hiçbir zaman piyasaya sürülmedi. 20 yıl sonra bu çalışmadan bağımsız olarak kimyager John E. Franz, ABD’li tohum ve bitki koruma firması Monsanto için 1970’te bitki koruma amaçlı olarak glifosatı geliştirdi.

Glifosat (N-fosfonometilglisin), kararlı karbon-fosfat (C-P) bağlı, sentetik ve seçici olmayan total herbisit (ot öldürücü) olarak tanımlanıyor. Glifosat maddesi, sistematik olarak yabancı otlarla mücadelede kullanılan etkili bir bitki zehri. Bitkinin yeşil aksamından alınıp yaprağına ve köküne nüfuz eden “sistemik” (bir başka deyişle bitkinin bünyesine giren) bir ilaç olarak tanımlanıyor. Yabani ot mücadelesinde tüm otları istinasız öldürüyor. Bu nedenle hububat tarımında kullanıldığında tahılların etkilenmemesi için genetik kodları ile oynanıyor. Böylece GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) ürünlerin yaygınlaşmasına da yol açıyor.

Dünyada pestisit piyasasına hâkim olan beş şirketin sadece glifosat etken maddesinden 2018’de elde ettikleri gelir yaklaşık 1 milyar dolar

DSÖ’ye bağlı Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC) Mart 2015 tarihine kadar yapılan birçok çalışmayı değerlendirerek, glifosatı Grup 2A ‘‘insanda karsinojenik etki olasılığı bulunan ajanlar’’ olarak sınıflandırdı. IARC tarafından hazırlanan raporda glifosatın insanlar için kanser yapma riski taşıdığı dile getirildi. Uluslararası Pestisit Eylem Ağı (PAN International), glifosatın hormonal sistem bozucu olduğuna dikkat çekti.

Kanser yapıcı pestisitler solunduğunda, ağız yoluyla alındığında veya deriye nüfuz ettiğinde zamanla kanser oluşumuna neden olabiliyor. ABD’de yürütülen araştırmalara göre pestisitlerin çevre, biyoçeşitlilik kaybı ve toplumsal zarar üzerindeki maliyeti 12 milyar dolar. Birleşik Krallık ve Almanya’da yürütülen çalışmalar, pestisit kullanımının senelik dış maliyetini sırasıyla 257 milyon dolar ve 166 milyon dolar olarak açıklıyor.

Üretici firmalar ve kazançları

Glifosat ilk olarak Monsanto firması tarafından Roundup adı ile piyasaya sunuldu. Ancak firmanın bugün itibariyle ilaç üzerinde bir patent hakkı yok. Birçok tarım ilacı üreten şirketler farklı isim altında aynı etken madde veya türevlerini içeren (Örneğin Zeneca firması glifosat içeren glyphosatetrimesium ismi ile) herbisit üretiyor.

Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı’nın Mart 2020’de yayımladığı “Dünyayı Zehirleyerek Milyarlarca Dolar Kazanıyorlar” adlı basın bültenine göre, dünya genelinde pestisit piyasasına hâkim olan beş şirket (Bayer, BASF, Syngenta, FMC ve Corteva), 2018’deki 37,2 milyar dolarlık ürün satışlarının yüzde 35’ini glifosat gibi yüksek seviyede zararlı pestisitlerden elde ettiler. Adı geçen beş şirketin sadece glifosat etken maddesinden 2018’de elde ettikleri gelir yaklaşık 1 milyar dolar.

Dünyada glifosat

ABD’nin California eyaletinde bahçıvan Dewayne Johnson’un glifosatın kansere neden olduğu iddiası ile açtığı davada, 2018’de mahkeme Monsanto’yu 289 milyon dolar tazminat ödemeye mahkûm etti. Bu davayı emsal göstererek çok sayıda yeni dava açıldı.

Monsanto’yu 2018’de 65 milyar dolara satın alan Bayer, dava açanlarla anlaşarak 10 milyar 900 milyon dolar ödemeyi kabul etti. 2 Temmuz 2019’da Avusturya Parlamentosu aldığı bir kararla AB içinde glifosat kullanımını yasaklayan ilk ülke oldu.

Türkiye’de glifosat

Tarım Bakanlığı’nın eski verilerine göre 2001’de tarımda yıllık 305 ton glifosat kullanılıyordu. Bu sayı 2013’te 15 kat artarak 4 bin 500 tona çıktı. 2019 yılı için ise yıllık glifosat bazlı tarım ilacı kullanımının 8 bin tona ulaştığı tahmin ediliyor.

Türkiye’de tarımda kullanılan yıllık pestisit miktarı 60 bin ton civarında iken bunun yaklaşık olarak yüzde 13’ünü, yani 7 bin 800 tonunu glifosat oluşturuyor. Dünyada yılda 3 milyon ton civarında pestisit kullanıldığı tahmin ediliyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de 2020 yılında toplam 53 bin 672 ton pestisit kullanıldı.

Dünyadaki 860 milyon çiftçi ve tarım işçisinin yarısına yakını (yüzde 44’ü) her yıl zehirleniyor

Prospektüsünde kullanım alanları narenciye, bağ (yaprak tarımı hariç), fındık, zeytin gibi dikili tarım arazileri ile kültür bitkisi yetiştirilmeyen alanlar olarak belirtilse de, glifosat bazlı ilaçların ekim-dikim öncesi tüm tarım arazilerinde kullanılma alışkanlığı var.

Dünyada glifozat etken maddeli tarım ilaçları, glifosata toleranslı olacak şekilde genetik olarak modifiye edilmiş soya ile mısırın yanı sıra pamuk, kanola gibi tarla bitkileri tarımında ve süs bitkileri yetiştiriciliğinde olmak üzere 110’dan fazla yabani ot türü için kullanılıyor.

Tarım ilaçları kaynaklı zehirlenmeler artıyor

Wolfgang Boedeker, Meriel Watts, Peter Clausing ve Emily Marquez’in yaptığı ve BMC Public Health adlı hakemli dergide yayımlanan araştırmaya göre, 1990’da yıllık yaklaşık 25 milyon olan pestisit zehirlenmesi sayısı, 2020’de 385 milyona yükseldi. Bu yükselişin nedeni, 30 yıl içerisinde pestisit ve herbisit kullanımının dünya genelinde yüzde 81 artmış olmasıydı.

Araştırmaya göre, dünyadaki 860 milyon çiftçi ve tarım işçisinin yarısına yakını (yüzde 44’ü) her yıl zehirleniyor. 141 ülkeye ait verilerin incelendiği araştırmada pestisit zehirlenmelerinin yol açtığı ölüm sayısı ise yılda yaklaşık 11 bin olarak veriliyor.

Türkiye’nin en büyük gölü kuraklık ve kirliliğin pençesinde. Van Gölü’nün çevresindeki kirlilik son birkaç yıl içinde ciddi boyutlara ulaştı ve gün geçtikçe artıyor. Van Çevre Derneği’nin verilerine göre her gün kıyılardaki yerleşimlerden yaklaşık 56 bin metreküp kanalizasyon atığı göle akıtılıyor. Kanalizasyon atıklarının büyük ölçüde göle boşaltılması ve sahil kenarına atılan çöplerin yanı sıra, iklim krizi ve kuraklık da bu kirlilikte etkili. Gölün suları gözle görülür biçimde her geçen gün biraz daha çekiliyor. Özellikle biyolojik atıkların arttığı yaz mevsiminde, kirlilik gölün birçok noktasında insan sağlığını tehdit edebiliyor.

Van Gölü 600 bin yıl öncesine dayandığı tahmin edilen tarihiyle, doğusunda Akdamar, Çarpanak, Adır ve Kuş gibi hem tarihi hem de doğal güzelliklere sahip adalarıyla, bir de sodalı suları nedeniyle turkuaza çalan rengiyle çok özel bir yere sahip. Ancak göl zaman zaman doğal turkuaz rengini kaybederek gri ya da kahverengine dönüşüyor. Doğa savunucuları gölün dışarıya akışının bulunmadığını vurguluyor. Bu nedenle gölün etrafında doğaya verilen her zarar, gölün içine düşen her atık gölde kirlilik yaratıyor.

Her gün kıyılardaki yerleşimlerden yaklaşık 56 bin metreküp kanalizasyon atığı göle akıtılıyor. Van Gölü’nün kirlenmesindeki sebeplerden biri de son yıllarda gelişme gösteren sanayileşme

Peki, Van Gölü’nü tehlikeye sürükleyen fiziksel ve biyolojik kirlilik için önlemler alınıyor mu? Bu kirliliği önlemek için neler yapmak gerekiyor? Van Çevre Derneği Başkanı Ali Kalçık, Van Gölü için yapılan planların hiçbirinin yerine getirilmediğinin altını çiziyor. “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan ve Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Van Büyükşehir Belediyesi, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı ve Edremit Belediyesi işbirliği ile Van Gölü’nü koruma eylem planı yapılıyor. Üstelik Van Gölü ile ilgili sürekli planlar yapıldığı medyaya da duyuruluyor. Planlar yapılırken de biz çevreciler asla çağırılmıyoruz. Kendi aralarında planlar yazıp çizip asla hayata geçirmiyorlar.”

Atıksu deşarjları gölün rengini değiştiriyor

Endüstri atıkları, yağlar, sentetik deterjanlar, pestisitler, yapay organik kimyasal maddeler Van Gölü’nü kirleten unsurların başında geliyor. Katı atıklardan özellikle plastikler, uzun süre çürümeden kalması nedeniyle çevrede en fazla göze çarpan kirletici durum olarak karşımıza çıkıyor. Yöre halkının yeteri kadar çevre bilincine sahip olmaması ve atıkların görevliler tarafından zamanında toplanmaması da katı ve sıvı atıkların derelere boşaltılmasında etkili oluyor.

Gölün kirlenerek renk değiştirmesinde ise kendisine pis su taşıyan derelerin yanı sıra arıtma tesislerinden çıkan suların deşarj edilmesi de etkili oluyor. Kaçak, yapımı yıllardır süren arıtma tesislerinin, ödenek eksikliği öne sürülerek yapım süreci uzatıldığını belirtiyor. Ayrıca Van Gölü’nün kirlenmesindeki sebeplerden biri de son yıllarda gelişme gösteren sanayileşme. Erciş Şeker Fabrikası, Van Oto ve Organize Sanayi Sitesi, Van-Et ve Van Çimento Fabrikası havza ve çevresinde akarsuları kirleten sanayi bölgelerden bazıları. Havzada gerekli önlemler alınmazsa sanayinin su kirliliği üzerine etkisinin daha da büyük olacağı öngörülüyor.

Van Çevre Derneği Başkan Yardımcısı Arzu Dinçer.

“Uzmanlara göre havanın giderek kurulaşması nedeniyle düşen yağış hızlıca buharlaşıyor. Çözüm ise HES’ler yerine güneş enerjisi”

“Havzanın bazı noktalarına arıtma tesisi yaptılar. Maliyeti çok yüksek olduğu için çalıştırılmıyor. Diyelim ki arıtma tesisleri çalıştırıldı, geriye kalan havzalar ne olacak?” diyor Kalçık. Tedbir alınmazsa Van Gölü’nün balçık çukuruna dönüşeceği konusunda uyaran Kalçık, kirliliğin üç temel etkeni olduğunu söylüyor: “Bunlardan birincisi kanalizasyon atıklarının arıtılmaması. İkincisi, gölü besleyen akarsuların bir kısmının yerleşim alanlarından geçiyor olması ve bunların filtrelenme sisteminin olmaması. Üçüncüsü ise evsel atıklar. Bunlar çözüme kavuşmadıkça Van Gölü çöplüğe dönüşecektir.”

Van Çevre Derneği Başkan Yardımcısı ve doğa savunucusu Arzu Dinçer de gölün daha fazla kirlenmesini önlemek için biyolojik arıtmanın tam kapasiteli olarak çalışması gerektiğine dikkat çekiyor. Dinçer ayrıca kuraklık ve göl çevresindeki ırmaklara inşa edilen barajların gölün sularının çekilmesindeki etkili olduklarına da değiniyor: “Van Gölü’nün suyu iklim değişikliği, kuraklık nedeniyle ciddi bir şekilde çekildi. Bunun birçok nedeni var tabii. Özellikle HES’lerin neden olduğu ekolojik tahribat, tarihi belleğin silinmesine, yüzlerce endemik bitki türü ve canlının yok olmasına neden oluyor. Örneğin, Erciş’te yapılan barajdan dolayı binlerce balık öldü.”

TEMA Vakfı Van Edremit İlçe Temsilcisi Bahise Erdem.

“Van Gölü’nün endemik tek balık türü olan inci kefali tehdit altında, Erciş Çelebibağ bölgesinde ise Flamingo kuş göç yolu kurumak üzere”

Kuraklık en büyük etkisini ise Van’ın çevresinde bulunan irili ufaklı göllerde gösteriyor. “Van Özalp’taki küçük göllerden Akgöl, Değirmigöl, Sıhke Gölü ve Zernek baraj gölü kuruyarak çöle döndü,” diyor Dinçer. “Uzmanlar havanın giderek kurulaştığını ve düşen yağışın hızlıca buharlaştığını söyleyerek uyarılarda bulunuyor. Çözüm ise, barajlar ve HES’ler yerine güneşin başkenti olan bu kente yenilebilir enerji yani güneş enerjisi kurulması. Tüm bunların dışında ise, herkesin bilinçli olması gerekiyor.”

TEMA Vakfı Van Edremit İlçe Temsilcisi Bahise Erdem ise, Van Gölü havzasının kurumasındaki diğer etkenler olarak ağaçlandırmanın olmayışı, yanlış sulama, kıyı şeritleri ve kum ocaklarının kıya yakın kurulmasını gösteriyor. Van Gölü’nün su seviyesinin uzun yıllardır bu kadar düşmediğine dikkat çeken Erdem, “tüm bu olumsuzluklar sonucunda Van Gölü’nde yaşayabilen endemik tek balık türü olan inci kefali de tehdit altında. Erciş Çelebibağ bölgesinde ise Flamingo kuş göç yolu kurumak üzere. İki kilometreye yakın bataklık kurumak üzere” diyor.

Erdem önlemler alınmadığı takdirde göldeki biyolojik çeşitliliğin kaybolabileceği konusunda uyarıyor.

“Kamu kurumları en güzel kıyıları işgal ediliyor”

Van Gölü’nün kirliliğinde pay sahibi başka sorun ise, çevresinde büyük bir öneme sahip olan sazlıkların hepsinin imara açılması. Van Çevre Derneği Başkanı Ali Kalçık, göl kıyısı boyunca ve özellikle yerleşim bölgelerinde yazlık siteler, plaj yolları ve dolgu yapıldığına işaret ediyor. “Böylelikle, sazlıkların biyolojik arıtma görevini ve gölde yaşayan canlıların yaşam alanını, oksijen kaynağını da yok ettiler,” diyor.

Van Gölü’nün kıyısında çöp ve evsel atıklar sıklıkla görülüyor. | Fotoğraf: Özlem Tekin

Van Gölü kıyısındaki yapılaşma sadece turistik alanlarla sınırlı değil. Birçok yeni kamu kurumu binası da göl kenarına inşa ediliyor. Kalçık, Van Gölü çevresinde, özellikle Edremit ilçesinde vali konağı, DSİ, Karayolları Müdürlüğü ve jandarma karakolu gibi kurumların en güzel kıyıları tutarak vatandaşın girişlerini de engellediğinin altını çiziyor.

Van Çevre Derneği ayrıca belediyeyi atık yönetimi konusunda önlem almaya çağırıyor. “Sadece Van merkezde günde yaklaşık olarak 30 bin metreküp kanalizasyon atığı atılıyor,” diyor Kalçık. “Böylelikle Van Gölü belediye tarafından da vahşice kirletiliyor. Bunun başka bir tanımı yok.”

Suyun içerisindeki kirletici maddeler suyun kalitesini olumsuz yönde etkilerken, kuraklıkla beraber suyun seviyesini de hızla azalıyor. Bu seviye değişimi de göl çevresindeki yerleşimlere, tarım alanlarına, limanlara, turizm tesislerine de zarar veriyor.

Kalçık, hazırlanan eylem planlarının açıklanıp bir an önce uygulanmasının önemini vurguluyor. “Van Gölü Koruma Eylem Planı lütfen sözde kalmasın. Artık akıbetini bilmek istiyoruz. İleri biyolojik arıtma tesisinin çalışıp çalışmadığı denetlenmeli ve çalışmalar titizlikle sürdürülmelidir.”

Türkiye’nin üçüncü büyük nehri, Eskişehir’in kimliği ve hayat kaynağı Porsuk Nehri’nde gündem uzun bir süredir kuraklık.

Nehir üzerinde 1966-1972 yılları arasında inşa edilen Porsuk Barajı’nın doluluk oranı yarı yarıya bile değil: Devlet Su İşleri’nin (DSİ) son verilerine göre bu oran sadece yüzde 34,9. Şehrin diğer barajlarında da durum farklı değil. Seyitgazi ilçesindeki Kunduzlar Barajı’nın yüzde 9,3’ü, Çataören Barajı’nın yüzde 5,3’ü ve İnönü ilçesindeki Aşağı Kuzfındık Barajı’nın ise sadece yüzde 1,4’ü dolu.

Porsuk Barajı’nın kuralık meselesine şu an tek çözüm olarak, Çifteler ilçesinde yer alan Kuzeybatı Anadolu’nun en uzun nehri Sakaryabaşı’ndan su getirme projesi gösteriliyor. Eylül 2020’de Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü (ESKİ) ile Devlet Su İşleri (DSİ) arasında Eskişehir’in içme ve kullanma suyunun Sakaryabaşı’ndan getirilmesi ile ilgili protokol imzalanmıştı. Ancak proje şu an rafta. 12 Haziran 2021’de Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyesi Nuray Akçasoy projenin DSİ Müdürlüğü tarafından 2021 yılı yatırım programına alınmadığını şehrin yerel kanalı ES Tv’de aktarmıştı. Projenin 2022’de faaliyete geçmesi öngörülüyor.

Peki, Eskişehir’e su kaynağı yaratmak için tek “umut” Sakaryabaşı Su Projesi mi? Sakaryabaşı’nın mevcut su kapasitesi ne durumda? Porsuk için acil eylem planı oluşturulamaz mı? Ve daha birçok soruyu yanıtlamak üzere öncelikle su kaynakları uzmanı ve inşaat mühendisi Garip Yıldırım ile Porsuk Barajı’nda en yüksek kuraklığın gözlemlendiği Kütahya Sabuncupınar Köyü’ne gidiyoruz.

Yıldırım: Sakaryabaşı’ndaki su kaynağının yıllık debilerinde düşüş var. O suyu kullanmak imkânsız ve çözüm değil. Oradan su getirilirse Çifteler’deki sucul yaşam yok olur

Sabuncupınar Köyü’nde kuraklıktan dolayı arpa ekimi yapan çiftçi (isminin kullanılmasını istemedi), su kaynakları uzmanı ve inşaat mühendisi Garip Yıldırım.| Fotoğraf: Merve Akman, 3 Ekim 2021

Bölgeye varır varmaz kuraklığın dışında en dikkat çeken kısım ise suyun kirliliği; kıyı kenarları kirlik nedeniyle yosunlarla kaplanmış ve suyun rengi griye dönmüş.

Yıldırım bu kirliliğin Kütahya Organize Sanayi Bölgesi’nin atıklarından, tarımda kullanılan zirai ilaçlardan ve Tavşanlı’da gümüş madenciliğinden kaynaklandığının altını çiziyor ve ekliyor: “Sık sık numuneler alınıp, analizler yapılmalı. Aksi halde Porsuk yoğun bir şekilde kirleniyor. Porsuk Barajı’na yapılan kontrolsüz bağlantılar cezalandırılmalı.”

Porsuk nehrinin Kütahya ili bölümünde kalan kısmında akan suyun rengi griye dönmüş. | Fotoğraf: Merve Akman, 3 Ekim 2021

 

Porsuk nehrinin Kütahya ili bölümünde kalan kısmında yoğun yosun oluşumları. | Fotoğraf: Merve Akman, 3 Ekim 2021

Yıldırım kuraklığa çözüm olarak en başta susuz tarıma geçilmesinin ve vahşi sulama yönteminin son bulması gerektiğini belirtiyor. Bu konuda yerel yönetimlerin sorumluluk alması gerektiğini söylüyor. “Porsuk Barajı’nı tek başına Eskişehir Büyükşehir Belediyesi iyileştiremez,” diye de vurguluyor. “Kütahya Belediyesi, Kütahya Valiliği yani kısacası yerel yönetimler birlik olup ıslah çalışmalarını hızlandırmalılar.”

Kurak bölgede konuştuğum çiftçiler de kuraklıktan dolayı zor durumda. Çiftçiler kuraklığa karşı şimdilik çözümü su isteyemeyen arpa ekimine yönelmekte bulmuş. Ancak aşırı sağanak yağışlarda zaten yapı olarak sele uygun olan arazide yaşanacak doğal afetler mahsullerini yok edebilir. Ancak çiftçiler bu konuda bir sorun yaşamayacaklarını söylüyorlar: “Bizim bölgede havanın ısınmasından dolayı yoğun yağışlar yaşanmayacak diye düşünüyoruz.”

“Alternatif su kaynağımızın olması lazım”

Yıldırım’a göre bölgede gitgide artan kuraklığa çözüm Porsuk’a alternatif su kaynağı olacağı öngörülen Sakaryabaşı Su Projesi değil. “Sakaryabaşı’ndaki su kaynağının son yıllık debilerinde düşüş var. O suyu kullanmak imkânsız ve çözüm değil,” diye uyarıyor. “Çifteler’de ciddi bir tarımsal sulama var. Oradan su getirilirse Çifteler’deki sucul yaşam yok olur. Biyolojik çeşitlilik zarar görür. Kentin etrafındakini su kaynaklarını korumalıyız.”

Sakaryabaşı Su Projesi ile ilgili başından beri birçok görüş ayrılığı mevcut. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü (ESKİ) Su Arıtma Dairesi Başkanlığı Şube Müdür Vekili Eylem Sıla Özer ise bu projenin hem kuraklık hem de kirlilik açısından önemli olduğunu belirtiyor. “Sakaryabaşı kontrolü kolay olan bir havzadır. Eskişehir’in sınırları içerisinde olduğundan dolayı sıkıntı çıkmayacaktır,” diyor Özer. “Büyükşehir olarak alternatif su kaynağımızın olması lazım. Porsuk’ta yosun (alg) patlaması gibi acil durumlarda şehri besleyecek alternatif kaynak gerekli.”

Özer: Pestisitler büyük oranda suya karışıp yosun patlamasına yol açıyor. İçeriye oksijen ve ışığın girme oranı azalıyor

Özer’e, yosun (alg) sayısındaki hızlı artışın nedenini ve Sakaryabaşı dışında bir çözüm veya çalışmanın olup olmadığını soruyorum. “Porsuk oldukça kirli bir baraj. Çıkış parametreleri birçok yönden üçüncü sınıf. Baraj gölü havzası oldukça büyük. Tarımsal yükün havzada toplanma potansiyeli var. Civarda büyük miktarda tarım arazileri var. Bilinçsiz yapılan tarım faaliyetleri var. Pestisitler büyük oranda suya karışıyor. Bu da yosun patlamasına yol açıyor. İçeriye oksijen ve ışığın girme oranı azalıyor. Buna ötrofikasyon diyoruz,” diyor Özer. Bu saydıklarının yanı sıra havzada önemli ölçüde insan kaynaklı kirlilik olduğunu söylüyor. “Kirliliği önlemek için özel hükümler yapıldı. Suyun arıtılarak deşarj yapılması sağlansın diye bir çalışma yapıldı. Ancak özel hükümlerde beklediğimiz iyileşmeyi göremedik. Su kalitesine yansımadı.”

Daha önce Porsuk Barajı’nın sularıyla kaplı olan alan şimdi tarla olmuş.| Fotoğraf: Merve Akman, 3 Ekim 2021

Projenin desteklenmesi gerektiğini savunan bir diğer isim de ESKİ Su Arıtma Dairesi Başkanı Murat Piroğlu. Projenin etüt çalışmalarının başlayacağını belirten Piroğlu, “Çifteler Sakaryabaşı temiz bir kaynak. ESKİ Genel Müdürlüğü olarak bu projeyi destekliyoruz. Tarım, insan hayatı üzerindeki etkileri, debriyaj ve suyun kapasitesi gibi konularda detaylı analizler yapılacak” diyor. Piroğlu ayrıca ESKİ’nin havza koruma planı faaliyetleri kapsamında Porsuk Barajı civarındaki yerleşim, imar, sanayi, tarım, hayvancılık gibi alanları için önümüzdeki 20 yılın analizinin yapıldığını aktarıyor.

Bıyık: Sakaryabaşı’nın suyunun alınması hem Çifteler’in tarımını ve hayvancılığını bitirecek hem de Porsuk Barajına yeterince can suyu olmayacak

Çifteler Belediye Başkanı Kadir Bıyık ise projeye karşı çıkıyor. Bıyık, projenin ilçedeki sulu tarımı ve verimli toprakları olumsuz etkileyeceğini düşünüyor: “Sakarya nehrinin doğduğu yer olan Sakaryabaşı ilçedeki tarımsal alanların büyük bir bölümünü sulamaktadır. Sakaryabaşı’nın suyunun alınması sulu tarımı ve verimli toprakları ciddi manada etkileyecektir. Bu durum hem Çifteler’in tarımını ve hayvancılığını bitirecek hem de Porsuk Barajı’na yeterince can suyu olmayacak.”

Bıyık, ilçe halkının ve de özellikle çiftçilerin bu projeden geri dönülmesini umut ettiklerini söylüyor. “Çiftçimiz zor durumda, zaten suyu su kullanamıyor. Tarımsal üretim zora girdi. İlçe olarak bize yetmeyen suyumuzu vermek istemiyoruz,” diyor. Bıyık projenin gerçekleşmesi hâlinde tıpkı porsuk gibi Sakaryabaşı’nın da kuruma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını vurguluyor. “Net olmayan bilgilere göre bu proje, 70 km’lik bir boru hattı ile 450 milyon TL bir bütçe ile Eskişehir’e içme, kullanma ve endüstri suyu olarak verilecek. Yeterince kar, yağmur yağmaması ilçede iki binin üzerinde derin kuyuların sulama amacıyla açılması yer altı su kaynaklarını bitirmiştir.”

Dünyada doğaya ve insana en fazla zarar veren atıkların en üst sırasında yer alan radyoaktif atıkları güvenli bir şekilde bertaraf etmenin henüz bilinen bir yolu yok. Ancak, radyoaktif atıkların baş sorumlusu olarak gösterilen nükleer santrallerden dünya vazgeçmiyor.

Stimson Center’ın güncel verilerine göre, dünyada 33 ülkede faaliyet gösteren 443 nükleer reaktör bulunuyor. ABD, 94 nükleer reaktörüyle ilk sırada yer alırken, Fransa 56 reaktörle ikinci sırada. 19 ülkede ise şu anda yapım ve planlama aşamasında olan 52 nükleer reaktör yer alıyor.

Türkiye’de ise şu anda sayı bir: 2023’te bitirilmesi planlanan, inşaat sürecinde meydana gelen çatlaklar ve patlamalarla güvenlik kaygılarını arttıran Akkuyu Nükleer Güç Santralı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 10 Kasım günü bu sayının üçe çıkacağını, “Akkuyu’nun ardından süratle ikinci, hatta üçüncü nükleer güç santralimiz için hazırlıklara başlayacağız” sözleriyle duyurdu. Ertesi gün, Glasgow’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği 26’ncı Taraflar Konferansı’nda (COP26) Rusya Devlet Atom Enerjisi Kurumu’nun (Rosatom) Genel Müdürü Aleksey Lihaçev, Akkuyu NGS’nin ardından, “Türkiye’de NGS’lerin inşaatında yer almaktan memnuniyet duyarız” dedi.

Biliminsanları ve doğa savunucuları ise başından beri Akkuyu NSG’nin faaliyete geçmemesi için mücadele sürdürüyor. Bunun birçok nedeni var. Bu nedenlerin başında, Avrupa’da ve Rusya’da kapatılan ve faaliyeti devam eden nükleer santral atıklarının depolama ve bertaraf  merkezinin Akkuyu NGS’nin olacağı endişesi de yatıyordu.

Nükleer atıklar kabul edilecek, yeniden kaynak olacak

Nitekim, Paris İklim Anlaşması’nın TBMM’de yürürlüğe girdiği gün (6 Ekim 2021) radyoaktif atıkların Türkiye’ye getirilmesinin önünü açan ve nükleer atıkların kaynak olarak kullanılmasına olanak sağlayan iki kanun teklifi oylanıp, kabul edildi.

> Birinci düzenleme: “28 Ocak 1964 Tarihli Ek Protokol ve 16 Kasım 1982 Tarihli Protokol ile Değiştirilen 29 Temmuz 1960 Tarihli Nükleer Enerji Alanında Üçüncü Şahıslara Karşı Hukuki Mesuliyete Dair Sözleşmeyi Değiştiren Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi”.

> İkinci düzenleme: “Kullanılmış Yakıt İdaresinin ve Radyoaktif Atık İdaresinin Güvenliği Üzerine Birleşik Sözleşmeye Türkiye Cumhuriyeti’nin Beyanlarla Birlikte Katılmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi”.

Bu düzenlemede nükleer atıkların yeniden kaynak olarak kullanılmasının yanı sıra ortak proje yürütülen başka ülkelerin nükleer atıklarının da kabul edilebileceği, atığın ortaya çıktığı ülke dışında başka ülkelerde bertaraf edilebileceğine ilişkin maddeler yer alıyor.

Avrupa’dan ithal edilen plastik atıklar ile ilgili geri dönüşüm ve denetleme tartışmaları sürerken, şimdi de Türkiye’ye transferi gerçekleşebilecek nükleer atıkların ne şekilde depolanacağı veya imha edileceği soru işareti. İzmir’in Gaziemir ilçesinde Emrez Mahallesi’nde 14 yıl önce ortaya çıkan radyasyonlu atıkların hâlâ temizlenmemesi, bertaraf konusunda “tecrübesiz” olunduğunu veya bilinen bir uygulamanın olmadığını gösterebiliyor.

Peki, bu iki kanun teklifi ne anlama geliyor ve neden kamuoyunda yeterince gündem yaratmadı? Paris İklim Anlaşması ‘sevinci’nin gölgesinde mi kaldı, yoksa sessizce mi Meclis’ten geçti?

Uğurhan: Ne yazık ki Fukuşima gibi bir felaketin yaşanmasıyla nükleer tehlikenin görünür olduğu olaylar yurttaşların sesini yükseltmesini sağlıyor

Dr. Ful Uğurhan. “Mersinli hekimler Akkuyu’ya yürüyor” etkinliğinden, 25 Şubat 2014. | Fotoğraf: Mersin Tabip Odası

Mersin Nükleer Karşıtı Platformu’nun (NKP) en eski üyelerinden Dr. Ful Uğurhan, nükleer endüstrisindeki gelişmelerin her zaman kamuoyunun denetiminden uzak ve gizli kapılar arkasında gerçekleştiğini belirtiyor:

“Nükleer atıkların bertaraf sorununun çözülemeyişi ile nükleer silahların ham maddesi plütonyumun nükleer santrallardan elde ediliyor olması, bu gizlilik ve pazarlıkların arkasındaki en önemli unsurlardan biri. Nükleer santralı olan ülkelerin başlarına bela olan, kurtulmak istedikleri nükleer atıklarının ülkemize getirilmesinin yasal yolunu açacak bu yasanın kabulünde, Türkiye’nin ne gibi menfaati olabilir? Acaba herkesin açıkça konuşmadığı nükleer silah yapımında kullanılabilecek her türlü malzemenin, araç ve ekipmanın bu yolla transferi ve ticaretinin önünün açılması mı hedefleniyor? Bunu öncelikle bu kanuna ‘evet’ oyu veren milletvekillerinin açıklaması gerekir.”

Uğurhan, bu iki kanun teklifinin gündem olabilmesi ve iptal edilebilmesi için, sadece birkaç STK’nın basın açıklaması yapmasının ötesinde, kitlesel bir itirazın gerçekleşmesi gerektiğini vurguluyor:

“Bu görev sadece STK’lar ve siyasi partilerle değil, öncelikle halkın tamamına düşmektedir. STK’lar ancak kamuoyunu bilgilendirme ve bunun sonucunda oluşacak itirazı örgütleme işini yapabilir. Ama yurttaşların sesi kısılmış durumda. Ne yazık ki daha önceden deneyimlediğimiz gibi ancak Fukuşima gibi bir felaketin yaşanmasıyla nükleer tehlikenin görünür olduğu olaylar yurttaşların sesini yükseltmesini sağlıyor.”

Sakarya: Boğazlarda zaman zaman petrol tankerlerinin ciddi kazalarına şahit olduk, büyük yangınlar çıktı. Bu eğer nükleer atık taşıyan gemide meydana gelirse, ortama yayacağı radyasyon etkisini düşünmek bile istemiyorum

EMO Yönetim Kurulu Üyesi Olgun Sakarya

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Yönetim Kurulu Üyesi Olgun Sakarya ise, günümüze kadar gelişmiş ülkeler dahil hiçbir ülkenin nükleer atıkların bertarafı konusunda ekonomik bir çözüm bulamadığının altını çiziyor ve ekliyor:

“Bu düzenlemeler, ileriki dönemlerde başta Rusya Federasyonu olmak üzere kaynak başka ülkelerin nükleer atıklarının bertarafı konusunda hedef ülke olarak ev sahipliği yapıp yapmayacağı gibi soruları akla getiriyor.”

Akkuyu NGS için Rusya ile yapılan anlaşma kapsamında, Rusya’nın deniz aşırı ülkelerdeki yatırımları için Türkiye’nin “geçiş ülkesi” konumuna girip girmemesinin de üzerinde durulması gerektiğini belirten Sakarya, “Buradaki kritik konu: Rusya’nın bizim ülkemizde Akkuyu’da yapmış olduğu nükleer santralın dışında, diğer Akdeniz ülkelerinde yapacağı benzer yatırımlar. Bizim ülkemiz için o geçiş ülke konumunu zaten kullanmak durumunda. Sanıyorum yasal mevzuatı biraz da buna oturtmak için düzenlediler” diyor.

Sakarya, yasal mevzuatla atıkların yeniden değerlendirilmesi konusunda Rusya’nın kendi atıklarını Türkiye’ye veya Türkiye üzerinden başka bir ülkeye taşınması durumunda da ortaya çıkacak risk ve tehditleri düşünmek dahi istemediğini belirtiyor:

“Boğazlarda zaman zaman petrol tankerlerinin ciddi kazalarına şahit olduk, büyük yangınlar çıktı. Bunun bir de nükleer atık taşıyan gemide meydana gelirse ortama yayacağı radyasyon etkisini düşünmek bile istemiyorum. Örneğin Çernobil kaç yıl önce oldu ama etkileri hâlâ sürüyor, daha da devam edecek. Bu yüzden Karadeniz halkının kanserden ölme oranları diğer bölgelere göre yüksek. Rusya’dan bizim üzerimizden geçecek bu tür malzemelerin veya maddelerin olası bir kazaya yaratacağı tehdidi, riski ve sıkıntıyı düşünmek dahi istemiyorum. Bunun telafisi mümkün değil.”

Antmen: Burada 50 nesil boyunca hatta daha fazla, nükleer atık tehlikesi devam edecek. Ama bu tesis bitse de işletmeye açılmamalı

CHP Mersin Milletvekili Alpay Antmen. Mersin Nükleer Karşıtı Platformu’nun Çernobil nükleer felaketinin 35’inci yıldönümünde gerçekleştirdiği basın açıklamasından. Özgecan Aslan Parkı, 26 Nisan 2021. | Fotoğraf: Antmen’in arşivi

Başka ülkelerin nükleer atıklarının bertarafının Türkiye’de gerçekleşmesine izin veren kanun teklifine 6 Ekim günü, İYİ Parti’den 13 vekil kabul oyu verdi, 23 vekil oy kullanmadı. HDP’den 19 vekil ret oyu verirken, 37 vekil ise oy kullanmadı. CHP’den ise 78 vekil çekimser kaldı, 57 vekil ise oylamaya katılmadı.

CHP Mersin Milletvekili Alpay Antmen öncelikle oylamaya ilişkin, Meclis’te bu teklife tek muhalefet şerhinin partiden İstanbul milletvekili Ünal Çeviköz’den geldiğini belirterek, “Peşini bırakmayacağız. Çeviköz’ün verdiği muhalefet şerhi, tüm CHP adına verilmiştir” diyor.

Antmen, nükleer atıkların doğada binlerce yıl yok olmadığını ve saklanmasının hem pahalı hem de riskli olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Bu yüzden nükleer kullanan ülkeler Türkiye’yi gözlerine kestirdi. Akkuyu’nun yönetimi de kontrolü de Rusya’da. Reaktör tabanı inşaatı iki kere çatladı. İlerde yaşanabilecek bir kazada Türkiye cehenneme dönebilir. Şimdi bu yetmezmiş gibi başka ülkelerin nükleer atıklarına ev sahipliği yapacağız.”

Akkuyu NGS’ye bir depolama tesisi yapılacağını vurgulayan Antmen, son yasal mevzuatla da öncelikle Rusya’nın radyoaktif atıklarının bu tesiste depolanacağının altını çiziyor: “Burada 50 nesil boyunca hatta daha fazla, nükleer atık tehlikesi devam edecek. Ama bu tesis bitse de işletmeye açılmaması gerektiğini düşünüyorum. Açılmaması için de elimizden geleni yapacağız.”

Akkuyu’da sanal tur: Eleştirel sorular yanıtlanmadı

Antmen ayrıca, 29 Kasım Pazartesi günü Akkuyu NGS’deki son gelişmelerin aktarıldığı “Açık Kapı Günü” adlı çevrimiçi bir etkinlik ve bu etkinlikte santralden sanal tur gerçekleştiğini aktarıyor. Akkuyu Nükleer A.Ş. Genel Müdürü Anastasia Zoteeva ve Yapı ve Üretim Organizasyon Direktörü Denis Sezeri’nin etkinlikte, katılımcılardan gelen soruları yanıtladığını, kendisinin de üç soru yönelttiğini belirten Antmen, iki sorusunun cevapsız bırakıldığını söylüyor.

Antmen ilk olarak “Akkuyu’da bağımsız bir denetleme kurumu var mı?” şeklinde soru yönelttiğini, bu soruya “Akkuyu üretime geçtikten sonra sahibi olacak [Fransız bir şirket] şu an denetim yapıyor” cevabını aldığını belirtiyor.

Bölgeden geçen Ecemiş Fay hattının aktif olması hâlinde ortaya çıkacak güvenlik sorununun nasıl aşılacağına ve NKP bileşenlerinin neden Akkuyu NGS’ye sokulmadığına dair iki sorusunun, “süre bitti” gerekçesiyle yanıtlanmadığını belirten Antmen ekliyor: “Önceden hazırlanmış bir senaryo dâhilinde göz boyama ve sevimli görünmek adına yapılan bir etkinlik olduğunu düşünüyorum.”

Eşrefpaşa ve Altıntaş yönünden Kemeraltı Çarşısı’na kestirme yoldan inerken dik bir yokuşa sapınca karşınıza çıkıyor Damlacık. Yokuşun bir yanında “Taçsız Kral” lakaplı Metin Oktay’ın yetiştiği spor kulübü, hemen az ilerisinde ta ötelerden sıcak ekmek kokusu duyulan fırın… Yokuşa paralel sokakların bir köşesinde ise insanların her gün mum yakarak dilek tuttuğu “Tezveren Dede” türbesi. İzmir’in en eski semtlerinden Damlacık, yolu oradan geçen herhangi birinde ilk önce böyle bir izlenim uyandırıyor.

Halk dilinde Damlacık, Konak’taki tütün işletmelerinde çalışan işçilerden almış adını: Tütün emekçileri evlerine gitmek için her akşam o dik yokuşu çıkana kadar alınlarından damla damla ter dökülürmüş. Araştırmacı-yazar Yaşar Ürük ise semtin en büyük özelliğinin “Mal Deresi” veya “Santa Veneranda” suyu olduğunu, adının buradan gelebileceğini yazıyor.

Üst sınırı Antik Roma’dan kalma İpek Yolu’ndan başlayan Damlacık’ın deresi bir akıyor bir duruyor, damlamasa da çeşmeleri yerinde. 18. yüzyıl tarihli camisi yıkılmaktan son anda kurtuldu, caminin altında olduğu varsayılan “Asklepion Tapınağı” arkeolojik araştırmayı bekliyor ve Arnavut kaldırımlı sokağı hâlâ duruyor. Ama son yıllarda Konak’tan başınızı Varyant tarafına doğru çevirdiğinizde sanki yüzyılların tarihi orada hiç yaşanmamış gibi. Mahalleleriyle, insanlarıyla, kültürüyle Damlacık diye bir semt hiç olmamış sanki…

“Yıllar sonra bir gün doğduğum mahalleyi görmek için Damlacık’a gittim… Mahalle yerinde yok. Gözlerimi yumdum açtım; baktım kara bir delik…”

Yazar Ayşe Kilimci yedi yaşına kadar Damlacık’ta yaşamış. | Fotoğraf: Kilimci’nin arşivi

“Adı Bereket Apartmanı olan bir evimiz vardı. Apartman dediğime bakmayın, iki katlıydı. Ortasında geniş bir avlu, tavanı gökyüzü olan, iki ya da üç bloktan oluşan bir evdi. Köşesinden yukarı doğru bir asma uzanırdı. Altımızda Yılmaz Bakkal… Diğer tarafta küçük bir atölyede nakışçı teyzeler… O zaman gazyağı satılırdı bakkallarda. Dükkânların önünde büyük büyük bidonlar olurdu. Sadece buradan değil o tarihte neredeyse bütün bakkallardan gazyağı kokusu yayılırdı. Bir de açık şarap kokusu…”

Edebiyatçı yazar Ayşe Kilimci, 1954 ila 1961 yıllarında yaşadığı Damlacık’ı böyle hatırlıyor. Yedi yaşına kadar yaşadığı mahallede çocukluğundan kalan iki mekândan biri Varyant’ın çıkışındaki Etnografya Müzesi. Diğeri ise bugün İl Sağlık Müdürlüğü olarak kullanılan, uzunca bir süre Memleket Hastanesi olarak anılan bina!

Memleket Hastanesi. Fotoğraf: Bahaeddin Rahmi Bediz, Foto Resne’nin arşivinden 25 Eylül 1930 (Girit’ten göç eden İzmir’in meşhur fotoğrafçısı)

Annesi hemşire olan Kilimci, işte bu hastanenin arkasındaki sokakta o iki katlı evde doğmuş. İlk arkadaşlarını o evde edinmiş, ilkokula orada başlamış, Damlacık’ın sokaklarında koşup oynamış…

Sosyal hizmetler uzmanı olarak çalıştığı yıllarda Ankara, İstanbul gibi şehirlerde yaşayan Kilimci, emekliliğinde Ayvalık’a yerleşmiş. Ama İzmir’de başlayan hayat yolculuğunu unutamıyor. Yüzünde beliren hüzünle karışık bir tebessümle çocukluk günlerine dönüyor:

“Bir gün kaçıp Çamlık köyünden olan aile dostlarımızın evine gittim. O gün kocaman bir bahçe içinde un elediklerini hatırlıyorum. Bana çok ilginç gelmişti bu. İyi ki de orada takılıp kalmışım. Yoksa daha da uzaklaşacağım, beni bulamayacaklar. Komşu annenin ‘Aneey bu kaçmış’ sesi hâlâ kulağımda… Beni deli gibi arayan nineme teslim ettiler hemen. Şimdi düşündüğümde demek ki bir sinema vardı orada; bir mahalle sineması… Ana karakter veya figüransınız ama herkesin içinde olduğu gerçek bir sahne! Yıllar sonra şunu anladım: Mekânları tarumar edilse de Damlacık bende insanlarıyla, sesleriyle, kokularıyla hâlâ yaşıyor.”

Bir mahalleyi mahalle yapan oradaki insanlardan, aşklardan, hâtıralardan başka nedir ki?.. Küçük bir çocukken orada yaşamış olmasına rağmen komşularını renkli, samimi ve kendisinde iz bırakan insanlar olarak anımsıyor. “Gelin kız”dan bahsediyor mesela. Terzilik yaparmış bu kız. Sonra nalıncılar sokağında çalışan bir delikanlıyla evlenmiş.

“Çok güzel bir kızdı; o gözler, kaşlar, endam… Mahalledeki herkes gibi yaşar, aynı dili konuşurdu… Ancak bir sırrı vardı bu yalnız kızın: Öldüğü zaman boynundaki haçtan anlaşılmıştı Ermeni olduğu. Neden çekinmişti bilmiyorum ama ölene kadar gerçek kimliğini saklamak zorunda kalmıştı” diye anlatıyor o kadının hikâyesini ve ekliyor: “Bu ülkede insanlar keşke zorunda kalarak değil özgürce yaşayabilse.”

Damlacık’ta oturdukları dönemde üç ev değiştirmişler. Ama kiracılığın pek de bir önemi olmadığını, kapı önleriyle, bahçelerle, ikindi çaylarıyla hep bir arada yaşandığını aktarıyor.

Yıllar sonra bir gün doğduğu mahalleyi görmek için Damlacık’a gittiğini söylüyor: “Orayı çepeçevre gören otobüs durağından yukarı doğru şöyle bir baktım… Mahalle yerinde yok. Herhâlde başıma güneş geçti dedim. Gözlerimi yumdum açtım; baktım kara bir delik…”

Yıkımın ardından, Sümer Mahallesi otopark hâline geldi. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 15 Ekim 2021

Yıkımı ilk Sümer Mahallesi yaşadı

Konak Tüneli’nin yapımı sırasında darbe alan Damlacık semtinin önemli bir bölümü yok oldu. Tünel hattının altından geçtiği Damlacık’ta Bakanlar Kurulu’nun 2013 yılında aldığı acil kamulaştırma kararıyla ilk olarak Sümer Mahallesi’nde 39 bina yıkıldı. Bir yıl sonra mahalledeki diğer evler ile Namık Kemal Mahallesi’nde oturan bazı mülk sahiplerinden evlerini boşaltmaları istendi. 2015’te bilirkişi raporuna istinaden mahkeme tarafından ağır hasarlı tespit edilen mahallelerdeki 64 bina da “can ve mal güvenliği açısından ciddi risk taşıdığı gerekçesiyle” farklı tarihlerde yıkıldı. Yeniden yapma bedeli ile kamulaştırma sınırında kalan binaların rayiç bedelleri mülk sahiplerine ödenirken mahalleden göçen semt sakinleri de başka yerlerde yaşam kurmaya çalıştı.

“Hiçbir zaman evimizi satmayı düşünmedik. Semt bu duruma getirilmeseydi, tadilat izni verilseydi burada oturmak isterdim”

Bugün çevredeki resmî ve özel kurumların otoparkı hâline gelen Sümer Mahallesi’ndeki sokaklar haritadan silinmiş durumda. Fakat evlerinin tünel inşasıyla ellerinden kayıp gitmesi semtlinin yaşamında derin izler bıraktı. Tünelin tam üstündeki sokaklardan birinde oturmuş olan Emel Hanım (74), “Bir türlü tadilat ruhsatı alamadığımız için evimize bakım yapamıyorduk ama hiçbir zaman satmayı da düşünmedik. Semt eğer bu duruma getirilmeseydi, tadilat izni verilseydi burada oturmak isterdim” diyor.

Emel Hanım 1966 yılında Damlacık’a gelin gelmiş. Yalnız semtin değil, Konak’ın merkezinin genel durumunu bugün hayıflanarak anlatıyor: “Sarıkışla yeni yıkılmıştı. Ama deniz sahil bulvarı için daha doldurulmamıştı. Ne şu anki SGK blokları vardı ne de beton yığını çok katlı otopark. Konak İskelesi’nde vapurdan indiğiniz zaman şimdi içinde Opera ve Millî Kütüphane’nin bulunduğu Elhamra Sineması karşınızdaydı.”

Küçük ama denizi gören, üç katlı ahşap bir evde oturmuşlar yıllarca. Çocuklarını bu evde büyütmüş, saçlarına ilk aklar bu evde düşmüş, sevinçleri olduğu gibi eşini kaybettiğinde ölümleri acıları da burada yaşamış. Tünel inşaatı başlatıldıktan sonra bir gün “eviniz istimlak edilecek” diye bir yazı ulaşmış ellerine. Emel Hanım, evlerini hemen boşaltmak zorunda kaldıklarını hatırlatıyor.

Kamulaştırmadan gelen parayla güç de olsa başını sokabilecek bir ev alabilmiş. Ama kendileri gibi birçok komşusunun maddî anlamda da kayıp yaşadığını söylüyor: “Eşdeğer olarak mesela Halilrıfatpaşa semtindeki bir evin metrekaresi üç bin liradan gösterilirken metrekarede bize verilen bin liraydı. Yine evimize iki dakika mesafedeki YKM ve çevresinin metrekaresi o zaman 18 bin liraydı. Evler eski olduğu için değeri yoktu belki ama konum olarak parsel değerliydi. Madem bir hata sonucu evimiz ağır hasarlı diye kamulaştırıldı, isterdim ki gerçek değeri teslim edilsin.”

Damlacık, Arnavut kaldırımlı bir sokağın ucunda başlıyor ve tarihi İpek Yolu’nun olduğu yerde sonlanıyor. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 12 Ekim 2021

Halk evini yenileyemiyor

Damlacık’ın hangi sokağına girseniz sessizlik hâkim şimdi. Kıt kanaat geçinen insanlar hayatlarında böyle bir gedik açılmasından, yıkıntılar arasında bırakılmaktan dolayı kırgın… Tünel projesi telafisi güç sonuçlar çıkarmış ortaya.

Namık Kemal Mahallesi’nde 96 yaşındaki annesi ve ablasıyla birlikte yaşayan zabıta emeklisi Naim Yazıcı, yedi yıldır tek başına yetkili makamlara sesini duyurmaya çalışıyor. Başvurmadığı idarî kurum, İzmir’de röportaj vermediği gazeteci kalmamış.

2015 yılında evi orta hasarlı tespit edilen Yazıcı, yaşadıkları evin bölgedeki diğer binalar gibi 1955 yılında dönemin şartlarına göre mühendislik hizmeti almadan ve deprem yönetmeliklerinden önce inşa edildiğini söylüyor. Oturdukları evin arkasındaki parsellerde ağır hasarlı raporu verilen binalar yıkılınca evlerinin temeli su almaya başlamış:

“O parsellerin bulunduğu alana gelişigüzel bir beton döküldü ama faydası olmadı. İki sokak arasında yedi metre kot farkı var. Bundan dolayı oradaki toprağın çektiği yağmur suyu bizim binaya geliyor. Evin temeli su alıyor. Deprem öldürmez bina öldürür diyorlar. Burada can güvenliğimizden endişeliyiz. Evimiz daha kötü olur da yıkılma noktasına gelirse yandaki parselle birleşmeden inşaat yapamıyoruz.”

Damlacık’ta kültür varlığı olarak tescilli çok sayıda bina mevcut. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 27 Nisan 2021

Damlacık kentsel ve 3. derece arkeolojik sit alanında yer alıyor. Damlacık’ı kapsayan Kemeraltı 1. Etap Koruma Amaçlı Revizyon İmar Planı’na göre yeni yapılacak yapılar iki kat imarlı. Büyüklüğü 40 ile 80 metrekare arasındaki parsellerin birleştirilmesi koşuluyla mülk sahipleri “konut tercihli pansiyon projesi” alabiliyor. Ancak inşaat sırasında tarihî eser bulgusuna rastlanması durumunda parselin istimlak edilme olasılığı yüksek. Bu yüzden semtin eski sakinleri yıkılan evlerini “yeniden yapma bedeli” ödense de sorun yaşamamak için semte bir daha hiç uğramamış.

İzmir Büyükşehir Belediyesi (İBB) ve Konak Belediyesi’ne Damlacık’la ilgili kentsel dönüşüm veya yenileme planı olup olmadığını sorduk. İl ve ilçe belediyeleri verdiği yazılı yanıtta semtteki yapılaşmaların yürürlükteki “Kemeraltı 1. Etap Koruma Amaçlı Revizyon İmar Planı” ile İzmir 1 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun kararları doğrultusunda yapıldığına dikkat çekti.

“Semt yıllarca ihmal edildi, burada vatandaşların hukukunu koruyarak kamulaştırma alanının dışında kalan eski, depreme dayanıksız binaların yenilenmesi için devlet desteği bekliyoruz”

Damlacık sakini Naim Yazıcı, Namık Kemal Mahallesi. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 23 Ekim 2021

“Tarihî dönüşüm projesi” soruna çare değil

Damlacık ve çevresinde 20. yüzyılın başlarında inşa edilen, pek çoğu bakımsızlıktan yıkılan, yıkılma noktasında olan, kapı ve penceresi yağmalanan kültür varlığı olarak tescilli çok sayıda bina mevcut. Bu binaların 11’i tünel nedeniyle kamulaştırılan alanda bulunuyor. Özel mülkiyete ait basit yapılar istimlak edilirken kamulaştırma sınırındaki tescilli binaların mülkiyeti de Karayolları Genel Müdürlüğü’ne geçti.

Kamulaştırılan alanda 2021’de uygulanmak üzere “restorasyon ve peyzaj düzenleme projesi” duyuruldu. Ayrıntıları gizlenen proje uygulanırsa yıkılan tescilli yapılar restore edilecek. Sorularımızı yanıtlayan İzmir Valiliği bünyesindeki Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı, “tarihî dönüşüm” diye ilân edilmiş olan projenin şu anda ihale aşamasında olduğunu bildirdi.

Ancak Koordinasyon Başkanlığı’ndan restore edildikten sonra otel, hostel, kafeterya, restoran olarak kullanılacağı belirtilen tescilli binaların hangi ekonomik modelle kimler tarafından işletileceğine yönelik bilgi verilmedi. Evleri istimlak edilen semt sakinleri, kamulaştırma işlemi sırasında Karayolları ile imzaladıkları anlaşma gereği kamulaştırılan alandan ticarî kâr sağlanamayacağını hatırlatıyor.

Kendini Damlacık’a adayan Yazıcı, salt “restorasyon” ve peyzaj düzenleme projesinin semtin sorunlarını çözemeyeceği görüşünde. Tarihî Damlacık’ın Konak merkezinin siluetini oluşturduğunu dile getiren Yazıcı “semt yıllarca ihmal edildi, burada vatandaşların hukukunu koruyarak kamulaştırma alanının dışında kalan eski, depreme dayanıksız binaların yenilenmesi için devlet desteği bekliyoruz. Mesele sadece 11 adet tescilli bina değil. Bölgede 12., 13., 14. tescilli yapı yıkılmaktan nasıl kurtarılacak? Kamulaştırılan alanın yıllardır İzmir’e kazandırılacağı söyleniyor, bu nasıl yapılacak bilmiyorum ama geri kalan ne olacak?” diye soruyor.

Dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın “sit ise de yapılır, değilse de yapılır” dediği tünelin inşaatı devam etti ve tünel 2015’te açıldı

 

Varyant çıkışından Damlacık. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 15 Ekim 2021

Karayolları sekiz yıl sonra: “Kusurumuz yok”

Damlacık’ın tarihî dokusu neden kurban edildi? Neden yıllarca atıl durumda kaldı? Adalet ve Kalkınma Partili (AKP) Binali Yıldırım’ın İzmir için vaat ettiği “35 proje” içinde yer alan Konak Tüneli’nin inşaatını başlatan Karayolları Genel Müdürlüğü ilk kamulaştırma işleminden sekiz yıl sonra, 26 Temmuz 2021 tarihinde Bilgi Edinme Kanunu kapsamında sorularımızı yanıtladı. Karayolları verdiği yazılı yanıtta “Yüklenicinin ve idarenin herhangi bir kusuru olmaksızın tünel güzergâhında bulunan bir kısım binalarda hasarlar meydana gelmiştir” ifadelerini kullandı.

Tünel inşaatı 24 Eylül 2011’de Karayolları Genel Müdürlüğünün işi ihalesiz verdiği yüklenici firmalar tarafından başlatılmıştı. Meslek odaları ve ilçe belediyesi, bölgenin sit statüsü yok sayıldığı, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporundan muaf tutulduğu ve jeolojik açıdan tehlike oluşturduğu gerekçesiyle projeyi yargıya taşıdı. Ancak dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın “sit ise de yapılır, değilse de yapılır” dediği tünelin inşaatı devam etti ve tünel 2015’te Konak’ta yaya üstgeçidi yapılmadan araç trafiğine açıldı.

Şehir plancısı Zeynep Yıldırım. | Fotoğraf: Yıldırım’ın arşivi

Kent suçları “beyaz yakalı suçlar”

Tarihî semtin geleceğini etkileyen Konak Tüneli, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğinin (TMMOB) 2019’da yayımladığı “İzmir Kent Suçları Haritası”nda “kente karşı işlenmiş suçlar” arasında yer alıyor.

“Kent suçu” kavramına açıklık getiren şehir plancısı Zeynep Yıldırım, kent suçlarının “beyaz yakalı suçlar” olduğunun altını çiziyor: “O dönemde Binali Yıldırım sürekli İzmir’e bir proje öneriyordu. Bunların çoğu da ulaşımla ilgiliydi. Diyordu ki ‘siz İzmirlilerin ulaşım hakkını elinden alamazsınız.’ Böylelikle önce ‘mağduriyet’ üretiliyor. Sonrasında o süreç içselleştiriliyor. İşte tam da o hegemonik dil üzerinden tahakküm kurmaya çalışan beyaz yakalı suçlar bunlar. Alelâde sokaktan geçen insanların işleyebileceği suçlar değil.”

Damlacık’ta tünelle birlikte başlayan huzursuzluk semt insanının uzun yıllar yıkıntılar arasında bırakılmasıyla arttı. Şantiye görüntüsü, güvenlik sorunları, çökme tehlikesi bulunan binalar Damlacık’ın günümüzdeki siluetini oluşturdu.

Pamukkale Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde öğretim üyesi Dr. Dalya Hazar Kalonya, tünelin koruma alanında bulunmasına rağmen Koruma Bölge Kurulu’nun kararı beklenmeden semtin altından geçirilmesine tepkili.

Hazar Kalonya, yıllar içinde hiçbir şey yapılmayıp bir gün salt “restorasyon ve peyzaj projesi” başlatılmasını ise “bilinçli bir köhneleştirme sürecinin parçası” diye yorumluyor. Damlacık’la Kemeraltı’nın aynı “plan” üzerinden “korunduğuna” dikkat çeken Hazar-Kalonya, “böyle yerleri noktasal değişikliklerle örneğin binaların yıkılmasını bekleyerek, araziyi ucuzlatarak, el değiştirterek ‘soylulaştırma’ sürecine tâbi tutarlar” diyor.

Öğr. Üyesi Dr. Dalya Hazar Kalonya. | Fotoğraf: Kalonya’nın arşivi

İlk kez sosyolog Ruth Glass tarafından kullanılan “soylulaştırma” veya “mutenalaştırma” orta ve üst sınıfların, dar gelirlilerin ve işçi sınıfının yaşadığı kent merkezlerindeki semtlere yerleşme süreci olarak tanımlanıyor. Hazar Kalonya, soylulaştırmanın bir bölgenin asayiş sorunlarını çözebileceği gibi o mahallede yaşayan insanların yerinden edilmesine de neden olduğunu anlatıyor. Böyle bir işlemden ortaya çıkan kentsel rantın genelde kamuya geri döndürülemediğini vurgulayan Hazar Kalonya şöyle devam ediyor:

“Çeşitli projeler ile birkaç binayı yenileyip binaların kullanım fonksiyonunu değiştirirler. Mevcut durumda konut olan yer turizm alanı olup ticarî işletmeye açılır. Daha sonra etrafındaki diğer binalar da sosyokültürel ortam da değişmeye başlar. Damlacık tarihî dokusunun yanında körfeze nazır konumuyla da İzmir’in gözbebeği bir bölge. Dolayısıyla üzerinde çok ciddi bir rant talebi var. ‘Kemeraltı ve Çevresi Kentsel Yenileme Alanı’ projeleri yürüten TARKEM adlı şirketin yönetimi her ne kadar yerel idaredeymiş gibi görünse de sermayenin ağır bastığı bir kuruluş. Niyet okumak gibi olmasın ama oradaki insanlar bunca yıl rant talebiyle yalnız bırakılmış ve en nihayetinde orayı terk etmeye zorlanmış olabilir.”

“Mal Deresi”nin geçtiği Damlacık ile şimdiki Varyant bölgesi. 1600’lü yılların ortalarından itibaren gömüye açılan ve 1926’da resmen nakledilen Yahudi Maşatlığı buradaydı. | Fotoğraf: Ethem Ruhi Taga, eski adıyla Yolbedestani (İzmir’in görsel benliğini kayıt altına alan, şehrin önemli fotoğrafçılarından)

100 yıl önce de mezarlık kaldırılmış

Konak Tüneli kazısında 2013’te Etnografya Müzesi’nin çevresinde Musevilere ait 336 mezar ve 900’den fazla insan kemiği bulundu.

Sıhhiye Nizamnamesi (1868) yayımlanana kadar gömüye açık olan mezarlığın bulunduğu arazinin haritasına ulaşan tarih araştırmacısı Dr. Siren Bora, 1842’de 242 dönüm olan maşatlık arazisinin imara açıldıktan sonra 115 dönüme düştüğünü söylüyor.

Bora’nın verdiği bilgiye göre, Osmanlı-Rus Savaşları (1877-1878) sonrası İzmir’e iskân edilen muhacirlere yerel yönetimin konut inşasıyla önce arazi tecavüzleri oldu. 1907 yılında Yahudi Cemaati, mezarlık arazisinin bir bölümünü 1851’de açılan Gureba-i Müslimin Hastanesi’ne (Cumhuriyet döneminde Memleket Hastanesi adını aldı) bağışladı.

Maşatlıkta 1914 yılından sonra hızlanan yapılaşma 1919’da Yunan İşgal Kuvvetleri Komiserliği tarafından da devam ettirildi. İşgal Kuvvetleri Komiserliği, 1921’de mezarlığın resmen naklini kararlaştırdı. Yahudi Cemaati bir dizi girişimde bulunmasına rağmen nakil işlemi önlenemedi.

Dr. Siren Bora, bugün Etnografya Müzesi’nin yanı sıra Varyant, Arkeoloji Müzesi, Karataş Kız Lisesi, Selimiye Camii, Sarıkamış İlkokulu’nun da üzerinde bulunduğu Yahudi Maşatlığı’ndaki mezarların taşınma işleminin 1926’ya kadar sürdüğünü belirtti. 2013’te tünel inşaatında bulunan kemikler ise Gürçeşme’deki Musevi Mezarlığı’na nakledildi.


• Bu içerik, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.

“Virüs değil de, hayatımızın birtakım adamların eline düştüğü düşüncesi ürkütücüydü”, “Yaşlılık yüzünden ayrımcılığa uğramak büyük haksızlık”, “Pandeminin izolasyonu, cezaevindekinden daha ağırdı. Çünkü hayatımıza, görünmez duvarlar koydu”, “Nefret söylemlerine rağmen en azından konuşulur olduk”… Bunlar, 65 yaş üstünün pandemide yaşadıklarını gösteren sadece birkaç cümle.

7 milyon 953 bin 555 insanın, farklı derecedeki kısıtlamalarla 16 ay boyunca sokağa çıkması yasaklandı. Tehlikeliydi onlar, çok tehlikeli! O yüzden polisi arayıp ihbar edenler oldu. Peşlerinden “Evinize girin” diye bağıranlar da, başlarına kolonya dökenler de. Sekiz günlük bu yazı dizisinde, Covid-19 ve yasakların bıraktığı fiziksel ve zihinsel izleri, pandemiyle artan yaş ayrımcılığının hissettirdiklerini, “günah keçisi” yapılmalarının yarattığı tehlikeyi, teknolojiyle sınavlarını onlardan dinledik. Toplumdaki ageismin dayandığı tabanı, neden yaygınlaştığını, pandeminin +65 üzerindeki psikolojik etkilerini ise, uzmanları yorumladı.

> +65’in pandemi günlüğü #1: Hem pandemi hem yoksullukla baş etmek zor
> +65’in pandemi günlüğü #2: Yeni dünyanın vedalarında başrol yalnızlığın
>
+65’in pandemi günlüğü #3: Alaylı bakışlar altında dijital göçmenlik
>
+65’in pandemi günlüğü #4: Dışarıda ve içeride pandemiyle yaşamak
>
+65’in pandemi günlüğü #5: Sorunların çözümü yaşlılık hukukundan geçiyor
> +65’in pandemi günlüğü #6: Depresyon arttı, demans hızlı ilerledi
> +65’in pandemi günlüğü #7: Yaşlanma korkusu, yaş ayrımcılığını besliyor
> +65’in pandemi günlüğü #8: Sekiz milyon görünmez

 


• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.

Eylülde yaşlılara yönelik yarısı ölümle sonuçlanan 209 şiddet, ihmal, istismar vakası yaşandı. Senex’in her ay yayınladığı “Yaşlılara Yönelik Şiddet ve İhlallerin İzlenmesi” raporuna göre, “yaşlısına sahip çıkan, saygı gösteren” Türkiye’nin gerçeği işte bu… Pandemi ve +65 yaş üzerine yazı dizisi yapmaya karar verdiğimde, böylesi büyük bir hak ihlaliyle, ayrımcılıkla karşılacağımı ummamıştım. Bunda kendi payımın da olduğunuysa hiç düşünmemiştim. O yüzden bu bir çeşit itiraf yazısı aslında, bir nevi özür de. Nefret suçları üzerine kitap yazan biri olarak, yaşlıları nasıl da görmezden geldiğimi artık biliyorum. Ya da insanlar, “bu yaşlılar neden bu kadar çok otobüse biniyor?” dediklerinde verilebilecek bir yanıt olduğunu da. Zira yaşlıların sosyalleşebilmek için kendilerine sunulan ücretsiz ulaşım kartından, otobüste insan yüzü görmekten daha fazla şansları yok. Pandemide bu bile ellerinden alındı.

65 yaş üstü yaklaşık 8 milyon insan bir kararla, birkaç saatlik izinler dışında 16 ay boyunca evlerine hapsedildi. Sanki kendilerini koruyacak “akılları” yoktu, sanki hayatta kalmayı bir onlar bilmiyordu… Oysa içlerinde çalışması gerekenler de vardı. O yüzden konuştuğum çoğu kişi gibi pandemide benim de zihnime kazınan, otobüsten indirilmeye çalışılırken “üç merdiven sildim ben. Çalışmazsam açım” diyen kadının feryadı oldu.

Hepimiz bu suçun failleriyiz

Pandemi başındaki “yaşlıları korumak” sözleri bir anda “yaşlılar tehlikeli” algısına dönüşüverince sokaklarda kovalandılar, hakarete uğradılar, hırpalandılar… Ama yaşlılar konuştukça anladık ki, bu nefret hep vardı, pandemi onu sadece ayyuka çıkardı. Konuştuklarımın, bunca hakarete, nefrete rağmen en azından görünür olduk demesi bundan. Çünkü yaşlılık da, onlara yönelik nefret de tüm toplumun mutabık olduğu bir suskunluğa mahkûm ediliyor.

Genç nüfusa sahip olmakla övünen Türkiye’nin nüfusu yaşlanmakla kalmıyor, yoksullaşıyor da

Peki, bu nefretin sebebi mi? Hız ve tüketim üzerine kurulu bu sistemde, yavaşlamak yok sayılmayı getiriyor. Bu yetmezmiş gibi, yaşlılar bir de yeterince tüketmiyor. Üstelik kapitalizm gençlik kremleri, sağlıklı yaşam trendleriyle hepimize yaşlanmamanın yollarını sunarken, onlar utanmadan yaşlanıveriyor! Bu da haliyle korkuları arttırıyor. Anlayacağınız, yaşlılığa yönelik ayrımcılık hepimizin faili olduğu bir suç. Ancak bunun insanın bindiği dalı kesmesinden farkı da yok. Çünkü diğer ayrımcılıkların aksine, önünde sonunda hepimiz ayrımcılık yaptığımız bu gruba dahil olacağız. Tabii bu ülkede, yaşlanmayı başaracak kadar şanslıysak…

Genç nüfusa sahip olmakla övünen Türkiye’nin nüfusu yaşlanıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2020 istatistiklerine göre,65 yaş üstü grubun nüfusa oranı son beş yılda yüzde 22,5 arttı. 2015’te 6 milyon 495 bin 239 olan sayı, 2020’de 7 milyon 953 bin 555’e çıktı. Bu sırada size kötü bir haberim var, araştırmalar gösteriyor ki, Türkiye nüfusu yaşlanmakla kalmıyor, yoksullaşıyor da. Yani biz, yaşlılığımızı anne-babamızdan çok daha olumsuz şartlarda yaşayacağız. O yüzden ya şimdiden ses çıkarmaya başlayın ya da daha sert nefret söylemleriyle karşılaşacağınız bir yaşlılığa kendinizi hazırlayın. Seçim sizin!

Yaşlıları unutmayanlar da var

Yaşlıların pandemi sürecinde çektiklerini artık biliyorsunuz. Ancak onlar için hiçbir şey yapılmadı da sanmayın, bazı kurumlar, kişiler +65’i bu süreçte yalnız bırakmadı. İşte size iki örnek.

Dans Daima’nın kurucularından Filiz Sızanlı’nın, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi desteğiyle verdiği Aktif Yaşlanma Hareket Atölyesi, +65’e pandemide nefes aldıran çalışmalardan biri. Bu, fizik tedavi hareketlerinin yapıldığı bir etkinlik değil, yaşama katılımı sorgulatan, bedensel farkındalıkları arttırmayı amaçlayan çok daha derin bir çalışma. Bu süreçte en çok harekete ihtiyaç duyan kesimin +65 olduğunu biliyor Sızanlı: “Yasaklar, bedenlerinin bu kadar baskılanması yaşlanmaları çok daha hızlandırdı. Yaşama umutlarını azalttı. Bu yüzden yaşlılara yönelik çalışma yapabilmek bizim için önemliydi.”

Aktif Yaşlanma Hareket Atölyesi eğitmeni Filiz Sızanlı.

“Toplumsal olarak yaşlılar, bir şey yapamaz denilerek dışarı atılıyor. Oysa hayal güçleri, yaratıcılıkları inanılmaz”

Açık alanda 20 kişiyle başlayan atölye zamanla eş, komşu derken kalabalıklaşıyor. Peki kimler var grupta? “Mimarlar, emekliler, ev kadınları… Çocuklar sokakta oynarken nasıl eşitlenirse, buradaki ekip de öyle. Ne yaptıkları, nereden geldikleri değil, o yaştan sonra hayatla kurdukları ilişki üzerinden buluştukları alanda eşitleniyorlar. Atölye yıllardır inşa ettikleri bedene bir bakış sağlıyor. Aslında yabancı oldukları bir konu. İnsanları yere yatırabilmek, yalın ayak durdurmak, birbirlerinin bedenlerine temas ettirmek zor. Ancak heyecanları, istekleri hâlâ sürüyor. Katılanlar, kendi bedenleriyle yeni bir yolculuğa çıktıklarını, ağrı duydukları hareketlere tekrar baktıklarını söylüyor.”

Sızanlı’ya göre bu çalışmalar yaygınlaştırılmalı. Ancak Türkiye’de çocuklar için atölyeler olsa da, yaşlıların hep itilmiş, sona bırakılmış olduğunu görüyor: “Toplumsal olarak yaşlılar, bir şey yapamaz denilerek dışarı atılıyor, dışlanıyor. Oysa hayal güçleri, yaratıcılıkları inanılmaz. Bunu kültür politikaları içine nasıl dahil edebiliriz diye düşünmeliyiz. Yaşlıları duyulur, görünür yapmak benim için çok değerli.”

65+ Yaşlı Hakları Derneği Başkanı Rümeyza Kazancıoğlu

“Dünya hızla ilerlerken belli yaş grubunu teknolojinin dışında bırakmak mümkün değildi. Bu nedenle dijital okuryazarlık projesi başlatmak istedik”

65+ Yaşlı Hakları Derneği ise, 2014’ten beri yaşlı hakları üzerine çalışıyor. O zamanlar logolarındaki 65+’nın anlamını bilmeyen çok olsa da pandemi bu kavramı hayatlarımızın bir parçası hâline getirdi. Dernek başkanı Rümeyza Kazancıoğlu, Türkiye’de yaşlı algısı kırılganlıkla, hüzünle bağdaştırılsa da gerçeğin öyle olmadığını biliyor. “Son derece aktif, hayatın içinde, bizden daha çok enerjisi olan yaşlılar var” diyor, “Yaşlanmak bizim gerçeğimiz, bunu kabullenerek herkesin eşit olduğu, sağlıklı ve değer gören yaşlılık hakkı istiyoruz.”

Dijital okuryazarlık da bu haklardan biri. O nedenle daha pandemi olmadan, AB desteğiyle “65+ için Dijital Kapsayıcılık Projesi” başlatma kararı alıyorlar: “Dünya hızla ilerlerken belli yaş grubunu teknolojinin dışında bırakmak mümkün değildi. Bu nedenle dijital okuryazarlık projesi başlatmak istedik. Pandemide daha iyi anladık ki, hepimiz bu alanda düşündüğümüzden daha eksiğiz. Dolayısıyla proje daha da önem kazandı. Hedefimiz yüz yüze yapmaktı ama pandemi nedeniyle eğitimleri de teknolojiden yararlanarak gerçekleştireceğiz. Eğitimleri gençler verecek. Böylece kuşaklar arası birliktelik, birbirinin dilinden anlamaları, birbirlerine dokunmaları sağlanacak. Finansal okuryazarlık için de eğitimler veriyoruz.”

Pandemide yaşlıların eve hapsedilmesinin yanlış olduğunu düşünüyor Kazancıoğlu. Dışarı çıkma izni verilen belli saatlerde de şunun unutulduğunu söylüyor: “Yaşlıların bir hızları var ve bu süreye yetişmekte zorlandılar. Üstelik evde oturmaktan kaynaklı daha da yavaşlamışlardı.”

Ancak ne yazık ki yaşlıların sorunları pek konuşulmuyor. “Mesela” diyor, “çocuk istismarı var da, yaşlı istismarı yok mu? Bakımevleri ayrı bir konu, bakıcılar ayrı. Çok konu var. Çocuk geleceğimiz diye, onun için bunları dilendiriyoruz. Yaşlılardan bir gelecek beklemiyoruz, ne olursa olsun mu deniyor?”


• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.

Kamuoyunda “İzmir’in Çernobil’i” diye anılan Gaziemir’deki radyasyonlu atık kirliliği 14 yıldır temizlenemiyor. Radyoaktif kirliliğe sebep olan fabrikanın lisans yenileme başvurularında Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) belgesi aranmadığı gibi, atıkların ayrıştırılması ve bölgenin temizlenmesi için bir dönem uygulanan proje de ÇED kapsamı dışında tutuldu. Ancak tüm bu süre zarfında atıkların bulunduğu bölgede hiçbir tedbir alınmadı ve günlük hayat devam etti. Halen bertaraf edilemeyen atıklar insan sağlığı açısından hayatî risk oluşturmaya devam ediyor. Peki, neden herkesin gözü önündeki bu sorun İzmir Valiliği’nden Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na kadar bütün yetkili kurumların devrede olmalarına rağmen yıllardır bir çözüme kavuşturulamıyor?

Gaziemir’in Emrez mahallesinde 1969’dan bu yana hurda akümülatör ve çeşitli parçaları külçe kurşun elde etmek için işleyen Aslan Avcı Döküm Sanayi, radyoaktif atıkları bahçesine gömdüğü ortaya çıkınca 2010’da faaliyetine son vermişti. O gün bugündür arazi üzerinde tartışmalar, pazarlıklar ve hukukî ihtilaflar sürüyor. Bu süreçten etkilenenler arasında radyoaktif ve tehlikeli atıkların bulunduğu eski geri dönüşüm ve kurşun fabrikasının bitişiğindeki arsanın sahipleri de bulunuyor. Mehmet Özoğuzlar, Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu’nun (TAEK) fabrikadaki atıklar yüzünden 2013 yılında kardeşleriyle ortak sahibi olduğu arsanın parsellerine şerh koyduğunu söylüyor.

“Kendi yerimize ne inşaat yapabiliyoruz ne de mülkümüzü devredebiliyoruz. Burada hem sağlığımız risk altında hem de varlık içinde yokluk çekiyoruz,” diyor Özoğuzlar. Emekli motor ustası olan 86 yaşındaki Özoğuzlar, doğma büyüme Emrezli. Aslan Kurşun San. ve Tic. A.Ş’nin hikâyesinin de en eski tanıklarından biri. Hatta kurşun fabrikasının kurucusu Hasan Yavaş’ın, babasıyla arkadaş olduğunu söylüyor. Ancak radyoaktif atıklar aileler arasındaki dostluk ilişkileri kopma noktasına getirmiş. Fabrikanın sahiplerine ‘Burayı temizleyin, biz de yerimizi değerlendirelim’ dedik. Altı ayda tertemiz yapacaklarını söylediler. Ama her şey sözde kaldı. Sonunda mahkemelik olduk,” diye anlatıyor Özoğuzlar.

Radyoaktif atıkların eski geri dönüşüm ve kurşun fabrikasının bitişiğindeki arsanın sahiplerinden Mehmet Özoğuzlar, Emrez mahallesi. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 6 Kasım 2021

Bu yılın Haziran ayında Gaziemir Belediye Başkanı Halil Arda ve çevre avukatı Arif Ali Cangı’nın fabrika arazisinde yaptığı ölçümlere göre radyasyon seviyesi normal değerin 7 bin 291 kat üstünde çıktı. Ancak atıkların insan sağlığı açısından oluşturduğu risklere rağmen Özoğuzlar ve beş kardeşine ait arsanın içindeki bir evde hâlen yaşlı bir kadın ve ona yardımcı bir aile yaşıyor.

Fotoğrafını çekmek için girdiğim metruk fabrikanın arazisinde atık dağları hâlâ duruyor. Gömülü atıkların üzerindeki çatlaklı toprak için için yanıyor. Renkten renge dönüşen topraktan yayılan kirlilik ise insanın genzini yakıyor. Yağmurlu havalarda reaksiyonu artan atık maddeler hem havaya karışıyor hem de ağır bir koku yayıyor.

Bir zamanlar Aslan Avcı Döküm Sanayi fabrikasının bulunduğu metruk arazi. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 6 Kasım 2021

Evinin bahçesinde karşılaştığımız Makbule Morkaya’ya bölgeyi gezekerken soluduğumuz kirli havayı soruyoruz. Elli yıldır atıkların bulunduğu tesisin çevresinde oturan Morkaya bu havaya yıllardır maruz kalıyor. “Fabrika çalışırken bacasından simsiyah duman çıkıyordu. Bakkala giderken ağızımı burnumu kapatıyordum. Burada hepimizde hastalıklar çıktı,” diyor Morkaya. Kirliğin insanlar üzerindeki etkilerine rağmen yetkililerin ihmalkâr bir şekilde hiçbir önlem almadığını anlatıyor. “Rüzgâr estiğinde çok ağır bir koku geliyordu zaten ama bir gün fabrikanın zehirli atıklarını bahçesine gömdüğünü öğrendik. Mahkemelere çıktık, davacı olduk. Gitmediğimiz yer kalmadı. Sonra herkes anladı. Ama devlet gereğini yapmadı. Bir zamanlar temizliyoruz diye kamyonlarla taşıdıkları toprağı evimizin karşısındaki araziye döktüler. İçinde zehir var diyorlar.”

Emrez mahallesi sakinlerinden Makbule Morkaya. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 6 Kasım 2021

Fabrika alanındaki radyasyonun kaynağı ilk olarak 2007’de İzmit Atık ve Artıkları Arıtma Yakma ve Değerlendirme A.Ş (İZAYDAŞ) adlı atık bertaraf tesisine gönderilmek için depolarda bekletilen atıklarda TAEK tarafından tespit edildi. 2007 ile 2008 yıllarında fabrika içinde bin 100 ton atık üzerinde radyasyon ölçümü yapan TAEK, farklı tarihlerde topladığı toplam 247 ton 750 kilogram atığı Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne (ÇNAEM) gönderdi. ÇNAEM’nin analizine göre radyasyon sadece nükleer santrallerdeki nükleer çubuklarda bulunan Europium 152 adlı malzemeden bulaştı. “Radyoaktif kaynak” olarak kodlanan Europium 152, Türkiye’de yoktu ve ülkeye girişi yasaktı.

2007’de Çevre ve Orman İl Müdürlüğü şirkete 321 bin lira idarî para cezası kesti. Fakat ülkede aktif bir nükleer santral bulunmadığı hâlde nükleer atık nasıl ortaya çıktı? Radyoaktif malzeme tesise hurdalarla mı geldi? Nükleer atıklar dış ülkelerden “ithal edilerek” mi toprağa gömüldü? Resmî kurumlar tarafından bu sorular hiçbir zaman araştırılmadı.

“Cürufları ayrıştırıp dolgu malzemesi diye satıyorlar. Yıkadıkları su, burada bahçeyi suladığımız kuyuya akıyor. Temizleyeceğim derken daha çok kirlettiler”

Alanda ikinci resmî inceleme 2013’te İzmir Valiliği bünyesinde oluşturulan koordinasyon kurulunun talimatıyla yapıldı. İncelemede 12 farklı noktada 240 metre derinlikte sondaj yapılarak örnekler alındı. Yeraltı suları için ise her biri 20 metre derinliğinde dört adet kuyu açıldı. İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nden Prof. Dr. Alper Baba’nın hazırladığı rapora göre arazideki gömülü ve yüzeydeki atıklarda yine “Europium 152” maddesi ile toprakta ve su kaynaklarında kurşun, arsenik, çinko ve mangan gibi zehirli elementler bulundu.

Rapor yayımlandıktan sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı şirkete 5 milyon 700 bin lira “çevre cezası” kesti. Günümüzde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakan Yardımcısı, dönemin Bakanlık Müsteşar Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar, 2013’te kesilen cezaya ilişkin şunları söyledi: “Fabrika sahiplerine bir ay süre verdik. Nasıl temizleneceği ile ilgili plan yapmaları gerekiyor. Yapmazlarsa önce 5,7 milyon liralık ilk cezanın iki katı yeni bir ceza kesilecek. Sonra biz temizletme yoluna gideceğiz. Arazilerini satıp harcanan parayı tahsil edeceğiz. Bunu bürokrasiye boğmak cinayettir.”

Kurşun fabrikasında 1970’lerde mahkûmlar ucuz emek gücüyle çalıştırılmış. Mahkûmların kaldığı yer fabrika arazisinde hâlâ duruyor. Koğuşu gören tepeye bir bekçi kulübesi yerleştirilmiş. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 6 Kasım 2021

Uzun yıllar arazide bekletilen atıkların bertaraf edilmesi için fabrika sahipleri 2014’te Turanlar Çevre A.Ş. ile anlaştı. Turanlar Çevre, radyoaktif atıkları fizikî yöntemle ayrıştırarak nakletmek için bir proje hazırladı. İzmir Valiliği, projeye “ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) gerekli değildir” kararı vermesinin ardından sahada bir süre “temizleme” çalışması yürütüldü. Firma çalışmaların TAEK ve ÇNAEM kontrolünde olduğunu açıkladı.

Çevrede yaşayanlar ise atık temizleme çalışmalarından şikâyetçiydi. Özoğuzlar, kısa süreli “temizleme” çalışmasının hiçbir önlem alınmadan yapıldığını anlatıyor. Şirketin iş makinesi ve kamyonlarının zehirli atıkları evlerinin bulunduğu arsanın sınırında ayrıştırdığını ifade eden Özoğuzlar, “Burada insanlar yaşıyor. Hayvanlar otluyor. Az ileride bir okul var. Bilirkişi geldiğinde de söyledim. Cürufları ayrıştırıp dolgu malzemesi diye satıyorlar. Yıkadıkları su ise burada bahçeyi suladığımız kuyuya akıyor. Temizleyeceğim derken daha çok kirlettiler,” diye tepki gösteriyor.

Fabrikanın bitişiğinde toplam 42 dönüm arazilerinin yer aldığını dile getiren Özoğuzlar, Aslan Avcı Döküm Sanayi’nin sahibi Hasan Yavaş’ın daha önce Karabağlar ilçesinde iptidai bir yeri olduğunu söylüyor: “Buraya geldi, dam gibi bir yer yaptı. Sonra işi büyüttü. Piyasada ne kadar hurda akü varsa yok parasına aldı. Parçalayıp içindeki kurşunu işledi ama asitleri ve zararlı maddeleri de hep yerlere döktü. Yavaş 2000 yılında kanserden öldüğünde ardında 45 adet tapu bırakmıştı.”

“Fabrika kuruluşundan itibaren ÇED dışı tutuldu”

Aslan Kurşun San. ve Tic. A.Ş, resmî kayıtlara göre 1969’da Gayri Sıhhi Müessese ruhsatı, 1977’de de işletme belgesi aldı. Gayri sıhhi müessese, yönetmelikte “Çevresinde bulunanlara biyolojik, kimyasal, fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden az veya çok zarar veren ya da doğal kaynakların kirlenmesine sebep olabilecek müessese” diye tanımlanıyor.

Fabrika göç ve nüfus artışıyla birlikte uzun yıllar yerleşim yerinin içinde faaliyet gösterdi. Ne fabrika işçileri sağlık denetiminden geçirildi ne de çevrede oturan yurttaşlar astım, bronşit, nefes darlığı, kanser hastalıklarıyla mücadele etmelerine rağmen bölgede resmî olarak sağlık taraması yapıldı.

2005’te adını “Aslan Avcı Döküm Sanayi” diye değiştiren işletme 2007’de de işyeri açma ruhsatı ile geri kazanım lisansı aldı. Ayrıca şirkete 2005 yılında dönemin Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından “ÇED kapsam dışı” görüşü verildi.

“Bu tesise lisans veren zamanın yetkilileri bu süreci nasıl inceledi? Gömülü tonlarca atık nasıl fark edilemedi?”

Çevre Mühendisleri İzmir Şube Başkanı Helil İnay Kınay.

Çevre Mühendisleri İzmir Şube Başkanı Helil İnay Kınay, fabrikanın başından beri resmî işlemlerindeki sorunlara dikkat çekiyor. Kınay, “Faaliyetlerin çevresel etkileri ve buna ilişkin alınacak önlemlerin değerlendirilmesiyle ilgili en önemli planlama mekanizması” diyerek ÇED’in önemini vurguluyor. Fabrikadan yayılan kirliliğin havaya, suya ve toprağa karıştığı hâlde faaliyet yıllarında fabrikanın ÇED sürecinden muaf tutulduğunu belirten Kınay şu değerlendirmeyi yapıyor: “İşletmenin geri kazanım lisansını almasından yaklaşık bir ay sonra idarî para cezası kesilerek hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Ama o güne kadar tesisin denetim, izin ve incelemeleri gerçekleştirilmiş, bilimsel yönden her türlü çevre mevzuatına uygunluğu ‘onay’ görmüş. Bu tesise lisans veren zamanın yetkilileri bu süreci nasıl inceledi? Nasıl ÇED kapsamı dışında tutuldu? Bahçede gömülü tonlarca atık nasıl fark edilemedi? Büyük bir ihmal zinciri.”

TAEK, komşu parselde yer aldığı için Özoğuzlar’ın parsellerine 2013’te şerh düştü ancak arsa içinde evler bulunmasına rağmen yetkili kurumlar tarafından önlem alınmadı

Fabrikanın 2010’da kapatılmasından sonra Hasan Yavaş’ın varisleri 2011 yılında Torbalı’da Heper Metal adıyla yeni bir kurşun fabrikası açtı. Radyoaktif atıkların bulunduğu 70 dönümlük eski fabrika arazisinin tapusuna ise TAEK şerh koydu. Atıklar alandan kaldırılmadan arazinin satışı ve devri yapılamıyor.

TAEK, komşu parselde yer aldığı için Özoğuzlar’ın parsellerine de 2013’te şerh düştü ancak arsa içinde evler bulunmasına rağmen yetkili kurumlar tarafından önlem alınmadı. Haneler hâlâ atıkların yakınında yaşıyor. Arsalarına inşaat yapmak istediklerini fakat radyoaktif atıklar nedeniyle hiçbir işlem yapamadıklarını anlatan Özoğuzlar, şöyle devam ediyor: “Alan temizlensin, şerh kaldırılsın diye dava açtık. Mahkemeler şirkete açtığımız davayı reddedince temyize gittik ve karar bozuldu. Yeniden başlayacak davanın fabrikanın kurucusu Yavaş’ın varislerine açtığımız dava ile birleştirilmesini isteyeceğiz.” Özoğuzlar, mülk sahiplerinin bugüne kadar hiçbir yükümlülüklerini yerine getirmedikleri gibi, arsanın satışından da kazanç elde etmeye çalıştıklarını anlatıyor. Hâkim duruşmalarda mülk sahiplerinin alanı temizlemek için ne gibi bir önlem aldığını, temizlik işinde ilerleme olup olmadığını soruyor. Duyduğuma göre şimdi bir şirket hem fabrika arazisine hem bize hem de arka taraftaki yerlere talip. Toplamda 200 dönüm yerde inşaat yapacağını söylüyor. Fabrikanın sahipleri şirkete ‘Siz burayı temizleyin, bize şu kadar para verin, arazi sizin olsun’ demiş. Bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorlar,” diyor Özoğuzlar.

Tesis sahipleri, Büyükşehir Belediyesi yetkilileri ile görüştü

Atıkların yedi yıl önce ÇED sürecine tâbi tutulmadan ayrıştırma ve nakil çalışmasına karşı Ege Çevre ve Kültür Derneği (EGEÇEP) öncülüğünde 2015’te “yürütmeyi durdurma” davası açıldı. İzmir İdare Mahkemesi, radyoaktivite içeren atıklarla tehlikeli atıkların ayrıştırılması işleminin insan ve çevre sağlığı açısından telafisi olmayan sonuçlar doğuracağı gerekçesiyle “ÇED gerekli değildir” kararı hakkında yürütmeyi durdurdu. Başlayan ÇED sürecinde atıkların bertaraf edilmesini sağlayacak Turanlar Çevre adlı şirketin revize ettiği projeye 2017 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından “ÇED olumlu belgesi” verildi.

Temizleme çalışmalarının başlatılması bekleniyordu. Mülk sahiplerinden Ozan Kolcuoğlu, 2018’de Turanlar Çevre ile protokolü iptal ettiklerini, Fransız Ulusal Radyoaktif Atık Yönetimi Ajansı’ndan (ANDRA) danışmanlık hizmeti aldıklarını duyurdu. İddiaya göre Turanlar Çevre, devletten 10 milyon liralık ödeneği alamadığı için sahayı terk etti.

Çevre mühendisliği bölümü emekli öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Enver Yaser Küçükgül’ün 2018’de sahada yaptığı ölçümlerde radyasyon seviyesi 219 kat fazla çıktı. Çevre Mühendisleri Odası’nın 2019 Dünya Çevre Günü Türkiye Raporu’nda da alanda yaklaşık 100 bin ton radyoaktif ve tehlikeli atık olduğu vurgulandı.

Atıkların ne zaman, hangi yöntemle temizleneceği, eski fabrika arazisi için imar garantisi istenip istenmediği hâlâ soru işareti

Çevre örgütleri, meslek odaları ve yerel idare tarafından alandaki basın açıklamalarıyla gündeme getirilen konu, 2021’in yaz başında sahada ölçülen radyasyonun 7 bin kat yüksek çıkmasıyla ivme kazandı. Gaziemir Belediye Başkanı Halil Arda Cuma günleri fabrikanın önünde “duran adam” eylemi gerçekleştirmeye başladı. Arda, atıkların bulunduğu fabrika arazisinin kamulaştırılarak temizlenmesi, temizlendikten sonra da arazinin “nükleer temalı park” yapılması için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına çağrıda bulundu.

Bakanlık 2013’te atıklar bertaraf edilmez ise fabrikaya kesilen 5,7 milyon liralık cezanın iki katı ceza verileceği, araziyi kendileri temizletme yoluna giderek harcanacak parayı arazinin satışından tahsil edeceklerini açıklamıştı. Ancak 2021’in Temmuz ayında “Tehlikeli atıkların yönetimi atık üreticisinin sorumluluğundadır” şeklinde bir açıklamayla süreçten çekildi.

Radyoaktif ve tehlikeli atıkların hemen yanındaki evler. | Fotoğraf: Sercan Engerek, 6 Kasım 2021

Atık sorununu ele alan meslek odaları, bilim insanları, yerel yöneticiler ve çevre örgütleri bir teknik komisyon kurulmasına karar verirken, 22 Eylül’de İzmir Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Tunç Soyer ile fabrika sahipleri arasında basına kapalı bir toplantı yapıldı. Toplantıya meslek odaları ve sivil toplum kuruluşları davet edilmedi.

Edinilen bilgiye göre toplantıda Soyer’e proje sunumu yapan eski geri dönüşüm ve kurşun fabrikası sahipleri, atıkların bertaraf edilmesi için ANDRA’dan danışmanlık hizmeti alan bir firma ile anlaştıklarını, atıkları temizleyecek bu firmanın sahada 100 milyon liralık yatırım yapacağını ifade etti. Ancak atıkların ne zaman, hangi yöntemle temizleneceği, eski fabrika arazisi için imar garantisi istenip istenmediği ise hâlâ soru işareti. Bu haber çerçevesinde basın birimi aracılığıyla 5 Kasım’daki yaptığım söyleşi talebime ve daha sonra ilettiğim sorulara İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden henüz bir yanıt gelmedi. Yetkililer ile fabrika sahipleri arasında perde arkasında pazarlıklar sürerken, temizleme çalışmalarının başlaması için kaybedilen her gün Gaziemir ve çevresinde yaşayan onbinlerce insanın sağlığına zarar veriyor.

Gezegende fosil yakıt üretimine ve kullanımına bir çırpıda son verdiğimizi hayal edelim. Yeraltından çıkarılan petrolün artık rafinerilerde akmadığını, kömür madenlerinin ıssızlığa terk edildiklerini, termik santrallerin harlamadığını, evinizin, suyunuzun doğalgazla değil, güneşle, rüzgârla ısındığını, araçların ne fosil yakıttan ne de nükleer enerjiden elde edilen elektrikle çalıştığını… BM’ye bağlı olarak her yıl yüzlerce uzmanın katkılarıyla bir rapor yayınlayan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ne (IPCC) göre insan faaliyetlerinin etkisi sonucu gezegenin sıcaklığı daha şimdiden 1.1 derece arttı. Sera gazı emisyonlarının bugün, siz bu satırları okurken sıfırlanması halinde bile, hâlihazırda atmosferde bulunan gazların etkisiyle küresel ısınmanın Paris Anlaşması’nda hedeflendiği üzere 1.5 derecede sınırlı kalıp kalmayacağı soru işareti.

Tam da bu sebeple, fosil yakıttan bir an önce çıkılması iklim krizi ile mücadelenin olmazsa olmazı. Fosil yakıt bağımlılığının son bulması için de tek bir koşul var: Fosil yakıtlara yatırımların durması. Zira fosil yakıt şirketlerine, termik santrallere, kömüre, doğalgaza, her ân elimizin altında olan plastiğin üretildiği petrokimya sanayine yatırımlar sürdükçe bu dönüşüm erteleniyor, atmosferdeki sera gazı miktarı artıyor. Bu yatırımların ve mali desteklerin ise iki büyük kaynağı var: Devletler ve bankalar.

Devletlerin fosil yakıtlara olan yaklaşımı gelgitli, nitekim siyasi eğilimlerine göre hükümetlerin iradeleri farklılık gösterebiliyor, ekonomik koşullar ise hızla değişebiliyor. Özellikle pandemide ekonomik destek paketlerinden fosil enerjiye dayalı sanayiler bir hayli yararlandı. Hele hele Türkiye’de, Energy Policy Tracker adlı sitede yapılan izleme çalışmasına göre, hükümet fosil yakıtlara, yenilenebilir enerjiye nazaran 200 kat daha fazla kamu desteği sağladı. Birçok ülkede “net sıfır emisyon” ve “düşük karbon ekonomisine geçiş” hedefleriyle somut yol haritaları belirlense de bu politikaların vadeleri iklimbilimcilerin altını çizdiği acil durumun gerektirdiği süreden çok daha uzun.

Peki, ya bankalar? Toplumsal denetimi çok daha zor, tek öncelikleri kâr ve kazanç olan bankaların fosil yakıt projelerine ve şirketlerine yatırım kolaylıkları sağlamaları nasıl önlenebilir? Burada da iklim savunucuları bankaların yatırımlarını izleme ve onları ifşa etme yolunu seçiyor. Ayrıca etik bankacılık gibi kazancı maksimize etmeye dayalı olmayan yepyeni modeller ortaya çıkıyor. İklim mücadelesinde sadece hükümetlerin değil, finans dünyasının da kazançlarının bir kısmından vazgeçerek dönüşmesi şart. Bir başka deyişle, gezegenin kurtuluşu iklimi bu hâle getiren ekonomik sistemin değişmesini gerektiriyor. Ve vakit her geçen gün daralıyor. 11 soruda, bankaların fosil yakıt yatırımlarını mercek altına alıyoruz.

Yokoluş İsyanı göstericileri Londra’da Lloyd’s Bank’in genel merkezi önünde bir eylem düzenliyor, Eylül 2020. Lloyd’s fosil yakıtlara en çok yatırım yapan bankalar listesinde 48. sırada. Banka dövizde geçmişte köle ticaretine destek vermiş olmakla, bugün de yerli halkların yaşadığı bölgelerde fosil yakıt projelerini finanse etmekle eleştiriliyor. | Fotoğraf: Ehimetalor Akhere Unuabona via Unsplash

➀ Fosil yakıtları en çok destekleyen bankalar hangileri?

ABD merkezli doğayı koruma örgütü Rainforest Action Network (RAN – Yağmur Ormanları Eylem Ağı), Indigenous Environmental Network, Oil Change International, BankTrack ve Reclaim Finance’tan oluşan bir sivil toplum ağı 2017’den bu yana dünyanın en büyük 60 bankasının fosil yakıtlara yaptığı yatırımları her yıl yayınlanan Banking on Climate Chaos (iklim kaosunda bankacılık – başlıktaki kelime oyunu aynı zamanda “iklim kaosundan kazanç sağlamak” anlamına geliyor) adında bir raporla derliyorlar (daha önce 35 olan incelenen banka sayısı bu sene 60’a çıkarıldı). Raporlarda bankaların kömür santrallerine, kömür madenciliğine, doğalgaza, off-shore petrol üretimine ya da kaya petrolü üretimine verdikleri desteklere ayrı başlıklar altında yer veriliyor. Verilerin oluşturulmasında titiz bir metodoloji izlenerek Bloomberg’in banka işlemleri veritabanı esas alınmış. Ayrıca dünyanın önde gelen ilk 30 kömür ve doğalgaz şirketiyle ilgili IJGlobal’in verilerine başvurarak bilgiler perçinlenmiş. Bu yatırımlardan yararlanan şirket sayısı ise yaklaşık 2 bin 300. Bu çerçevede Bloomberg’in sınıflandırma kriterlerine göre fosil yakıtların çıkarılmaları, taşınması veya aktarımı, yakılarak enerjiye dönüştürülmesi ya da depolanması alanında faaliyet gösteren şirketler raporda değerlendirilmiş.

Öte yandan, şunu da vurgulamak önem taşıyor: Bu veriler bankaların ödeme ya da tahvil kredisi ve taahhüt gibi yatırımları kapsıyor. Dolayısıyla varlık yönetiminden, borsa yatırımlarından elde edilen kâr ve kazanç, yani finans dünyasının fosil enerji şirketlerine verdiği desteğin bir kısmı resmin dışında kalıyor.

2021’de yayınlanan rapora göre 2016 ile 2021 arasındaki beş yılda fosil yakıt sektörüne en çok yatırım yapan ilk on banka şunlar:

1> JP Morgan, ABD. Yatırım miktarı: 316.765 milyar dolar.

2> Chase, ABD. Yatırım miktarı: 237.477 milyar dolar.

3> Wells Fargo, ABD. Yatırım miktarı: 223.349 milyar dolar.

4> Bank of America, ABD. Yatırım miktarı: 198.452 milyar dolar.

5> Royal Bank of Canada (RBC), Kanada. Yatırım miktarı: 160.129 milyar dolar.

6> Mitsubishi UFJ, Japonya. Yatırım miktarı: 147.747 milyar dolar.

7> Barclays, Birleşik Krallık. Yatırım miktarı: 144.897 milyar dolar.

8> Mizuho Bank, Japonya. Yatırım miktarı: 123.472 milyar dolar.

9> TD Bank, ABD. Yatırım miktarı: 121.063 milyar dolar.

10> BNP Paribas, Fransa. Yatırım miktarı: 120.825 milyar dolar.

Paris Anlaşması’nın imzalanmasını takip eden beş yılda dünyanın en büyük 60 özel bankasının fosil yakıtlara yaptığı toplam yatırım ise 3.8 trilyon dolar.

 

Yokoluş İsyanı göstericileri Londra’da Standard Chartered’in genel merkez binası önünde eylemde, Ağustos 2020. Standard Chartered bu yılki fosil yakıtlara en çok yatırım yapan bankalar listesinde 34. sırada. | Fotoğraf: Ehimetalor Akhere Unuabona via Unsplash

➁ Hangi bankaların politikaları Paris Anlaşması’yla uyumlu?

Toplam yatırım maliyetinin yanında, çalışmada bankalar ayrıca Paris Anlaşması doğrultusunda fosil yatırımları sonlandırma çabaları ve bunları yenilenebilir enerji yatırımlarıyla dengelemek suretiyle geliştirdikleri net sıfır emisyon uygulamaları çerçevesinde ele alındı. Raporda net sıfır emisyon politikası açıklayan 17 bankanın çoğunun bunları uygulamada zayıf ve yetersiz kaldığı vurgulanıyor, özellikle fosil yakıtlara yatırımların sonlandırılmasına ilişkin çok daha kararlı adımlar atılması gerektiği ifade ediliyor.

Bankaların politikalarının iklimsel açıdan değerlendirmesi şu dört soru ışığında yapılıyor:

> Banka, fosil yakıt kullanımını arttırmaya yönelik projelere doğrudan yatırımları kısıtlıyor mu?
> Banka, fosil yakıt kullanımını arttırmaya yönelik faaliyette bulunan şirketlere doğrudan yatırımları kısıtlıyor mu?
> Bankanın, sektörün finanse edilmesinin sonlanmasını hedefleyen kararlı bir politikası var mı?
> Bankanın, fosil yakıt kullanımını belirli bir eşiğin üzerinde arttıran şirketleri yatırımlarından dışlamak konusunda kararlı bir politikası var mı?

Bu uygulamalar esas alınarak hesaplanan “politika skoru” sonucunda oluşan liste, bankaların fosilden çıkışı benimsemekte ne kadar az mesafe kat ettiklerini ortaya koyuyor.

Petrol ve doğalgaz politika skoru 120 puan, karbon politika skoru ise 80 puan üzerinden olmak üzere toplam 200 puan üzerinden yapılan değerlendirmede, listedeki bütün bankaların puanları ortalamanın, yani 100’ün altında. Skorları 90 ile 100 puan arasında olan sadece üç büyük banka var: Unicredit (İtalya, 93.5), BNP Paribas (Fransa, 92.5) ve Crédit Mutuel (Fransa, 90).

 

Atlantik’in kuzeyinde, Norveç açıklarında bulunan Draugen off-shore petrol sahası. 2018 yılına kadar Norveç Shell’e ait olan Draugen, o tarihten beri Norveçli petrol şirketi OKEA tarafından işletiliyor. | Fotoğraf Jan-Rune Smenes Reite via Pexels

➂ Bankaların fosil yakıt projelerine uyguladıkları Karbon Gölge Fiyat nedir?

Paris Anlaşması’ndan sonra oluşan kamuoyu baskısıyla beraber, fosil yakıtların topluma getirdiği yükün maliyet hesaplamalarına nasıl yansıtılabileceği konusunda çeşitli öneriler sunuldu. Joseph Stiglitz ve Nicholas Stern gibi ekonomistlerin yer aldığı Karbon Fiyatları Yüksek Komisyonu’nun çalışmalarına dayalı olarak Dünya Bankası tarafından önerilen, ve birçok farklı sektörde de benimsenen karbon fiyatlandırması/vergisi gibi karbon emisyonlarına ek maliyet öngörme stratejilerinin bankacılık sektörüne uyarlanması gündeme geldi. Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (ERBD), bankaların fosil yakıtlara yatırımlarını daha caydırıcı kılmak amacıyla “Karbon Gölge Fiyat” adında bir fiyatlandırma sistemi geliştirdi ve 1 Ocak 2019’dan itibaren kullanmaya başladı. Bu fiyatlandırma sistemi birçok banka için de bir model hâline geldi.

Peki, Karbon Gölge Fiyat nasıl hesaplanıyor? Stiglitz ve Stern’ün başı çektiği Karbon Fiyatları Yüksek Komisyonu, havaya karışan her ton karbondiyoksit için 40 ila 80 dolar arasında bir fiyat konmasını öneriyor. Bu fiyatın yükseltilerek 2030’a gelindiğinde 50 ila 100 dolar arasında olması tavsiye ediliyor. Bu da yıllık yüzde 2.25’lik bir artışa tekabül ediyor.

ERBD 2019’un Ocak ayında karbon fiyatıyla ilgili detaylı bir strateji belgesi yayınladı. Dünya Bankası’nın ise karbon fiyatın ekonomik analizlerde nasıl kullanılacağına dair 2017’de  hazırladığı bir kılavuz mevcut. Kılavuzda bir projenin maliyet-etkinliği değerlendirmesini yaparken, ekonomik ömrü boyunca yıllık gölge karbon fiyatının yıllık toplam sera gazı emisyonlarla çarpılması tavsiye ediliyor. Böylece, sera gazı emisyonları dikkate alınmadığında son derece kârlı görünebilecek projelerin sorumlu oldukları kirliliği de ekonomik bir veriye aktarmak amaçlanıyor.

 

ABD’nin doğu kıyısındaki Baltimore kentinin limanındaki kömür terminali. | Fotoğraf: Kelly Lacy via Pexels

➃ Paris Anlaşması’yla uyumlu hedefler doğrultusunda bankaların yer aldığı bir girişim var mı?

Evet, çok kısa bir süredir var. Bu yıl sonunda Glasgow’da düzenlenecek 26. BM İklim Zirvesi (COP26) ön görüşmeleri çerçevesinde ve BM’nin özel sektörü net sıfır emisyon hedefleri benimsemeye teşvik ettiği “Sıfıra Yarış” kampanyası doğrultusunda finans dünyası “Net Sıfır İçin Glasgow Finans Birliği” adında bir girişim başlattı (net sıfır emisyon hedefinin ne anlama geldiğine ve farklı alanlara nasıl yansıdığına dair Gezegen’de yayınlanan “9 soruda net sıfır emisyon hedefi” başlıklı makaleyi okuyabilirsiniz). Bu şemsiye altında bankalar “Net Sıfır Bankacılık Birliği” adıyla bir ağ oluşturdular. 21 Nisan 2021’de 43 bankayla birlikte kurulan ağda Ekim 2021 itibariyle 29 ülkeden 60 banka yer alıyor (yeni imzalarla sürekli güncellenen listeye şuradan ulaşabilirsiniz). Türkiye’den tek üye Garanti BBVA, zira bankanın İspanyol hâkim ortağı BBVA girişimin ilk imzacılarından.

Birliğin üyesi olan bankalar neler vaat ediyor? Bankların imzaladıkları taahhütnamede uymaları gereken bazı somut şartlar mevcut (taahhütname metnini buradan okuyabilirsiniz). Öncelikle bütün bankaların en geç 2050’de net sıfır emisyon hedefine ulaşmaları bekleniyor. Bunun için bankalardan oluşuma üye olduktan sonra 18 ay içinde bir yol haritası belirlemeleri, 2030 ve 2050 yılları için iki ayrı hedef açıklamaları ve aradaki her beş yıl için de ara hedefler koymaları isteniyor. Bu hedefler konarken, sektörel bir öncelik sırası da öneriliyor: Bankaların portfolyoları doğrultusunda 2030’a kadar sera gazına en çok sebep olan sektörlere odaklanmaları ve bu sektörlere olan yatırımları aşama aşama azaltmak için koyacakları hedefleri 36 ay içerisinde belirlemeleri isteniyor. Şeffaflığı sağlamak için de her senelik emisyon miktarlarını kamuoyuna açık bir şekilde açıklamaları ve kaydettikleri ilerlemenin geçiş süreci stratejileri doğrultusunda ele alındığı bir değerlendirme yayınlamaları talep ediliyor.

Ayrıca bankalar ve finans dünyası her sene “Climate Finance Day” adında bir zirvede bir araya geliyor. Bu sene zirvenin yedincisi 26 Ekim Salı günü Paris’te, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Fransız Ekonomi, Finans ve Bakanlığı’nın himâyesinde gerçekleşti.

 

ABD’nin başkenti Washington’da yolsuzluk karşı düzenlenen bir gösteri, Temmuz 2019. Yokoluş İsyanı hareketi bankacıların kara para aklama, vergi kaçırma ve yolsuzluk suçlamalarına rağmen cezasız kalmalarını eleştiriyor. | Fotoğraf Vincent M.A. Janssen via Pexels

➄ “Dün kaç bankacı gözaltına alındı?”

Paris Anlaşması’nı imzalayan ülkelerin birçoğu sera gazı emisyonlarını azaltmak için somut takvimler belirlemeye başladı. Hükümetlerin iklim politikalarını giderek fosil yakıtlardan çıkış hedefiyle uyumlu hâle getirdikleri bir ortamda bankalar petrol, doğalgaz, kömür ve petrokimya sektörünün imdadına yetişiyor. Üstelik, kâr marjı hayli yüksek ve risk düşük olduğu için bu sektörler bankaların uzun yıllardır yatırım yapmayı tercih ettiği alanların başında geliyor. Tam da bu sebeple, önce Londra’da başlayan ve daha sonra dünyaya yayılan Yokoluş İsyanı hareketi, “Para İsyanı” (Money Rebellion) adıyla bankacılık ve finans dünyasının fosil yakıt sektörüne yatırımlarını hedef alan bir yan hareket başlattı.

Geçtiğimiz 1 Nisan’da, sivil itaatsizlik eylemlerini benimseyen Yokoluş İsyanı aktivistleri HSBC ve Barclays’in Londra merkezleri önünde protestolar düzenleyerek bu bankaların tahripkâr fosil yakıtları projelerine yatırım desteği vererek büyük kârlar elde etmeyi sürdürmelerini kınadı. Protestolardan bir ay sonra, Yokoluş İsyanı’nın eş-kurucularından ve Para İsyanı hareketinin öncülerinden Gail Bradbrook sabah saatlerinde evinde gözaltına alındı ve bir gün boyunca sorguya çekildi. Batıda kamuya açık alanlarda yapılan protestolarda, özellikle de doğa ve iklim savunucularına karşı polisin gözaltılara başvurması ender rastlanan, olağanüstü bir durum. Bu, bankacılığın sistemin kalbi olduğunu da bir anlamda gösteriyor.

Bradbrook, serbest bırakıldıktan sonra yaptığı açıklamada katıldıkları barışçıl gösterilerde verilen hasarlardan dolayı doğa savunucularına karşı soruşturmalar açılırken finans dünyasındaki yozlaşmasının cezasız kalmasını şu sözlerle eleştirdi: “Bankalar, finans sistemi ve daha geniş anlamda siyasal ekonomi yeryüzünde canlıların öldürülmesinin başlıca sorumlusu. Sadece fosil yakıtları, endüstriyel hayvan tarımını ve biyoçeşitliliği tahrip eden projeleri finanse etmekle kalmıyorlar, devasa yolsuzluklara, dolandırıcılığa ve skandallara bulaşmayı da sürdürüyorlar – en yenisi FinCEN olmak üzere, LuxLeaks, Panama Belgeleri, PPI [ödeme koruma sigortası] dolandırıcılığı, Libor’a hile karıştırma skandalı, toplu satış vergilerinden kaçma, neredeyse küresel ekonomiyi yerle bir eden offshore finans kuruluşlarını destekleme ve liste daha da uzuyor. Barclays bankasına yaklaşık 70 sterlin borcum var. Parayı, bankada oluşan hasarların karşılanması için Survival International’a verdim. Peki, dün kaç bankacı gözaltına alındı?”

Banka ve finans dünyasının dokunulmazlığının yarattığı adaletsizlik duygusu, doğa savunucularının söyleminin ayrılmaz bir parçası hâline geliyor. İklim kriziyle etkili bir mücadele için somut ekolojik politikalar kadar hesap verebilirliğe ve sosyal adalete de gereksinim duyuluyor.

 

Slovakya’nın başkenti Bratislava yakınlarında bir termik santral. Net sıfır emisyon hedefleri kapsamında bankaların özellikle yeni kömür santrallerine yatırımlarının derhal durması gerekiyor. | Fotoğraf Dominik Dancs via Unsplash

➅ Çözüm yatırımcıların fosil yakıtlardan çekilmelerinden mi geçmeli?

İklim krizinin önündeki en büyük zorluklardan biri de egemen ekonomik sistemde sonuç verecek politikalar geliştirme zorunluluğu. İş ve finans dünyası üzerinde yurttaş baskısı artarken, sistem içi değişikliklerle çözüm üretmek de kaçınılmaz bir ihtiyaç. Gazeteci ve doğa savunucusu Bill McKibben 2019’da New Yorker’da kaleme aldığı “Küresel Isınma’nın yandığı ateşin oksijeni para” başlıklı yazısında bunu vurguluyor. “İklim değişikliği uygarlığımızın karşılaştığı ilk zamana karşı sınavlardan biri, ve her yeni bilimsel raporda pencere daralıyor. Buna karşın, kültürel değişim – ne yediğimiz, nasıl yaşadığımız – çoğu zaman nesilden nesile gerçekleşiyor. Siyasi değişim ise genellikle yavaş bir uzlaşmaya tabi, ki bu ancak işleyen bir sistemde olabiliyor, şu an Washington’da yaşandığı gibi bir kördüğümde değil,” diye yazıyor Mckibben. “Ama ya bir başka kozumuz olsaydı, hızla ve küresel çapta işe yarayabilecek bir koz? İhtimallerden biri siyasi liderlerin gezegenin tek güçlü aktörleri olmadığı fikrine dayanıyor – paranın çoğuna sahip olanların da devasa bir güce sahip olduğu ve bu güçlerinin değil birkaç yıl ya da on yıl, birkaç ay hatta saat içinde kullanılabileceği fikrine. Atmosfere karbon salımını sekteye uğratmanın anahtarının kömür, petrol ve doğagaza para akışını sekteye uğratmakta olduğunu düşünüyorum.”

Ama nasıl? Neden tek çıkarı daha fazla kâr elde etmek olan bankacılık ve finans sektörü, bu kazancından vazgeçsin? McKibben’a göre bunun bir yolu, insanların kirletici firmalara yatırım yapan bankalardaki hesaplarını kapatıp etik bankalarda hesap açmaları. Ama asıl değişim ise artan yüklerle fosil yakıtlara yatırımların getirisinin düşürülmesi ve daha uçucu hâle gelmesi. Yani finans dünyasının asıl çıkarını fosil yakıt yatırımlarından çekilmek olarak görmesi.

Bu amaçla Net Sıfır İçin Glasgow Finans Birliği girişimi kapsamında Net Sıfır Varlık Yöneticileri adlı bir oluşum kuruldu. Temmuz ayında yapılan açıklamaya göre, net sıfır emisyon hedeflerine uyma vaadiyle oluşumun taahhütnamesini imzalayan şirket sayısı 128’e çıktı. Bu imzalarla net sıfır emisyona taahhüt edilen varlıkların toplamının sadece altı ayda 43 trilyon dolara eriştiği belirtiliyor, bu da yaklaşık 100 trilyon dolar toplam varlığı yönettiği düşünülen sektörün değerinin neredeyse yarısı demek. Kimi yatırımcılara göre bu meblağ finans dünyası için bir “eşik noktası” oluşturuyor. Bir başka deyişle, geri dönüşü olmayan bir ivmenin yakalandığını savunuyorlar.

Ancak kimi analizcilere göre toplumsal baskının yanı sıra siyasi baskının sürekliliği de önemini koruyor. Alman Yeşiller’in düşünce kuruluşu Heinrich Böll vakfı uzmanları Jörg Haas ve Barbara Unmüßig birçok ülkede fosil yakıt sektörünün seçilmiş siyasi liderlerle çok yakın ilişkileri olduğuna dikkat çekiyor. Bunun neticesinde de birçok devlet fosilden çıkış için gerekli düzenleyici adımları ve değişimi geciktiriyor. İki uzman, vakfın internet sitesinde yayınlanan bir makalede devletin karbon fiyatlandırma, vergilendirme gibi uygulamalarla fosil yakıtlardan çıkış hedefi için düzenleyici yetkilerini kullanması gerektiğini savunuyor. Beri taraftan da AB’nin sürdürülebilir yatırımları sınıflandırdığı Sürdürülebilirlik Taksinomisi gibi araçlarla teşvik uygulama yaklaşımının geliştirilmesini tavsiye ediyorlar.

 

Almanya’daki bir iklim eyleminde bir gösterici “kömürü durdur, şimdi!” yazan bir döviz taşıyor, Eylül 2019. Şeffaflık, kömür yatırımların sona erdirilmesi sürecinin başarısı için olmazsa olmaz bir ön şart. | Fotoğraf: Markus Spiske via Pexels

➆ Çevresel şeffaflık ve karbon saydamlığı ne anlama geliyor?

Bir ivme yakalandığı şüphesiz, ancak finans dünyasından ekonomik çıkarlarına gönüllü bir şekilde sırt çevirmelerini beklemek fazla iyimser bir tutum. Özellikle bankalar ve finans şirketlerinin yıllarca fosil yakıtlara verdikleri destekleri gizlemeye çalıştıkları ifade ediliyor. Bu yüzden emisyon verilerinin şeffaflıkla paylaşılması ve verilen taahhütlerin yerine getirilip getirilmediğinin izlenmesi büyük önem taşıyor. Tam da bu yüzden, son 20 yılda şirketlerin faaliyetlerini izleyen çok sayıda sivil toplum kuruluşu ve girişim ortaya çıktı.

Bankaların fosil yakıtlara yatırımlarını ele alan raporu hazırlayıcıları arasında bu yıl BankTrack ve Reclaim Finance adında iki oluşum daha var. BankTrack, tüm dünyada 200’ün üzerinde bankanın sürdürülebilirlik taahhütlerine uyup uymadıklarını ve yaptıkları “şüpheli anlaşmaları” takip ediyor. 2020’de kurulan ve kendini hem bir STK hem de bir düşünce kuruluşu olarak tanımlayan Paris merkezli Reclaim Finance ise bankaların yanı sıra finans kuruluşlarının yatırımlarını da mercek alıyor. Kuruluş örneğin dünyanın en büyük varlık yönetimi şirketi BlackRock’ın, söyleminin aksine kömüre 85 milyon dolar yatırım yaptığını ortaya koydu.

Her ne kadar karbon fiyatlandırma çalışmalarının öncülerinin başında Dünya Bankası gelse de, çok sayıda kalkınma bankası hâlâ fosil yakıtlara yatırım yapmayı sürdürüyor. Bu bankaların yerel ve yenilenebilir enerjilere yatırım yapması için aralarında 350.org ve Urgewald’ın da bulunduğu yaklaşık 40 STK “The Big Shift” adında bir kampanya başlattı. Tüm bu çabalarla bankacılık ve finans sektörlerinin çevresel şeffaflığa daha fazla riayet etmeleri hedefleniyor.

İzleme çalışmaları ve kampanyaların yanı sıra, şirketlerle kentlerin sebep oldukları karbon emisyonları ve azaltma planlarını paylaşmalarını teşvik için girişimler de bulunuyor. Bunların ilki ve belki de en önemlisi, 2000’de hayata geçen Karbon Saydamlık Projesi (Carbon Disclosure Project ya da CDP). Proje kapsamında 2002’den bu yana 8 binin üzerinde şirket ve 550’nin üzerinde kent verilerini paylaşmış. Projenin Türkiye ayağı ise Sabancı Üniversitesi tarafından yürütülüyor. CDP veritabanında kentlere dair veriler erişime açık, ancak şirketlere ilişkin veriler lisanslı, yani ücrete tabi.

Son yirmi yılda net sıfıra emisyon hedefini gerçekleştirmek için erişilmesi gereken hedefler de yeniden tanımlandı. Özellikle şirketlerin emisyon azaltma politikaları yerine atmosfere bırakılan emisyonlara karşılık olarak ağaç dikmek gibi telafi stratejilerine yönelmeleri, karbon saydamlığı alanında “bilime dayalı hedefler” kavramını öne çıkardı. Karbon Saydamlık Projesi, BM Küresel İlkeler Sözleşmesi (UN Global Compact), Dünya Kaynakları Enstitüsü (WRI) ve Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) ortaklığında Bilime Dayalı Hedefler adında yeni bir girişim daha başlatıldı. Bu veri tabanında şirketlerden net sıfır politikalarını açıklarken iklim bilimiyle uyumlu kıstasları temel alan bir yol haritası hazırlamaları şart koşuluyor. Girişimin sitesinden, bankacılık ve finans sektöründe net sıfır taahhüdünde bulunan şirketlerin isimlerine erişmek mümkün. Ekim 2021 itibariyle Türkiye’den altı banka henüz hedef açıklamasalar da net sıfır emisyon taahhüdünde bulunmuş (TSKB, Garanti BBVA, Vakıfbank, Albaraka, İş Bankası, Yapı Kredi).

BM nezdinde bankaların hesap verebilirliğini sağlamak adına bir finansal girişim daha var: Sorumlu Bankacılık İlkeleri. Taahhütnameyi imzalayan bankalardan yatırımlarına dair bir etki analizi yapmaları, emisyon azaltım hedefleri belirlemeleri ve sonuçlar konusunda şeffaf olmaları talep ediliyor. Hâlihazırda Sorumluluk Bankacılık İlkeleri belgesini imzalayan 252 banka, küresel bankacılık sektörünün toplam varlıklar bazında yüzde 40’ını temsil ediyor. Bir başka deyişle 65 trilyon dolarlık varlığı yönetiyor. Türkiye Kalkınma ve Yatırım Bankası’nın yanı sıra, Türkiye’den imzacı altı banka var: Garanti BBVA, Şekerbank, İş Bankası, TSKB, Yapı Kredi, Akbank.

 

İspanya’nın kuzeyindeki Palencia kenti yakınlarında bir rüzgar türbini sahası. Bankalar günden güne yenilenebilir enerjiye ve sürdürülebilir projelere yatırımlarını arttıyorlar, buna karşın bu söylemlerle bazen fosil yakıtlara verdikleri desteğin sürdüğünü bilinçli bir şekilde gizliyorlar. | Fotoğraf via Pixabay

➇ Bu vaatlerin ne kadarı imaj temizleme ya da “yeşile boyama” (greenwashing)?

Özellikle Paris Anlaşması sonrası iklim kriziyle mücadele hareketinin kitlesel boyut kazanmasıyla bankacılık sektörü de karbon emisyonu azaltma vaatlerinde bulunmaktan geri kalamadı. Ancak izleme projeleri de gösteriyor ki eylemler çoğu zaman söylemlerle örtüşmüyor. Money Rebellion gibi hareketler, Reclaim Finance gibi STK’lar ve BankTrack gibi araçlar sayesinde banka ve finans kuruluşları üzerinde baskının sürekli tutulması sağlanabiliyor.

Ancak birçok büyük banka bünyelerinde sürdürülebilirlik departmanları oluşturuyor, karbon nötr ve net sıfır hedeflerine erişmek için eylem planları açıklıyor ve yenilenebilir enerjiyle yeşil teknolojilere yatırımlarını artırıyor. Kimi bankalar firmalara “yeşil krediler” sunuyor (yeşil kredilere dair ilke belirleme çalışmaları da olduğunu not edelim), kimileri ise “yeşil yatırım programları” oluşturuyor. Bu yaklaşımlar, bankalar bünyesinde birbirleriyle çelişen çıkarlar yaratıyor belki, ama fosil yakıtlara yatırımlar kârlı ve güvenli olduğu sürece iddialı söylemlerin aksine yerlerini tamamen almıyor.

Black Rock ve HSBC’nin iddialı açıklamalarının ardında kömür yatırımlarını sürdürmesi “yeşile boyama” söylemlerinin en önemli örnekleri arasında. Dünyanın önde gelen bankaları arasında vaatleriyle çelişir biçimde azaltım politikası uygulamayarak, fosil yakıta yatırım yapmayı sürdürmek konusunda sabıkalı çok sayıda kuruluş var: Deutsche Bank, Lloyd’s, Barclays, Société Générale, BNP Paribas, BBVA, Banco Santander, Royal Bank of Canada… Neredeyse bütün büyük bankalar sürdürülebilirlik politikalarıyla göz boyamakla suçlanmış. Dolayısıyla, “Net Sıfır Bankacılık”, “Sorumlu Bankacılık” başlıklı girişimlerin birçoğu bir sektörün adanmışlığından ziyade zorlu bir pazarlık sürecini ortaya koyuyor. Nitekim bankalar ve finans kuruluşları kendilerini, ne kadar baskı altında olurlarsa olsunlar, net sıfır emisyon hedefleri için çizdikleri yol haritasında atmaları gereken adımları geciktirme ve yavaşlatma lüksüne sahip olarak görüyorlar.

 

İklim eyleminde bir göstericinin taşıdığı dövizde “Eğer iklim bir banka olsaydı çoktan kurtarmış olurdunuz” yazıyor, Almanya, Eylül 2019. “Etik bankacılık” adı altında kârı öncelemeyen bir bankacılık sisteminin tohumları atıldı. | Fotoğraf: Markus Spiske via Unsplash

➈ Alternatif bir bankacılık sistemi mümkün mü?

Peki, tüm çabalara rağmen büyük bankalar karbon emisyonlarını azaltmakta son derece ikircikli ve hantal davranıyorlarsa, alternatif ne olabilir? Bir müşteri parasını yatırdığı bankanın fosil yakıtlarla bir ilişkisi olmadığından nasıl emin olabilir?

İklim kriziyle mücadele çerçevesinde bu kaygılara cevap verebilmek amacıyla büyük bankaların dışında, ekolojiyi kârın önüne koyan alternatif bir bankacılık sistemi oluşmaya başladı: Etik bankacılık. 2000’li yılların başında tanımlanan etik bankacılık, önce 2008’den sonra yaşanan finans krizi ama özellikle de Paris Anlaşması’nın imzalanmasının ardından ivme kazandı. Bu bankalar hem kurum içi işleyişinin hem de faaliyetlerinin etik değerlere bağlı olmasına dikkat ediyorlar. Kurum içinde iyi çalışma şartları sağlanması, çalışanlara sendikal hakların tanınması, ayrımcılığa karşı önlemler alınması, doğa dostu uygulamaların benimsenmesi gibi temel ilkelere uymayı vaat ediyorlar. Yatırım yaparken ekolojik, sorumlu, toplumsal katkısı olan şirketlere ve projelere öncelik veriyorlar. Şeffaflık gereği tüm yatırımlarını kamuoyuyla paylaşıma açıyorlar. Büyük bankaların aksine vergiden kaçınma stratejileri uygulamıyorlar ve bütün vergilerini ödüyorlar. Ayrıca vergi cennetleriyle herhangi bir bankacılık işlemi gerçekleştirmiyorlar. Bankaların bir kısmı da kooperatif modelini benimsiyor ve her müşteri aynı zamanda pay sahibi olarak dilerse bankanın yönetiminde söz sahibi olabiliyor.

Etik bankalar 2018’de Değerler Üzerine Bankacılık için Küresel İttifak (Global Alliance for Banking on Values – GABV) adında bir oluşum altında araya geldiler. Ağın üyesi olmak için belirlenen kriterler arasında kurumun bir düzenleyici kuruluş tarafından denetleniyor olması, insan, gezegen ve refah odaklı bir çalışma modeli benimsemesi, sürdürülebilir bir finansal model sunması yer alıyor.

 

Londra’da bir gösteride kullanılan dövizde “2050 çok geç” diye yazıyor. Küresel sıcaklıklar 1.5 derecenin altında tutmak için net sıfır emisyon hedeflerinin 2050’de gerçekleşmesi çok geç olabilir. Peki, bankalar ve finans dünyası sosyal ve ekolojik etik değerler koduna uyabilirler mi? | Fotoğraf: Ethan Wilkinson via Unsplash

⑩ Başlıca etik banka modelleri hangileri?

Etik bankalar farklı modellere ayrılıyor. Bir kısmı müşterilerine geleneksel bankaların verdiği hizmetlerin birçoğunu verebilen, şubeleri olan ve zamanla değerler etrafında bir politika benimseyen bankalar. 1923’te kurulan New York merkezli Amalgamated Bank ve 1980’de kurulan Hollanda bankası Triodos bunların en önde gelenleri.

Amalgamated Bank’ın tarihi bir hayli ilginç. Konfeksiyon sektöründe, Giyim ve Tekstil İşçileri Sendikası’nın inisiyatifiyle ABD’nin ilk emek bankası olarak kapılarını açıyor. 1927’de ülkenin ilk kooperatif konut projesini finanse ediyor ve grev yapan işçiler için kredi desteği sağlıyor. Halen çoğunluk Birleşik İşçiler sendikasının olan banka 2011’deki “Wall Street’i İşgal Et” protestoları sırasında göstericilere lojistik destek verirken, bağışların toplandığı hesap da bu bankada açılmış. Bu, bankanın özellikle subprime piyasalar olmak üzere yatırımlarının tartışmaya kapalı olduğu anlamına gelmiyor. Ancak hâlihazırda Amalgamated Bank, en büyük etik bankalardan biri.

Triodos ise daha kuruluş yılı 1980’de “yeşil kredi” hayata geçirerek bu alanda öncü bankalar arasında yer aldı. Triodos, kirletici şirketlerin ötesinde, sürdürülebilir olmayan ürünler ya da hizmetlerin faaliyetlerinin yüzde 5’inden fazlasını oluşturan, ya da çalışma süreçleri sürdürülebilir olmayan, hayvan ve insan sömürüsüne dayanan kuruluşlara kredi vermemeyi taahhüt ediyor. Bu tanıma, aralarında hayvanlar üzerinde deney yapan firmalar, kürk üreticileri, silah endüstrisi, kumar sektörü gibi çok sayıda iş alanı dahil. Pek çok iş alanı ise somut koşullara tabi. “Minimum standartlar” adı verilen belgede kredi alacak kuruluşlara çalışma hakları ve insan haklarına saygının yanı sıra, yasal yollarla vergi muafiyeti elde edilmemesi şartı da koşuluyor. Hâlihazırda 720 binin üzerinde müşterisi olan banka Hollanda, Birleşik Krallık, İspanya, Fransa, Almanya ve Belçika’da faal. Ancak her ülkede şubesi yok ve çoğunlukla online olarak internet sitesi ve mobil uygulaması üzerinden hizmet veriyor.

Geleneksel bankacılığın yanı sıra kooperatif modelini benimseyen çok sayıda banka da etik banka olarak hizmet veriyor. Fransa merkezli Crédit Cooperatif, Danimarka’da kurulan Merkur Cooperative Bank ve ABD’de faaliyet gösteren National Cooperative Bank bunlardan bazıları.

Bunların yanı sıra, özellikle gelişmekte olan ülkelerde mikrofinans modelini beimseyerek küçük girişimcilere, iş sahiplerine kredi sağlayan etik bankalar bulunuyor. Tacikistan’dan, Bangladeş’ten Güney Amerika’ya Değerler Üzerine Bankacılık İttifakı’na katılan, öncelikli olarak bir topluluğun gelişimine finansal kaynak yaratmayı amaç edinmiş bankalar da var. Bu alanda kendine özgü bir örnek Kolombiya merkezli Banco Mundo Mujer. Kadın STK’sı Fundación Mundo Mujer tarafından 2015’te kapılarını açan banka öncelikli olarak mikrokredilerle başta kadın istihdamını desteklemek üzere toplumun refahını ve ekolojik bir yaşamı geliştirmek için finansman sağlıyor.

Aspiration ise yalnızca online ve uygulama üzerinden hizmet veren yeni nesil bir banka modeli. 2013’te kurulan Aspiration yüzde yüz temiz kredi sağlamayı vaat ediyor. Ayrıca tüm harcamalarını şeffaf bir şekilde müşterileriyle paylaşıyor. Uygulamasında ise işletmelerin sürdürülebilirlik performansını ölçmek mümkün. Aspiration ayrıca müşterilerine bankacılığın finansal maliyetini de minimuma indirmeyi taahhüt ediyor. ATM ücretleri iade ediliyor, doğrudan hesap ücreti alınmıyor ve miktarı belirleme müşterilerin kararına bırakılıyor.

 

Türkiye sermayeli en büyük bankalardan biri olan Yapı Kredi, Tüpraş rafinerisinin de bünyesinde bulunduğu Koç grubuna ait. | Fotoğraf: İsa Karakuş via Pixabay

⑪ Ya Türkiye?

Paris Anlaşması’nı mecliste neredeyse altı yıl sonra onaylayan, fosil yakıtlara halen çok yüksek kamu desteği sağlamayı sürdüren Türkiye’de bankacılık sektörü fosil yakıtlara yatırım konusunda ne kadar bilinçli? Hükümetin Paris Anlaşması’nı geciktirdiği dönemde iş dünyası, dünyadaki trendlerden geri kalmamak adına “net sıfır emisyon” hedeflerini gündemine almaya başladı. Ancak, hemen hemen her etik kriterin benimsenmesinde yaşandığı üzere, Türkiye’de özel sektörün bu konuda izlediği tutum ikircikli ve yanıltıcı söylemlere gebe.

Türkiye’de bankaların petrol ve doğalgaz yatırımlarını tespit etmek kapsamlı bir araştırma gerektiriyor. Ancak, ilişkilendikleri holdingler ve ortaklar üzerinden bazı saptamalar yapmak mümkün.

Örneğin Türkiye’nin her iki büyük holdingi, Koç ve Sabancı, bünyelerinde enerji şirketleri bulunduruyor. Dolayısıyla bankaları Akbank ve Yapı Kredi, her ne kadar Sorumluluk Bankacılık İlkeleri belgesini imzalamış olsalar da – ve ikincisi net sıfır emisyon taahhüdünde bulunsa da – fosil yakıt emisyonlarına yol açan şirketlerle doğrudan ilişkililer. Koç holding çatısı altında Türkiye’nin tek rafinerisi Tüpraş’ın yanı sıra Aygaz ve Kocaeli Doğal Gaz Çevrim Santralı’nı işleten Entek yer alıyor. Koç ayrıca Opet’in hisselerinin yüzde 50’sinin de sahibi. Sabancı holdinge ait Enerjisa’nın portfolyosunda ise üç doğalgaz, bir de linyit santrali var.

Öte yandan, yabancı sermayeli bankaların ortakları arasında, doğrudan ya da dolaylı olarak karbon emisyonların artışında pay sahibi bankalar var. Finansbank’ın hisselerini 2015’te satın alan QNB yani Katar Ulusal Bankası yıllardır Katar petrol ve doğalgaz faaliyetlerine finansman sağlıyor. Denizbank’ın 2019 yılına kadar ana hissedarı dünyada fosil yakıt emisyona yatırım yapan bankalar listesinde 47. sırada olan Rus Sberbank iken, banka Dubai’nin hükümete bağlı ENBD’ye satıldı. ENBD, Banking on Climate Chaos raporunun listesinde değerlendirmeye alınmadı, ancak banka Dubai Emiri ve ailesinin yönetiminde olan Dubai Yatırım Korporasyonu adındaki varlık fonuna ait. ENOC, yani Dubai’nin ulusal petrol şirketi de aynı çatı altında yer alıyor. 2007’de Oyak Bank’ı satın alan Hollandalı ING Bank, fosil yakıtlara en çok yatırım yapan bankalar listesinde 28. sırada.

Garanti Bankası’nın çoğunluk ortağı BBVA, fosil yakıtlara en çok yatırım yapan bankalar listesinde 42. sırada. BBVA, net sıfır bankacılık girişimlerinde rol aldığından Garanti BBVA Türkiye’de sürdürülebilirlik söylemlerini gündemine alan bankaların başında geliyor. Ancak BBVA, İspanya’da yeşile boyama yapmak konusunda ağır bir biçimde eleştiriliyor. Bankanın azınlık ortağı konumunu olan Doğuş Grubu’nun ise otomotiv sektöründeki yatırımları bilindik. TEB’in bankaya logosunu veren azınlık ortağı BNP Paribas ise fosil yakıtlara en çok yatırım yapan bankalar listesinde 10. sırada.

Dolayısıyla, Türkiye sermayeli başlıca bankaların fosil yakıt emisyonuna sebep olan şirketlerle iç içe olduklarını görebiliyoruz. Yabancı sermayeli bankaların ise Türkiye’de düşük karbonlu sürdürülebilir ekonomiye dönüşümde nasıl bir rol oynayabileceklerini zaman gösterecek. Paris Anlaşması’nın onaylanması ve ulusal bir net sıfır emisyon hedefinin belirlenmesiyle beraber Türkiye’de bankacılık ve finans sektörü üzerinde, kömür santralleri başta olmak üzere fosil yakıtlara yatırım yapılmaması için baskının artacağını öngörmek mümkün. Ancak bu baskının şeffaflık ve hesap verebilirlik talepleriyle birlikte uygulanması önem taşıyor. Ayrıca, önceliği kâr elde etmek olmayan yeni bankacılık modellerinin önü açılması da bu sürecin ayrılmaz parçalarından biri olacak.

70 yaşında bir hukukçu Cafer Tufan Yazıcıoğlu. Ankara’da eşiyle yaşıyor. Türkiye Emekliler Derneği’ne (TÜED) hukuk danışmanlığı yapıyor. İşe gidip geldiği, düzenli spor yaptığı, dostlarıyla buluştuğu, literatürdeki deyişle “aktif yaşlılık” yaşadığı bir hayatı bıçak gibi kesiyor pandemi. Evden çalıştığı için boşluğa düşmemeyi başarsa da sevdiklerinin, sokağın hasretini çekiyor. “Bir oğlum var, başka şehirde çalışıyor. Onlarla görüşemedik” diyerek anlatıyor o özlemi, “kardeşimle, arkadaşlarla, akrabalarla buluşamamak, hasret çok zorladı bizi. Balkondan aşağıda gezenlere ya da yürüyüşte rastlanan bir-iki dosta merhaba diyebildik.”

“Kalan zaman” +65 için kıymetli. Çünkü saat artık geri işliyor. İşte pandemi onlardan bu zamanı çalıyor, sevenlerle geçirelecek günleri, ayları, yılları… Çocuklarla edilecek sohbetleri, torunlarla oynanacak oyunları, arkadaşlarla kurulacak sofraları… En kötüsü de, yaprak dökümü yaşaya yaşaya sayısı iyice azalan dostlara edilecek vedaları çalması: “Yakınlarımızın cenazesine gidememek, içimizde kanayan bir yara. Zaten çoğu göçüp gittiği için az arkadaşımız kalmıştı. O yüzden vedalar bizim için önemliydi, edemedik…” Bir sessizlik oluyor. Göçüp gidenler giriyor konuşmanın arasına. Soluklanıp devam ediyor: “Pandemide eve kapanma nedeniyle hem fiziksel hem psikolojik rahatsızlıklar arttı.”

Nefret söylemleri arttı

Yine de +65 yaşa yönelik sokağa çıkma yasaklarını, bir koruma yöntemi olarak görüyor Yazıcıoğlu. Ancak net bir yasal düzenleme olmamasının sıkıntılar yarattığını eklemeyi de ihmal etmiyor. “Mesela, otobüslere binmemiz yasaklanınca maaşımızı almaya gidemedik. Alternatif sunulmalıydı. Üyelerimiz çok sıkıntı çekti. Dolandırıcılıklar arttı” diyor.

“Kalan zaman” 65 yaş üstü için kıymetli. Çünkü saat artık geri işliyor. İşte pandemi onlardan bu zamanı çalıyor, sevenlerle geçirelecek günleri, ayları, yılları…

Ona göre, bu tür felaketlerle çok karşılaşacağız. O yüzden de Meclis’in, bunlarla ilgili yeni ve bütünsel bir yasa yapması gerektiğini vurguluyor: “Geç bile kaldılar. TÜED’in de yer aldığı BM Yaşlı Hakları Komitesi’nde bu yıl pandemiyi çok tartıştık. Komitenin yakında yayınlayacağı yaşlı hakları maddeleri arasına pandemi ve salgınlarla ilgili yeni bir hak girecek görüşündeyim. İnsan hakları gibi yaşlılık hakları çıkacak.”

Buna ne kadar çok gerek olduğunu, pandemiyle birlikte iyice artan yaşlılara yönelik nefret söylemleri de gösteriyor. TÜED üyeleri de bunlardan şikâyetçi. Sosyal medyada hakareti bırakın küfürlere varan söylemlerle karşılaşmak, sokakta “fazlalıklarmış gibi” bakışlarla muhatap olmak hatta kovalanmak… Yazıcıoğlu’na göre, bunun nedeni medya ve ilgililerin pandemi ve 65 yaşla alakalı açıklamaları bilimsel şekilde yapmamaları. “Nefret söylemleri, suçtur. Türk Ceza Kanunu’nda, Medeni Kanun’da yaşlıyı koruyan önemli maddeler var. Savcıların istese kullanabilecekleri çok madde bulunuyor” diyor ve ekliyor: “Dünyada ilk yaşlılık hukuku yayınını dernek olarak biz yaptık. Türkiye’de yaşlılarla ilgili hangi kanunda ne varsa toparladım, 2 bin sayfayı buldu ama hepsi dağınık olduğu için yaşlılık hukuku şart.”

Cafer Turan Yazıcıoğlu

“Pandemi, yaş ayrımcılığının yaşlılar üzerindeki etkisini ortaya koydu”

Yazıcıoğlu, pandemide mahalli idarelerin de sınıfta kaldığını düşünüyor. Çünkü hangi evde +65 yaşıyor bilip, sorun varsa çözecek ilk merci onlar. Yaşlılık, herkesin önünde sonunda varacağı bir evre. Herkes bunu biliyor. Ancak niyeyse üzerine pek de konuşulmuyor, çalışılmıyor. O yüzden Yazıcıoğlu’na göre, pandeminin, nefret söylemlerine rağmen iyi yanı da oldu: “En azından yaşlılar gündeme geldi!”

Çok iç acıtıcı bir cümle bu ama öyle sessizliğe boğulmuş bir konu ki yaşlılık, pandemi, hatta hakaretler nedeniyle konuşulur, görünür olması bile olumlu, umut verici karşılanıyor: “Pandemiden beri hükümetle, Türkiye’deki ve dünyadaki STK’larla, BM’dekilerle gerçekleştirdiğimiz kadar çok toplantıyı, bugüne kadar hiç yapmadık. İki senede 300’den fazla toplantıya katıldık. Bu, yaşlıların daha çok gündeme geldiğini gösteriyor. Evet, belki bir nefret söylemiyle karşılaştık ama bundan sonraki yaşlılar için iyi bir adım atıldığı kanısındayım.”

Sonunu göremeyecekleri bir mücadelenin içinde olduğunu biliyor bu konuda çalışan +65 yaş aktivistleri

Bundan sonraki yaşlılar dediği; sizsiniz, biziz, orta yaşlılar, gençler… Sonunu göremeyecekleri bir mücadelenin içinde olduğunu biliyor bu konuda çalışan +65 yaş aktivistleri. Oysa yaşlılık da çocukluk, gençlik gibi hayatın bir çağı ve güzel geçirilmesinin sağlanması bir insanlık hakkı. Yazıcıoğlu, “Pandemi, yaş ayrımcılığının yaşlılar üzerindeki etkisini ortaya koydu” diyor, “Yaşam boyu eğitim, sağlık ve bakım hizmetlerine erişim, sosyal koruma, çalışma gibi hakların her yaşta eşit olarak garanti edilmesini hedefleyen Avrupa Birliği Yaş Eşitliği Stratejisi gibi bir uygulamanın Türkiye’de de olması şart. Şu an bunun için mücadele veriyoruz ama bize yetişeceğini sanmam. O yüzden gençlere hep diyorum ki, bunlara sahip çıkın, bunlar aslında sizin için, bizim için değil.

Pandeminin sessiz mekânları: Huzurevleri

Türkiye’de 27 bin 454 kişi, 81 ildeki Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı 425 huzurevi ve yaşlı rehabilitasyon merkezinde kalıyor. Ancak huzurevlerinde kaç kişinin koronavirüs tedavisi gördüğünü, kaçının hayatını kaybettiğini bilmiyoruz. Türk Tabipler Birliği’nin şeffaflık çağrısına, bazı milletvekillerinin soru önergesine rağmen bakanlık sayı açıklamadı. Tek bildiğimiz basına yansıyan birkaç haber: Etiler’de özel huzurevinde 40’a yakın kişinin koronavirüs testi pozitif çıktı. Bayburt Memnune Evsen Huzurevi’nde 27 sakin ve sekiz kurum personeli Covid-19 oldu. Eskişehir Hacı Süleyman Çakır Huzurevi’nde koronavirüs nedeniyle ona yakın kişi öldü…

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü, yapılan bilgi edinme başvurusuna yanıtında tek bir veri bile paylaşmadı

Biz de Bilgi Edinme Hakkı Yasası’ndan yararlanarak, CİMER üzerinden Sağlık ile Aile ve Sosyal Hizmetler bakanlıklarına üç başvuru yaptık. Yanıtlardan biri özetle şuydu: “Bilgiler Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığımız Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü’müzün yetkisinde ancak Bilgi Edinme Kanunu kapsamında olmadığından cevap verilememiştir.”

Müdürlük bıkmış olacak ki, başka bir başvurumuza, sorularımızla alakasız olsa da “Covid-19 Kapsamında Yapılanlar” başlıklı üç sayfalık yanıt yolladı. Ancak tek veri yoktu! Bize de huzurevlerinde yaşananları anlamak için haberlere yansıyanlara bakmak kaldı. On kişinin koronavirüsten öldüğü Hacı Süleyman Çakır Huzurevi’yle ilgili davanın avukatı Kemal Sayılır’la konuştuk.

8 Nisan 2020’de bir personelin Covid-19 olmasıyla başlıyor her şey. O hafta 47 yaşlı ile 28 personel koronavirüse yakalanıyor. Sayılır’a göre, bunun nedeni yeterli tedbir alınmaması: “O dönemde huzurevi kuruluş müdürü M.T. tecrübesiz bir vekil müdür. Adeta hiçbir kararı tek alamıyor, il müdürü ve yardımcılarının yönlendirmesiyle hareket ediyor. Yaşlıların odaları seyreltilmiyor. Hastaneye gidenlere izolasyon uygulanmıyor.”

Bunlar kimi haberlere göre 10, kimine göre 20 kişinin ölümüne yol açıyor. Sayılır’a göre doğru sayı 20, “Ancak yalnızca dokuz yaşlı ve müvekkilimin babası, kurum personeli Sadık Kaya olmak üzere, 10 kişinin ölüm gerekçesine Covid-19 yazılıyor. Maksat daha fazla dikkat çekmemek” diyor.

Ölenlerin yakınları çekiniyor

57 yaşındaki Sadık Kaya obezite, kronik diyabet ve tansiyon hastası. Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinde “kronik rahatsızlığı olan üst amire bildirdiği gibi idari izinli sayılacak” denmesine rağmen, izin alamıyor. Çünkü dönemin Eskişehir Aile Çalışma Sosyal Hizmetler İl Müdürü A.S., “kronik rahatsızlığı olanlar hastanelerden üçlü hekim raporu getirmeden idari izne çıkarılmayacak” şeklinde kurul kararı alıyor. Üstelik tüm idareciler de imzalıyor. Çalışırken Covid-19’a yakalanan Kaya, 10 Nisan’da kaldırıldığı hastanede 26 günlük yaşam mücadelesinden sonra vefat ediyor.

Av. Kemal Sayılır

“Adeta aklanmaya çalışılan üst idareciler il müdürü ile huzurevi müdürü hakkında adli soruşturma izni verildi”

İlk soruşturmada tüm sorumluluk, kurumun sağlık memuru A.M.Ç. ile hemşiresi N.E. üzerine bırakılıyor. Ancak avukat Sayılır’ın itirazı ve durumun basına da yansıması üzerine Eskişehir Valisi yeniden soruşturma başlatıyor. Avukat Kemal Sayılır, son durumu şöyle anlatıyor: “Adeta aklanmaya çalışılan üst idareciler il müdürü A.S. ile huzurevi müdürü M.T. hakkında adli soruşturma izni verildi. İtiraz etseler de Ankara Bölge İdare Mahkemesi adli soruşturma yapılmasına kesin karar verdi. Sorumlular hakkında ‘kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi’ ve ‘görevi kötüye kullanma’ maddelerinden şikâyetçi olduk. Henüz iddianame hazırlanmadı. Kovuşturma aşamasına geçilmediği için duruşma günü de belirlenmedi.”

Şimdilik huzurevindeki ölümlerle ilgili açılan tek dava Sadık Kaya’nınki. Ama Sayılır umutlu, “Ölen huzurevi sakinlerinin akrabaları çekiniyor ama bazı aileler, bizi destekleyeceklerini belirttikleri için ceza yargılaması derdest hâle gelince müdahil olabileceklerini veya tanıklık yapabileceklerini düşünüyorum. Hatta birkaç mağdur yakını bu minvalde beyanda bulundu” diyor.


• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.

Bu sefer size, bir kişinin değil bir ailenin hikâyesini anlatacağım. Her biri kendi yolunu çizmiş ama birbirinin yanında olmayı hiç bırakmamış bir ailenin hikâyesini… Selma, Sevinç ve Bahadır Altan kardeşler, pandemi sürecine farklı dönemeçlerden geçerken yakalanıyor. Selma Altan, pandemi başladığında cezaevinde mesela. Yani Altan, sadece pandeminin +65 üzerindeki etkisini anlatmakla kalmıyor, yaşlılara ne kadar sert davranılabildiğini de gösteriyor bize. Tutuksuz yargılanma imkânı varken, 71 yaşındaki bir kadını cezaevine atan bir anlayış sözünü ettiği… Durun en iyisi başa sarıp, sizi onlarla tanıştırayım.

Pandemi bahanesiyle tam tecrit

Selma Altan, emekli bir hak savunucusu, Ege Tutuklu ve Hükümlü Aileleriyle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin (Ege TUHAYDER) yöneticilerinden biri. Kardeşi Sevinç Altan, birçok şehirde sergiler açmış, çeşitli yayınevleri için 600’den fazla kapak illüstrasyonu yapmış bir ressam. Bahadır Altan ise, Pegasus’un 6 Şubat 2020’deki uçak kazasıyla ilgili açıklamalar yaptığı için işinden kovulan bir emekli pilot. Pandeminin herkeste olduğu gibi Altan kardeşlerde de yarattığı en büyük huzursuzluk, sevdikleri için duydukları kaygı oluyor. “İki arkadaşımı kaybettim. Dokunamamak, sevdiklerime sarılamamak çok zorladı” diyor Sevinç Altan, “üstelik ablam hapishanedeydi ve sağlık sorunları vardı, onunla ilgili endişelerim arttı. Hapishanelerde pandemi bahane edilerek, insanlık suçu olduğu halde tam tecride geçildi. Görüşe gidememek ağır geldi.” Öyle bir tecrit ki bu, uzun süre ne onlar ablalarından ne de ablaları onlardan haber alabiliyor.

Ablasının 71 yaşında cezaevine girmesinin nedeni mi? Selma Altan, bu soruyu şöyle yanıtlıyor: “11 Kasım 2019’da dizlerime protez takılması için İstanbul’a gittiğim gece gözaltına alındım. İzmir terörle mücadele takibe almış, devletin onayladığı STK’yı ‘sözde dernek’ olarak niteliyorlar. Şakran Cezaevi’ne gönderildim. Zor yürüyordum, içerideki arkadaşların yardımıyla günlerimi geçirdim. 7,5 ay sonra bırakıldım, tutuksuz yargılanıyorum. Pandemi başladığında cezaevleri de devlet gibi şaşkındı. Hâlâ da düzgün politika yürütülmüyor. Pandemiyi bahane edip tecridi çok ileri götürdüler. Kapalı görüşler bile kısıtlandı. Dışarıda her şey açıldı, herkes AVM’lerde ancak cezaevlerinde açık görüş hâlâ yok.”

“Kimse gelemiyor, ben çıkamıyorum. İçeride hiç olmazsa 19 kişiyle berabersin. Dışarıda daha izolesin”

Peki, cezaevinde pandemi için nasıl önlemler alınıyor? “Hijyen önemli deniliyor ancak 19 kadın bir koğuşta kalıyorduk. Yeterli deterjan bile vermediler. Paramızla aldık. Hijyen malzemelerinin fiyatları korkunç arttı. Üstelik cezaevi kantinleri dışarının iki katıdır! En çok sıkıntıyı hasta tutsaklar çekti. Hastaneye gönderilmediler. Bel ameliyatı olması gerekenler, bir senedir yürüyemeyenler bile bekletildi. Kanser tedavisi görenleri, kronik rahatsızlığı olanları hastaneye götürünce karantina odasına alıyorlar ama yeni biri hastaneden gelince aynı odaya koyuyorlar. Yani karantina sürekli uzuyor, 14+14+14 gün kalanlar var. Pis ve kötü bir oda. Orayı yapmak için koğuşları kalabalıklaştırdılar. Dışarıdaki mesafe kavramı, cezaevlerinde sıkışıklığa dönüştü. Menemen, Şakran ve Ödemiş cezaevlerinde çok kişi Covid-19 oldu.”

Yeni dünya: Açık cezaevi

Selma Altan, 2020 Haziranı’nda çıkıyor. İçeride sadece 7 buçuk ay kalsa da insanlığın başına yüz yılda bir gelen pandemi, dışarıyı çok değiştiriyor: maskeli insanlar, “güvenli adım” işaretleri, her an izimizin sürülebildiği HES kodlarının korunuyoruz duygusu yaşatması, cep telefonu ekranına sığdırılan sosyalleşmeler… Bunların arasında sağlık sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalıyor: “Kalp damar, tansiyon hastasıyım. Çıktıktan 14 gün sonra diz ameliyatı oldum. İki ay yattım, kızım ve kardeşim baktı. Tam ayağa kalktım, iki haftalık kapatma geldi. Açık cezaevi gibiydi. Kimse gelemiyor, ben çıkamıyorum. İçeride hiç olmazsa 19 kişiyle berabersin. Dışarıda daha izolesin. Üç arkadaşımı kalp krizinden kaybettim. Yasakların getirdiği hareketsizlikten oldu.”

Soldan sağa: Sevinç, Bahadır, Sema ve Selma Altan (oturan) kardeşler.

Bahadır Altan, yasaklardan bir yılla “yırtsa” da kardeşleri ve çevresi nedeniyle bütün hak ihlallerinin yakın şahidi. Ona göre, kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı kestiği gibi, emeklinin ölmesini de kayıp olarak görmüyor: “İleride, ‘85’ine geldin, daha fazla sağlık hizmeti vermiyor, emekli maaşı ödemiyorum’ diyecekleri bir sınır bile getirebilirler. Bu anlayışın ömrü yeterse, bizim ömrümüzü sınırlayacağından korkarım.”

“Ayrımcılık, mutasyon geçiren bir virüs gibi ve bu açıdan çok verimli bir coğrafyadayız ne yazık ki!”

Şimdilik ömürlerini olmasa da özgürlüklerini sorgusuz sualsiz kısıtlayabiliyor. Sevinç Altan’ı da en çok rahatsız eden bu. “Virüs değil de, hayatımızın birtakım adamların eline düştüğü düşüncesi ürkütücüydü” diyor, “Mesela, 20.01-09.59 arasında çıkmamızın hem kendimiz hem toplum için nasıl bir olumsuzluk yaratabileceğinin izahı yapılamadı. Parkları kapatıp fabrikaları açık tuttular yahu! Yaşlı olmanın polis takibine maruz kalacak kadar suç haline getirilmesi akıl alır gibi değildi. ‘Huzurevleri’ bir yara olarak duruyordu, dönüp bakmadılar bile.”

Bu dönemde ‘evde kal’abilen şanslı azınlıktan olduğunun farkında Sevinç Altan. “Oysa boğaz manzaralı ‘evde kal’, ‘hayat eve sığar’ çağrıları yapılırken işe gitmeye mecbur bırakılanlar, yaşlı bile olsalar ‘evde kalamayanlar’ vardı” diyor, “Hastalanmalarında, ölmelerinde beis görülmeyenler… Daha çok kadın ve çocuk evde şiddetle baş başa kaldı. Her ne pahasına olursa olsun büyümeye dayalı sistem durmadı, diğer felaketler karşısında yaptığı gibi pandemi için de ‘ekonomik değeri ne?’ diye düşündü. O yüzden ‘iyi yönetemiyorlar’ cümlesi benim için bir şey ifade etmez. O istediği gibi, istediği biçimde yönetir.”

Düzenli geliri olmayanlara yeterli destek sağlanmaması da devletin vatandaşını değil, çarkların dönüşünü umursadığının kanıtı. Altan düzenli geliri olmayan milyonlarca insandan biri: “Birikimlerimle hayatımı idame ettirdiğimden başlarda sorun yaşamadım. Ama hazırladığım iki sergim de pandemiye toslayınca falan… sıkıntılarım oldu tabii. Yine de çocuklu ev geçindiren, işini kaybeden, intihar eden insanları düşününce manasız şeyler.”

“Pandemide alınan tedbirler, yaşlılığı bir düşkünlük, yardıma muhtaçlık şeklinde gösterdi”

Bahadır Altan, yasakların 68 ya da 78 kuşağından olan 65 yaş üzerindekilerle Z Kuşağı arasındaki bağı kopardığını, böylece toplumun hafızasının silinmeye çalışıldığını düşünüyor. Yine de bu süreçte iyi şeyler de olmuyor değil. Altan’a göre, bunların en önemlisi mahallelerde kurulan dayanışma ağları. “Devletin sağladığından çok daha etkili bir yaşam arzusu sundular” diyor.

Sevinç Altan da iktidardan, devletten bir şey ummayı çoktan bırakmış. Onun önerisi, iktidarın krizlerden, ‘felaketler’den beslenme hâline karşı virüsten öğrenmemizi söyleyen Paul B. Preciado’ya kulak vermemiz: “Boyun eğmeye direnmek istiyorsak, bizim de virüs gibi mutasyon geçirmemiz gerekiyor.” “Sınır veya tecrit dayatmasıyla değil, yaşayan tüm canlılarla beraber kurulacak yeni bir topluluk ve denge anlayışıyla sağlığımıza kavuşacağız”…

“Biz değil devlet yaşlı”

Koronavirüsle ilgili haberlerin ve yetkililerin açıklamalarının toplumda zaten var olan ırkçılığı, yaş ayrımcılığını adeta hükümet eliyle körüklediğini düşünüyor Sevinç Altan. “Ayrımcılık, mutasyon geçiren bir virüs gibi ve bu açıdan çok verimli bir coğrafyadayız ne yazık ki!” demesi bundan. Ona göre, atlanan bir nokta da yaşlıların homojen bir grup olmadığı! “65 yaş üstü her yetişkinin kronik hastalığı yok, her biri bağımlı değil. Toplumsal yaşamın içinde aktif yaşlılar olduğu gibi çalışmak zorunda olanların sayısı da az değil. Mesela, ben” diyor.

Sevinç Altan için yaşlılık biraz yavaşlık demek ama olumsuz anlamda değil. Hatta sağlık sorunların yoksa rahatlık bile sağlıyor: “Bok püsüre aldırışsızlık ya da daha rahat bulaşma hâli. Daha rahat küfredebiliyorum mesela.” Bahadır Altan için nüfus kağıdında yazan yıl bir şey ifade etmiyor. “Kimi 60’ında bir ihtiyar olabiliyor, kimi 80’inde bile okuyup üretiyor. Ancak pandemide alınan tedbirler, yaşlılığı bir düşkünlük, yardıma muhtaçlık şeklinde gösterdi” diyor. “Oysa Nâzım Hikmet şiirinde diyor ya: ‘…etin gevşemesine başka bir tabir gerek, zira ki ihtiyarlamak: kendinden başka kimseyi sevmemek demek’. Birini, bir şeyleri sevebiliyorsanız, direneceğiniz bir idealiniz, istekleriniz varsa ihtiyarlamıyorsunuz. O yüzden bize kendimizi yaşlı hissettirmeye çalışan devlete, ‘sen yaşlısın’ demeliyiz. Devlet çok yaşlı, saraylarıyla, yüksek yüksek makamlarıyla… Onu oralara hapsetmeliyiz. Sokaklarsa çocuğuyla, genciyle, kadınıyla, yaşlısıyla bize kalsın. Bence yeni kısıtlamalar gelirse, yaşlıların devlete, ‘sensin yaşlı’ diyerek, sokakları terk etmemesinde fayda var.”


• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.

“Ben, bir sosyal güvenlik numarası, ekrandaki bir görüntü değilim… Sizden hakkım olanı istiyorum. Ben, Daniel Blake, bir yurttaşım. Ne daha az, ne daha fazla.” Böyle sesleniyordu ünlü yönetmen Ken Loach’ın 2016 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü alan “Ben, Daniel Blake” filminin kahramanı. Onu böyle çileden çıkaransa, iki ay çalışamaz raporu verildiği için sosyal yardım kuruluşlarına başvurmak zorunda kalmasıydı. Kurşun kalemden vazgeçmeyen marangoz ustası, 59 yaşındaki Daniel’in teknoloji ve bürokrasiyle imtihanı işte böyle başlıyordu… Film, teknolojiyle 50’lerinde tanışan milyonlarca yaşlının bilgisayar ve interneti öğrenemezse, devlet tarafından nasıl da bir tuşa basar gibi “silinebileceğinin” en güzel anlatısı.

72 yaşındaki Yaşar Gökoğlu’nun yaşadıkları da bunu doğruluyor. Adana’da yaşayan Gökoğlu için pandemi, yalnızlığın sokağa taşındığı bir dönemin başlangıcı oluyor. Öncesinde evde “seçilmiş” yalnızlığını yaşasa da her gün dışarı çıkıp aktivitelere katılıyor, arkadaşlarıyla görüşüyor. Yasaklar gelince “yalnızlık sokağa iniyor, toplumsallaşıyor.” En çok da “yalnızlığını bastıracak teknolojik bilgisi olmamasına” dertleniyor. Bir dijital göçmen o. Bu yüzden, ev duvarlarını sanal dünya sayesinde aşma şansını da kaçırıyor. “1949 doğumluyum. Teknolojinin 90’larda geldiğini düşünürsek, bilgisayarla tanıştığımda 50 yaşın üzerindeydim” diyerek anlatıyor bunun nedenini, “pandemi sürecinde HES kodu, doktor randevusu almak gibi işlerde çok zorlandım.” Sırf teknolojiyle geç tanıştığı için yaşadığı dışlanmışlığa akıl erdiremiyor: “Mesela, bir gün trene binmek için HES kodu gerekince, istasyon çalışanlarının yardımıyla aldım. Çalışanların sanki büyük bir kabahat işlemişim gibi, alaycı bakışları hâlâ aklımda.”

Gökoğlu’nun teknoloji yüzünden yaşadığı zorluklar bunlarla sınırlı değil. Karşısına ezberlemesi gereken birçok şifre çıkıyor: e-devlet, HES kodu, banka hesap şifresi… E-devlet şifresini unutunca tekrar tekrar para verip yeniletmek zorunda kalıyor. Aşı randevularını internetten yapamadığından, hep 182’yi kullanıyor ancak ona da 20 defa arayıp dakikalarca bekledikten sonra ulaşabiliyor. “Bu işleri yapacak bilgiyi edinmemizi sağlayacak bir birim kurulmadı. Üstelik teknolojiyle aram, iş zamanındaki bilgisayar bilgim dolayısıyla ortalama bir yaşlıdan daha iyiydi. Ben böyle zorlandıysam, diğerleri neler yaşadı, tahmin edemiyorum” diyor. TÜİK’in verileri de +65’in bu dönemde ne kadar çabaladığını gösteriyor. İnternet kullanan 65-74 yaştakilerin oranı 2015’te yüzde 5,6 iken 2020’de yüzde 27,1’e yükseliyor.

“Sokakta ne işin var” bakışları…

Gökoğlu, 12 Mart döneminde cezaevinde yatmış biri olarak “tecrit” deneyimine sahip. Ancak pandeminin izolasyonu çok daha ağır geliyor. “Çünkü” diyor, “pandemi duvarların ötesinde görünmez duvarlar koydu hayatımıza. Yaş ayrımcılığı yapmasalardı, yaşlılar olarak bu kadar kıstırılmış, hayatımız yasaklanmış duygusuyla yaşamazdık…”

Yaşar Gökoğlu

“Biz yaşlıları bir yıl boyunca hastalığın suçlusu gibi gösterdiler. 20 milyon insanın aşı olmamasında bu algı da etkili”

Bu süreçte kendini mümkün olduğunca hareketsizlikten korumaya çalışıyor. Volta alışkanlığının da yardımıyla günde birkaç saatini, 65 metrekare evin içinde tur atmaya ayırıyor. Birçok arkadaşı, “Çık, mahallende dolaş” dese de, “densizin biri, bir şey söyler, altta kalmayınca iş büyür” diye yapmıyor. İzinli saatlerde bile “Sokakta ne işin var?” bakışlarından kaçamıyor. Otobüs yasakları, Gökoğlu’nu Adana sıcağında 8-10 kilometrelik çileli yürüyüşlere başlatıyor. “En azından sağlam bir yürüyüş alışkanlığı kazandım” derken hayata gülmeyi beceren insanlara özgü bir mutluluk düşüyor sesine.

Zaten “makbul” karşılanmıyorlardı

Gökoğlu’na göre, yaşlıların “makbul” sayılması salgından çok daha önce bitti. Özellikle de aileyle paylaşacağı bir emekli maaşı olmayanlar için. Pandemi sadece şunun net görülmesini sağlıyor: “Yaşlının el üstünde tutulduğu haller üzerine roman yazma, istatistik tutma imkânı bile olmadan bitmiş!” Geriye kalansa, muhafazakârın da solcunun da birleştiği bir nefret. Mesela, genç ve solcu bir arkadaşı, niye yapıldığı üzerine kafa yormadan, “bu yaşlılar yok mu? Otobüse binip serbest kartla son durağa gidip dönüyor, boşuna yer işgal ediyorlar” diyebiliyor. Oysa Gökoğlu nedenini biliyor: “Yaşlının toplumda bir yeri, horlanmadan gidebileceği mekân yok ki… Sosyalleşmeyi otobüse binmekte buluyor.”

“Yaşlılıkla ilgili mücadeleyle alışılmamış bir şeyi istiyorsunuz, belki de sonunu sizin göremeyeceğiniz bir şeyi…”

Yaşlılar “günah keçisi” ilan ediledursun, ölümlerin 300’e yaklaştığı şu günlerde ölenlerin çoğu aşıyı reddedenler olduğu halde bir şey yapılmamasını anlamıyor. “Biz yaşlıları bir yıl boyunca hastalığın suçlusu gibi gösterdiler. Toplumda şu algı oluştu: ‘Bize bir şey olmaz, bu yaşlı hastalığı.’ 20 milyon insanın aşı olmamasında bu algı da etkili. Yani gençlerin ölmelerinin nedeni hükümetin bize uyguladığı ayrımcı politikalar” derken şaşkınlığına bir de kızgınlık ekleniyor.

Huzurevi için sekiz yıl bekleme sırası

Gökoğlu, iki sene önce Adana’da Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın huzurevinde kalma imkânını sorduğunda, “Sekiz yıla kadar dolu. Ama Gümüşhane’de, Niğde’de boş yer var” yanıtını alıyor. Yaşlısına, memleketinde “huzur içinde” yaşamak için sekiz yıl hayatta kalma zorunluluğu getiren sisteme gülsün mü, kızsın mı bilemiyor. Ancak bildiği bir şey var: Yaşlılık, çekilmiyor.

“Neden biliyor musun?” diye sorup kendi yanıtlıyor: “Beden yaşlanıyor ama akıl ve ruh yaşlanmıyor ki… Keşke ruh da yaşlansa… Gençken hayallerin oluyor, uzak da olsa dert etmiyorsun. Önümde uzun bir hayat var, mücadele edersem, çözerim diyorsun. Yaşlanınca şevkin azalıyor. En kötüsü de ne kadar vaktin olduğunu bilmiyorsun… Hâlâ yapmak istediğin, ukde kalmış şeyler var ancak fiziki sınırlara çarpıyorsun.”

O sınırları giderecek merkezi, yerel yönetim bulunsa, yaşlılığın daha çekilir olacağını biliyor. O yüzden yaşlıları umursamadıklarını görmek çok öfkelendiriyor. “En kötüsü de şu” diyor, “İnsanlara ‘gel hakkımızı arayalım’ dediğinizde, ‘amannn’ diyor. Sendikaya girerken, toplu sözleşmeyle daha çok para alacağız dediğin için ikna oluyor. Ancak yaşlılıkla ilgili mücadeleyle alışılmamış bir şeyi istiyorsunuz, belki de sonunu sizin göremeyeceğiniz bir şeyi…”


• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.

“Pandemi olmasa ben onu ilk günlerde hastaneye götürürdüm, erkenden müdahale edilirdi. Biraz daha yaşardı…” 72 yaşındaki Tülin Dizdaroğlu için pandemide yaşadıklarının özeti, kafasında dönüp duran bu cümle. Kaybettiği annesinin yasını, pandemi yüzünden sadece üç kişiyle tutabilmek canını acıtıyor. Bir de ölmeden önce annesinin sevdiklerini görememesi…

Türkiye’nin en yaşlı şehri Sinop’ta buluşuyoruz Dizdaroğlu’yla. Pandeminin, yatalak olan annesiyle hayatlarını nasıl değiştirdiğini anlatırken hüznü gözlerinden okunuyor. Her bayram dolup taşan evleri geliyor önce aklına, sonra da pandemideki yalnızlık. Ara sıra salgını unutan annesinin, “Niye kimse gelmiyor artık?” sorusunu hep sabırla yanıtlıyor. Pandemi yüzünden “uzak” kalmak gerektiğini biliyor ya, yine de annesinin sevdiklerini, akrabalarını göremeden vefat etmesi yüreğini dağlıyor.

“Pandeminin bende yarattığı en büyük üzüntü budur” diyor derin bir soluk alarak, “Eylül 2020’de kaybettik annemi. Hastalandı, ancak hastaneye götüremedim. Herkes, ‘Virüs kapar, sakın götürme’ dedi. O dönem hastaneler pandemiden dolayı çok yoğundu. Aile hekimi geldi, baktı. 5-6 güne iyice kötüledi. Bir gece dili dolanmaya başladı. ‘Kızım ben öleceğim, sakın korkma’ dedi bana…” Sonrası aranan 112, pandemi muamelesi, testler, yoğun bakım… Bu son konuşmaları oluyor ama o günleri kafasında hep evirip çeviriyor Dizdaroğlu, “Pandemi olmasa ben onu ilk günlerde hastaneye götürürdüm, erkenden müdahale edilirdi. Biraz daha yaşardı…” demesi bundan.

Tülin Dizdaroğlu, Sinop, 30 Temmuz 2021.| Fotoğraf: Esra Açıkgöz

“Teyzem iki yıldır evden çıkmadı. Yalnız dura dura şimdi kafası bulandı. Pandemi, yaşlılardan kurtulma yolu oldu”

Üç kişilik dua

“Teyzem, ben ve dayımın kızı…” diye başladığı cümleye bir sessizlik düşüyor önce, sonra bir yutkunma sesi. “Sadece üç kişi akşam duasını yaptık. Cenazesini de 15 kişi kıldık… İnsan kalabalık görmek istiyor bu anlarda. Facebook’tan, telefonla baş sağlığı diledi insanlar ancak kalabalık olmanın yas sürecine de etkisi var. Herkesle konuşunca derdini unutuyorsun, sevenleri olduğunu görmüş oluyorsun…”

Kalabalık bir uğurlamanın tesellisine kavuşamasa da, “daha kötüsünü yaşayanlar” olduğunu görmenin acısı, ona kendi derdini az da olsa unutturuyor: “Kaç doktoru, hemşireyi kaybettik? Kaç çocuk, anne-babasız kaldı? Pandemiyi meslek hastalığı bile saymadılar. Küçücük çocuklar yetim kaldı… Çok insanın canı yandı, çok…”

“Yaşlılardan kurtulma yolu oldu”

Pandemiyi Sinop’ta yaşadığı için kendini şanslı görüyor Dizdaroğlu. Akrabalarına, tanıdık yaşlılara kapıdan, balkondan nasılsın deyip dokunamadığı için üzülse de, en azından kedileri besleme bahanesiyle yürüyüşler yapabiliyor. 45 yıl yaşadığı İstanbul’la da bağı kesilmediğinden oradaki hayatın sıkışmışlığını biliyor: “Geldiğimde gördüm ki, İstanbul’da insanlar birbirinden çok korkuyor. Hiç evden çıkmayan, markete bile gitmeyen arkadaşlarım vardı. Hapis hayatı yaşadılar. Bu, sağlıklarına da zarar verdi. Teyzem iki yıldır evden çıkmadı. Yalnız dura dura şimdi kafası bulandı. Pandemi, yaşlılardan kurtulma yolu oldu. Oysa bu bir hastalık ve gençler de ölüyor. Bize koyulan yasaklar gereksizdi.”

Dizdaroğlu, Covid-19 pandemisi sona erse de başka virüslerin çıkacağına inananlardan. Çünkü “artık dünya, eski dünya değil.” Pencerelerin açılamayacağı dönemler bile yaşanabileceğini düşünüyor. O yüzden gençler için kaygılı. Ama sakın kendini “yaşlı” görüyor da sanmayın. Zaten “alışılageldik” yaşlı tanımına da pek uymuyor. Örneğin, yalnızlık korkusu ya da toplum baskısı yüzünden evlenip çoluk çocuğa karışmıyor. Emekli olunca elini eteğini hayattan da çekmiyor. Aksine 58 yaşında tutkusunun peşine düşüp üniversitede fotoğrafçılık üzerine yüksek lisans yapıyor. Tek başına Türkiye’yi şehir şehir, köy köy gezip fotoğraflar çekiyor. Ödüller kazanıyor. Sergiler açıyor. Kitaplar çıkarıyor.

Yaşam aşkı da, fotoğraf tutkusu da içindeki “gençliğin” göstergesi: “İnsan hissettiği yaştadır, lafı çok doğru. Kendimi şimdilik yaşlı hissetmiyorum. İleride belki hissederim. İnsan umut ettiği, hayal kurduğu müddetçe yaşar. Yoksa yaşayan ölü olursun. 40 yaşında gençler görüyorum, ruhları çökmüş, hayattan beklentileri yok. Ben elimde kalanı en iyi şekilde yaşamaya çalışıyorum.”

“Elinde kalanla yaptıklarını” anlatırken gözleri ışıl ışıl parlıyor. En çok da, bu konuda sayılı kaynaklardan biri olan Alternatif Fotoğraf kitabı ve onunla ilgili açacağı sergi için heyecanlı. Ayrıca siyah-beyaz bir Anadolu kadını albümü hazırlıyor. “20 yıldır kağnıları çekiyorum, Son Kağnılar adlı bir kitap çıkaracağım. Daha yapmak istediğim çok şey var, tutkum ve gücüm de… Tabii pandemi neye, ne kadar izin verecek, onu bilmiyorum” diyor.


• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.

“Antika arabaları nasıl garaja çekiyorsak, yaşlılarımızı da evlerinde tutuyoruz.” Böyle diyordu Bilim Kurulu üyesi Ateş Kara çıktığı bir televizyon programında. Aslında bu cümle bile tek başına, 65 yaş üstü insanlara yönelik algıyı anlatmaya yetiyor. Pandeminin nasıl da yaşlıları “ortadan kaldırmak” için bir bahane olarak kullanıldığını göstermeye de.

21 Mart 2020’de 7 milyon 953 bin 555 insan, sadece 65 yaş ve üstünde oldukları için, birkaç saatlik izinler dışında, 16 ay boyunca evlerine hapsedildi. Ne gıdaya erişimleri düşünüldü, ne sağlık sorunları. Üstelik geçinebilmek için çalışmak zorunda olanlar da vardı. Otobüsten indirilmeye çalışılırken, “Üç merdiven sildim ben. Çalışmazsam açım” diyen kadının feryadı işte bu yüzden kazındı kulaklara… Kimi zaman 11.00-15.00 arası dışarı çıkmaları “sağlıklı” bulundu, kimi zaman 10.00-13.00 arası. 13.01’den sonra neden tehlikede olacaklarını ise, sağlıkçılar dahil kimse anlayamadı.

Gidenlere veda edebilmenin kıymeti

İşin aslı pek fazla insanın da umurunda değildi yanıt, çünkü yasaklar ve yetkililerin açıklamaları, medyanın ayrımcı diliyle birleşip “tehlike altındaki” yaşlıları, birden “tehlikeye” dönüştürüverdi. Böylece hemen herkesin mutabık olduğu, hak edilmiş bir cezaya dönüştü yasaklar. Tehlikeliydi onlar, çok tehlikeli! O yüzden polisi arayıp ihbar edenler oldu. Peşlerinden “evinize girin” diye bağıranlar da, başlarına kolonya dökenler de… İzinli oldukları saatlerde bile insanların suçlayıcı bakışlarından kurtulamadılar.

“Yaşlı avı”, ancak 16 ay sonra, sınırsız sokağa çıkabilme özgürlüklerini geri kazandıkları 1 Haziran 2021’de bitti. Oysa yaşları itibariyle harekete en çok ihtiyaç duyan grup onlardı. Sevdikleriyle daha çok vakit geçirme özlemi çeken de. Onlar için “geride kalan” dostların da, yaşanacak günlerin de, “gidenlere” veda edebilmenin de kıymeti bir başkaydı. Hepsi ellerinden alındı. Pandemi ve yasaklar yüzünden sevdiklerini kaybedenlerin cenazedeki yalnızlığı, vedaya gidemeyenlerin çaresizliğine bulanıp koca bir yara açtı yüreklerinde.

Birilerinin eline düşen hayatlar

Bir yanda virüs, bir yanda yalnızlık, nefret derken bunlara bir de teknolojiyi öğrenme zorunluluğu eklendi. 50’sinden sonra bilgisayar ve internetle tanışabilmiş bir kuşaktan -o da tabii masabaşı iş yapan şanslı azınlıktansa-, internet üzerinden fatura ödemesi, maaşını yönetmesi, HES kodu alması, aşı randevusu oluşturması istendi. Oysa onlar, daha e-devlet şifresini nasıl alacaklarını çözmenin peşindeydi. Milyonlarca insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir ülkede, herkesin akıllı telefonu olduğunu varsaymanın absürtlüğü ise konuşulmadı bile.

Biz de sekiz günlük bu yazı dizisinde, koronavirüs ve yasakların bıraktığı fiziksel ve zihinsel izleri, pandemiyle artan yaş ayrımcılığının hissettirdiklerini, “günah keçisi” yapılmalarının yarattığı tehlikeyi, teknolojiyle sınavlarını +65’ten dinledik. “Virüs değil de, hayatımızın birtakım adamların eline düşmesi ürkütücüydü” diyen de oldu, “Biz daha ölmedik, varız” diye seslenen de… En can yakıcısı da, “Nefret söylemlerine, hakaretlere rağmen en azından görünür, konuşulur olduk” söylemleriydi.

Sözü, ilk günün tanığı Mahinur Şahbaz’a, bırakıyoruz…

Mahinur Şahbaz. Adana, 14 Kasım 2021

“Ne işim var benim karakolda? Bu; devletin yaşlıları eve kapatmasının, salgının sorumlusu bizmişiz gibi göstermesinin sonucu. En kötüsü de otobüste kimsenin bana destek çıkmamasıydı”

“Geçinemeyince kredi çektim”

Mahinur Şahbaz, ömrünün üçte birini çalışarak geçirdi. Hayatı boyunca ödediği vergileri söylemiyor bile. Bunların sonunda eline geçen, yoksulluk sınırının altında bir emekli maaşı. O yüzden de pandemide hem virüs hem yoksulluk hem de yaşlılığın getirdiği sorunlarla baş etmekte zorlandığını anlatıyor. Emekliler Dayanışma Sendikası Başkanı olarak, zorlanan tek emeklinin kendisi olmadığını da biliyor.

Kira ödemediği ve yalnız yaşadığı halde, İstanbul’da neyin, nerede ucuz ve kaliteli olduğunu araştırıp alışverişini yapmasa ayın sonunu getirmesi zor. Ancak pandemi ve yasaklar bunu da elinden alıyor. “Pandemi beni en çok ekonomi ve sağlık açısından zorladı. Dışarı çıkamayınca internet üzerinden alışveriş yaptık ama hem kalitesizdi hem de çok pahalıya mal oldu. Üstelik her şey kontrolsüz, denetimsiz zamlandı. Sonunda Ziraat Bankası’ndan faizsiz 5 bin TL kredi çektim” diyor. Çareyi makarna yemekte, kendi ekmeğini yapmakta buluyor. Ancak bu da sağlık sorunlarını tetikliyor.

“Doktora gidecektim otobüse almadılar”

Kronik hastalıkları var Şahbaz’ın. Şeker, kolesterol, kalp… “Birdenbire hazırlık fırsatı bulamadan 51 gün aralıksız kapalı kalınca çok zorlandım” diyor o günlerin stresini yeniden hatırlarken, “Ne olduğu, nasıl bulaştığı da tam bilinmediğinden çok kaygılıydım. Kontrollerim için doktora gidemedim. Maddi imkânsızlıktan sağlıklı da beslenemedim. Bir de evde hapis kalınca altı kilo aldım.” Bu kilolar ona yeni sağlık sorunları olarak dönüyor.

“Yasak bittiğinde insanlar yürüyemiyordu. Kalp hastalıkları, kronik şeker, stresten hayatını kaybeden arkadaşlarımız oldu. Onları öldüren, bilim kurulu ve sağlık bakanlığı kararlarıdır”

Yasaklar sürerken kalp spazmı geçirince doktordan randevu alıyor. 68 yıllık hayatının en dışlayıcı anlarından birini de bu yüzden yaşıyor: Otobüse binmeye çalışıyor ancak şoför, bu “tehlikeli” yolcuyu almamakta kararlı. Randevuyu göstermesi de işe yaramıyor, ille de karakoldan kâğıt istiyor. Şahbaz, “Kendimi çok kötü hissettim” derken üzüntüsü sesinden okunuyor, “Ne işim var benim karakolda? Bu; devletin yaşlıları eve kapatmasının, salgının sorumlusu bizmişiz gibi göstermesinin sonucu. En kötüsü de otobüste kimsenin bana destek çıkmamasıydı. Gerçekten çok üzüldüm. Yaşlılık yüzünden ayrımcılığa uğramak büyük haksızlık.”

“Arkadaşlarımızı öldüren yasaklardı”

“Yıllardır ilkokulda küçükleri sevmeyi, büyükleri saymayı öğrettik ancak pandemiyle daha iyi gördük ki bu, yalan” derken haksızlığa isyan edercesine gürleşiyor sesi, “Marketinin camına ‘65 yaş üstü giremez!’ yazanlar bile oldu. Ömür boyu unutmayacağımız dışlanmışlık, unutulmuşluk, ötekileştirilme hissini yaşattılar. İktidar nerenizden yaralarsa, kimliğiniz o oluyor.” Şahbaz, pandemi ve yasakların, yaşlılar üzerinde bir şiddet, korku aracı olarak kullanıldığını düşünüyor. Ona göre, OHAL ve KHK’lar, çalışanlar üzerinde nasıl bir etki bıraktıysa pandemi yasakları da yaşlıları işte öyle etkiledi.

Çoğu yaşlı, geçinemediği için çocuklarıyla yaşarken, sokağa çıkma yasağının mantığını ise hiç algılayamıyor. Zira 65 üstü, işe gidip gelen o çocuklarla aynı sofraya oturuyor, aynı havayı soluyor. Hareketsizlik yüzünden karşı karşıya kaldıkları tehlike de cabası: “Yasak bittiğinde insanlar yürüyemiyordu. Kalp hastalıkları, kronik şeker, stresten hayatını kaybeden arkadaşlarımız, üyelerimiz oldu. Onları öldüren, bilim kurulu ve sağlık bakanlığı kararlarıdır.”

Vakaların, ölümlerin çoğaldığını gördükçe tekrar yasak olup olmayacağıyla ilgili endişeleri artıyor. “Pandemi bize sağlığın ticarileştirilmesinin sonuçlarını çok açık ve acı şekilde gösterdi. Bütün yük sağlık çalışanlarının üzerinde. Belli ki salgınlar bitmeyecek. O yüzden onları bertaraf edecek bir sistem geliştirilmesi şart” diyor.

“Daha ölmedik, varız!”

Dünyada pandeminin yaş değil, bağışıklık sistemi üzerinden tanımlandığını hatırlatırken, Türkiye’de durumun farklı olmasını; resmî ideolojinin yaşlılığı, hastalık olarak görmesine bağlıyor. “Her şeye büyüme ekonomisi üzerinden bakıldığından artık üretmeyenler işe yaramaz, yük gibi ifade ediliyor” diyor. Oysa Türkiye’deki 9 milyon 187 bin emeklinin çoğu açlık sınırının altında maaş alıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün raporuna göre, Türkiye, Uganda’yı bile geride bırakarak, emeklilerin en fakir olduğu ülkeler arasına girdi.

Yaşlılarla ilgili sorunlar çok olsa da Şahbaz’a göre çözüm açık: Zihniyeti değiştirmek. En başta da yaşlıların ekonomiye yük olarak görülmesinden vazgeçilmeli: “OECD ülkelerinde dolaylı vergilerin oranı yüzde 35, Türkiye’de ise yüzde 65. En basitinden bunun karşılığını vermek zorundasınız. Devletin yapması gereken işleri yaşlılar yapıyor. Çocuk bakımı da hasta bakımı da yaşlıların üzerinde. Yüzde 90’ımız aylıklarımızı işsiz torunumuzla, çocuğumuzla paylaşıyoruz. Çalışırken bir akit imzaladık, ekonomik güvence ve sağlık hizmeti vereceğiz dendi. Karşılığını istiyoruz. Kimse unutmasın; Biz, daha ölmedik, varız!”

 


• Bu yazı dizisi, Özgürlük için Friedrich Naumann Vakfı’nın (FNF) desteğiyle sunduğu bilgi edinme hakkına dayalı araştırmacı gazetecilik bursları kapsamında hazırlanmıştır.

Rekor sıcaklıklar, aşırı kuraklık, orman yangınları ve seller, geçen 2021 yazı küresel ısınmaya karşı kapsamlı bir iklim politikası geliştirme ihtiyacını bir kez daha gösterdi. Kuzey yarımkürede, Kanada’dan Akdeniz bölgesine çok sayıda doğal felaketler yaşanırken, Ağustos ayında açıklanan 2021 Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporu da iklim krizinin etkilerine dair son derece vahim bulgular sundu. Rapor, karbon emisyon hedeflerine ulaşılsa bile küresel sıcaklıkların dengelenmesinin çok uzun süreceğini ortaya koyuyor. Altmış altı ülkeden iki yüzün üzerinde biliminsanı ve uzmanın katkısıyla hazırlanan rapordaki veriler, sera gazlarında anlamlı düşüşler yaratan politikalar uygulamadıkça devam eden küresel sıcaklıktaki artışın 1.5°C, hatta 2°C seviyelerine sınırlanamayacağını gösteriyor.

Pandeminin ilk aylarında tüm dünyada uygulanan karantina önlemleri sonucunda karbon emisyonları ölçülebilir miktarda azalmıştı. Biliminsanları da hükümetleri ekonomik teşviklerle fosil yakıt şirketlerini desteklemelerinin olumsuz etkileri konusunda uyarmıştı. Ancak Paris İklim Anlaşması’nın hedeflerinden feragat eden altı ülkeden biri olan Türkiye’de, pandeminin başından beri hükümetin sera gazı emisyonlarında en fazla payı olan fosil yakıtlara yönelik desteği hız kesmeden devam ediyor. Uzmanlar, denetimsiz ve düzensiz enerji yatırımlarının bu trendi körüklediğinin altını çizerken, ülkenin yenilenebilir enerjiye olan yatırımlarının ağırlıklı olarak hidroelektrik santrallere (HES’lere) dayandığını ve bu yapının artık sürdürülebilir olmadığını belirtiyor.

Ülkelerin fosil yakıtlara olan bağlılığını izlemek için oluşturulan Energy Policy Tracker’a (Enerji Politikaları İzleme Aracı) göre 2020’nin Ocak ayından sonra fosil ve yenilenebilir enerjiye olan yatırımlarda makasın en açık olduğu ülkelerden biri Türkiye. Türkiye’nin pandeminin ilk günlerinden 1 Eylül 2021’e kadar fosil yakıtları desteklemek için ayırdığı bütçe yaklaşık 14,09 milyar dolar (kişi başına 168.85 dolar). Yenilenebilir enerjiye ayrılan bütçe ise sadece 71,26 milyon dolar (kişi başına 0.85 dolar). Bu, fosil yakıtlara taahhüt edilen desteğin, yenilenebilir enerji için ayrılan bütçenin yaklaşık 200 katı olduğu anlamına geliyor. İklim krizinin Türkiye’de artık apaçık hissedilen etkilerine rağmen fosil yakıtlara yönelik kamu desteğinin bu boyutlara ulaşmış olması oldukça endişe verici.

Fosilden çıkış için eylem planı yok

Energy Policy Tracker, Türkiye’nin fosil yakıtlara için verdiği 14 milyar dolarlık taahhüdü ve diğer enerji yatırımlarını resmî hükümet kaynaklarına, politika belgelerine ve kamuya açık kaynaklardan elde ettiği bilgilere dayandırıyor.

Energy Policy Tracker için Türkiye’de enerji ve iklim ekonomisi verilerini derleyen Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği’nin (SEFİA) kurucusu Bengisu Özenç, sadece enerji arzı verilerine değil, üretilen elektriği tüketen alanlara da – yani araçlar, ulaştırma sektörünün tamamı, bina yapımı, sanayide alınan önlemler – bakıldığını söylüyor. Bu sebeple, araştırmada elde edilen veriler enerjinin kullanıldığı hemen hemen her alanı kapsıyor.

Devletin fosil yakıta teşvikleri devam ettikçe düşük karbon ekonomisine geçmek mümkün değil

Peki, araçta yer verilen meblağlar nasıl hesaplanıyor? Özenç, bir ülkede herhangi bir destek politikası açıklandığında eğer söz konusu politikaya bağlı bir bütçe öngörülüyorsa, bu verinin veritabanına dahil edildiğini söylüyor. İzleme çalışmasını yapan uzmanlar, bir destek yahut teşviğin ana çerçevesi tanımlanıp mali büyüklüğünü belirtilmediği zamanlarda ise “bu ne büyüklükte desteğe denk gelir” diye herhangi bir araştırma yapmıyorlar, yani tahmini değerlere dayalı hesaplamalardan kaçınıyorlar. Yalnızca resmî belgelere yansıyan sayıları temel alan kaynakları dikkate alınarak, meblağlarda çarpıtma ihtimali en aza indiriliyor.

Özenç, Türkiye ile ilgili bir buçuk yıllık süre zarfında açıklanan ve kayıtlara geçen 19 politika aracının içerisinde göze çarpan unsurların Avrupa Yeşil Mutabakatı’nda ele alınan politikalarla benzer olduğunu belirtiyor. “Mutabakatın öngördüğü dönüşüm planının bize sınırda karbon vergisi ile gelen maliyetleri var. Birden o maliyetleri görünce Ticaret Bakanlığı’nın açıkladığı bazı değişiklikler oldu. Rekabeti kaybetmeden piyasada nasıl olabiliriz telaşında nasıl dönüşebileceğiz sorusunu tartışmaya başladık. Çünkü mutabakatın öngördüğü dönüşüm aslında çok maliyetli,” diyor Özenç. Avrupa’nın karbon emisyonlarını azaltmak için öngördüğü müdahalelerin Türkiye gibi ülkeleri de doğrudan etkileyeceği buradan anlaşılıyor.

Manisa Soma’nın, arka fonda termik santraller ve bacalardan atmosfere yayılan kirlilikle görüntüsü. | Fotoğraf: Nathalie Bertrams, Greenpeace.

Özenç’e göre fosil yakıta teşvikler devam ettiği sürece düşük karbon ekonomisine geçmek mümkün değil. Veritabanında da görüldüğü gibi Türkiye’nin aslında yenilenebilir enerji alanında yaptığı bazı yatırımlar var. Ancak bu yatırımlar yeterli düzeyde değil. Buna rağmen fosil yakıt sektörünün ekonomideki ağırlığı korunmaya devam ediliyor.

Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği (SEFİA) Direktörü Bengisu Özenç.

“Türkiye’nin durumu bu: Hâlâ fosil yakıtlara yatırımcı bulmaya çalışan bir ülke”

Özenç, Türkiye’nin geçen aylarda açıkladığı Yeşil Eylem Mutabakatı’nda da “yeşil tarafların” daha görünür kılınmasına rağmen, fosilden çıkış için bir türlü gerçekçi bir eylem planı sunulmamasının bir eksiklik olduğunu vurguluyor. Yani yürürlüğe giren politika araçlarının sunuluşu her ne kadar çevreci olsa da nitelikleri aslında öyle değil.

“Fosil yakıtlara eskisi kadar yüksek teşvik var. Araca da baktığımızda yeşil ve fosil dağılımı sadece destekler üzerinden takip edilebildiği için tam olarak yansımıyor olabilir, ama Türkiye’nin durumu bu: Hâlâ fosil yakıtlara yatırımcı bulmaya çalışan bir ülke,” diyor Özenç. “Yurt dışı yatırımları da bu yönden almaya çalışılıyor. Çin ile yapılmakta olan Hunutlu Termik Santrali mesela, diğerlerinin içinde fosile ayrılan bütçenin artmasına sebep olan şeylerden biri de bu.”

“Hükümet HES’leri yenilenebilir enerjiden sayıyor”

Türkiye, G20 ülkeleri arasında Meksika ve Birleşik Krallık ile beraber fosile dayalı enerjiyi en fazla kullanan ülke. Buna sebep olan faktörlerin başında fosil yakıtlar konusunda şeffaflıktan yoksunluk ve devlete ait teşebbüslerle, özellikle de Kamu İktisadi Teşekkülü (KİT) niteliğindeki yatırımlar üzerinden kömür üretimine (kömür maden ocakları da dahil olmak üzere) ve fosil yakıt tüketicilerine verilen yüksek destekler.

Yenilenebilir enerji boyutunda da hükümetin yaklaşımı çağdaş olmaktan uzak. Yapılan açıklamalarda yenilenebilir enerji alanındaki atılımlar ön plana çıkarılmaya çalışılıyor. Geçtiğimiz aylarda Türkiye’nin yenilenebilir enerji başta olmak üzere enerji yatırımında önde gelen ülkelerden biri olduğunu sık sık tekrarlayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, hükümetin ülkeyi bir enerji üssü haline getirecek projeler yürüttüğünü savunuyor.

“Hâlihazırdaki teşviklerle, üretilen kömüre piyasa fiyatının üstünde bir bedelle alım garantisi veriliyor”

Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) Kasım 2020’de yayımlanan Yenilenebilir Enerji raporuna göre 2025’e  kadar Türkiye’nin yenilenebilir enerjiden elde ettiği enerjiye 22,2 gigawatt (GW) ekleyerek, toplam üretimi 66,8 GW’a ulaştırması bekleniyor. Ancak söz konusu açıklama ve hesaplarda HES’ler de yenilenebilir enerji kategorisinde yer alıyor.  Özenç, uluslararası literatürde artık böyle olmamasına rağmen, Türkiye’de idarenin yenilenebilir/yenilenemez enerji sınıflandırmasını güncellemediğini söylüyor. Yani Türkiye’de HES’lere ayrılan bütçe, dünyadaki genel ve güncel yaklaşımın aksine, yenilenebilir enerji olarak sayılıyor.

TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Üyesi Orhan Aytaç da HES’lerle ilgili bu ayrımın yenilenebilir enerji ve fosile bağımlılık tartışmalarını anlamlandırmak açısından önem taşıdığını vurguluyor. “Siz hidroelektrik potansiyeli kullanalım diye meraları, ormanlık alanları yok ederek bir inşaat yürütüyorsanız ve oradaki hafriyatı dere yataklarına boşaltıyorsanız, daha yapım ve planlama aşamasında doğaya geri dönüşü olmayan bir zarar veriyorsanız, zaten baştan yenilenebilir enerjiden söz etmeniz mümkün değildir,” diyor Aytaç. Yenilenebilir enerji olmayan ve fosile olan bağımlılığı azaltmak için ihtiyaç duyulan çabaları baltalayan HES’lere olan bağımlılığı “hükümet destekli bir furya” olarak yorumluyor.

“Bütün bu yatırımlar gelecekte ne olacağı düşünülmeden yapılıyor”

Son yıllarda fosil yakıtlara doğrudan yatırımlar azalma eğiliminde. Ancak bu somut göstergeye rağmen, fosil yakıtların diğer enerji kaynakları arasında oranı hâlâ yüksek. Aytaç’a göre durumu bu hâle getiren sebeplerin en başında bu teşvik ve destek politikaları var: “Hâlihazırdaki teşviklerle, üretilen kömüre piyasa fiyatının üstünde bir bedelle alım garantisi veriliyor ve kapasite geliştirme maksadıyla yerli kömür, doğalgaz ve bazı hidroelektrik santrallere yapılan yatırımlara destek sağlanıyor, doğalgaza ayrılan yakıta sübvansiyonlar veriliyor ve böylelikle kurallar, kanunlar ve uygulamalar aracılığıyla fosile ayrılan kaynağın yelpazesi genişliyor.”

Muğla Yatağan yakınlarında bir kömür madeni sahası. Hâlihazırdaki teşviklerle üretilen kömüre piyasa fiyatının üstünde bir bedelle alım garantisi veriliyor. | Fotoğraf: Caner Özkan, Greenpeace.

Çözüm: Uzun vadeli projeksiyonlar ve bütüncül yaklaşım

İklim krizinin hissedilen tüm etkilerine rağmen Türkiye’de fosil yakıtlara verilen destekle yenilenebilir enerjilere verilen destek arasındaki uçurum sürüyor. Peki, nasıl oluyor da tüm dünya emisyon azaltma politikaları uygulama eğilimindeyken, aradaki bu fark Türkiye’de giderilemiyor?

Aytaç’a göre Türkiye’nin fosil enerjiye olan bağlılığı ülke çapındaki tüm sektörlere de sıçrayan bir bilimsel planlamanın eksikliğinden kaynaklanıyor. “Sanayi, tarım ve elektrik, bunlar birbirleriyle ilintili. Siz bu sektörlerden birinde bilime dayalı karar almazsanız ve yanlış projeksiyonları dayatırsanız, diğer sektörlerde de bundan etkilenerek yanlış kararlar alınabilir. Bu yanlışlarla başlayan fosile olan bağlılık da şimdi kendisini bize ödettiriyor,” diyor Aytaç. Bu da Türkiye’nin bütüncül ve bilimsel temelleri olan bir enerji politikasına ihtiyacı olduğunu gösteriyor.

“Bu halde devam edersek geri dönülemez ve bize yüksek maliyetler olarak yansıyan bir patika içerisine gireriz”

Özenç de çözümün kaynakları çeşitlendirebilmekte ve buna uygun ekonomik koşulları yaratmakta olduğunu söylüyor. Yapılan enerji yatırımlarının hepsinin aslında Türkiye’yi uzun vadede bağladığını belirtiyor Özenç. Geleceği görebilmek için belirlenen politikalara dair otuz, kırk yıllık projeksiyon yapılmasının önem taşıdığını vurguluyor. Aslında sorun temelinde çok basit: “Bütün bu yatırımlar gelecekte ne olacağı düşünülmeden yapılıyor.”

Sektörlerin sadece kendi süreçlerini dönüştürmesi de yeterli değil. Özenç, elektrik arzının da dönüştürülmesi gerektiğinin altını çiziyor: “O sektörlerin aldığı elektriğin nasıl üretildiğinin de diğer sektörleri ilgilendiren bir durum olması gerekli. On sene sonrasını düşünerek şimdiden bir yatırım portföyü geliştirmek gerekiyor, sonuçta enerji talebi de Türkiye’nin gelişen nüfusu ile artacak ve – enerji verimliliği ile dengelenmeye çalışılsa bile – artan enerji talebini karşılarken bizim artık ‘karbon ekonomisi’ diyebileceğimiz uluslararası ticareti bağlayan bu önlemlerin nasıl gelişeceğini düşünerek bir yatırım planı yapmamız gerekiyor,” diyor Özenç. Acilen iklim politikası geliştirmediği takdirde bugün verilen destekler yakın bir gelecekte Türkiye’yi çıkılması zor açmazların içine sokabilir. “Bu halde devam edersek geri dönülemez ve bize yüksek maliyetler olarak yansıyan bir patika içerisine gireriz.”

Zonguldak’taki Çatalağzı kömür santralı bölgedeki hava kirliliğinin çok yüksek olmasının sebeplerinin başında geliyor. |Fotoğraf: Caner Özkan, Greenpeace.

Kamu desteğinde fosil yakıtlara ayrılan payda Türkiye’dekine benzer dengesizlikler çoğunlukla Norveç, Suudi Arabistan ve Rusya gibi enerji üreten ülkelerde görülüyor. Paris İklim Anlaşması’nın ardından tüm dünyada artık projeksiyonlar net sıfır emisyon hedefi üzerinden yapılıyor. Son birkaç yıldır fosil yakıtlara yönelik birçok ülkede kamu desteğinin azalmaya başladığı biliniyor.

Fosil yakıta hükümetlerce verilen desteğin azalması gerektiğinin yine altını çizen çalışmalardan biri de IPCC’nin 9 Ağustos’ta medyayla paylaştığı rapor oldu. IPCC’ye göre karbon yatırımlarının azalması sadece sürdürülebilir kalkınma için değil, sosyal adalet ve eşitlik için de mühim. Isınmayı sınırlama için gösterilecek çaba, barınma, gıda sistemleri, sürdürülebilir tarım, temiz suya erişim ve kamu sağlığı gibi temel birçok temel haklara doğrudan etkileyen kararlara dayanıyor. Enerjideki dümen değişikliğine bir hükümetin ayırdığı bütçenin baştan sona ekonominin her ayağını dönüştürecek olması nedeniyle fosil yakıtlara verilen taahhütleri basit bir teşvik ya da yabancı yatırım elde edebilme yönteminden çok öte bir politika kararı. Eğer Türkiye iklim politikası ve karbondan çıkış için bir yol haritası geliştirecekse, bu ancak kamu desteklerine dair mevcut tablonun tamamen tersine dönmesiyle mümkün.

Karadeniz’de farklı tarihlerde onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan sel felaketlerinin ardından, taşkınların büyük tahribata yol açtığı dere yataklarında yapılaşmaya devam edilmesi tartışma konusu. Karadeniz’deki felaketi yakından takip eden uzmanlar, dere yataklarında yıkılan binaların olduğu bölgelerde yeniden ev ve dükkanların inşa edildiği, acil afet planları hazırlanmadığı takdirde yeni felaketlerin önüne geçilemeyeceği konusunda hemfikir.

Dere yatağında yeniden yapılaşmaya gidilen yerlerden biri Giresun’un Dereli ilçesi. 22 Ağustos 2020’de ilçe merkezinde yaşanan ve adı artık afet değil felaket olarak anılan sel nedeniyle Aksu çayının kenarlarında bulunan onlarca ev ve dükkân yıkıldı, kent genelinde 11, ilçenin geri kalanında ise bir kişi hayatını kaybetti. Bu yıl ise Artvin, Rize, Düzce, Kastamonu, Sinop ve Bartın’da aşırı yağışlar nedeniyle yaz ayları boyunca dere kenarlarında yıkıcı taşkınlar gerçekleşti. Onlarca kişi hayatını kaybederken, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu aradan bir aydan fazla süre geçmesine rağmen 15 kişinin hâlâ kayıp olduğunu geçtiğimiz günlerde açıkladı.

Dereli ilçesinde dere yatağına yapılan binalar ve çarpık yapılaşma yoğun biçimde eleştirildi. İktidarın felaketin üzerinden sadece bir yıl geçtikten sonra yıkılan evlerin yerine TOKİ aracılığıyla yeni binalar dikmesi sosyal medyada büyük tepki topladı. Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde bu sene gerçekleşen taşkınların Dereli’deki sel felaketi ile en dikkat çeken ortak noktası dere yatağına yapılan yapılaşma.

Konuştuğumuz uzman ve doğa savunucuları, dere yatağında yapılaşmanın ölümcül sonuçları olacağının uyarısında bulunuyorlar. Çevre ve Ekoloji Hareketi’nden avukat Yakup Okumuşoğlu, “Dere yataklarını daralttığınız ve dere yataklarının çevresine konut yaptığınız zaman bu yıkımlar her zaman olacak demektir. Çünkü o dere, zamanında da gelmiş olduğu için biz oraya dere yatağı diyoruz” sözleriyle eleştiriyor bu yapılaşmanın doğaya aykırılığını. Ancak konuyu öncelikle, yeniden yapılaşmanın ardındaki sebepleri Dereli’nin en üst düzey yetkilisine, Adalet ve Kalkınma Partisi’nden (AKP) seçilen Dereli Belediye Başkanı Zeki Şenlikoğlu’na sorduk. Gezegen’in sorularını yanıtlayan Şenlikoğlu, dere kenarına binaların yeniden inşa edilmesine gerekçe olarak Dereli sakinlerinin “ısrarını” gösteriyor.

Belediye başkanı: “Tehlike yine var ama dere oraya gelmiyor”

Şenlikoğlu, dere yataklarında yapılaşmayla ilgili “radikal kararların alınması ve uygulanması” gerektiğini kabul ediyor. Ancak, TOKİ tarafından inşa edilen binaların da belirli ölçüde güvenli olduğunu savunuyor. Şenlikoğlu’nun yetkililerin tavsiyelerine “rağmen” yapıldığını söylediği bu yapılaşma HES’lerle bezenen derelerin kenarında yer alan merkezlere örnek teşkil edebileceği için kritik. Şenlikoğlu’na dere yatağındaki yeniden yapılaşmayla ilgili gündeme gelen eleştirileri teker teker sorduk:

Yeniden yapılaşmada önlemler neler?

Binalar dereye sıfırdı. Şimdi o binalar 20 metre geriye çekildi. 2 metre 25 cm yükseltildi. 2 metre daha güvenli bir kota çekilmiş oluyor.

Peki, burada yine tehlike yok mu?

Var yine ama dere oraya gelmiyor. Cumhurbaşkanımız buraya geldiğinde “burayı tamamen taşıyın” dedi. Buradaki vatandaş bırakın taşınmayı, aynı yere yapılsın diye ısrar etti.

Siz nereye taşımayı planlıyordunuz? Felaketin ardından planınız neydi?

Daha güvenli uzak bir alana taşımayı planladık. Vatandaş istemez, burası ticari bir merkez olmuş. Eğer Dereli’nin merkezi dedikleri gibi 15-20 km uzağa götürülmüş olsa Dereli ilçe vasfını yitirmiş gibi olur. Aslında düşünce olarak güzel. Ama biz vatandaşın güvenliğini sağlamak, ama aynı zamanda ticaretini ve normal hayatını etkilememesi adına yaptık. Buna rağmen eleştiri aldık. Bir taşımadan, iki daha güvenli bir alandan bahsediyoruz. Daha güvenli alana yapma vatandaşın da gönlünü alarak olur. Vatandaş “biz aynı yerimizde kalalım” dedi. Ben kulağımla duydum. Çevre Bakanımız Murat Kurum konuşma yaparken İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu da vardı. Esnaf dedi ki “Allah razı olsun bizi kurtardınız, bizi aynı işyerlerimizde rahat bırakın biz çalışalım.” Bakan bey “biz sizi şimdi es geçtik. Ama biz iki sene, on sene sonra biz nasıl bir vicdanla kalacağız,” dedi. Cumhurbaşkanımız ve bakanlarımız tamamen insanların can güvenliğini sağlamaya odaklandılar, sonrasında ise mal güvenliğini sağlamaya odaklandılar.

“Yöneticiler olarak duygusal kararları bırakıp radikal kararlar almamız gerekiyor. Radikal kararların uygulanması gerekiyor”

Böyle bir sel felaketinin ardından vatandaşın isteğine mi odaklanılmalıydı yoksa can güvenliğinin sağlanmasına mı öncelik verilmeliydi?

Bakanımız dedi ki Çevre ve Şehircilik, DSİ, Karayolları olarak üçümüz ortak kotlar oluşturup yüzyıllık su debisinin akışının hızını alacağız dediler. Bu, ona göre oluşturuldu. Bazen bilim, teknik bile yetersiz kalıyor. Hayat tecrübesiyle ikisini birleştirerek bir şeyler yapıyoruz. Bazen belediye olarak bazı projeleri eleştiriyoruz. Bizim için önce can güvenliği diyoruz. Dereli bizim için bir dersti ama Kastamonu’dan Sinop’tan sonra hiç şakası yok.

9 Eylül 2006 tarihli ve 26284 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan 2006/27 nolu Dere Yatakları ve Taşkınlar’a ait Başbakanlık Genelgesi’nin 3. ve 4. maddeleri dere yataklarının daraltılması ile üzerinde yapılacak köprü ve menfezlere ilişkin kesin hükümler içeriyor. Burada ve dere yatağına ev yapılması arasında bir çelişki yok mu?

Yeni oluşan alanlarda kesinlikle kırmızı hatlarımızı oluşturuyoruz. Kırmızı hatlara kesinlikle imar izni vermeyeceğiz. Bizim amacımız dere yataklarına değil, daha çok yamaç arazilerine yerleşilmesini sağlamak. Artık bakanlığın izni yok, dere yatağına yerleşmeyi engelleyeceğiz. Afetler, travmalar çok büyük. Ben canlı olarak bu afeti yaşadım. Biz yöneticiler olarak duygusal kararları bırakıp radikal kararlar almamız gerekiyor. Radikal kararların sadece alınması değil, uygulanması gerekiyor.

Dereli Belediye Başkanı Zeki Şenlikoğlu. | Fotoğraf: Çiğdem Akbayrak

“Dereli’de sıkıntılı bina çoktu, kentsel dönüşüme sokmamız gerekiyordu. Bu afet sonrasında sağlandı”

Peki, dere yatağında şu an bulunan yeni yapılan binalar tehlike arz etmiyor mu?

Dere yatağında sadece dükkanlar var, yerleşim yok. Birincisi, tehlikenin geldiği vadide 13 tane tersip bendi yapılıyor. Bu bentler baraj vazifesi görüp, oradaki kayaları ağaçları tutarak gelecek. Çarşı merkezindeki su akışı sağlanacak. Bu su akışının da suyu kesilerek gelecek. Birinci tedbir bu. İkinci tedbir dere kotlarından şehir yükseltildi. Üçüncü olarak da dereler 20 metre çekildi. Bu en zor şartlarda da güvenilir olacak mı? Biz bunun koruyacağını düşünüyoruz.

Bizim Dereli merkezde sıkıntılı bina çoktu, kentsel dönüşüme sokmamız gerekiyordu. Bu afet sonrasında sağlandı. Hazır olduğu zaman o caddedeki binaları bile hazır olduğu zaman ikinci etaba sokmamız lazım. Etap etap sıkıntılı binaları kentsel dönüşüme sokmamız lazım.

Bu binalar afet planına göre mi yapıldı?

Tabii. Zeminde sondaj yapıldı. Zeminde önce fore kazık yapılması düşünüldü. Gerek duyulmayınca temelleri normal binaların dört-beş katını taşıyacak şekilde yapıldı. Temeli tamamen doldurdular. Şu anda dere yataklarında eksik kalan duvarları yapıyorlar.

Buradaki yıkılan köprünün daha sonra daha alçak bir şekilde yapıldığı eleştirileri var. Ne söylersiniz?

O köprüde hata varsa düzeltmek için talimat verdik vatandaşlarımızın şikayetleri doğrultusunda.

Fotoğraf: Çiğdem Akbayrak

Paleosismolog Demirtaş: “Taşkın yatakları yerleşime açılmamalı”

Belediye Başkanı Şenlikoğlu, TOKİ’nin öncülüğündeki yapılaşmanın Dereli sakinlerinin teşvikiyle, hukuka uygun ve güvenli biçimde yapıldığını öne sürüyor. Ancak bilim insanları ve doğa savunucuları, dere yataklarının hiçbir koşulda yapılaşmaya açılmaması gerektiğini belirtiyorlar.

“Burası bir hukuk devleti. Yasalar, yönetmelikler ve genelgeler çerçevesinde yapılaşmaya gidilir”

Dereli’deki yapılaşmayla ilgili görüşlerini aktaran uzman paleosismolog ve yer bilimci Dr. Ramazan Demirtaş’a göre taşkının yaşandığı bölgedeki yeniden yapılaşma ciddi bir risk ve yasalara aykırı. “Dereli’de bazı konutlar taşkın yatağından çıkıp eteklere yapıldı. Taşkın yatakları kesinlikle yerleşim ve yapılaşmaya açılmamalıdır,” diyor Demirtaş. Gelecekte, olası benzer 22 Ağustos 2020 sel afetini siz görmeyebilirsiniz, ancak çocuklarınız-torunlarınızın göreceğini sakın unutmayın,” diye sözlerine ekliyor.

Demirtaş, tehlikenin afete dönüşmemesi için risk artırıcı etkenlerin ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyor. “Tehlikenin afete dönüşmesindeki en önemli etken insanoğlunun kendisidir,” diyen Demirtaş yetkililerin sorumluluğunun belirleyici olduğunu, yapılaşmanın bölge sakinlerinin istekleri doğrultusunda değil, yasa ve yönetmeliklere göre gerçekleşebileceğini vurguluyor: “Karar verici konumundaki yöneticilerin halka ve yerel yönetimlere riskli yerlere bina yapıp yapmayacaklarını söyleme hakları olamaz. Burası bir hukuk devleti. Yasalar, yönetmelikler ve genelgeler var. Bu yasal düzenlemeler çerçevesinde yapılaşmaya gidilir.”

Doğa savunucusu Okumuşoğlu: “Bentler suçun kabullenişi”

Çevre ve Ekoloji Hareketi’nden avukat Yakup Okumuşoğlu da Şenlikoğlu’nun açıklamalarını yeterince tatmin edici bulmuyor. Türkiye’de yapılaşmaya bağlı bir kazanç düzeni üzerinden ekonominin döndüğünü söyleyen Okumuşoğlu, kararların ticari kaygılar ve insanların talepleri doğrultusunda değil, imar planları, imar izinleri ve ruhsatlar çerçevesinde alınması gerektiğini söylüyor. Okumuşoğlu, Dereli Belediye Başkanı Zeki Şenlikoğlu’nun açıklamaları doğrultusunda Aksu çayındaki yapılaşmayı şu şekilde değerlendirdi:

Karadeniz’de sel felaketleri son yıllarda daha sık ve ölümcül. Karadeniz’de çarpık yapılaşma mı söz konusu, eskiden beri süregelen afetler mi bunlar?

Karadeniz’de eskiden de sel olurdu, ama artık seller ölümcül olmaya başladılar. Yağışların şiddeti ve sıklığı arttı. Ve Karadeniz bölgesinin yapısına hiç uygun olmayan yapılaşma, yollar, ağaç kesimleri, HES’lerden dolayı şiddetli ve sık yağışlar meydana geldiğinde, inşaatlarda oluşan hafriyatlar dere yataklarına doluyor. Dere yataklarına dolduğu zaman da söz konusu seller çok ölümcül ve yıkıcı olabiliyor. Tabii ki Karadeniz’deki çarpık yapılaşma temel sebeplerinden bir tanesi. Ne doğru dürüst imar planı, ne de imara uyanlar var. Dileyen dilediği yerden evine yol geçiriyor. Dileyen dilediği yerde tarla açıyor. Neticesinde de bunlar karşımıza geliyor, çünkü orman vasfını azalttığımızda toprağın ve ormanın su tutma yapısı bozuluyor. Şiddetli ve sık yağış halinde de yüzey akışları çok hızlı bir şekilde burada biriken hafriyatları dere yatağına taşıyıp, bir süre sonra da o dere yatağında oluşan birikintinin depolama yapmasına yol açıyor. Suyun gücüyle o depolanan malzeme bir sel halinde dere yatağından aşağı akıyor.

Karadeniz’deki sel felaketlerinde büyük resmi görebildik mi?

Büyük resmi görebildiğimizi düşünmüyorum. 2019’da Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Küresel İklim Değişikliği kapsamında Karadeniz Acil Eylem Planı diye bir eylem planı açıklamıştı. Bu Acil Eylem Planı’nda “Küresel iklim değişikliğine uyum sağlayabilmemiz için dere yataklarına bütün konutların kamulaştırılıp uygun ve güvenli yerlere taşıyacağız,” deniyordu. “Dere yataklarına kesinlikle yapılaşmasına izin verilmeyecek. 1/ 100.000 ölçekli çevre düzeni planlarında yapacağımız değişikliklere uyduracağız kentlerdeki imar planlarını ve bu şekilde vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğini sağlayacağız,” deniyordu.

“Karadeniz’de yeni yapıların yapılmasına artık izin verilmemesi gerekiyor. Dere yataklarında ve yamaçlarında olan yapılar kamulaştırılıp yapılaşmaya son verilmeli”

Fakat bugüne kadar herhangi bu anlamda bir değişikliğe rastlamadığımız gibi, örneğin bu yıl Çamlıhemşin’de dere yatağında yeni konutların TOKİ aracılığı ile yapılması için Çamlıhemşin Belediyesi bir imar planı hazırladı. Büyük resmi göremiyoruz çünkü bana göre büyük resmin arkasında büyük bir rant var ve ülkedeki ekonominin temeli bu rant. Ve bu rant olduğu müddetçe de ne yazık ki beton sevdası ve inşaatlardan yapılaşmadan uzak duramayacağımızı görüyorum. Yıkılan köprülerin yerine yine aynı köprüler muhtemelen yapılacak, yıkılan evlerin yerine muhtemelen yine evler dikilecek. Belki dere yatağına ıslah anlamında birtakım çalışmalar yapılacak ama özü şu: Dere yataklarını daralttığınız ve dere yataklarının çevresine konut yaptığınız zaman bu yıkımlar her zaman olacak demektir. Çünkü o dere, zamanında da gelmiş olduğu için biz oraya dere yatağı diyoruz. Buraya yapı yapıldığı zaman sel bugün gelmezse on sene sonra, on sene sonra gelmezse 20 sene sonra gelecek demektir. Dolayısıyla burada rantın öne çıktığı, bilimin ve mühendisliğin geri planda kaldığı, siyasi ve ekonomik rantın birlikte yürüdüğü bir süreç Türkiye’deki yapılaşma.

Sel bölgesinin yaşandığı yerde yapılaşma nasıl olmalı, ya da olmalı mı?

Sel bölgesinde yapılaşma kesinlikle olmamalı. Karadeniz’de kentlerin durması gerekiyor artık. Büyümemesi de gerekiyor. Çünkü Karadeniz’in kent yapılaşmasına uygun alanları dolmuş vaziyette ve artık bundan sonrası doğada dokunulmaması gereken noktalar. Ya dere yatakları ya yamaçlar. Karadeniz’de yeni yapıların yapılmasına artık izin verilmemesi, dere yataklarında ve yamaçlarında olan yapıların kamulaştırılıp yapılaşmaya son verilmesi gerekiyor.

Çevre ve Ekoloji Hareketi’nden avukat Yakup Okumuşoğlu

“HES’lerde kapaklar açıldığı zaman taşkın suları çok hızlı bir şekilde dere yatağına dolabiliyor ve sele bir çarpan etkisi olabiliyor”

Dereli’de belediye başkanı sel felaketinden sonra dere yataklarından evlerin 20 metre daha geriye çekildiğini ve bentler yapıldığını söyledi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, sizce yeterli mi?

Bu suçun kabullenilişi. Böyle bir şey olamaz. Dere yatağındaki evleri 20 metre geriye çekmekle oradaki sellerden kurtulma şansımız yok. Dere yatağı dereye aittir. Doğaya ait olan bu alanlarda kesinlikle evler yapılmamalı. Bundan on sene sonra yağışların yüzde kaç artacağı, şiddetinin ne olacağını bilemiyoruz. Çünkü dünyanın bilemediği bir konu küresel iklim değişimi. Evleri 20 metre geriye çekmek orada yeterli bir önlem olmayacaktır.

HES’ler, dere yatağında bulunan evleri etkileyebilir mi?

Etkileyebilir. Ama HES’ler büyük barajlar şeklinde yapılmıyor, setlerle oluyor. Arkasında çok büyük de olmayan bir göl ağını oluşturuyor. Dolayısıyla gelecek ani selleri bir süre için durdurma etkisi olabilir. Proje tasarım dosyalarında, ÇED (Çevre Etki Değerlendirmesi) raporlarında, kapakların açılması durumunda aşağıya alarm vermek gibi birtakım faydaları olabileceği belirtiliyor. Fakat herhalde bu alarm sistemleri de kurulu değil. Böyle büyük yağışlarda, o göl ağına gelen taşkının dibi tutulamazsa, odun ve taşlar kapaklara zarar verme noktasına gelirse bu kapaklar açılmak durumunda kalıyor. Kapaklar açıldığı zaman gölle beraber, taşkın suları da çok hızlı bir şekilde dere yatağına dolabiliyor ve orada oluşacak sele bir çarpan etkisi olabiliyor. Bu bakımdan daha dikkatli yapılması gerekir HES’lerin. Kaldı ki bizdeki HES’ler standartlarına uygun şekilde yapılmıyor. Dolayısıyla bu HES’ler yapılırken yolların açılması, dinamit atımları, dere yatağındaki çalışmalar sürekli bir hafriyat oluşumuna sebebiyet veriyor. Ve bu hafriyatlar da gelen taşkın suların hızıyla büyük bir güce dönüşüyor. Ve suyla beraber önüne ne katarsa onları yıka yıka devam ediyor. HES’lerin o anlamda inşa edilirken doğaya bırakmış olduğu yıkım, selleri tetikleyen çarpan etkisi yapan bir yan.

“İdare, etkin hukuk uygulamayıp ruhsatsız yapı yapan vatandaşı bir nevi esir alıyor. Arkasından ona dilediğini yaptırıyor”

Dere yataklarında olası bir felaket için risk analizi yapılmamışsa yeni felaketlere kapı aralanmış mıdır?

Türkiye’de böyle bir analiz risk analizi hiçbir yerde yok. Havza bazında yönetim dediğimiz birtakım Avrupa Birliği tarafından geliştirilmiş su havzalarını yönetme biçimi var fakat uygulaması yok. Türkiye de 26 havzaya bölünmüş vaziyette. Onlar da hangi havzada hangi baraj yapılabilir şeklinde değerlendirmelerle dolu. Ama onun dışında şu havzada şu riskler var, dolayısıyla da şu tedbirleri alalım denmiyor. Denmiş olsa zaten o ıslah projeleri yapılmaz ve o dere yataklarından çıkartılmış olurdu o insanlar. Ya da imar planı yapılmaz, ruhsat verilmezdi. İmarları, ruhsatları veren orada olan biteni görmeyen bütün idare aslında görevini kötüye kullanma suçunu işlemiş vaziyettedir bana göre.

Dereli Belediye Başkanı, “Cumhurbaşkanımız buraya geldiğinde ‘burayı taşıyın’ dedi. Buradaki vatandaş bırak taşınmayı sıfırı aynı yere yapılsın diye ısrar etti” şeklinde bir açıklama yaptı. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz?

Bunun yasası var hukuku var, imar planı var ruhsatı var. Kalkıp da ruhsat verilmeyecek olan bir yere vatandaş ev yapmaya kalkıyorsa derhal devletin harekete geçip oradaki o yapıyı durdurması gerekir. Eğer durdurmuyorsanız bir suça ortak olmuş olursunuz. Yarın, öbür gün ölecek olan insanların vebali de üzerinize kalır. Maalesef, özellikle Doğu Karadeniz’de dileyen dilediği yere ev yapıyor. Kimse ruhsat veya imara bakmıyor. Cumhurbaşkanının ‘yapılmasın’ dediği yerde rant durmuyor. Orada devletin önlem alması, cezaların caydırıcı olması gerekiyor. İdarenin hukuku uygulaması gerekiyor. İdare, etkin hukuk uygulamayıp oradaki ruhsatsız yapı yapan vatandaşı bir nevi esir alıyor. Arkasından ona dilediğini yaptırıyor. “İmar affı çıkartacağız” diyebiliyor. Oradaki siyasi rant budur.

Karadeniz’deki bu felaketlerin ortak noktası nedir, önlemenin yolu nedir?

Türkiye’de sadece betona bağlı bir ekonomik model var. Bu ekonomik rant durmadığı müddetçe, doğa sözünü sakınmadan söyleyecek gibi duruyor. Felaketler doğanın bir dilidir diyebiliriz. Doğa ufak ufak uyarılarını yapmıştır geçmişte. Ama artık doğrudan doğruya cevabını veriyor. Ranta değil akla bilime dayalı, Avrupa standartlarında şehircilik ilkelerine uygun planlarla Karadeniz bölgesini düşünmek lâzım. Karadeniz bölgesi çok dik yamaçlardan oluşan bir bölge. Küresel iklim değişimi, HES’lerden dolayı suların döngüsünün bozulması, pek çok barajın yapılması nedeniyle, yamaçlara, dere yataklarına yollar yapılması, yollarla birlikte betonlaşmanın artması, üzerine dere yataklarının daraltılmasıyla ıslah projelerinin genişlemesi ve ağaçların kesilmesi, tarlaların açılmasının çarpan etkisiyle oluşan sellerden bahsediyoruz. Bütün bunların ele alınıp bilimsel esaslarla çözüm geliştirilmesi gerekiyor.

Fotoğraf: Çiğdem Akbayrak

Bugün Kastamonu Bozkurt’ta, dün Rize’de, Dereli’de: Karadeniz sahili boyunca şiddeti artan yağışlar, yamaçlarda ve dere yataklarında plansız yapılaşmanın etkisiyle taşkınlarda ciddi yıkımlara sebep oluyor. 2015’te Hopa’da meydana gelen sel felaketinde 11 kişi ölmüştü. Yeşil Artvin Derneği’nden Nur Neşe Karahan, bu sene de bir sel felaketinin yaşandığını belirterek, sürdürülen politikaların yanlışlığına işaret ediyor. “Bu felaketlerin hepsi yanlış yapılaşma, yanlış orman kesiminin etkilediği felaketler.  Doğayı çok tahrip etmemek gerekiyor. Yıllardır bunlarla mücadele ediyoruz. Eskiden bu kadar büyük felaketler yaşamıyorduk,” diyor Karahan. Artvin ilini boydan boya kat eden Çoruh nehri üzerindeki HES’lerin etkileri ve Cerattepe’deki madencilik projesi Artvin halkını bir hayli endişelendiriyor. “Doğayı tahrip etmenin geri dönüşü çok zor,” diyor Karahan. “O yüzden kendimiz ve diğer canlılar için gelecek nesiller için bu yanlışlardan dönülmesi gerekiyor. Yaşam alanları sadece biz insanlar için değil dünyadaki tüm canlılar içindir. Herkesin ortak akılla hareket etmesi lazım. Başta yöneticilerin.”

Dereli, Karadeniz’de taşkınların yaşandığı kritik alanlarda doğaya ve iklim şartlarına uygun bir yaşam alanı yaratabilmek için bir model oluşturabilirdi. Belediye Başkanı Zeki Şenlikoğlu, her ne kadar TOKİ projesini savunsa dahi bu amaçtan bazı tavizlerin verildiğini kabul ediyor. Ancak biliminsanları ve doğa savunucularının görüşü, bu tavizler verilmeye devam ettikçe Karadeniz’de bu felaket manzaralarının tekrar edeceği yönünde. Dereli, Bozkurt’ta meydana gelen felaketlerin yenileri yaşanmaması için sel felaketlerinin ardından burada yapılacak yeniden inşaat çalışmalarını izlemek önem taşıyor. Dereli özelinde ise, her ne kadar daha güvenli olması için tedbir alınsa da aynı yapılaşma modelinin sürdürüldüğü ve doğayla daha uyumlu bir yenileme fırsatının kaçtığı göze çarpıyor.

Biyolojik çeşitlilik, tüm biçimleri ve tüm etkileşimleri ile dünya üzerindeki yaşamın çeşitliliğini temsil ediyor. Ancak, tüm dünyada son 50 yıl içinde biyolojik çeşitlilik ve yaşam alanları kaybı daha önce hiç ulaşmadığı seviyelerde. Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın yayınladığı son rapora göre 1900’lü yılların başından beri dünyadaki ormanların yüzde 50’sinden fazlası yok oldu ve son 50 yılda karasal hayvanların yüzde 38’inin, deniz canlılarının ise yüzde 36’sının nesilleri tükendi.

Biyolojik çeşitliliği tehdit eden birçok faktör var. Bunun en başında fosil yakıtların kullanımı ve arazi tahribatı nedeniyle dünyanın giderek ısınması geliyor. Bu yaz Türkiye’nin dört bir yanında, yaşanan kuraklık ve özellikle de Güney Ege, Batı Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu’da çıkan orman yangınları bu krizin göstergesi. Bu olağanüstü iklim koşullarından yüz binlerce bitki ve canlı zarar görüyor. Son günlerde ise Dersim’in dört ayrı noktasında başlayan orman yangınları farklı alanlara yayılarak devam ediyor. Türkiye’nin biyolojik çeşitlilik açısından en zengin yeri olarak gösterilen Munzur Vadisi Milli Parkı da yangınların tehdidi altındaki noktalardan sadece biri. Yaban keçilerinden, Anadolu parsına kadar nesli azalan bir yaban hayatı habitatı barındıran Munzur Vadisi, endemik tek dişli sarımsağın da aralarında bulunduğu iki bine yakın bitki çeşitliliğine sahip.

Peki, artan iklim felaketleri, kuraklık ve insan kaynaklı müdahaleler karşısında Türkiye’deki biyolojik çeşitliliği koruma politikaları kalıcı mı? Yazar ve doğa savunucusu Haluk Aytekin, TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, Orman Yüksek Mühendisi Doç. Dr. Yücel Çağlar ve Orman Yüksek Mühendisi Selim Üzgün ile yangınların doğadaki tüm canlılara etkisini, Türkiye’nin biyolojik çeşitlilik kapasitesini, uygulanan yönetmelikleri ve politikaları değerlendirdi.

“Munzur Vadisi ve Cudi Dağı ekolojik ve biyoçeşitlilik açısından ülkemizin en değerli bölgeleri. En son Cudi Dağı’nda leopar bile tespit edildi”

Yazar ve doğa savunucusu Haluk Aytekin öncelikle Dersim’de devam eden orman yangınlarıyla ilgili endişesini dile getirerek yetkililerin ve medyanın çifte standart izlemesini eleştiriyor. “Yangınlar konusunda devlet ve medyanın iki yüzlü bir tavır sergilediğini düşünüyorum. Batıda ormanlar yanarken medyada ‘ciğerlerimiz yanıyor’ gibi başlıklar atılıyor. Doğuda Munzur, Cudi Dağı gibi yörelerde devlet aracılığıyla bilinçli olarak ormanların yakılmasına ise sessiz kalınıyor,” diyen Haluk Aytekin ülkenin doğusunda çıkan yangınlarda da aynı hassasiyetin gösterilmesine dair temennisini ifade ediyor: “Munzur Vadisi ve Cudi Dağı ekolojik ve biyoçeşitlilik açısından ülkemizin en değerli bölgeleri. En son Cudi Dağı’nda fotokapanla leopar bile tespit edildi.”

Aytekin tüm olumsuzluklara rağmen hayvanların orman yangınlarına karşı uyum sağlama kabiliyetini vurguluyor. “Yangınların birçok canlının yuvası olan ormanları tahrip etmesi biyolojik çeşitliliğe büyük zarar veriyor. Fakat şunu da görmek gerekir ki yaban hayvanlarının bu tür durumlara uyum kabiliyeti de oldukça yüksek. 2020’deki büyük Avustralya yangınında birçok canlı vombat tünellerine saklanarak yangından kendilerini koruyabilmişti. Ülkemizde yangınlardan en fazla yavaş hareket eden kaplumbağa ve bazı sürüngen türleri zarar görüyorlar. Kaçamayan yavru kuş ve hayvanlar da yangından etkileniyorlar. Bunların dışında sağlıklı hayvanların büyük kısmı yangından etkilenmeyen bölgelere kaçıp kendilerini koruyabiliyor,” diyor Aytekin. Doğa, çoğumuzun düşündüğünden çok daha dirençli. Bitkiler ve hayvanlar da doğayla uyum içinde. Aytekin’e göre bu uyumu bozansa insan: “Yangın böceklerin saklandığı bitkileri tahrip ettiğinden hepsi gözle görülür hâle geliyor, bu da bir çok kuş türü için ziyafet anlamına geliyor. Kısacası doğanın müthiş bir kendini yenileme gücü var. Yeter ki insan faaliyetleri bunu engellemesin.”

Aytekin ayrıca, 300’e yakın hidroelektrik santralin (HES) bulunduğu ve yakın zamanda sel felaketi yaşayan Karadeniz bölgesi için ciddi önlemlerin alınması gerektiğini vurguluyor. “Akdeniz tipi bitki örtüsü yangınlara alışkındır. Asıl tehlike insan yerleşimlerinin ormanlık alanlarla iç içe olduğu, sık bitki örtüsüne sahip Karadeniz bölgesinde. İklim kuraklaşması bu bölgeyi de etkilemekte, nemli orman tabanı kurumakta. Ayrıca HES, dere ıslahı gibi uygulamalar da orman tabanının kurumasında etkili oluyor,” diyor Aytekin. Bu bölgelerde çıkacak herhangi büyük bir yangının çok büyük zararlara ve canlı kayıplarına yol açabileceğini belirtiyor: “Gerekli tedbirler şimdiden alınmalıdır. Artık iklim değişiminin etkilerini dikkate almak zorundayız ve planlarımızı ona göre uzun vadeli olarak yapmalıyız.”

BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin Türkiye’ye getirdiği yükümlülükler çerçevesinde Tarım ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Eylem Planı geçerliliğini koruyor. Ayrıca, Türkiye’nin bir biyolojik çeşitlilik haritası da mevcut. Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından 2013’te başlatılan Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Envanter ve İzleme Projesi kapsamında, yaklaşık 852 bin 644 koordinatlı noktada 13 bin 409 bitki ve hayvan türünün tespiti yapıldı. Bu harita, 2020’nin sonunda yayınlandı.

“Türkiye’de belirlenen 265 adet, yani 169 bin 628 kilometre kare karasal Önemli Doğa Alanı bulunurken bunların yalnızca yaklaşık yüzde 5’i korunuyor”

Bugüne kadar uygulanan politikalar biyolojik çeşitlilik haritası ışığında saptanan türlerin korunması için yeterli mi? TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, öncelikle Türkiye’nin BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi çerçevesindeki konumuna ve görevine değiniyor: “Dünyada toplam korunan alan miktarı yüzde 15. BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nde Aichi 2020 hedefleri kapsamında, karasal ekosistemlerde korunan alanların yüzde 17’ye ulaştırılması hedeflendi. IUCN (Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği) ise korunan alanların 2030 yılında yüzde 30’a çıkarılmasını öneriyor.” Ataç’ın paylaştığı bilgilere göre Türkiye ise bu hedeflerin çok uzağında. “Bugün Türkiye’de korunan alan miktarı toplam alanın yüzde 10’u kadar ve 2023 yılında yüzde 17’ye ulaşılması hedeflendi. Türkiye’de karasal ve denizsel koruma alanların oranı sırasıyla yüzde 8,7 ve yüzde 4. Ülkede koruma altına alınması gereken yüksek biyolojik çeşitlilikte belirlenen 265 adet, yani 169 bin 628 km2 (10.696,280 hektar) karasal Önemli Doğa Alanı bulunurken bunların yalnızca yaklaşık yüzde 5’i koruma altında. Bu veriler Türkiye’nin, BM Aichi 2020 hedeflerinin çok altında olduğunu gösteriyor.” Ataç’a göre Türkiye çok zengin bir biyolojik çeşitliliğe sahip olduğundan dolayı bu hedefleri bir an önce yükseltmeli.

“Küresel ısınma nedeniyle toprağa bağlı olan ve göç etme yetenekleri sınırlı bitki türlerinde kayıpların yanında genetik çeşitliliklerinde de azalmalar olacaktır”

Ataç, Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı onaylamamış altı ülkeden biri olmasının da biyolojik çeşitliliği korumada büyük engel oluşturduğunu vurguluyor. Zira Paris Anlaşması’nın ortaya koyduğu hedefler biyolojik çeşitliliği korumayı şart hâle getiriyor. “Türkiye’nin sözleşmeye taraf olması ve sera gazı azaltım taahhütlerini anlaşmada atıf yapılan sanayi öncesi döneme göre küresel sıcaklıkların 1,5°C’lik artışla sınırlandırılması hedefine uygun bir şekilde belirlemesi bekleniyor. Bu hedefi gerçekleştirmek için önemli karbon yutak alanları olan ormanlar ve sulak alanlar başta olmak üzere, doğal alanların ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına yönelik politikalar güçlendirilmesi gerekiyor,” diyor Ataç. Anlaşmanın önemi yalnızca siyasi boyutuyla da sınırlı değil: “Paris İklim Anlaşması’na taraf olunmaması halinde siyasetin, ticaretin ve ekonominin geleceğini çizen ülkeler grubunun dışında kalınacak ve iklim değişikliği konusunda finansman desteğinden yararlanılması da güçleşecek.”

Ataç ayrıca son yüzyılda atmosferdeki sera gazları artışı ile yaşanan küresel ısınmanın oluşturduğu baskının son derecek kritik olduğunu savunuyor. “Türlerin alışık oldukları, uyum gösterdikleri koşullar ve yaşam alanları değişime uğruyor ya da yok oluyorlar. Bu da küresel ısınmanın biyolojik çeşitliliği azalttığının göstergesi. Örneğin kutup ayılarının sayıları buzulların erimesi nedeniyle her geçen gün azalmaktadır. Küresel ısınma nedeniyle kutup altı soğuk bölge ormanlarının, çayırlıkların, ekvatoral bölgedeki savanların ve tropik ormanların alanlarında yüzde 5 – yüzde 20 oranında değişiklikler olacağı tahmin ediliyor. Doğal olarak, yaşanacak değişim bu alanlardaki tüm canlıları etkileyecektir,” diyor Ataç ve ekliyor: “Bu durum da özellikle toprağa bağlı olan ve göç etme yetenekleri sınırlı olan bitki türlerinde tür kayıpları yanında genetik çeşitliliklerinde de azalmalar olacaktır.”

“Ekonomik, toplumsal ve kültürel göreli geri kalmışlık sebebiyle biyolojik çeşitliliğin negatif etkilerinin ağırlığı bazı bölgelerde daha yüksek, bu bir tesadüf değil”

Orman Yüksek Mühendisi Doç. Dr. Yücel Çağlar ise biyolojik çeşitliliğin birbirinden bağımsız oluşmuş süreçlerden ya da yalnızca değişik bitki ya da hayvan türlerinin sayısından ibaret olmadığını söylüyor. Çağlar’a göre doğayı koruma politikaları, yasal mevzuatla birlikte ekonomik, toplumsal ve kültürel faktörler de bir bütün. “Belirli bir doğal ortam ya da varlık özelinde koruma önlemleri alınınca doğanın korunabileceği sanılıyor. Böyle sanıldığı için sürekli olarak yeni ‘koruma yapıları’ tanımlanıyor, ölçütler geliştiriliyor. Bunlardan hareketle de kimi ortamlar ile varlıklar çevrelerindeki yaşamdan soyutlanmaya çalışılıyor,” diyor Çağlar. Ona göre “ulusal parklar”, “doğa koruma alanları”, “tehlike ya da tehdit altındaki türler” gibi yaklaşımlar bu yaklaşımın örnekleri. Değişmesi gereken de bu yaklaşım. “Bu ortamların işlevleri çoğunlukla gezintilik, seyirlik, dinlenmelik vs. Böyle yapılarak, daha açık bir söyleyişle, çevresindekilerden soyutlanmasına çalışılan ‘doğal’ sayılan ortamlar ile varlıkların, dahası, süreçlerin bile değişim değerleri arttırılıyor. Biyolojik çeşitliliğin korunmasına yönelik çabalarda ne denli içtenlikli, özverili olunursa olunsun böyle bir düşünsel evrende kalıcı başarılar elde edilebilmesi mümkün değil,” diyor.

İnsan kaynaklı tüm faaliyetlerin doğrudan ya da dolaylı, az ya da çok, kısa ya da uzun dönemde biyolojik çeşitliliği etkileyebildiğine değinen Çağlar, “sorun bu etkinliklerin biyolojik çeşitliliği neden, nasıl ve ne denli etkilediği. Balıkçılık, avcılık, hayvancılık, bitkisel üretim ve ormancılık biyolojik çeşitliliği azaltabilir, tümüyle yok edebilir, dönüştürebilir, biyolojik çeşitliliğin olası getirilerine erişimi kısıtlayabilir ve türsel bileşimi değiştirebilir. Aslında burada amaç çok açık; daha çok ürün, daha yüksek verimlilik, özellikle de daha yüksek kârlılık için yapılıyor bunlar,” diyor Çağlar. Burada belirleyici olan da diğer faktörüler: “Ekonomik, toplumsal ve kültürel göreli geri kalmışlık sebebiyle biyolojik çeşitliliğin negatif etkilerinin ağırlığının bazı bölgelerde daha yüksek olduğunu görüyoruz, bu bir tesadüf değil.”

“Tarım, hayvancılık, ormancılık, su ürünleri ve benzeri alanlarda üretim ve tüketim biçimlerinin sürdürülebilirlik anlayışına göre yeniden biçimlendirilmesi zorunlu”

Orman Yüksek Mühendisi Selim Üzgün ise biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilir kullanımı için öncelikli olarak ülkenin arazi kullanım politikalarında köktenci bir iyileştirme ile ulusal tarım, hayvancılık, istihdam ve sağlık politikalarında ciddi bir değişim gerektiğine işaret ediyor. “Tüm bu sektörleri bütünleşik bir şekilde ele alan sürdürülebilir kalkınma politikalarının uygulanabilmesi aynı zamanda yoksullukla savaşım açısından da hayati bir öneme sahip. Kırsal yoksulluğun giderilmesi, kırdan kente göçe yol açan nedenlerden birisi olarak aynı zamanda sağlıksız kentsel gelişmenin önlenebilmesi bakımından da özel bir önem taşıyor,” diye altını çiziyor Üzgün.

Çözüm yine yeni bir yaklaşıma dayalı, ekonomik ve toplumsal koşulları da içine katan bütünlükçü bir politika tanımında. Üzgün’e göre biyolojik çeşitliliğin korunabilmesi için, bu kavramı yalnızca nesli tehlikedeki veya endemik türlerin korunması ile sınırlı olarak ele almaktan öteye gitmek gerekiyor. “Tarım, hayvancılık, ormancılık, su ürünleri ve benzeri alanlarda üretim ve tüketim biçimlerinin sürdürülebilirlik anlayışına göre yeniden biçimlendirilmesi zorunlu” diyor Üzgün.

 

Bu yazının İngilizcesi Europe Beyond Coal / Kömürün Ötesinde Avrupa oluşumunun sitesinde yayınlandı.

“Nefes alamıyorum şu anda.
Bugün yarın derken sabahın körü gelip girdiler.
Herkes işteyken, herkes hayvanların yanındayken kimse müdahale edemeden gelip indirmeye başladılar ağaçları.
Karşımızda bir insan yok çünkü o kadar konuşuyoruz durdurun kesmeyin diye, karşımızda bir insan yok.
Bir taş parçası var karşımızda.
Duygusuz insanlar var karşımızda.”

Nejla Işık, orman için kesime gelenlere ve tüm dünyaya böyle seslenmişti.

Muğla’ya bağlı İkizköy’ün son orman parçası Akbelen Ormanı, iki santrale kömür sağlayacak madenler için kesilmek isteniyor. İkizköylüler ve çevre aktivistleri bir aydan uzun süredir, 7 gün 24 saat ormanın kesimini engellemek için nöbet tutuyor.

Muğla’daki kömürün hikâyesi Nejla Işık’ın doğduğu 1979 yılında, ninesinin köyüne ilk kazmanın vurulmasıyla başlıyor. Muğla tam 40 yıldır üç santral (Yatağan, Kemerköy, Yeniköy) ve 15 kilometre boyunca santrallere kömür sağlayan madenlerin kıskacı altında yaşıyor.

Santrale kömür sağlayan madenler için bugüne kadar birçok köy boşaltıldı. İkizköy Çevre Komitesi Sözcüsü Nejla Işık’ın eşinin köyü olan İkizköy’e bağlı Işıkdere de onlardan biri. Nejla’nın kızı Esra, babasının ve dedesi ile ninesinin yaşadığı bölgenin yok edilişine ve büyük ailesinin köyden göçüne tanıklık etmiş üçüncü kuşak kömür mağdurlarından. Büyük ailesinin yaşadığı göçün, Akbelen Ormanı’nı korumalarını sağladığını şu sözlerle anlatıyor: “Bir insanın motivasyonunun, gücünün acı olmasını hiç tahmin etmezdim. Ama Işıkdere’de yaşadığımız o derin acı gerçekten burayı üç senedir korumamızı sağladı.”

2018’den beri İkizköylülere evlerini boşaltmaları için ihtarnameler çekiliyor, arada suları kesiliyor. İkizköy Çevre Komitesi sözcüsü Nejla Işık, köyü örgütlemekle meşgul, kızı Esra Işık ise mücadeleyi sosyal medyadan tüm dünyaya duyurmakla.

Aslında çoktan emekliye ayrılması gerekirken 2014 yılında özelleştirilen bu termik santrallerin ve kömür madenlerinin ömrü, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) bile yapılmadan, 25 yıl daha uzatılmak isteniyor.

Akbelen Ormanı’nda, Yeniköy ve Kemerköy santrallerinde yakıt olarak kullanmak üzere linyit kömür çıkarılmak isteniyor. | Fotoğraf: Mert Çakır, Europe Beyond Coal (EBC).

Mahkeme orman kesimini durdurdu

Kasım 2020’de Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerini işleten, Limak Holding ve İÇTAŞ ortaklığındaki YK Enerji, İkizköy’deki Akbelen Ormanı’nın 740 dönümlük bölgesini termik santrallere linyit sağlayan açık maden ocağına katmak için gerekli izinleri aldı ancak İkizköylülerin direnişiyle karşılaştı.

Nejla Işık, günlerce tilki uykusunda beklediğini, bir kulağının ormana girmek istemelerine karşı tetikte olduğunu anlatıyor. Ve beklenen 17 Temmuz’da oldu. Sabah saat 6’da Akbelen Ormanı’na giren Orman İşletmesi kesim ekibi, İkizköy halkı ormanın derinliklerine erişinceye kadar 30’a yakın ağacı kesti. Oysa Orman Genel Müdürlüğü’nün ormanı Yeniköy Kemerköy Elektrik A.Ş. madenine tahsisine ilişkin kararı İkizköylüler tarafından dava edilmişti ve mahkeme bilirkişi keşfine karar vermişti.

İkizköylülerin talepleri açık: Maden işletme izni kararının iptali, santral ve madenlerin ömürlerinin uzatılması planlarının halka sorulması

Köylülerin müdahalesiyle orman şefi kesimi durdurmak zorunda kaldı, jandarma ile orman ekibi sahadan çekildi. İkizköylüler ormanda 24 saat nöbet başlattı. Nejla Işık’ın nefes alamadığı videosu Türkiye kamuoyunda büyük etki yarattı.

Çadır nöbeti sürerken tüm Türkiye’yi kasıp kavuran orman yangınları başladı ve yangın Yeniköy Santrali’ne ulaştı. İkizköylüler dumanların ve küllerin altında bile nöbet yerini terk etmedi. Bu konuda ne kadar haklı oldukları 8 Ağustos gecesi şirketin kestiği 105 ağaç ile ortaya çıktı. Köylülerin direnişi ile kesim durdu. Ancak iki gün sonra jandarma orantısız bir müdahaleyle İkizköylülerin ormanı terk etmesini istedi, İkizköylüler yine direndi ve alanda kalmayı başardı. Sesleri daha da çok kişiye ulaştı. Türkiye’nin en ünlü şarkıcılarından Tarkan da konuyu sosyal medyasına taşıdı. Sonunda mahkemeden beklenen karar 12 Ağustos’ta geldi. Mahkeme orman kesimine dair kararının yürütmesini durdurdu.

Nejla ve Esra ışık, istimlak edilip kömür madeni yapılan eski köylerinden anı olarak getirdikleri ve büyüttükleri ceviz ağacının altındalar. | Fotoğraf: Mert Çakır, Europe Beyond Coal (EBC).

İkizköylülerin nöbeti Türkiye’nin pek çok yerinden doğa aktivisti, siyasetçi, sanatçı desteğiyle sürüyor. Talepleri açık: Çok sayıda hayvan ve bitki türüne ev sahipliği yapan, yaşlı ve doğal bir kızılçam ormanı olan 740 dönümlük Akbelen Ormanı’nda maden işletme izni veren kararın iptal edilmesi; santral ve madenlerin ömürlerinin uzatılması planlarının halka sorulması.

Nejla Işık, tüm dünya kömürden çıkarken, Muğla’nın daha fazla kömüre mahkûm edilmesine itiraz ediyor:

“Toprak gerçekten çok kıymetli. Üretirsen, seversen, aşkla yaparsan hani. Toprak bire bin veriyor. Kömürden vazgeçelim artık. Ben bunu istiyorum…

İkizköylülerin başlattığı imza kampanyasına destek vermek için buraya tıklayın.

Dünya giderek ısınıyor. 2021 Mayıs itibariyle yıllık küresel ortalama sıcaklık, 1.2 derece daha sıcak. Dünya fosil yakıtlara bağımlı şekilde bugünkü haliyle devam ederse 2030’da 1.5 derecelik artışa ulaşacak.

Küresel ısınmanın kaçınılmaz sonuçları arasındaki otuz bir afetin en kritiği olarak gösterilen kuraklık, 2021’de hem dünyada hem de Türkiye’de somut bir tehdit haline geldi.

Ocak 2021’de, Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), Türkiye’de kuraklığın bu yıl tehlikeli bir seviyede olduğunu uydu görüntüleriyle gözler önüne serdi. NASA’nın uydu görüntüleriyle izleyip hazırladığı iklim ve çevre felaketleri raporunda özellikle Türkiye’nin yeraltı su seviyesinin düşüklüğüne vurgu yapıldı. Bu duruma aylarca devam eden düşük yağmur ve kar yağışının sebep olduğu, barajlardaki su seviyesinin son 15 yılın en düşük seviyesine gerilediği belirtildi.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün (MGM) düzenli şekilde en az üç aylık periyodlarla yayınladığı kuraklık haritaları da aslında NASA’nın uydu görüntüleri kadar sorunun gittikçe büyüdüğünü ortaya koyuyor. MGM’nin en son 13 Temmuz’da yayınladığı haritalarda Türkiye’nin doğusu, Ege’nin güneyi ve Aksaray “olağanüstü kurak” bölgeler olarak işaretlendi. Yağışlar normaline göre yüzde 56, bir önceki yılın Mayıs ayına göre yüzde 66 azaldı. Kuraklıktan etkilenen il sayısı Haziran’ın ilk haftasında 52’ye çıktı. Yağışlardaki en fazla azalma yüzde 83,3 ile Güneydoğu Anadolu, yüzde 82,7 ile Akdeniz, yüzde 69,2 ile İç Anadolu ve yüzde 65,5 ile Doğu Anadolu bölgeleri oldu.

Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu “olağanüstü” seviyelerdeki kuraklık beraberinde çok sayıda risk getiriyor. Orman yangınları bunlardan sadece biri. Yapılan araştırmalar, küresel ısınmanın sıcaklıkları ve kurak sezonları arttıracağı, yağışları dengesizleştireceği, rüzgâr yön ve şiddetinde önemli farklılıklara yol açacağı, tüm bu etkenlere bağlı olarak da gelecekte orman yangınları açısından olumsuz etkilerinin görüleceğini ortaya koyuyor. Nitekim bu yaz Türkiye’nin dört bir yanındaki ormanlarda yangın sayısında ciddi bir artış yaşanırken, özellikle Güney Ege ve Batı Akdeniz’de 28 Temmuz’dan bu yana art arda çıkan ve söndürülemeyen orman yangınları yerleşim yerlerini tehdit ediyor.

ABD’de California Kamu Politikası Enstitüsü Su Politikası Merkezi’nde araştırma görevlisi Gökçe Şencan’a göre bir türlü kontrol altına alınamayan yangınlar ciddi bir öngörüsüzlüğün sonucu. “Türkiye’de kuraklığa karşı önlem alınsaydı ve getireceği riskler daha iyi anlaşılsaydı, yangın sezonuna çok daha hazırlıklı olurduk. Can ve mal kaybını daha aza indirebilirdik. Hatta hiç olmamasını sağlayabilirdik,” diyor Şencan.

Kuraklığın zaten gittikçe derinleştiğini izliyorduk, bunun için acil önlem geçen sene alınmalıydı. Önlem açısından şu anda ne yapılıyor belli değil

İklim bilimcilerin çalışmaları, küresel ısınma sonucu Akdeniz ülkelerinde yangın sezonlarının uzayacağını ve orman yangınlarının sayısında ciddi artışlar yaşanacağını ortaya koyuyor. Bu çerçevede özellikle yangınları önceden tahmin etme, yangın-iklim ilişkini daha iyi anlama ve daha güvenilir modellerin geliştirilmesi ihtiyacı vurgulanıyor.

“Yangınlarda 2008-2020 ortalamasının üç katı alan yandı. Eşi benzeri görülmemiş bir yangın sezonundayız, bunlar normal değil fakat normal olmamasına rağmen daha sık karşılaşacağımız manzaralar,” diyor Şencan altını çizerek. “Daha önümüzde Ağustos ve Eylül ayı var. Belki de Ekim de var. Yani yangın sezonu bitmedi. Ancak, yangınlarda eyleme geçememe hâli ve yönetim boşluğu görüyoruz. Aynı durum kuraklık için de geçerli. Kuraklığın zaten gittikçe derinleştiğini izliyorduk, bunun için acil önlem geçen sene alınması gerekiyordu. Önlem açısından şu anda ne yapılıyor o da belli değil.”

Geçen yıl Haziran ayında, Tarım ve Orman Bakanlığı, 2020 yazında “İklim Değişikliği ve Tarım” başlıklı raporunda, önümüzdeki yıllarda Türkiye’de, kuraklığın geniş bölgelerde hissedileceğini ve aşırı sıcak günlerin sayısının artacağını belirtmişti.

Avrupa Orman Yangını Bilgi Sistemi (EFFIS) verilerine göre, Türkiye genelinde orman yangınlarında 2009’dan, 2021’e kadar (6 Ağustos 2021) son orman yangınlarıyla beraber yaklaşık 500 bin hektar alan yandı. 2020’de yıl boyunca 70 bin hektar alan yanarken, 2021 verileri şu anda 140 bin hektara yakın alanın yandığını gösteriyor.

Peki kuraklık neden bu kadar ciddi seviyelere ulaştı ve en başta ne yapmalı? Şencan ilk olarak şu anda yaşadığımız kuraklığın giderek derinleşmesinin sebebi “fosil yakıtlar” diyor ve ekliyor: “Artık iklim değişikliğinin etkilerini hissetmeye başlıyoruz. Bu yüzden Türkiye iklim krizini ciddiye alarak, iklim politikaları geliştirilmeli. Olabildiğince fosil yakıtlardan uzaklaşarak, acilen güneş ve rüzgar gibi yenilebilir enerji türlerine geçiş yapmalı, kömür santrallerini emekliye ayırmalı. Bunları yapmak şart oldu, birkaç sene daha bekleyemeyiz. Hepsinin hemen şimdi yapılması lazım. Geçirdiğimiz her gün bizim aleyhimize işliyor.”

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın verilerine göre, 2019 yılı Eylül ayı sonu itibarıyla Türkiye’nin enerji kaynaklarının dağılımı yüzde 31,4’ü hidrolik enerji, yüzde 28,6’sı doğal gaz, yüzde 22,4’ü kömür, yüzde 8,1’i rüzgâr, yüzde 6,2’si güneş, yüzde 1,6’sı jeotermal ve yüzde 1,7’si diğer kaynaklar şeklinde.

Acilen fosil yakıtlardan uzaklaşılmalı. Kömür santraller emekliye ayrılmalı. Her gün aleyhimize işliyor

Şencan, bu verilerin değişken olduğunu vurgulayarak, nedenini şu sözlerle açıklıyor: “Hidrolik oranı yüzde 31 gibi görülebilir fakat bu oran kuraklık zamanında çok düşüyor. Düştüğü zaman da genelde doğalgazdan elektrik üretimi arttırılıyor. Rüzgâr ve güneşin ise oranları çok düşük. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın birkaç ay önce İklim Zirvesi’nde elektrik üretimini 2030’a kadar güneş enerjisinden 10 gigavat, rüzgar enerjisinden 16 gigavat kapasitesine çıkaracağını söyledi. Bunlar çok zayıf hedefler.”

Şencan’a göre kömürü ve doğalgaz bir an önce Türkiye’nin portfolyosundan çıkartılmalı, güneş kapasitesinin daha verimli kullanılmasına çalışılmalı. “Doğalgazda dışarıya bağımlıyız, çıkarılan kömür de ise hem rezerv olarak gittikçe azalmakta hem de çok kalitesiz kömür. Yakıldığı zaman çok fazla kirlilik yaratırken, fazla enerji yaratmıyor. Bu yüzden daha fazla miktarda yakılması gerekiyor. Doğalgazda dışarıya bağımlı olmak hem enerji güvenliği açısından risk, hem de daha fazla sera gazı emisyonu demek.”

Son 10 yılda giderek artan kuraklıkla barajlarda doluluk oranlarında su seviyesi önemli ölçüde azaldı. İSKİ’nin verilerine göre bundan en çok İstanbul etkilendi. Şehrin barajlardaki son 15 yıldaki doluluk oranı yüzde 19,79’a geriledi. Şencan, Türkiye’nin su politikasının olmadığının savunuyor. “Türkiye su kaynaklarına değer vermiyor. Sular çok vahşi bir şekilde harcanıyor,” diyor Şencan. “Baraj kurma stratejimizden tarımsal sulamaya kadar suyu çok hoyratça kullanıyoruz. Halbuki Türkiye çok su zengini bir ülke değil.”

Şencan, suyun daha tasarruflu kullanılmasını sağlayan yöntemlerin bir an önce uygulamaya geçmesi gerektiğini belirtiyor ve ekliyor: “Şehirlerde su tasarrufu teşvik edilmeli. Su geri dönüşüm tesislerine ağırlık verilmeli. Arıttığımız su denize gideceğine tekrar musluklarımıza geri gelebilir. Yağmur suyunun toplanması teşvik edilmeli. Şu anki su kaynaklarımızın bütünlüğü havza çapında korunmalı, havzalara inşaat yapılmamalı. Örneğin üçüncü havalimanının en büyük zararlarından biri o bölgedeki su havzasının zarar görmesi onun bütünlüğünü bozmasıydı.”

Türkiye’nin iklim haritası incelenmeli. İklim koşullarının hangi bölgede nasıl değişeceği saptanıp tarımsal bir plan oluşturulmalı

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Ulusal Su Planı 2020 verilerine göre, yüzde 74 ile en çok su tarım sektöründe harcanıyor. Şencan’a göre bu oranın azalması için öncelikle çiftçilerin yaygın olarak kullandığı ve ‘vahşi sulama’ adıyla da bilinen salma ya da kontrolsüz sulama yönteminin sonlanması gerekiyor. “Türkiye’nin iklim haritası incelenmeli. İklim koşullarının hangi bölgede nasıl değişeceği saptanıp genel bir tarımsal bir plan oluşturulmalı. Örneğin, çok su isteyen bir ürün Konya havzasında yetiştirilmemeli. Çiftçilere iklim değişikliğine uyum destekleri sağlanmalı,” diyor.

Kuraklık ayrıca çölleşme riskini de arttırıyor. Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin (TZOB) paylaştığı 2021 Mayıs ayı kuraklık raporuna göre, Türkiye’nin yüzde 22,5’i yüksek çölleşme, yüzde 50,9’u ise orta düzeyde çölleşme hassasiyetine sahip.

Tüm bu veriler artık iklim değişikliğinin etkilerini ne kadar yakından hissetmeye başladığımızın bir göstergesi. Şencan, iklim değişikliğinin sonuçlarını yakın gelecekte çok daha hızlı bir şekilde hissedebiliriz diye uyarıyor. “İklim adaptasyonu ve iklim uyumuna ağırlık vermemiz gerekiyor,” diyor. “Hem değişen koşullara hazırlamamız hem de iklim değişikliğinin geri çevrilmesi için mücadele etmemiz şart.”

“Dünyanın ekolojisi açısından ne olup bittiğine baktığınızda sanki frenleri olmayan bir otobüste yokuş aşağı gidiyormuşuz ve didişiyormuşuz gibi. Evrim tarihine ve insan toplumlarının, yok olmuş toplumların tarihine baktığınız zaman görüyoruz ki, aslında her şey için çok geç oluncaya kadar kimse bir şey değiştirmiyor.”

Arundhati Roy, Çekirgeleri Dinlemek

Tüketim alışkanlığı, kapitalizmin yıkıcılığı, sonunun felakete doğru gideceği apaçık teknolojik gelişmeler, uluslararası şirketlerin yeryüzünü öğüten makineler olması ve başlarındaki canavarların doymak bilmez hırsları, ekolojiye uyumlu olmayan kentleşme, konfor bağımlılığı derken bugün vardığımız nokta çeşitli kıyamet senaryoları. Öyle ki bu senaryolar edebiyattan sinemaya adeta bir sektör hâline geldi. Yeryüzü geri dönüşü olmayan bir yere doğru hızla sürüklenirken hemen her kuşağın bencil tesellisi, o korkunç senaryoyu kendi kuşağının görmeyeceğinden neredeyse emin olması.

Gelmekte olan felaketin adı konulmuş olsa da ağır çekim gelen tehlike çoğumuz için endişe verici bulunmuyor. Dünyanın her yerinden tek tek gelen haberlerin toplamının söylediği şeyin korkutucu gelmemesinin bir nedeni de henüz oturduğunuz eve ulaşan bir yangının olmaması. Kavurucu sıcağın kent olanakları içerisinde klimalı ev ve AVM’lerde deyim yerindeyse atlatılıyor olması. “İklim değişikliği” dünyanın boğuştuğu sorunlar arasında “şimdilik” ertelenebilecek bir sorun gibi görünüyor. Küresel ölçekte iklim değişikliğine ilişkin dünya politikaları da bu rahatlığa sırtını yaslıyor. Yaşanabilir bir gezegen için kömür, petrol ve doğalgazdan vazgeçmek demek birçok insan için “mağaralara mı dönelim?” gibi bir çıkarımla kapatılabilecek kesinlikte bir konu görünüyor.

KONDA Araştırma ve Danışmanlık Şirketi, “Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı 2019” anketi kapsamında, Türkiye’nin 29 iline bağlı 100 ilçenin 151 mahalle ve köyünde 2745 kişiyle yüz yüze görüşerek altı soru yöneltmişti. Bu sorulardan biri de “Türkiye iklim değişikliğinin etkilerini ne zaman hissedecek?” sorusu. Türkiye’de her iki kişiden biri, “iklim değişikliğinin etkilerini şimdiden hissediyoruz” derken, bu soruya “gelecek 10 yılda hissedeceğiz” diyenlerin oranı yüzde 12. Toplumun sadece yüzde 3’ü etkilerin hiç hissedilmeyeceğini düşünürken, yüzde 23’ü ise “bilmiyorum” yanıtı vermiş.

Oysa sıradan bir günün sıradan bir haber bülteni “Bilmiyorum” yanıtının geçersizliğini gözlere serecek kadar felaket ötesi haberlerle dolu.

Son 10 yılın ortalamasına göre yılda ortalama 2 bin 631 adet orman yangınında 9 bin 096 hektar ormanlık alan yanmışken, sadece 2020 yılında 3 bin 399 adet yangında 20 bin 971 hektar alan yandı

Türkiye 28-30 Temmuz tarihleri arasında 24 ilde 80’den fazla orman yangını gördü. Şaşırtıcı şekilde medyada yer bulan yangın haberlerinin geçmiş yıllardan farkı söndürülemeyecek kadar geniş bir alanda olmasıydı. Üstüne üstük yangınların bir kısmı Marmaris, Bodrum gibi tatil beldelerinde yaşandı. Sosyal medyaya düşen görüntüler arasında beach club’lerde müzik çalarken, yanan orman manzarası panoramik olacak şekilde kayda alındığı videolar bile vardı.

Yangınların tatil beldelerine yaklaşmasıyla söndürme çalışmalarındaki eksiklikler su yüzüne çıktı. | Fotoğraf: Anka Haber Ajansı

Ege’ye sıçrayan yangınlarda yaklaşık 15 bin hektar zeytinlik ve defne alanının yok olduğu açıklandı. Yangın nedeniyle binlerce hayvan ölürken; bazı köyler ile turistik tesisler boşaltıldı. Bu satırlar yazılırken halen ormanlar yanmaya devam ediyor, hayvanlar ölüyor.

Kıyılardaki yapılaşma kapanma kısılmaya neden olabilir

2018’de Yunanistan’da, Atina’nın da içinde bulunduğu Attiki bölgesinde yer alan Melissi, Kineta ve Mati’de çıkan yangın rüzgârın etkisiyle kısa sürede yerleşim bölgelerini sarmıştı. Yangında 170’e yakın insan yaralanmış, alevlerden kaçamayan 81 insan ölmüştü. Can pazarına dönüşen Atina’da balıkçılar, sahil güvenlik ve tatilciler 700’den fazla kişiyi teknelerle güvenli bölgelere taşımıştı. TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, Atina yakınlarında meydana gelen yangından sonra şu açıklamayı yapmıştı:

“Bu ihtimal, bize hiç de yabancı değildir. Atina’daki yangında ölümleri arttıran başlıca faktörlerden biri de aynı şekilde çok tanıdıktır. Can kayıpları ağırlıklı olarak, bir tatil beldesi olarak bilinen Mati’de gerçekleşmiştir. Burada gerçekleşen ölümlerin başlıca sebebi ise bölge sakinlerinin, bölgeye turist olarak gelenlerin yangından kaçış yolu bulamamaları, adeta kapana sıkışmalarıdır. Ülkede yapılan yorumlar, kaçış yolu bulunamamasının sebebinin kıyılardaki yoğun yapılaşma olduğu şeklindedir. Ülkemiz ile benzer bir şekilde Yunanistan’da da kıyı kesimleri yapılaşmaya ve dolayısıyla ranta açılmış, yangının kurbanları tek kaçış yolu olan denize ulaşmakta dâhi güçlük çekmiş, yanarak ya da dumandan boğularak yaşamlarını yitirmiştir. Yani bu felaket, ülkemiz için de önemli bir uyarı olmuştur.”

Orman Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanı Sabahattin Bilge, bu öngörünün gerçekleşmesini şaşırtıcı bulmuyor:

“Küresel iklim krizi bugün mü konuşuluyor? 10 senedir söyleniliyor. Eksiksiz bir şekilde ekiplerin hazır hâlde tutulması gerekiyor. Bizim ülkemizde sıcaklık ve rutubet ilişkisi son derece zayıf. Bundan sonra daha da kötü olacağını biliyoruz. Manavgat’ta yaşandı. Yangın yaşam alanına ulaştı. Teyakkuz durumunda olmaktan başka çare görünmüyor şu anda. Bu saatten sonra eğitilmiş ekip nereden bulacaksınız? Bu saatten sonra uçak olsa ne olur? Kara harekâtı zayıfsa, hava harekâtının hiçbir faydası olmaz. Yangın söndürmeyi yerden koordine etmek gerekiyor.”

Büyük orman yangınlarıyla ilgili yapılan birçok araştırma, iklim değişikliğinin ve artan sıcaklıkların etkisine dikkat çekiyor. Yangın havadaki oksijen, sıcaklık ve yakıt olarak adlandırılan orman tabanında bulunan otsu veya ince yanıcı materyallerin belli bir oranda bir araya gelerek yanma reaksiyonu vermesi ile başlıyor. Literatürde bu üç unsur “yangın üçgeni” olarak tarif ediliyor.

Yangın ekologları, Akdeniz ikliminin görüldüğü Akdeniz havzasında Haziran–Eylül arası tarihleri “yangın sezonu” olarak adlandırılıyor. Gelecekte çok sıcak iklim koşulları altında, yangın sezonlarının uzayacağı ve orman yangınlarının sayısında ciddi artışlar olacağı tahmin ediliyor.

Türkiye’deki orman yangınları Orman Genel Müdürlüğü (OGM) sayfasında yer alan “Orman Yangınları” segmentinden takip edilebiliyor. Buraya bakıldığında yangınların hemen hemen her yıl belirli sayıda olduğu gözüküyor. Orman Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre Türkiye’de; yıllık ortalama yanan alan miktarında ciddi bir azalma, buna karşılık yangın sayılarında ise büyük bir artış olduğu görülüyor. Nitekim son 10 yıl ortalamalarına göre yılda ortalama 2 bin 631 adet orman yangınında, yılda ortalama 9 bin 096 hektar ormanlık alan yanmışken, sadece 2020 yılında 3 bin 399 adet orman yangınında 20 bin 971 hektar ormanlık alan yangınlardan etkilenmiş.

Son 10 yıllık verilere göre Muğla 321, İzmir 276 ve Antalya 230 adet orman yangını ile yıllık ortalama en fazla yangın çıkan orman bölge müdürlükleri.| Fotoğraf: Anka Haber Ajansı

Son 10 yıllık verilere göre; Muğla 321, İzmir 276 ve Antalya 230 adet orman yangını ile yıllık ortalama en fazla yangın çıkan orman bölge müdürlükleri. Yıllık ortalama en fazla ormanlık alanın yandığı orman bölge müdürlükleri ise sırasıyla İzmir (bin 496 hektar), Kahramanmaraş (bin 389 hektar) ve Antalya (862 hektar). On yıllık (2011-2020) yangınların çıkış nedenleri değerlendirildiğinde; yangınların yüzde 31’inin ihmal ve dikkatsizlik, yüzde 6’sının kasıt, yüzde 5’inin kaza, yüzde 47’sinin nedeni bilinmeyen yangınlar olmak üzere yüzde 89’unun insan, %11’inin ise yıldırımdan kaynaklı olduğu belirlenmiş. Burada dikkat çeken husus şu: “Nedeni bilinmeyen yangınlar 2010 ve 2011 yıllarında yüzde 31 seviyelerinde iken, sayılarının giderek artması sonucu son on yıl ortalamasının yüzde 47 seviyelerine ulaşmasıdır.”

“A bölgesinde 10 yılda bir yangın çıkıyorsa ve insan faaliyetleri sonucunda burada yangınlar iki senede bire düşüyorsa, işte o zaman doğal yangın rejimi değişmiş oluyor”

Yangın ekoloğu İsmail Bekar, öncelikle “İrili ufaklı yangınlar zaten hep var. Yangın mevsimi bitmeden bu yıl daha fazla yangın çıkmış diyemeyiz” diyor.

Orman yangınlarının sık olarak görüldüğü Akdeniz ülkeleri arasında Portekiz, İspanya, İtalya, Yunanistan, ABD, Kanada ve elbette Türkiye gibi ülkeler yer alıyor.

Yangına bağımlı ekosistemler

Bekar, Akdeniz iklimi yaşayan bölgelerde yangınlar olabileceğini ve hatta bazı ekosistemlerin varlıklarını yangınlara borçlu olduğunu anlatıyor:

“Türkiye için Çanakkale’den Adana’ya kadar ulaşan kıyı kesimini Akdeniz ekosistemi olarak adlandırıyoruz. Dünyada Akdeniz ikliminin görüldüğü yerlerde belirli aralıklarla yangınlar çıkar. Kaliforniya buna çok net bir örnek. Keza Güney Avustralya, Güney Afrika’nın uç kısmı buralar Akdeniz ikliminin görüldüğü yerler. Biz bu bölgeleri ‘yangına bağımlı ekosistemler’ diye adlandırıyoruz. Bu ekosistemler varlıklarını yangına borçludur. Yüzbinlerce yıldır buna alışmış bir ekosistem var. Buradaki bitkiler yangına karşı çeşitli adaptasyonlar gerçekleştirmiştir. Mesela bazı tohumlar yangın sıcaklığına maruz kalıp bu sıcaklık sonrası çimlenmelerini artırıyorlar ya da çam kozalakları yangın sayesinde patlayarak içindeki tohumları fırlatıyor. Her ne kadar ana bitki ölmüş olsa da bir sonraki nesle kendini aktarabiliyor. Dünyanın yaşını düşündüğümde biz denizde damlayız. Bu yüzden yanan alana bakıldığında, burada artık orman bitti denilemez. Yanan alanlar geri gelecektir.”

İsmail Bekar

“Bir yangın alanına yapabileceğiniz en büyük kötülük gidip ağaç dikmenizdir. Tohumlara zarar veriyorsunuz, küldeki mineralleri yok ediyorsunuz”

Bekar, yangınlar sonrası ormanların kendi ekosistemlerini telafi edebildiklerini söylese de iklim değişikliğinin bir sonucu olarak şuna dikkat çekiyor:

“Sıcakların artması, yağışların azalması ortamı yangına daha eğilimli hale getiriyor. A bölgesinde her 10 yılda bir yangın çıkıyorsa ve insan faaliyetleri sonucunda burada yangınlar iki senede bire düşüyorsa, işte o zaman doğal yangın rejimi değişmiş oluyor. Bu kadar ani değişiklikler ekolojik felaketlerin başlaması demek.”

“Şunu da eklemek gerekir: Bir yangın alanına yapabileceğiniz en büyük kötülük, o yangın alanına gidip ağaç dikmenizdir. Çünkü oraya girdiğinizde tohumlara zarar veriyorsunuz, yangın sonrası ortaya çıkan küllerdeki mineralleri yok ediyorsunuz.”

Bu konudaki handikap ise şu: Anayasa’nın 169. maddesi yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilmesini hükme bağlıyor. Yangın ekoloğu İsmail Bekar’ın aktardığı bilimsel çalışmalar ise bunun en doğru yolunun ekosistemi kendi akışına bırakmak olduğunu gösteriyor.

Türkiye’deki orman yangınlarının daha çok denize sıfır konumdaki ormanlık alanlar olması dikkat çekici. Bu yüzden sıklıkla yangınların bilinçli çıkarıldığı düşünülüyor. Kaldı ki nerdeyse her yanan alana turistik tesislerin kısa süre içinde kondurulduğu bilinen bir gerçek. Örneğin son yangınlarda Bodrum, Güvercinlik Koyu’ndaki Titanik Hotel’in inşa edildiği alan 2007’de yanmıştı. Yanan alana inşa edilen hotele bu kez yangın ulaşmadı. Ancak drone uçaklarla çekilen görüntüler manidardı.

5 Temmuz 2007’de Güvercinlik mahallesinde 100 hektarlık Kızılçam ağaçlarının bulunduğu ormanlık alanda yangın meydana gelmiş, yangın sonucunda 250 hektar orman alanı ile 30 hektara yakın tarım arazisi ve zeytinlik yok olmuştu. Dönemin Muğla Orman Bölge Müdürü ve eski AKP Antalya Milletvekili İbrahim Aydın bu yangından sonra şunları söylemişti: “Ormanlık alanlar ve imar yerleri belli. Kesinlikle iddia ediyorum ki yanan yerler ne 2B kapsamında olacak ne de imara açılacak. Dışarıda söylenenlere itibar edilmesin. Yakın zamanda yanan yerleri temizleyeceğiz. Ekim ayında ilk yağmurlarla birlikte tohumlama ve fidan dikimi yaparak yeşillendireceğiz.” Ancak bu ifadelere rağmen yanan arazinin büyük bir bölümünde lüks oteller yapıldı. Bölgede yer alan La Blanche Island isimli otel 2012’de, Titanic Deluxe Bodrum 2016’da, Lujo Bodrum Hotel 2018’de açıldı.

Bütün kamu kuruluşları gibi THK da batırıldı

Aynı anda birçok yerde çıkan orman yangınları sonrası Tarım ve Orman Bakanı Pakdemirli, “envantermizde yangın söndürme uçağı yok” diye açıklama yaptı. Haliyle bu açıklama kamuoyunun tepkisine yol açtı. Çünkü aynı bakanın seyahatlerinde Cessna Citation VI tipi özel jet kullandığı biliniyor.

Uçak yoksa pilota niye ihtiyaç olsun? THK (Türk Hava Kurumu) Merkez Denetleme Kurulu Başkanı Bayram Duman, konuyla ilgili açıklama yapmak üzere bağlandığı Halk TV yayınında tam da bunu söyledi: “Bekleyen uçakları kullanabilecek pilot ve teknisyenler işten çıkarıldı!”

“Boeing 747 uçakların bir tanesini satsalar 20 tane yangın söndürme uçağı alabilirler.”

Yangınların sürdüğü sıralarda Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Gürün, yine Halk TV canlı yayınına bağlanarak THK’yı aradığını ve görüşecek yetkili bulamadığını söylemişti. THK Kayyım Heyeti Başkanı Cenap Aşçı, bu esnalarda nikâha gittiğini söyleyerek eleştirilere şöyle yanıt verdi: “Dün akşam itibariyle çocukluğuna şahit olduğumuz bir hanım kızımızın nikâhı vardı, gittik, biz nikâh bitiminde ayrıldık. Şu hassasiyet bizde vardır, şehitlerimizin, orman yangının olduğu gün bizim eğlenmemiz mümkün değil. Gittik kendilerine mutluluklar diledik, hemen ayrıldık, geldik işimizin başındayız. Vatandaşımızda, şöyle bir beklenti var THK Başkanı dahil herkes yangın çıktığında yangına koşturacak, orada bulunacak diye. Bu işin asıl vazifesi olan yer Orman Genel Müdürlüğü.”

Orman yangınlarındaki çaresizlik öyle bir hal aldı ki, Manavgat Belediye Başkanı Şükrü Sözen’in “Kimse telefonumu açmıyor” diyerek yere yığıldığı dramatik fotoğraf sosyal medyada hızlıca yayıldı.

Sabiha Gökçen’de Pegasus’a ait uçağın pistten çıktığı kaza sonrası açıklamaları nedeniyle işinden atılan pilot Bahadır Altan, THK’nun geldiği noktayı şu sözlerle anlatıyor: “THK’nun batırılması bilinçli bir çaba sonucu oldu. Bütün kamuya ait kuruluşlar nasıl özelleştirme süreciyle batırıldıysa bu kurum da öyle batırıldı. Türkiye’nin bir orman yangını bölgesi olduğu gerçeğini hiç düşünmeyen bir iktidarın ihmalinin bir sonucu bu yaşananlar. İtibar için milyon dolarlık uçaklar saklayan iktidar, hem de bunu söyleyen bir Cumhurbaşkanı var. Yangın söndürme için dışardan yardım alacak duruma gelmesi kadar kötü bir itibarsızlık olabilir mi?”

Bahadır Altan

“Boeing 747 uçakların bir tanesini satsalar 20 tane yangın söndürme uçağı alabilirler. Helikopter alevlere sanki bir kova su atıyormuş gibi bir görev görür. Uçak ise bunun on mislini alevlerin üzerine adeta bir yorgan gibi serer. Helikopterin ikinci dezavantajı fazla alçaldığı zaman yangına körük vazifesi görebilmesi. Fazla alçalamadığı için yukardan attığı su buharlaşabiliyor.”

“Hava Kuvvetleri’nin elinde bir sürü uçak var. C130, C160 nakliye uçakları yangın söndürmede önceden de kullanıldı. İçerlerine su tankları yerleştirilebiliyor ve yangına müdahale uçağı haline getirilebiliyor. Türkiye’deki iktidar bunu yapmıyor.”

“Uçakların sürekli uçulabilir sertifikaları var. THK’na kayyum atıldığında bunlar durduruldu. Hangarda bekleyen uçağın beklemesi de bir maliyettir. Bakım gibi bazı maliyetleri var. THK bunları karşılamayacak durumda ya da karşılamıyor. Pilotlarına da ihtiyaç duymadıkları için işten çıkarıldılar. THK’na kayyum atanması, tek adam rejiminin bir sonucu. Halbuki özerk yapılar bunlar. Son THK Başkanlığı yapan, Balyoz davasında hapis yatmış Ahmet Bertan Nogaylaroğlu çok iyi bir ekip kurmuş ve çok güzel adımlar atıyordu. Sonra bu ekipler tasviye edildi.”

Yangın söndürme araçları çıkan yangınlara karşı çok yetersiz kaldı, itfaiyecilere çoğu zaman yurttaşlar yardım etti. | Fotoğraf: Anka Haber Ajansı

Orman mühendisi Cihan Erdönmez, Haziran ayı başında Yeşil Gazete’de Türkiye’de artacak orman yangınlarına dikkat çekmiş ve orman mühendisinden orman işçisine kadar Orman Genel Müdürlüğü’nde (OGM) yoğun bir şekilde hissedilen personel yetersizliğinin çözülmesi gerektiğini ifade etmişti.

Bu yazıda Ormancılar Derneği’nin açıklamasına yer verilmişti. Derneğin açıklamasında, orman yangınlarıyla mücadele eden orman muhafaza memurları ve yangın işçilerinin eğitimi için hâlihazırda sadece Antalya’da bulunan Uluslararası Ormancılık Eğitim Merkezi’nin kullanıldığı yazıyor. Tek başına Antalya’daki eğitim merkezinin yetersiz kaldığına vurgu yapılıyor.

“Bingöl, Lice ve Dicle’de yangınlar devam ediyor. Burada da ekipman yetersizliği mevcut ama zaten müdahale etme niyeti yok”

Personel yetersiz kaldığı için çıkan orman yangınlarında birçok insan yangın söndürme ekiplerine gönüllü olarak destek verdi. Marmaris’teki yangına motoruyla su taşıyarak destek veren 25 yaşındaki Şahin Akdemir ise alevlerin arasında kaldığı için öldü. Akdemir, devlet imkânları kullanılmadığı için ölen sayısız insandan birisi. Yine Manavgat’ta yangına müdahale ekibinde yer alan dört yangın işçisi alevlerin arasında kaldı ve ikisi kurtarılamadı.

Orman Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanı Sabahattin Bilge, erken müdahalenin çok önemli olduğunu hatırlatarak bilhassa orman devriyelerinin artırılması gerektiğini söylüyor.

Dünyanın bazı yerlerinde ise artan orman yangınları söndürmede yetersiz kalındığı için kölelik düzenini aratmayacak uygulamalara geçilmiş durumda Kaliforniya’da yeterli sayıda itfaiyeci bulunmadığı ve mali kaynak olmadığı için saati 1 dolar karşılığında mahkûmlar çalıştırılıyor.

Batı konuşuluyor, burası konuşulmuyorsa artık bunu dillendirmeye gerek yok

Türkiye’nin doğusunda yaşanan orman yangınlarına ise müdahale edilmediği biliniyor. Bir diğer konu ise buradaki yangınların ülkenin gündemine hiç girmiyor oluşu. Tarım Orkam-Sen Diyarbakır Şube Başkanı Nasır Demirkıran bu durumu şöyle anlatıyor: “Şu an konuştuğumuz sıralarda Bingöl, Lice ve Dicle’de yangınlar devam ediyor. Burada da ekipman yetersizliği mevcut ama zaten müdahale etme niyeti yok. Güvenlik sebebiyle de müdahale kısıtlı bir şekilde yapılıyor. Yani 20 saat yandıktan sonra kontrol altına aldık deniliyor. Bazı bölgelerin uzun yıllardır bilerek yakıldığı iddiası da bulunuyor. Diğer taraftan burada devamlı olarak kesim yapılıyor. Şırnak Cudi tarafında örneğin…”

Demirkıran, son iki yıldır yangınların arttığını belirtiyor. Buna bir neden askerî operasyonların olduğunu ekliyor.

“Vicdana sahip olan insan baktığı zaman her tarafta ekolojik tahribatın olduğunu anlar. Batı konuşuluyor, burası konuşulmuyorsa bunu artık çok dillendirmeye de gerek yok. Burada sadece orman alanlarına tahribat yok. Mardin bölgesinde açılan gübre fabrikalarından, siyanürle altın aramaya, Hasankeyf’ten balık ölümlerine kadar gündeme getirmeye çalıştık ama olmadı.”

Bu yazıyı yazdığım sıralarda sahte sosyal medya hesaplarından, yangınları Kürtlerin çıkardığı haberleri yayılmaya başlandı. Körüklenen ırkçılık, orman yangınlarını hayli hayli ikinci plana itecek trajik olaylara umarım neden olmaz.

İklim değişikliği, hemen bütün ülkeleri ilgilendiren bir dert olsa da her ülke kendi meşrebine, yönetimdeki becerilerine göre sonuçlarını farklı yaşayacak gibi duruyor. Görünen o ki, Türkiye açısından durum epey zor…

Yıllardır Meclis’te görüşülen, hak savunucuların ısrarla yürürlüğe girmesini talep ettiği Hayvanları Koruma Kanunu teklifi nihayet onaylandı. Ancak yeni yasa, hazırlık aşamasında bu alanda bilgi ve birikim sahibi tüm paydaşların sundukları görüş ve katkılar göz ardı edilmişçesine beklentilerin son derece altında kaldı. Taslak aşamasında ve komisyonda hayvan hakları savunucularına açılmadan çıkarılan yasanın, mevcut hâliyle sorunları çözmek yerine başka pek çok soruna yol açabileceği düşünülüyor.

Hayvan hakları savunucuları kanunda kayda değer hiçbir ilerleme olmadığını vurgulamakla birlikte, hayvanlar vasıtasıyla ticarî kâr sağlayan kurumlara tanıdığı imtiyazdan dolayı çalışmayı yürüten milletvekillerine ve hükümete büyük tepki duyuyorlar. Özellikle hayvanlara yönelik şiddet ve cinsel suçlarda ciddi bir gerileme olduğunun altını çiziyorlar.

“Hayvanları Koruma Kanunu ile Türk Ceza Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” hayvan hakları savunucularının ve muhalefetin tüm itirazlarına rağmen 9 Temmuz 2021 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda kabul edildi. 14 Temmuz 2021’de Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 19 maddelik yasayla birlikte bir hayvana şiddet, işkence veya tecavüz durumunda dava açma hakkı hayvan hakları savunucularının elinden alındı. Tek şikâyet hakkı tarım müdürüne verildi. Hayvanlar üzerinden deneysel çalışmalar yapılmasına yasal dayanak sağlayan ifadelerin yer aldığı yasada, özel hayvanat bahçesi açma hakkına da izin verildi.

İçeriği ve uygulanabilirliği açısından birçok soru işareti barındıran yasadaki eksiklikleri ve olması gerekenleri hayvan hakları aktivisti Özge Özgüner, Hayvan Hakları İzleme Komitesi’nden (HAKİM) Avukat Zeynep Betül Koçaklı, ve Hayvanları Koruma Kurtarma ve Yaşatma Derneği (HAYKURDER) Başkanı Erman Paçalı değerlendirdi.

Özge Özgüner

Yine ‘hayvanseverlere müjde!’ olarak yansıtılan bir algı operasyonu ile karşı karşıyayız

Hayvan hakları aktivisti Özge Özgüner’e göre çıkarılan yasa “yeni” değil. 2004 yılından beri yürürlükte olan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda ve Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) yapılan, hak savunucuları tarafından eleştirilen birtakım değişiklikler içeriyor. Özgüner, Meclis’te onaylanan yasadaki sorunun yetersizliğinden öte, ortaya koyduğu bakış açısında yattığını söylüyor: “Yasa şu hâliyle bırakın hayvanların haklarından bahsetmeyi, insan çıkarını her şeyin üzerine koyan, insan ve hayvan haklarını birbiriyle karşıt noktalara koyarak hayvan haklarını görünmez kılan ve dolayısıyla suça teşvik eden bir yasa.”

2019’da TBMM Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu kurulduğunu belirten Özgüner, aylarca süren çalışmaların ardından hayvan hakları örgütlerin dinlenerek hayvanların lehine tavsiyeler içeren, meclisteki beş partinin de üzerine uzlaştığı bir rapor hazırlanıp Meclis’e sunulduğunu hatırlatıyor. “Bu raporun içeriğinin tam anlamıyla hayvanların haklarını koruduğunu söyleyemeyiz ama mücadeleyi ileriye taşıyacak olması bakımından önemliydi,” diyor Özgüner. Raporda hayvan haklarında önemli eşiklerin aşılmasını sağlayacak uygulamaların hayata geçirilmesi söz konusu olduğunu söylüyor: “Hayvanların duygulu varlıklar olarak tanınmasını, birçok hayvan esarethanesinin kapatılmasını, şiddet uygulayan faillere hapis cezası verilmesini, hayvan terk edenlere, görevini ihlal eden belediyelere caydırıcı yaptırımların uygulanmasını tavsiye ediyordu. Biz de bu rapordan geri adım atılmaması yönünde aylarca mücadele yürüttük. On yıldan fazla süredir bu yasanın değişmesi gündemde. O zamandan beri hayvanlar için katliam anlamına gelen yasa tasarılarını defalarca geçirmeye çalıştılar. Yine ‘hayvanseverlere müjde!’ olarak yansıtılan bir algı operasyonu ile karşı karşıyayız.”

Yasanın adının ‘Hayvan Hakları Yasası’ olarak değiştirilmesi gündemdeydi. Ancak son anda bundan da geri dönüldü. Özgüner’e göre bu durum şaşırtıcı değil: “Biliyorlar ki, ‘hayvan hakları’ dediklerinde bunun bütün hayvanları kapsaması gerekecek, insan merkezci, hayvan sömürüsü üzerine kurulu bu düzen sarsılacak. Özellikle an akım medya bu algı operasyonunu yasanın meclisten geçmesinin gündemde olduğu son aylarda hız kesmeden sürdürdü. Sokak köpeklerini düşman ilan eden, acilen toplatılmalarını salık veren haberler yaptılar. Hayvanlar üzerinden para kazanan insanlar lobicilik yaptı, iktidarın ayakta kalması için yandaşlarının hayvan pazarlarına dokunulmadı. Bazı köşe yazarları iktidarı uyardı.” Medyanın da seferber edilmesiyle beraber büyük kazanımlar getirmesi beklenen bir yasa çalışması, çıkar gruplarının baskısı altında ciddi hak ihlallerine yol açacak bir şekilde yürürlüğe girdi. “Aylardır nasıl ki ‘İstanbul Sözleşmesi ile aile değerlerimizden olduk, aile kavramı sarsıldı, hayvan hakları yasası geçerse insanlığımızdan olacağız’ şeklinde tehlikenin boyutuna yüce insanlık adına dikkat çektiler. İnsanın hayvandan üstün olduğunu her fırsatta vurgulayan, hayvanların yaşadığı acıyı insanlarınkiyle kıyaslayarak önemsizleştiren, gözlerini kapamayı tercih eden bu insanlar yüzünden şu an hayvan hakları konusunda bu yasa ile bir adım ileriye gidemedik,” diyor Özgüner.

Zeynep Betül Koçaklı

Uygulamada failler hapis yatmayacak; üst sınırın üç yıla sabitlenmesinin sebebi de bu

Avukat Zeynep Betül Koçaklı, “sahipli” ve “sahipsiz” hayvan tanımının ortadan kaldırılması gerektiği halde bunun tam tersi bir tutum sergilendiğini söylüyor. Bunun sonucunda, yasanın uygulamasında hayvan savunucuları açısından ciddi erozyonlar söz konusu: “Sokakta yaşayan hayvanların zarar gördüğü ihtimallerde, suçüstü durumu yoksa vatandaşın şikâyet hakkı tamamen elinden alındı. Olayla ilgili soruşturma açılabilmesi, yani şikâyet hakkı yalnızca Tarım ve Orman Bakanlığının il ve ilçe müdürlüklerine verildi. Maalesef bu tutumla sokakta yaşayan hayvanlar hakkında herhangi bir olumlu ilerleme olmadığı gibi, şikâyet konusundaki insiyatif tamamen Tarım ve Orman Bakanlıkları İl ve ilçe Müdürlüklerine bırakıldı.”

Koçaklı, hayvanat bahçeleri ve yunus parkları için ise sadece şeklen düzenleme yapıldığını belirtiyor. Burada da işletmecilere tanınan çok ciddi tavizler var. “Doğal yaşam parkı’ adı altında hayvanlar daha geniş alanlarda insanların ‘hafta sonu etkinliklerine’ hizmet edecekleri şekilde hapis edilmeye devam edilecekler. Bizler en başından beri, hayvanların ne hayvanat bahçeleri ne de doğal yaşam parkı adı verilen nispeten daha refahçı görünen bu yerlerde hapis olarak tutulmasına karşı olduğumuzu söylemeye devam ediyoruz,” diyor Koçaklı. Yunus parklarıyla ilgili ise mevcut parkların on yıl içerisinde kapatılması ve yeni parkların kurulamayacağı hüküm altına alınırken, Koçaklı bu kez de kısıtlamaların hiçbir caydırıcılık içermediğini belirtiyor: “Bu yerlerin yeni yunus almaları, belirlenen süre içerisinde yunus parkını kapatmamaları veya yeni parkların kurulması hâlinde yasada öngörülen ceza yalnızca 25 bin TL. Bu tutar, kazancın yanında çok bir şey ifade etmediğinden, yunusları köleleştirenler nezdinde cezadan ziyade ancak mali bir yükümlülük niteliğinde.”

Koçaklı, yasada hayvan sirklerinin açılmayacağı yönünde yapılan düzenlemenin ise hayvan haklarına ilgisi bulunan insanların olumlu tepkilerini almak için konulduğunu ifade ediyor. “Türkiye’de zaten hayvan sirki bulunmuyor. Yurt dışından gelecek hayvan sirklerinin önü kapatılmadığı sürece bu değişikliğin boş bir düzenleme olduğunu söyleyebiliriz,” diyor Koçaklı.

Caydırıcılık eksikliği bakımından bir diğer unsur ise hapis cezaları. Koçaklı, basına yansıyan haberlerin halkı yanlış bilgilendirdiği görüşünde, zira üç yılın altındaki cezalar ertelendiğinden ötürü, ceza alanların hapse girmeleri aslında söz konusu bile değil. Yasada öngörülen cezalar şu şekilde:

– Nesli tehlike altında olan bir hayvanı öldürmek için bir yıl ila beş yıl;
– Bir hayvan neslini yok etmek için beş yıl ila 10 yıl;
– Hayvan öldürmek için altı ay ila dört yıl;
– Hayvanlara tecavüz ve işkence için altı ay ila üç yıl;
– Hayvan dövüştürme (“geleneksel” diye tabir edilenler dışında) için üç ay ila iki yıl hapis cezası.

Türkiye’de üç yılın altındaki cezaların ertelenecek olmasından dolayı “hapis cezası” öngörüldüğü şeklindeki ifadelerin büyük ölçüde gerçeği çarpıttığını söyleyen Koçaklı “uygulamada failler hapis yatmayacak. Zaten üst sınırın üç yıla sabitlenmesinin sebebi de bu. Ne eksik ne fazla olacak şekilde yeni infaz düzenlemesine göre cezaevine girilmeyecek nitelikte bir üst sınır belirlenmiş,” ifadelerini kullanıyor.

“Kısırlaştırma bahanesiyle öldürülmelerine yol açabilir”

Yasada bakımevleri açısından da birtakım yükümlülükler getiriliyor. Yasaya göre, büyükşehir belediyeleri, il belediyeleri ve nüfusu 25 bini aşan büyükşehir ilçe belediyeleri ile diğer belediyeler, sahipsiz veya güçten düşmüş ya da tehlike arz eden hayvanların korunması ve bakımının yapılması ile rehabilitasyonunun sağlanması için hayvan bakımevleri kuracak. Bu hayvanlar, ilgili belediyeler tarafından hayvan bakımevine götürülecek. Hayvan bakımevi kurma zorunluluğu olmayan belediyeler ise sorumluluk alanındaki bu hayvanları en yakın hayvan bakımevine götürecek.

Böyle bir düzenleme hiçbir sağlık sıkıntısı olmayan, sokakta yaşayan hayvanların toplanarak tedavi / kısırlaştırma bahanesiyle öldürülmelerine yol açabilecek

Koçaklı bu düzenlemeyi ise şu şekilde değerlendiriyor: “Belediyelere getirilen sorumlulukların yeni olduğundan bahsedilemez, bu sorumlulukları zaten vardı. Getirilmesi gereken düzenleme ise mevcut durumda var olan denetimsizliği ve belediyelerin bu sorumluluklarından kurtulmak adına gerçekleştirdiği hayvan hakkı ihlallerini engelleyici düzenlemeler getirmek, belediyeleri de suç kapsamına almaktı. Özellikle ‘tedavi maksatlı olmayan müdahaleler’ akla sokakta yaşayan hayvanların yaşam haklarının ihlali niteliğindeki eylemler mi aklanmaya çalışacak sorusunu getiriyor. Böyle bir düzenleme tedavi adı altında hiçbir sağlık sıkıntısı olmayan, sokakta yaşayan hayvanların toplanarak tedavi/kısırlaştırma bahanesiyle öldürülmelerine yol açabilecek. Bu ve bunun gibi yaşanan ihlalleri bilen, yakından gözlemleyebilen hak savunucularını kandırmaktan çok uzak.”

Yasa, nüfusu 25 binin üzerinde olan yerlerde geçiçi rehabilitasyon merkezi kurulmasını zorunlu kılıyor. Nüfusu 25 binin altındaki bölgelerde ise tedaviye ihtiyacı olan hayvanlar en yakın bakımevine gönderilecek. Oysa Koçaklı’ya göre bakımevi kurma şartı hayvan popülasyonuna göre belirlenmeli. İnsan nüfusunun fazla olduğu yerlerde hayvan sayısı daha az. Oysa dağ başları, çöplükler, otoyol kenarları ve köyler insanlar ve belediyeler tarafından atılan hayvanlar ile dolu. Koçaklı, sorumlulukların nüfusa göre dağıtılmasındaki bazı risklere işaret ediyor: “Belediyelerin sınırları içindeki hayvan sayısını azaltarak sorumluluklarını da azaltma yönündeki düşünceleri sebebiyle süregelen eylemleri artacak; birbirlerinin sınırlarına, ya da hayvanların ölmesi amacıyla bırakıldıkları yerlere daha çok bırakılmaya başlanacaklar.”

“Fiili cezasızlık devam ediyor”

Hayvanları Koruma Kurtarma ve Yaşatma Derneği (HAYKURDER) Başkanı Erman Paçalı yasa teklifinin hazırlanış sürecini “yangından mal kaçırır gibi yasa çıkarttılar” sözleriyle özetliyor. Paçalı, gerek baroların gerekse STK’ların yasa teklifine ciddi itirazlarda bulunduklarını söylüyor. Ancak Tarım Komisyonu’nda yaşanan şiddetli tartışmalar ve tüm itirazlara rağmen talep edilen düzeltmeler yapılmadan yasa Genel Kurula getirilerek oylandı ve kabul edilerek kanunlaştı. “Oldu bittiye getirdiler çünkü içeriği kamuoyunda tartışıldıkça nasıl bir aldatmaca olduğu daha görünür hale gelerek tepki çekecekti. O sebeple yasayı olumlu bir yasa algısı yaratacak söylemlerle tanıtıp kamuoyu durumu fark edene kadar apar topar kanunlaştırdılar,” diyor Paçalı.

Erman Paçalı

Hayvanlar pet-shop’larda vitrinde sergilenemeyecek ancak kataloglardan mobilya seçer gibi kedi köpek seçtirtip satışa devam edecekler

Paçalı, kanunun mevcut haliyle hayvan hakları savunucularının talep ettiği birçok düzenlemeyi içermediğine dikkat çekiyor. “Yasada hayatî riskler içeren düzenlemeler var. Hapis cezası var deniliyor, oysa bu büyük bir aldatmacadan ibaret. En tartışmalı konulardan biri buydu. Ceza alt sınırları infaz yasasına takılmayacak şekilde düzenlensin istedik ama kabul etmediler. O halde cezalara ertelenemez şerhi konulsun kanunda önerisi getirdik, o da olmadı. Verilen tüm cezalar infaz yasası nedeni ile yatar sınırın altında ne yazık ki,” diyor. Paçalı, caydırıcılığın bu denli sınırlı olduğu yasanın somut değişikliklere yol açacağı konusunda kuşkulu: “Hayvana tecavüz edenin, dövüştürenin, işkence edenin, öldürenin bir tek gün girip yatmayacağı bir yasal düzenleme ile kimi nasıl hapse atıp nasıl cezalandıracaksınız? Neresi caydırıcı bu düzenlemenin? Bu muydu beklenen yıllardır? Kâğıt üzerinde verilen ama uygulanamayan hapis cezalarını topluma cezasızlık son bulacak yalanıyla alkışlattılar. Oysa fiili cezasızlık devam ediyor.”

Pet-shop’larda hayvan satışlarıyla ilgili düzenlemeye ilişkin de getirilen kısıtlamalar Paçalı’ya göre göz boyamadan ibaret, zira sorunun kaynağını çözmekten imtina edilmiş. “Yaygın basında bu aldatıcı düzenleme artık hayvanlar mal gibi alınıp satılmayacak algısıyla servis edildi. Oysa yeni düzenleme çok daha berbat. Hayvanlar artık pet-shop’larda vitrinde sergilenemeyecek ancak mobilya seçer gibi kataloglardan kedi köpek seçtirtip satışa devam edecekler,” diyor Paçalı. Bu anlamda aslında değişen hiçbir şey olmadığını vurguluyor. “Üretim merkezlerinde fabrika gibi üretim devam edecek, katalogdan satış dönemi başladı. Bu teklif işkenceyi devam ettirip görünmez kılmayı hedefliyor sadece.”

Hayvan hakları savunucularının üzerinde özellikle durdukları konulardan biri de türcü ifadeler. Paçalı, yasada kullanılan “yasak ırk” kavramının  son derece aldatıcı olduğunu belirtiyor. Oysa yasa teklifi hazırlanırken çalışma bu tanımın kaldırılacağı belirtilmiş. “Yasa hazırlık sürecinde aylarca tartıştık bu konuyu. Komisyon raporuna yansıdı. Ama yapılan düzenleme tüm bu önerilerin uzağında ve tam bir fiyasko. Çenesi güçlü hayvanları silah olarak kullanan, agresif yetiştirenlerin kulağını bile çekmeyen yasa yine istismarcıdan yana oldu, binlerce hayvanı ölüme sürgün etmeyi tercih etti. Bu ırklara mensup hayvanlardan son derece uysal yetişmiş, hiç tehlike arz etmeyenler var.”

Paçalı, söz konusu yaklaşımın “bir katliam hazırlığı” ile eşdeğer olduğunu söylüyor. “Bir ırkı yasaklamak nasıl bir iş bilmezliktir. Üstelik eski yasada bu ırkların hangileri olduğu açıkça belliyken yeni yasadan bu ırkların hangileri olduğu çıkartıldı, bunu belirleme yetkisi de bakanlığa bırakıldı. Kapsamı genişletmek istiyorlar. Bakanlık canının istediğini yasak ilan edecek,” diyor. Oysa, Paçalı’ya göre en makûl çözüm önerisi ruhsatlandırma ve sorumluluğu sahibine yüklemekti. Komisyonda da böyle bir uygulama getirilmesi konusunda herkesin hemfikir olduğunu belirtiyor. Yasak ve uygulanma şekli ise yasanın ruhuyla bir çelişki yaratıyor: “Daha da ileriye gitmek, mevcut yasadaki yasak tanımına ‘beslenmesi’ kelimesini eklemek akla zarar bir yaklaşım. Kanun güya hayvanları korumayı amaçlıyor ama hayvanları koruma kanunu bir canlının en temel ihtiyacı olan ‘beslenme’ ihtiyacının karşılanmasını yasaklıyor. Açlıktan ölsün istiyor.”

Hayvan hakları savunucuları eski yasadaki işkence, eziyet ve kötü muamele yasaklarının olduğu bölümle ilgili yapılan düzenlemeden de şikâyetçi. Küçücük bir ifade değişikliğinin dahi arkasında ciddi bir hukuki zemin oluşturma kaygısı olduğunu vurguluyor Paçalı ve şöyle devam ediyor: “Mevcut kanunun Madde 14 (a) bendinde yazılı olan ‘acımasız ve zalimce işlem yapmak’ ve (j) bendinde yer alan ‘işkence’ ibaresi madde metninden çıkartıldı ve yerlerine ‘muamelede bulunmak’ ibaresi eklendi. Bu hiç de masum bir değişiklik değil. Bu düzenleme deneysel çalışmalarda sokak hayvanları üzerinde bilinci açık iken, diri diri kesiler, kimyasallara maruz bırakma, yanıklar oluşturma, kırıklar oluşturma, açlık, korku gibi yüksek fiziksel ve psikolojik işkenceleri serbest hâle getirmeyi amaçlıyor.” Hukukî açıdan bu mümkün mü? Paçalı’ya göre evet. “Kelime anlamı bakımından ‘muamele’ bir davranışı, ‘işlem’ ise bir uygulamayı ifade eder. İşlem kelimesini kaldırıp yerine muamele kelimesini getirdiğinizde deneysel çalışmalarda yapılan işlemler cezalandırılamaz hâle geliyor. Hayvanları Koruma Kanunu diye teklif edilen şu rezilliğe bakar mısınız?”

Yaklaşık on yıldır beklenen, bir o kadar süredir tartışılan Hayvanları Koruma Yasası’nı hazırlayan yetkililer ve milletvekilleri hak savunucularının bütün beklentilerini boşa çıkardı. Bu yıllarda hayvan hakları savunuculuğu alanında odağına doğayı ve tüm canlıları alan yaklaşımların yaygınlaştığı bir çağda, Türkiye’de siyasetçiler Hayvan Hakları Yasası adı altında hayvanların yaşama haklarını tamamen garanti altına alan bir bakış açısını benimsemenin çok uzağında. Hayvan hakları savunucuları açısından mücadele yeniden başlıyor, bu sefer yeni yasanın yol açacağı hasarı azaltmak ve yakın gelecekte düzeltilmesini sağlamak için.

İnsan kaynaklı küresel ısınma ve iklim değişikliğinin sonuçlarından olan sıcak hava dalgaları ve aşırı hava olayları, yaz mevsimine geçilmesiyle başta Kanada ve ABD’nin batı kesimleri olmak üzere kuzey yarımküreden gelen haberlerle kendini somut bir şekilde göstermeye devam ediyor.

Türkiye’de ise özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde son günlerde aşırı sıcaklar yaşanıyor.

Fotoğraf: Reuters

Kanada

Geçtiğimiz hafta Kanada’nın British Columbia eyaletini etkisi altına alan sıcak hava dalgası sonucu şu ana kadar 500’den fazla kişinin ölümüne yol açtı. Bölgede ayrıca 180 orman yangını kaydedildi. Lytton köyünde kaydedilen 49.6 santigratlık sıcaklık, Kanada’da şimdiye kadar kayıtlara geçen en yüksek sıcaklık oldu.

Kanada’da daha önce ölçülen en yüksek sıcaklık 1937’de 45 santigrat ile yaşanmıştı.

 

Oregon’da yaşayanlar soğuk hava merkezinde yatıyor. Fotoğraf: AFP

ABD (Batı yakası)

ABD’nin batı yakasını etkileyen sıcak hava dalgası bölgede çok sayıda orman yangınına yol açtı. Batı eyaletlerinde 54 dereceye varan sıcaklar yaşanıyor.

Geçtiğimiz haftasonunda ABD’nin batı yakasında, Kaliforniya eyaletinde ulusal park statüsünde olan Ölüm Vadisi (Death Valley) bölgesinde sıcaklık 54 derece olarak ölçüldü. Bu ölçümün dünya üzerinde şu ana kadar ölçülmüş en yüksek ortam sıcaklığı olarak kayda geçebileceği söyleniyor. Güney Kaliforniya’da Palm Springs Cumartesi günü 48.8 dereceyi görürken, Las Vegas 47.2 derece ile yine bugüne kadarki en sıcak gününü yaşadı.

Kaliforniya ve Oregon eyaletlerinde ise orman yangınları sürüyor. The Beckwourth Complex ismi verilen Kaliforniya’daki bu yılın en büyük orman yangını Pazartesi sabahı itibariyle 362 kilometre karelik alanı etkisi altına almış durumda olduğu bildirildi. Oregon’da Bootleg Fire ismiyle anılan yangın ise 620 kilometre kareden fazla bir alana yayılmış durumda.

New York’ta sıcaklık Temmuz başında 42 dereceyi buldu. Fotoğraf: Roberto Vivancos

ABD (Doğu yakası)

Aşırı sıcaklar ABD’nin doğu yakasında yer alan New York’ta eyaletini de etkiledi. Temmuz ayı başında aşırı sıcaklardan etkilenen New York’ta on binlerce kişi elektriksiz kaldı. New York Belediye Başkanı Bill de Blasio, halka “İhtiyacınız yoksa ışıkları bile kapatın” duyurusu yaptı.

Kentin merkezi olarak kabul edilen Central Park’ta 37 santigrat dereceye kadar yükseldiği açıklandı. Kentin bazı bölgelerinde hissedilen hava sıcaklığının 42 santigrat dereceye kadar yükseldiği de belirtildi. Bu sıcaklığın en son 2013’te yaşandığı kaydedildi.

Fas’ta 11 Temmuz günü sıcak 50 santigrat dereceyi buldu. Fotoğraf: Nicolas Postiglioni

Avrupa – Kuzey Afrika

İspanya’nın güneydoğusunda Murcia’da pazar günü sıcaklık 44 dereceye ulaşırken, Fas’ta da sıcaklıkların 50 dereceyi bulduğu bildirildi.

Moskova, Fotoğraf: Nikita Ermilov

Rusya

Rusya’nın başkenti Moskova ise 23 Haziran’da sıcaklığın 34.7’ye çıkmasıyla en sıcak gününü yaşadı. Sıcak hava dalgası tüm ülkeyi etkisi altına aldı. Temmuz başında Sibirya’da bir kasabada sıcaklığın 37 dereceye kadar ulaşmasıyla da son 120 yılın en sıcak günlerini yaşadı.

Temsili – Norveç, Saltdal – Fotoğraf: Unknown

İskandinavya

Finlandiya’nın Kuzey Kutup Dairesinde bulunan Laponya bölgesinde bulunan Utsjoki-Kevo istasyonunda ise 107 yıl sonra sıcaklık rekoru kırıldı. Bölge, Temmuz ayı başında 0.9 santigrat derece daha düşük ısıya ulaşarak 33.7  dereceyi gördü. Ülkede en son, Temmuz 1914’te Laponya’daki Inari Thule bölgesinde 34.7 santigratlık sıcaklık, bilinen en yüksek değer olarak kayıtlara geçmişti.

Norveç ve İsveç’in de kuzey kesimleri de sıcak hava dalgasından etkileniyor. Norveç’in Nordland ilçesinde yer alan  Saltdal bölgesinde de Temmuz başı sıcaklık 34 santigrat dereceye kadar çıktı.

Via Pixabay

Antartika Bölgesi

Antartika Bölgesi’nde ise, Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO) 1 Temmuz’da yaptığı açıklamaya göre sıcaklık 18.3 santigrat dereceye ulaştı. Mart 2015’te bir önceki en yüksek 17.5 santigratlık dereceyi gölgede bıraktı.

WMO Genel Sekreteri Profesör Petteri Taalas, “Bu yeni sıcaklık kaydı, bu nedenle, gözlemlediğimiz iklim değişikliği ile tutarlıdır” dedi.

Türkiye

Türkiye’de ise, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün 12 Temmuz 2021 ölçümlerine göre en yüksek sıcaklık 43.4 santigratlık dereceyle Şırnak’ın Cizre ilçesinde yaşandı. İkinci sırada ise 42.4 ile Diyarbakır’ın Bismil ilçesi yer alırken, 41.8 ile üçüncü sırada Batman Beşiri ilçesi yer aldı.

İklim değişikliğiyle birlikte sıcaklıklar normalin üzerine çıktı. Dünya 2019 ve 2020 yılını mevsim normallerinin üzerinde yaşadı. Avrupa Orta Vadeli Hava Tahmin Merkezi geçen yılın, 2016’dan sonra en sıcak geçen ikinci yıl olduğunu açıkladı.

2020 yılında dünya bir taraftan Covid-19 salgınıyla, bir taraftan da birçok çevre felaketiyle karşılaştı. California’dan Sibirya’ya kadar büyük orman yangınları yaşandı, kasırgalar atlas okyanusunu vurdu. Türkiye de bu felaketlerden payını aldı.

Geçen yıl haziran ayında beklenmedik yağışlarla birlikte birçok kentte sel felaketi yaşandı. Ancak en büyük felaketlerden biri de Marmara Denizi’ni bekliyordu. Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre 1970 yılından bu zamana artan Marmara Denizi’nin ısısı 2019 yılında zirveyi gördü. Bu artış 2020’de de sürdü. Daha önce 2007 yılında görülen müsilaj, yani deniz salyası ise Mart 2021’den itibaren Marmara Denizi’ni sardı.

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nden Doç. Dr. Barış Özalp, Çanakkale Boğazı’ndaki ilk müsilaj oluşumunu Aralık 2020’de gördü. Özalp, mercanların bulunduğu bir bölgede dalış yaparken fark ettiği deniz salyalarının, Mart 2021’deki yine aynı yerde dalış yaptığında tamamen mercanları kaplayarak ölümüne sebep olduğuna tanık oldu. Gözlemleri üzerine hazırladığı çalışmayı Türk Deniz Araştırmaları Vakfı’nın (TÜDAV) Journal of Black Sea / Mediterranean Environment adlı dergisinde fotoğraflarıyla yayımladı.

‘Marmara’da fazla ısınmasının sebebi kirlilik’

Aslında sebebi iklim değişikliği gibi gösterilmeye çalışılsa da uzmanlara göre iklim değişikliğine sığınmak kolaya kaçmak. Çünkü Marmara’nın ölümünün asıl sebebi deniz kirliliği. Konuştuğumuz uzmanlar denizin kirlilikten kaynaklı bulanıklığının ısı artışında en büyük etmen olduğu vurguluyorlar.

ABD’de California Kamu Politikası Enstitüsü Su Politikası Merkezi’nde araştırma görevlisi Gökçe Şencan, “Denizin bulanıklığı arttıkça ısı tutabilme kapasitesi de daha çok artıyor,” diyor. Denizin kirliliği ne kadar fazlaysa, ısının artma ihtimali de o kadar yüksek. “Diyelim ki çamurlu ve berrak yan yana iki gölet var. Çamurlu suyun olduğu gölet diğer göletten daha sıcak olacaktır. Kirliliği denize bıraktığımızda, onun kimyasını değiştirip, bulanıklaştırdığımız için suyu ısı tutma kapasitesi ve sıcaklığı da artıyor normale göre,” diye anlatıyor Şencan.

Şencan gibi, Ankara merkezli İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği’nın Başkanı Dr. Baran Bozoğlu da müsilajın olduğu bölgelerde yaşanan normalin üzerindeki ısı artışını iklim krizine bağlayamayacağımızı vurguluyor. “Bu artışa atık sular sebep oldu,” diye kirliliğin rolünün altını çiziyor Bozoğlu. “Denizde bir bulanıklık varsa ve içinde atıklar varsa, güneş ışığı geldiğinde o atıklar sıcaklığı daha fazla tutuyorlar. Bu bir kısır döngü. Atık sudan dolayı ısınıyor, ısındıkça kirleniyor, kirlilik arttıkça ısınıyor, böyle bir döngü var. Bu iş, iklim değişikliğine atıp kurtulacağımız bir iş değil,” diyen Bozoğlu’na göre dünyanın birçok yerinde denizler ısınıyor ama Marmara’da fazla ısınmanın sebebi kirlilik.

10 Kasım 2020 tarihli veriye göre şu an Marmara Bölgesi’nde 92 faal Organize Sanayi Bölgesi (OSB) bulunuyor. Ayrıca Dünya gazetesinde yer alan habere göre son bir yılda Türkiye genelinde OSB’lere bin 800’ün üzerinde yeni parsel tahsis edildi ve aralarında Bursa’nın da bulunduğu pek çok şehirde genişleme çalışmaları başlatıldı.

Pandemi döneminde sanayi üretiminde düşüş yaşansa da TÜİK verilerine göre Nisan 2020’den sonra hızlı bir tırmanışa geçildi. Kocaeli Sanayi Odası Başkanı Ayhan Zeytinoğlu, Nisan’da sanayi üretiminin pandemi öncesi dönemin üzerinde seyrettiğini açıkladı. Sanayi bölgelerinde elektrik kullanımı da arttı.

Baran Bozoğlu: “Nasılsa Karadeniz’e doğru giden bir dip akıntısı var, o akıntı atıkları Karadeniz’e götürür denildi ve bu yaklaşım sirayet etti”

Boran Bozoğlu

Sanayicilere ve belediyelere yatırım baskısı yapılmadı

Peki, bu kirliliğin kaynağında olan atıkların denize salınmasını önlemek için neden önlem alınmıyor? Bozoğlu, 2006 yılında ortaya çıkan kentsel atık su yönetmeliğinin tam 15 yıldır hayata geçirilmediğini, sanayi ve evsel atıkların da Karadeniz’e doğru giden dip akıntısına salındığını söylüyor. “O yönetmeliğe göre hassas alanlarda azot-fosfor gibi kirleticilerin daha iyi arıtılması gerekiyor. Mevzuat normal ortamda 100 birim azot veriyorsanız, bunu iki birime indirin, hassas alanlar belirlendikten sonra yedi yıl içinde buralara atık su bırakan işletmeleri uygun hâle getirilin diyor,” ifadelerini kullanan Bozoğlu burada ciddi bir ihmale işaret ediyor. Zira yetkililer denizleri korumak için gerekli altyapı ve teknoloji yatırımını yapmaktan kaçınmış.

Bozoğlu sözlerini şöyle sürdürüyor: “Neden bir yıl sonra hassas alanlar belirlenip bu süreç başlatılmadı? Çünkü, denizleri korumak bir maliyet olarak görüldü. ‘Bu maliyeti yaratmayalım, sanayiciye çevresel yatırım yapması konusunda baskı yapmayalım, belediyelerimize de baskı yapmayalım. Nasılsa Karadeniz’e doğru giden bir dip akıntısı var, o akıntı alır bunu Karadeniz’e götürür’ denildi ve bu yaklaşım Marmara Bölgesi’ne sirayet etti.” Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu yaklaşımı benimseyince ne belediyeler ne de sanayiciler herhangi bir yükümlülük altına sokulmadı. Hâl böyle olunca deniz kirliliğine karşı bütünsel bir politika da yürütülemedi. “Belediyeler, Su Kanalizasyon İdareleri çalışmalarını yaparken bu sığ yaklaşım hâkim oldu. Çünkü maliyeti azaltan bir yaklaşımdı, kolaycılıktı. Ama ekosistem size ayak uydurmuyor. Kirlilik belli bir seviyeyi aştı ve sorun meydana çıktı.”

Müsilajın denize yayılmasının ardından sosyal medyada Marmara’ya atık bırakan fabrikaların fotoğraf ve videoları yayınlanmaya başladı. Onlardan yalnızca biri Bandırma Gübre Fabrikası BAGFAŞ’tı. Görüntülerin ardından üretim tesisindeki faaliyet geçici olarak durduruldu.

Sevinç Erdal İnönü Vakfı bünyesindeki Marmara Çevre İzleme Projesi 2004-2017 yılları arasında müsilaj konusunda dokuz kez yüzlerce sayfalık uyarı raporu yayınladı. Projenin lideri Hidrobiyolog Levent Artüz ise Ergene Derin Deniz Deşarjına dikkati çekti. Artüz, yapılan çalışmalar sonucu 2020 yılı Kasım-Aralık döneminde devreye alındığı öğrenilen Ergene Derin Deniz Deşarjının şu an yaşanılan durumun bir numaralı tetikleyicisi olduğunu söyledi. Artüz’e göre Ege ve Karadeniz de risk altında.

Eylem Planı: ‘22 maddenin 15’inde bir tuhaflık var’

Gökçe Şencan, Ergene’nin fazlasıyla kirli bir nehir hâline geldiğini ve bölgedeki sanayinin “tamamen kontrolden çıkmış durumda” olduğunu söylüyor. Şencan’a göre Ergene’de “korkutucu boyutlara varan” kirliliğe karşı yapılacaklar aslında son derece kolay: “Nehir etrafındaki sanayiyi inceleyeceksiniz. Ergene’de çok ciddi sanayi ve ağır metal kirliliği var. Şu an Marmara’da halk sağlığına zarar verecek kimyasalların da denize bırakılması söz konusu. Bulunabilecek şeylere göz yumuluyor.”

Marmara Denizi yıllar boyu kirlenirken ve özelikle Mayıs ayında müsilajın kendini büyük çapta göstermeye başladığı dönem İzmit Körfezi’nde, Dilovası ve Hereke’nin karşı kıyısındaki Altın Kemer plajının geçen sene Mavi Bayrak tanımına hak kazanması, bu sene ise Ergene nehrinin kirliliğinin Marmara’ya taşındığı Tekirdağ’da altı, faal termik santralların bulunduğu Çanakkale ve Balıkesir’in Marmara kıyılarında da birçok plajın Mavi Bayrak sertifikasına sahip olması olması ne anlama geliyor? Şencan ve Bozoğlu’na göre bu gibi gelişmeler sadece bir algı yönetimi.

Gökçe Şencan: “Ergene’de çok ciddi sanayi ve ağır metal kirliliği var. Şu an Marmara’da halk sağlığına zarar verecek kimyasalların da denize bırakılması söz konusu”

Gökçe Şencan

“Bu kadar kirliliğin olduğu bir denizde bu kadar mavi bayrak sertifikasının verilmesi beni şüpheye düşürüyor. İstediğiniz kadar balığı bırakın, denizdeki atıkları temizlemeye çalışın, siz sanayi kirliliğinin önüne geçmezseniz, evsel atıkların düzgün bir şekilde arıtmadan denize bırakırsanız hiçbir faydası olmayacak ki. O balıklar da muhtemelen şimdi öldü. Böyle bir kirliliğin içinde yaşama şansı var mı? Çok kozmetik, çok göstermelik şeyler yapılıyor,” diyor Şencan.

Bozoğlu da Şencan’la hemfikir. “Hâlâ milyonlarca metreküp atık su arıtılmadan Marmara’ya verilmeye devam ediliyor. Bu krizin geldiği biliniyordu. Göz göre göre öldürdük Marmara’yı ve bu cinayet hepimizin gözleri önünde işlendi,” diyor Bozoğlu. Denizin kirli olduğu bile bile Mavi Bayrak sertifikası verilmesi söz konusu. “Marmara’yı boğduk, oksijensiz bıraktık. Dolayısıyla yapılmaya çalışılan algı yönetiminin ne kadar hatalı ve bilime dayanmayan bir şey olduğunu görüyoruz,” diye ekliyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, müsilaj oluşumuna karşı 22 maddelik bir eylem planı açıkladı. “Önümüzdeki üç yıl içerisinde Marmara Bölgesinde bulunan tüm illerimiz, atık su arıtma tesislerini dönüştürmeye yönelik çalışmalarını tamamlayacaklar,” diye vaat eden Kurum’un açıklamasının hemen ardından denizden vidanjörle müsilaj temizliğine geçildi. Hem bu çalışmayı hem de müsilajdan kurtulmak için uygulanacak eylem planını sorduk.

Bozoğlu’ya göre 22 maddeyle eylem planının yazılıp bırakılmaması gerekiyor: “Bunlar bizim mevzuatımızın amaç kısmında ve birçok strateji eylem planında olan maddelerdi. Kim nerede, hangi kurum nasıl şekilde çalışacak? Nasıl bir analiz yapıldı? Bu gibi bilgilerin paylaşılması eylem planına güveni artıracaktır,” diyor Bozoğlu. Müsilajın Marmara Denizi yüzeyinden teöizlenmesinin ardından eylem planında belirtilenlerin unutulması konusunda da endişe duyuyor. “Sayın bakan eylem planının üç yıl içinde olacağını söyledi. Zaten benim söylediğim mevzuatın süresi 2023 de bitiyor. Bir fırtına kopar, tuz dengesi değişir, birden bir akıntı olur, bunu da bekliyor olabilirler,” diyor Bozoğlu.

Şencan’a göre ise eylem planında yer verilen 22 maddenin “15’inde bir tuhaflık var.” Plan derinlikli bir değişimden çok deniz kirliliğinin yüzeyde görülmemesine odaklanıyor. “Müsilajı denizin üzerinden toplayacağız meselesine çok odaklandılar, sebebi de karmaşık değil bence. Turizm sezonu, turistlerin gelmeyeceğinden endişelendiler. O zaman haberlere de konu olmayız denildi. Oysa asıl kıyım suyun dibinde gerçekleşiyor,” diyor Şencan.  En dikkat çeken vaat ise Marmara’nın koruma bölgesi ilan edilmesi, ama bunun somut olarak nasıl yapılacağına dair herhangi bir ipucu yok. “Daha önce neden yapılmadı bu? Koskoca Marmara Denizi’nin tamamını nasıl kontrol edip, denetimini yapacaksınız?” diye soruyor Şencan ve ekliyor: “Ne kadar bütçe ayrılacak, bunu da söylemediler. Bu seçim vaadi gibi bir eylem planı.”

Peki çevreciler yıllardır uyarılırken neden harekete geçmek için son raddeye gelinmesi beklendi? Şencan’a göre sebebi bilimin gözardı edilmesi “Bilime kulak asılmadığı için sistem çöktükten sonra harekete geçme hali uygulanıyor. Bunun politikacıların umurlarında olmadığını düşünüyorum artık. Çevreyi umursamadıklarını zaten biliyordum, ama bu kadar ciddi bir krizi ciddiye alırlar diye bir umudum vardı.”

Planda eksik olan tam da şu anda en çok en ihtiyaç duyulan, kısıtlamayla birlikte yaptırım getiren, denetimi artıran, izlemeye dayalı tedbirlerin uygulamasını öngören somut uygulamalar. “Hiçbiri şunu demiyor eylem planında, üç-dört ay içinde fabrikaları denetleyeceğiz, kurallara uymayana ceza keseceğiz ya da kapatacağız. Gerçek çözümler geciktirildikçe Marmara’nın geri dönmesi çok daha uzun bir süre alacak.”

Daha önce geçiştiren, kolaya kaçan, sanayiye ve belediyelere maliyet yüklemekten kaçınan hükümetin müsilaj sonrasındaki ilk açıklamaları bu yaklaşımın değişeceğine dair herhangi bir sinyal içermiyor. Müsilajın temizlenmesinin ötesinde Marmara Denizi’nin kirliliği kaynağının nasıl ortadan kaldırılacağı sorusuna henüz tatmin edici bir cevap verilmiş değil.

Covid-19 pandemisi bir buçuk yıldır milyarlarca insanın sağlığını tehdit ediyor. Bulaşıcı bir virüs, dünyada yaşayan neredeyse herkesin günlük hayatının değişmesine neden oldu. Öte yandan, öyle pandemiler var ki kaynağı insan, durmaksızın yayılmalarının sebebi günlük yaşantımızda daha fazla konfor arayışımız. Tehdit ettikleri ise doğa, denizler, bütün canlılar, geleceğimiz. Bu pandeminin adı: plastik. Tek aşısı, bütün ülkelerin bu sorunla yüzleşip, kapsamlı ve tavizsiz politikalar belirlemeleri. 

Düşük maliyeti yüzünden tüm önlemlere rağmen kullanılmaya devam eden plastik türlerinin çoğu geri dönüştürülemiyor ve su kaynaklarına ulaşarak deniz ve okyanus ekosistemlerine karışıyor. Mikroplastik kirliliği olarak adlandırılan bu durumun doğa ve insan üzerindeki etkileri çok büyük. Greenpeace Akdeniz Biyoçeşitlilik Projeler Lideri Nihan Temiz Ataş, denizlerdeki kirliliğin en büyük nedeninin mikroplastikler olduğunu söylüyor. Bugün Türkiye, Akdeniz’i en çok kirleten ikinci ülke. Öte yandan plastik dendiğinde sorun sadece ambalajlardan ibaret değil. Maske ve eldiven gibi Bireysel Koruyucu Ekipman (PPE) kullanımının pandemide  yaygınlaşması yüzünden plastik salgınının boyutları arttı. Bu duruma salgın süresince internetten yapılan alışverişlerde tükettiğimiz plastik miktarı eklenince, plastik dağlarından çözümü göremez hâle geldik. 

Türkiye’de evsel plastik atıkların yol açtığı kirlilik tüm dünyayla benzer bir eğilim gösteriyor. TÜİK’in 2018 yılı verilerine göre belediyelerin yıllık çöp üretimi yıllık 32,2 milyon ton. Bunun yüzde 10’u ise plastik ve ambalajlardan oluşuyor. Türkiye’de yaşayan ortalama bir ailenin dört kişi olduğu göz önünde bulundurulursa aile başına 1,6 ton çöp düşüyor. Üstelik eve kapanma döneminde tüketimin arttığını varsayarsak güncel rakamın daha da yüksek olması kuvvetle muhtemel. Peki, Türkiye’de atıkların türüne göre ne kadar arttığı izleniyor mu? Ayrıştırmanın hangi ölçümler doğrultusunda daha etkin kılınabileceğine dair somut eylem planları var mı? Bu soruların izinde İstanbul örneğini mercek altına alalım. 

İstanbul’da çöpler ayrıştırılmıyor, ölçüm ve takip yok

İstanbul, 17 milyona yaklaşan nüfusuyla çöp sorununun en çok hissedildiği kentlerin başında geliyor. Sanal alışveriş, kentsel dönüşümle değişen alışkanlıklar, yeni bölgelerin yerleşime açılması gibi etkenlerle megakentin çöp sorunu her geçen gün daha da artıyor. 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) internet sitesinden atık yönetimine ilişkin detaylı bir bilgiye ulaşmak zor. Gezegen adına Atık Yönetimi Müdürlüğü ile yaptığımız görüşmede Büyükşehir’in hatları keskin bir çöp ve ayrıştırma politikasına sahip olmadığını öğreniyoruz. Büyükşehir Belediye Kanunu’nun kendilerine verdiği yetkiler arasında çöp toplama ve ayrıştırma olmadığını vurgulayan yetkililer, konu hakkında daha ayrıntılı bilgi verirken çok önemli bir eksikliğin altını çiziyorlar: İstanbul’da çöpler ayrıştırılmıyor bile.

Plastik atık oranının yıl yıl dağılımına dair ‘ilçe belediyelerinden talep edilen ambalaj atığı verileri 2020’de daha düşük gerçekleşti’ gibi bir ifade hariç somut sayılara ulaşamıyoruz

Yaptığımız telefon görüşmesinin ardından Atık Yönetimi Müdürlüğü tarafından mail olarak iletilen bilgilendirmede İBB’nin, “5216 sayılı kanununun ilgili maddesi gereğince atıkların kaynağında toplanması hariç; evsel atıkların aktarma istasyonlarından depolama sahasına taşınması, düzenli depolama sahalarında bertarafı, bu sahalarda oluşan çöp sızıntı suyunun arıtılması ve çöp gazından elektrik enerjisi elde edilmesi ile organik atıktan kompost veya ATY üretimi faaliyetlerini yürüttüğü” belirtiliyor. Bunun yanı sıra, İBB’nin görev tanımında “tıbbi atıkların toplanması ve bertarafı, evsel atık benzeri ticari, endüstriyel ve kurumsal atıkların bertarafı ve imhası ile İstanbul genelinde ana arterlerdeki şehir temizliği hizmetlerini vermek” gibi yükümlülükler bulunuyor.

 

CİMER aracılığıyla 3 Mart 2021’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sorduk: ‘Son beş yılda plastik tüketimine dair veriler nelerdir?’ Bilgi edinme başvurumuza cevap verilmedi

2017’de gerçekleşen bir yönetmelik değişikliği sonucu her türlü ambalaj atığının kaynağında ayrı toplanması çalışmaları ilçe belediyeleri tarafından yürütülüyor. Ayrıca, Türkiye’de çöplere ve atığa yönelik herhangi bir bilgi almaya çalıştığınızda karşınıza çıkan Sıfır Atık Yönetmeliği’ne göre kaynağında ayrı biriktirilen atıkların birbirleriyle karıştırılmadan toplanmasına yönelik altyapıyı geliştirip yaygınlaştırmakla da ilçe belediyeleri yükümlü. Ancak bunun etkili bir biçimde yürütülüp yürütülmediğine dair herhangi bir bulguya ulaşamıyoruz.

İBB Atık Yönetimi Müdürlüğü, evsel atıkların tüm ilçelerden “karışık” olarak toplanıp getirildiğini açıklıyor. Kaynağında ayrı toplanmış ambalaj atıklarının nasıl değerlendirileceği ise ilçe belediyelerinin inisiyatifinde bulunuyor. Çoğunlukla evlerimizde tükettiğimiz plastik evsel atıklar, bizler evimizde ayrıştırsak dahi yemek ve diğer atıklarımızla karışık şekilde İBB’nin merkezi atık sistemine karışıyor. 

Greenpeace: Temel sorun ‘şeffaflık eksikliği’

Peki, plastik atıklar İBB’nin merkezine getirildikten sonra ne şekilde işleniyor? Burası da belirsiz. Yetkililer, kaynağında ayrı toplanan ambalaj atıkları ve bunların içerisinde yer alan plastik atıklarla ilgili verilerin İBB’de bulunmadığını belirtiyor. Söz konusu plastik atıkların tüm atıklar içerisindeki oranının yıllara göre dağılımını sorduğumuzda ise, “ilçe belediyelerinden talep edilen ambalaj atığı verilerinin 2020 yılı için diğer yıllara nazaran daha düşük gerçekleştiğine” dair bir ifade dışında somut sayılara ulaşamıyoruz. Bahsedilen veri, İBB Açık Veri Portalı’nda da bulunmuyor. 

Tıbbi atıkların toplanma süreci hakkındaki sorulara ise Atık Yönetimi Müdürlüğü, ilgili yönetmelik gereği sağlık kuruluşlarında “karışık halde” toplanan atıkların plastik poşetlere konup ağızları kapatıldıktan sonra geçici tıbbi atık depolarından Büyükşehir Belediyesi’ne ait araçlara teslim edildiği yönünde cevap veriyor. Tıbbi atıklar İstanbul genelinde PPE’lerle ayrıştırılmadan, dahası plastiklere konup bertaraf tesislerine taşınıyor ve bertaraf ediliyor, yani usulüne uygun biçimde yakılıyor. Dolayısıyla tıbbi atık miktarıyla ilgili bilgiler sadece kaynağı olan ilgili sağlık kuruluşlarından temin edilebiliyor. Bunun yanında, tıbbi atıkların yakılması havaya ve doğaya saldığı toksinler açısından oldukça endişe verici.

Nihan Temiz Ataş: ‘Atığın ne miktarda hangi geri dönüşüm tesisinde hangi ürüne dönüştüğünü, hangi oranda yerel hangi oranda ithal atığın dönüştüğünü kamuya açık bir şekilde takip edememekteyiz’

İBB yetkilileri sorularımıza verdikleri cevapta, Türkiye’de tıbbi atıklar içerisinde yer alan özellikle PPE’lerin geri dönüşümünün söz konusu olmadığını belirterek konunun aslında ulusal bir eylem planı gerektirdiğini ifade ediyorlar. Oysa hükümet tarafından plastik atıklara yönelik bir eylem planının geliştirilmediğine tanık oluyoruz. Şimdiye kadar medyaya yansıyan bu yönde atılmış somut bir adım bulunmuyor. 

Greenpeace’ten Nihan Temiz Ataş bu yaşanılan problemlerin atık yönetiminin hem yerel hem de ithalat boyutunda şeffaflık eksikliği sorunundan kaynaklandığını belirtiyor. “Gelen atığın ne miktarda hangi geri dönüşüm tesisinde dönüştüğünü, hangi oranda yerel hangi oranda ithal atık dönüştüğünü ve dönüşen atığın hangi ürüne dönüştüğünü kamuya açık bir şekilde takip edememekteyiz,” diyor Ataş. Atıkla mücadele için gerekli en temel verilerden yoksun olduklarının da altını çiziyor: “Plastik çöp verisine maalesef ne İstanbul özelinde ne de Türkiye özelinde ulaşabilmekteyiz. İstanbul’un göbeğinde Alibeyköy’de yola atılan plastik geri dönüşümüne dair durumun vehametini bize gösteriyor.”

TÜİK’in verilerine göre Türkiye’de 2018’de belediyeler tarafından geri kazanım yöntemine göre toplanan atık miktarı yalnızca yüzde 11,9. | Fotoğraf: Caner Özkan, Greenpeace.

Tam da bu veri eksikliği konusunda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın cevaplandırması istemiyle Cumhurbaşkanı İletişim Merkezi’ne (CİMER) 3 Mart 2021’de bilgi edinme hakkı başvurusu yaptık ve başvuruda şu sorulara yer verdik: “Pandemi döneminde plastik atıkların geri dönüşümüne dair veriler Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından tutulmakta mıdır? Plastik atıkların içerisinde yer alan tıbbi atıkların geri dönüştürülmesinde bertaraf dışında bir yönteme dair girişiminiz var mıdır? Türkiye’de son beş yılda plastik tüketimine dair veriler nelerdir?” Bilgi edinme başvurularına 4982 sayılı Bilgi Edinme Yasası yasa gereğince 15 iş günü içerisinde cevap verilmesi gerekirken, bu sorularının bulunduğu başvuruya yazının yayınlandığı tarih itibariyle herhangi bir yanıt gelmiş değil. Burada saydığımız sorulara dair TÜİK’te de bir veriye ulaşamıyoruz. 

Sıfır Atık projesi ve sıfırlanmak istenmeyen plastik atık

Veri eksikliğinin bir sonucu olarak pandemi döneminde plastik atığın, ya da daha genel anlamda atığın ölçümüne dair herhangi bir saptamada bulunamıyoruz. “Atık azaltma mı geri dönüşüm mü” sorusuna geçmeden önce, resmi makamların problemin boyutlarını çevre konusunda çalışan araştırmacıların, akademisyenlerin, sivil inisiyatiflerin ve gazetecilerin gündeme getirebilmeleri için şeffaf bir biçimde ortaya koyabilmeleri gerekirdi. Ancak plastik atıkların Türkiye’de yol açabileceği sorunların yakıcılığını apaçık görebilirsek, çözümleri aramaya başlayabiliriz.

Oysa plastik atıkların azaltılmasını da kapsayan “sıfır atık” kavramı ilk olarak Eylül 2017’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın öncülüğünde Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca başlatılan Sıfır Atık Projesi ile gündeme gelmişti. Proje kapsamında tüketilen plastiklerin yüzde 77’sinin ekonomiye geri kazandırılması hedefleniyordu. Bakanlığın verilerine göre de proje ile 2.2 milyon ton ambalaj atığı, 58 bin ton elektronik eşya atığı ve 184 bin ton lastik toplanarak geri kazanılmış durumda. Bunlara ek olarak bir yıl içinde ekonomiye 3.5 milyar lira kaynak sağlandığı söyleniyor. Ancak konuştuğumuz uzmanlar bu yaratılan kaynağın boyutu konusunda hemfikir değil.

Sıfır Atık projesinde verilen sözlere ve hedeflere rağmen, geçen dört yıl içerisinde Türkiye Avrupa’nın en büyük çöp ithalatçısı hâline geldi

Greenpeace’ten Nihan Temiz Ataş’a göre “projenin amacına tamamıyla hizmet ettiğini şu an söylemek doğru değil.” Daha alınacak çok yol olduğunu ifade eden Ataş, “ancak altının çizilmesi gereken nokta, sıfır atığın ülkemizde geri dönüşüm gibi algılanması. Sıfır atık hedefine ulaşmak için öncelikle gereksiz plastik tüketiminden kaçınılması, tek kullanımlık plastik kullanımının önüne geçilmesi, daha sonra ise oluşan atığın geri dönüştürülmesi gerekiyor. Geri dönüşümde ise daha hızlı yol alabilmek için kaynağında ayrıştırma ve depozito iade sistemlerinin bir an önce uygulamaya konması ve yaygınlaştırılması gerekiyor,” diyor.

Adana’nın Karahan beldesi yakınlarında Britanya’dan ithal edilen plastik atıklar. | Fotoğraf: Caner Özkan, Greenpeace.

Çukurova Üniversitesi öğretim görevlisi ve mikroplastik uzmanı Doç. Dr. Sedat Gündoğdu ise plastik tüketimini azaltmak yerine plastikleri sadece geri dönüşüm sistemiyle ekonomiye kazandırmaya çalışmayı çözüm olarak gören dünyadaki tek ülkenin Türkiye olduğunu söylüyor.

Bunun yanında Sıfır Atık projesinde verilen sözlere ve hedeflere rağmen, geçen dört yıl içerisinde Türkiye Avrupa’nın en büyük çöp ithalatçısı hâline geldi. Sıfır Atık kamu spotlarının haber kanallarında sürekli döndüğü ve plastik poşetlerin üzerine “Sıfır Atık” logosunun konduğu 2017 senesinde Türkiye Avrupa genelinden 200 bin tona yakın plastik çöp alırken, Avrupa Birliği İstatistik Ofisi’nin (Eurostat) 2020 verilerine göre bu sayı yaklaşık 700 bin tona çıkmış durumda. Çöp ithalatının sebeplerinden biri olarak geri dönüşüm sektörünün hammadde ihtiyacı olarak gösteriliyor.

Hammade elde etmenin iki yolu mevcut: Birincisi, Türkiye’deki çöplerin ayrıştırılarak geri kazanım tesislere nakli. Diğeri ise gün geçtikçe artan çöp ithalatı. Avrupa’dan yurt dışına satılan çöpler satılma aşamasına gelene kadar ayrıştırma, yıkanma, geri dönüştürme vb tüm aşamalardan geçiyor. Oysa Türkiye’de toplanan çöplerin geri kazanıma gidene kadar bu sayılan aşamalardan geçmesi gerekiyor. TÜİK’in verilerine göre Türkiye’de 2018’de belediyeler tarafından geri kazanım yöntemine göre toplanan atık miktarı yalnızca yüzde 11,9. Bu durum tek başına, Türkiye’nin plastik atıkları topladıktan sonra geri dönüşüm tesisinde değerlendirilebilecek hâle getirmek için yeterli altyapıya sahip olmadığını ortaya koyuyor. Çöp toplamaya yatırım yapmak yerine, plastik atık satın alıp işlemek daha az maliyetli bir seçenek.

Gündoğdu, Sıfır Atık projesinin temelini oluşturan geri dönüşümle ilgili önemli bir yanılgıya işaret ediyor: Geri dönüşüm, atık miktarını azaltmaktan ziyade, atık üretimini sürdürdüğünden dolayı sorunu ortadan kaldırmak için yeterli değil. Atık azaltma politikası yerine bu yolun seçilmesi, plastiğin var olma süresini uzatmaktan başka bir fayda sağlamıyor. Azaltım yönünde politikalar uygulanmadıkça bertaraf için en fazla tercih edilen yollardan biri olan yakılma sırasında ise birçok zehirli gaz açığa çıkıyor.

Adana’nın Yüreğir ilçesinde yakılan plastik atıklar. | Fotoğraf: Caner Özkan, Greenpeace.

Ayrıca çoğu plastiklerin ikinci defa geri dönüştürmek mümkün değil. İkinci defa geri dönüştürülemeyen plastikler yakılıyor ve ciddi bir kirlilik pahasına bertaraf ediliyor. Atıkların bertarafından yakıt elde edilip enerji üretilmesi ise o ülkede ayrıca bir karbon emisyonu bütçesi gerektiriyor. Çünkü çöpten, plastikten enerji üretimi başlı başına bir sektör ve Türkiye’nin şimdilik böylesi bir altyapıyı oluşturacak kaynağı bulunmuyor. 

Gündoğdu, adı “Sıfır Atık” konan bir projeye rağmen atık azaltımı stratejisi oluşturulmayan bir ülkede diğer tüm çabaların tek sonucunun endüstrinin kârının döngüselliğine katkıda bulunmaktan ibaret olacağını söylüyor. “Üretimi azaltmadan tüketimini azaltmaya çalışmak yararlı bir yol değil. Plastik çöplerin oluşmasını engelleyecek yegâne yolun plastiğin üretiminin azalması yönünde bir algının oluşması olacakken, endüstrinin bu sektörden elde ettiği kârın azalmasını istemeyeceği apaçık bir gerçek,” diyor.

Peki, çözüm nereden geçiyor? Çağdışı atık yönetimi sistemi nasıl verimli hâle getirilebilir? Çevre Bakanlığı’nın plastik poşetlerde hayata geçirmeyi planladığı depozito sistemi genişletilmeli mi? Atık yönetimi sisteminin alt yapısı mı iyileştirilmeli? Yoksa hepsinin yanında çöp azaltma stratejileri mi geliştirilmeli? Çöp azaltmanın tek yolu bireysel tüketim alışkanlıklarının değişmesinden geçmiyor. Uzmanlara göre evsel atık miktarının azalması için tüm sektörleri kapsayan bir değişim şart.

 

 

Sanal alışverişe talep dünyada yüzde 300 arttı 

Doğaya en çok zarar veren atıkların başında tek kullanımlık plastikler (Single Use Plastics, kısaca SUP) geliyor. Günlük hayatımızda plastik poşetler, pipetler, market ambalajları olarak karşımıza çıkan bu tek kullanımlık plastikler dünyadaki tüm plastik atıkların yüzde 46’sını oluşturuyorlar. Gün geçtikçe artmalarının nedeni ise değişen günlük rutinlerimiz.

Pandemi döneminde yapılan bir araştırmaya göre 2020’de Türkiye’de uzaktan çalışanların sayısı bir önceki yıla göre 10 kat arttı. Hâl böyleyken, alışveriş için belki de eskisinden daha az evlerimizden çıkıyoruz. Sanal marketlere ve internet ortamında yapılan alışverişe talep de fazlalaşıyor. Dünya genelinde yapılan bir araştırmaya göre insanların yarısı pandemi bitse bile çevrimiçi alışverişe devam edeceğini söylüyor.

‘Ambalajın elimizden çöp tenekesine ulaşması yaklaşık 12 dakika sürüyor. Bu plastiğin çoğu çöplüklerde son buluyor ve geri dönüştürülmüyor’

Greenpeace, Aralık 2020’de dünya genelinde sanal alışverişe olan talebin pandemi nedeniyle yüzde 300 artmasının plastik kirliliğinin en önemli sebeplerinden biri olduğunu açıkladı. Plastikler hakkında farkındalık çalışması yürüten Greenpeace çalışanlarından David Finsky, elektronik alışveriş paketlerinde bol miktarda kullanılan, patlatması keyif veren kabarcıklı plastik poşetlerin geri dönüştürülemediğini anlatıyor. Bu örnek, internetten sipariş ettiğiniz her üründe “asla geri dönüştürülemeyecek bir plastik” olduğunu gösteriyor. 

Sedat Gündoğdu, pandemi döneminde artan sanal alışverişte daha az plastik ambalaj kullanılması ve ürün tedarikinden kaynaklı karbon emisyonun azaltılması için caydırıcı önlemler alınması gerektiğini vurguluyor. Gündoğdu’ya göre hükümet tarafından e-ticaret sitelerine kullandıkları her bir parça plastik ambalaj için fazladan ücret vermelerini gerektirecek bir düzenlemeye gidilmesi buna bir örnek teşkil edebilir. 

Nihan Temiz Ataş ise e-ticaretle artan tüketimde satıcılara önemli bir rol düştüğünü belirtiyor. “Ambalajın elimizden çöp tenekesine ulaşması yaklaşık 12 dakika sürüyor. Bu plastiğin çoğu çöplüklerde son buluyor ve geri dönüştürülmüyor. Geri dönüştürüldüğünde de ya daha düşük değerli plastikler ya da çimento için hammadde olarak sonuçlanıyorlar; bu da geri dönüşüm esnasındaki işlem nedeniyle havaya çok fazla toksin salınmasına neden oluyor,” diyor. 

Greenpeace’e göre e-ticaret ile satış yapan tedarikçiler ambalajdan tamamen kaçınabilir ya da çevre dostu bir tüketimi teşvik edebilir. Gerek düşük maliyetli bir ürün olan plastik kullanımına ek bedel getirmek gerekse kullanıcıların daha az ambalaj kullanılan ürünleri seçmeye teşvik etmek sanal alışverişte hesapsızca kullanılan plastik ürünlerin azaltılmasında birbirlerini tamamlayabilecek iki önlem. 

Ambalajdan önce benzer bir sınav naylon poşet kullanımını azaltmak için verildi. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, uzun tartışmaların sonunda marketlerde poşetlerin kullanımı azaltmak için ek bedeller getirildi. Ancak Covid-19 pandemisi nedeniyle tek kullanımlık poşetlere olan talep her ülkede arttı

Türkiye’de 1 Ocak 2019’dan itibaren geçerli olmak üzere marketlerde satılan poşetler paralı hâle gelmişti. O tarihten sonraki Türkiye’deki plastik poşetlerin tüketimine dair verilere Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) Şubat 2021’de verilen bir soru önergesinden ulaşıyoruz. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yazılı soru önergesine verdiği cevaba göre ücretlendirmeye tabi tutulan plastik poşet miktarı bir önceki sene 17 milyon adet iken, 2020’de bu sayı 23 milyona ulaşmış. 

Sağlık ekipmanları, plastik poşetler ve pandemide değişen tüketim alışkanlıklarımızla gittikçe daha fazla plastiğin içerisinde boğulduğumuza şahit oluyoruz. Bu plastikler büyük bir çöp ve atık problemini de beraberinde getiriyor.

Maskelerin ayrıştırılarak toplanması için girişim yok

Pandemide ortaya çıkan bir başka plastik atık kalemi ise maske, eldiven ve siperlik. Dünya genelinde 2027’e kadar Bireysel Koruyucu Ekipman adı verilen (PPE) ürünlere duyulacak ihtiyacın katlanarak artacağı ifade ediliyor. Amerikan Kimya Topluluğu adlı akademik dergide yayınlanan bir çalışmada salgının sadece ilk ayında 129 milyar maske ve 65 milyar eldiven kullanıldığı ifade ediliyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) de yalnızca sağlık çalışanlarının tek kullanımlık plastik tüketiminin bir yılda yüzde 40 artacağını belirtiyordu.

WWF’in aktardığına göre ise eğer dünyada üretilmiş maskelerin yüzde 1’inin hiçbir önlem almadan doğaya bırakılması ayda ortalama 10 milyon maske atık demek. Bir maskenin ağırlığının yaklaşık 4 gram olduğu düşünülürse, bu her ay en az 40 ton ağırlığında maskenin denizlere karışması anlamına geliyor.

İtalya sahilinde maske kirliliği. | Fotoğraf: Tommaso Galli, Greenpeace.

Türkiye’deki durumla ilgili ise Tüm Tıbbi Cihaz Üretici ve Tedarikçi Dernekleri Federasyonu (TÜMDEF) Başkan Yardımcısı Erkin Delikanlı, ülke genelinde bini aşkın maske üreten firma olduğunu ve haftalık imalat sayısının 50 milyonu bulduğunu belirtmişti. Türkiye’de pandemi süresince tüketilen PPE’lerin kontrollü bir şekilde toplanması için ise hiçbir yerel yönetimin ya da platformun herhangi bir girişimi bulunmuyor.

Avrupa Birliği, plastik pipet, plastik kulak çöpü, plastik tabak, plastik çatal-bıçak takımı, plastik içecek karıştırıcıları gibi alternatifi olan tek kullanımlık plastikleri yasakladı

Sağlık Bakanlığı maske üreticilerini sağlıklı veri paylaşımı konusunda teşvik etmiş değil. Özellikle maskelerin içerdiği kimyasallara ilişkin şeffaflık eksikliği söz konusu. Geçen haftalarda Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın yürüttüğü “Güvensiz Ürün Bilgi Sistemi” çalışması çarpıcı gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi: Aylardır faal 41 maske üreticisi için bakanlık “güvencesiz” damgasını kullandı. 41 üreticinin maskelerinin içeriğine dair bakanlığın bu maskeler piyasaya sürülmeden önce herhangi bir değerlendirmede bulunmaması kamu sağlığı açısında endişe verici. 

PPE’ler artık hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline de gelse Greenpeace plastik salgınının ancak diğer AB ülkelerinde olduğu gibi “yasaklama” ile çözülebileceğini savunuyor. Nihan Temiz Ataş, Türkiye’nin, 2020 yılında da Avrupa’dan en çok plastik atık ithal eden ülke olduğunu hatırlatıyor. Her gün 241 kamyon dolusu plastik atığın Türkiye’ye geldiğini söyleyen Ataş, son 16 yılda ise Avrupa’dan Türkiye’ye gelen plastik atıkların 196 kat artmasına işaret ediyor. Greenpeace’in bu konudaki çözüm önerisini “Plastik tüketimini azaltmak için dünyada geliştirilen yöntemlerden biri de yasaklama. Avrupa Birliği, plastik pipet, plastik kulak çöpü, plastik tabak, plastik çatal-bıçak takımı, plastik içecek karıştırıcıları gibi alternatifi olan tek kullanımlık plastikleri yasakladı. Greenpeace Akdeniz olarak ‘Tek Kullanımlık Plastikler Yasaklansın’ projemizde Türkiye’nin AB direktifine uyarak bu ürünlerin Türkiye’de de yasaklanmasını talep ediyoruz” sözleriyle ifade ediyor.

Bu tablo karşısında çöplerin ayrıştırılarak plastik atıkların geri kazanımı için gerekli altyapı sisteminin bulunmaması, Sıfır Atık politikalarının yumuşak karnı. Altyapı ve teknolojik donanım nedeniyle atıkların türüne göre miktarına dair somut verilere ulaşılamıyor. Atık miktarına dair veri toplamadan politikaların ne kadar başarılı olduğunu ölçmek ve etkili bir strateji oluşturmak son derece zor. Çöp toplama sorumluluğunun ilçelere ait olması ulusal çapta büyük bir koordinasyon, bir başka deyişle kurumlar üstü bir irade gerektiriyor. Şeffaf bir izleme ve denetleme mekanizması oluşturulmakta geç kalınırken, plastik atık dağları büyümeye devam ediyor. Hâl böyleyken, plastik üretiminin sürekliliğini sağlayan ve aynı zamanda bu süreklilikten beslenen kârlı bir ekonomik sektörün varlığı kilit kararlarda pay sahibi. Bu sektörün oluşmasına ön ayak olan geri kazanım modeline sarılmak yerine, üretim azaltma, yasaklama ve vergilendirme gibi önlemler alınmazsa plastik atıklar doğayı zehirlemeyi sürdürecek. 

Boğazda bir kıtadan diğerine doğru yol aldığımız bazı günler vapurlara ve motorlara coşkuyla eşlik ederken görürüz onları. Yerden göğe kadar betonla kaplı İstanbul’da, Boğaz ve Marmara’nın kirli sularında doğal hayatın şaşırttığı ender anlardan biridir yunusların ahenkli geçidi. Türk Deniz Araştırmaları Vakfı’nın (TÜDAV) bir projesinde “Boğazın sokak çocukları” diye nitelediği bu yunuslar ara sıra yanı başımıza gelir, hatırımızı sorup neşelerini bulaştırırlar. Sonra gözlerden kayboluverirler. Oysa bu yunusların çoğu ziyaretçi değil, belki bizden daha fazla İstanbullu, Marmaralı ya da Karadenizli. Megakent İstanbul’un suları, aslında yılın 12 ayı yunusların yaşam alanı. Ancak bilinçsiz avlanma ve Marmara denizinde “deniz salyası” olarak adlandırılan müsilajın yayılmasıyla onları bir daha göremeyebiliriz.

Peki, Türkiye’de denizsel biyolojik çeşitliliğinde önemli yeri olan yunusların varlığından ne derece haberdarız? Kimdir bütün simgelerini betondan seçen İstanbul’un bu özgür ruhlu sakinleri? Onları ne kadar tanıyoruz? Nerede doğarlar, büyürler, nerelere sığınırlar, nasıl beslenirler? Türleri neler, popülasyonları ne durumda, karşı karşıya oldukları tehditler hangileri? Onlarla ya “İstanbul Boğazı’nda yunuslar görüldü” başlıklı haberlerde ya da balıkçı ağlarına takıldıklarında karşılaşıyoruz. Oysa İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi Deniz Biyolojisi Anabilim Dalı öğretim üyesi, aynı zamanda TÜDAV’ın Başkan Yardımcısı olan Doç. Dr. Arda Tonay bu tarz haberlerdeki varsayımın aksine, Türkiye’nin dört denizinde, özellikle de Boğaz’da yunusların son derece yaygın olduğunu söylüyor.

Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de birçok yunus türü tehlike altında. Bunun başlıca nedenleri deniz kirliliği ve trafiği, ses kirliliği, balık ağlarına tesadüfen takılma ve kasti öldürme. Tonay, Türkiye denizlerinde 10’un üzerinde deniz memelisi türü olduğunu söylüyor. Kimi yılın 12 ayı görülebilirken, kimi ise ‘ziyaretçi’ tabir edilen yunus ailelerinin fertleri.

Herkesin yunus diye bildiği afalinalar, dört denizimizde de yaygın olarak kıyısal bölgede yaşarlar. Parklarda esaret altında olan ya da Flipper dizisinde gördüğümüz tür olarak anlatabiliriz

TÜDAV Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Arda Tonay

“Yunuslar ve balinaları, ‘yunuslar ve balinalar’ olarak ikiye ayırmıyoruz. ‘Dişliler ve dişsizler’ olarak ikiye ayırırız,” diye anlatıyor Tonay. Karadeniz’de afalina, mutur ve tırtak olmak üzere üç tür yaşadığını söylüyor. Üçünün görünüşü de tabiatı da birbirinden farklı: “Herkesin aslında yunus diye bildiği ‘afalina’ dediğimiz tür, dört denizimizde de yaygın olarak kıyısal bölgede yaşar. Parklarda esaret altında olan ya da Flipper dizisinde gördüğümüz tür olarak anlatabiliriz.” Meğer bir dönemin ünlü dizisinin cana yakın yunusları kıtalar ötesinde değil, hemen yanımızda yaşıyormuş.

“Tırtak ise açık deniz yunusu dediğimiz tür,” diye devam ediyor Tonay. “Büyük sürü oluşturabilen, bütün denizlerimizde yaşayan bir tür. Karakteristik olarak sırt yüzgecinin altında ‘V’ harfi biçiminde bir renklenmesi, kafaya doğru ise sarımtrak bir renklenmesi olan çok zarif yunuslar.”

Tırtaklar açık denizlerde yaşayan, kafaya doğru ise sarımtrak bir renklenmesi olan çok zarif yunuslar. | Fotoğraf: TÜDAV.

Afalina ve tırtakın aksine, muturun yaşam alanı sınırlı. Mutur, Karadeniz ve İstanbul Boğazı’nın gerçek sakinlerinden. Ancak Tonay, muturların daha çekingen olduğundan nadiren karşımıza çıktığını söylüyor: “ Mutur, Karadeniz’de maksimum boyu 140-150 santimetre olan, burunsuz, teknelerle birlikte yol almayan ve kendini göstermeyi sevmeyen bir tür. Sırt yüzgeci de ufak bir üçgen şeklinde, insanların ‘yavru yunus’ dediği bir tür. Daha çok Karadeniz’de rastlanır, Marmara’da nadir görülür, Kuzey Ege’de çok nadir olarak gözlenir.”

En büyük iki tehdit: Sürat tekneleri ve bilinçsiz avlanma

Yunuslar zekâları sayesinde İstanbul’un bitmek bilmeyen deniz trafiğine dahi belirli ölçüde uyum sağlasalar da, onları koruyacak önlemlerin alınmadığı bir iklimde sürekli tehdit altındalar.  “Yunuslar sabit hızda ve rotada ilerleyen tanker trafiğinden beklenenden daha az etkileniyor. Çok akıllı hayvanlar ve o trafiği kontrol edebiliyorlar,” diyor Tonay. Ancak ekliyor: “Genelde hızlı yön ve süratini değiştiren teknelerle ilgili sorun yaşıyorlar. Sürat motorları mesela. Dolayısıyla sırt yüzgeci pervaneden dolayı kesilmiş yunuslar görebiliyorsunuz.”

Peki, balıkçılık? Nitekim İstanbul’da 23 Şubat-3 Mart arasında toplam altı yetişkin yunus ölmüş halde sahilde bulunmuştu. Karaköy, Vaniköy ve Kuleli’de sahilde bulunan tırtak türü yunusların ölüm nedeni, balıkçılık ağlarında boğulma olarak açıklandı.

Dip uzatma ağlarıyla yapılan balıkçılık nedeniyle muturların binlercesi her yıl ölüyor. Sadece Batı Karadeniz’de üç bin civarı ölümden bahsedebiliriz

Tonay, balıkçılığın yunuslar için neden büyük bir tehdit olduğunu şu şekilde anlatıyor: “Mutur, ağları kolay fark edemiyor. Ağları dört ya da beş metrede fark edebiliyor. Afalinalar mesela, kıyısal bir tür olmasına rağmen 30 metreden ağı fark edebiliyor. Dip uzatma ağlarıyla yapılan balıkçılık, çok ekonomik bir balık olan Kalkan için yapılır. Bu tür dip uzatma ağlarıyla yapılan balıkçılık nedeniyle muturların binlercesi her yıl ölüyor.  Sadece Batı Karadeniz’de üç bin civarı hayvan ölümünden bahsedebiliriz.” Tonay araştırmaların devam ettiğini, bu sayının daha yüksek olabileceğini sözlerine ekliyor.

Ayrıca aşırı avlanma da denizdeki balık sayısının azalmasına yol açtığından ötürü dolaylı olarak yunusları etkiliyor. “Balık miktarında bir azalma olunca yunusla balıkçı karşı karşıya gelebiliyor. Balıkçılar yunusların çok arttığını söylüyor. Şikayetçi olduğu tür aslında Afalina. Fırsatçı bir türdür ve balık azaldığı için balıkçının kurduğu ağdaki balığı yemeye gelir. Bu çok doğal,” diyor Tonay. Ancak sorun Boğaz’da balık sayısının azalmasından sonra baş göstermiş: “Bundan 30-40 yıl önce böyle bir sorun yoktu. Balığı azaltan biziz, bunun suçunu yunusa bulamayız. Tek seferde 20 ton tutabilen takımları olan balıkçı, yunusun midesindeki balığa niye gözünü dikiyor?” .

Tonay’ın anlattıklarına, “Yunus Balıkları Trabzon’u Tehdit Ediyor” başlıklı haber örnek teşkil edebilir. “Yunus popülasyonunun normalin çok üzerine çıktığı için balıkçılığı tehdit etmeye başladığı” iddia edilen haberde yunusların suçlu gösterilmesi bir yana, deniz memelisi olan yunuslara “balık” denme gafletinde de bulunuluyor.

Tonay, bu yorumlar karşısında şu hatırlatmada bulunuyor: “Yunuslar genelde kendi ağırlığının yüzde 2’sine denk gelen bir miktarla beslenir. Bu türden türe göre değişir. Balık bulamayıp acıkınca agresifleşiyorlar. Ağda tahribat yaratabiliyorlar. Fakat bunun suçlusu Afalinalar değil…”

Yunus parkları için bakanlık ‘izinli’ avcılık

Ayrıca, yasaklara rağmen yunus avcılığı da devam ediyor. Türkiye dışında Karadeniz’deki ülkelerin 1966’da yunus avcılığını yasakladığını anlatan Tonay’ın verdiği bilgiye göre 20. yüzyılda Karadeniz’de dört ila beş milyon yunus avlandığı düşünülüyor.

TÜDAV verilerine göre, 2003-2016 yılları arasında sadece Batı Karadeniz’de ölü ve canlı olarak karada ölü bulunan yunusların sayısı 1243. Türkiye’de yunus avcılığına getirilen yasak, taraf olunan uluslararası sözleşmelere göre 1983’te başladı.

Hükümetin tutumu hayvan ve doğa haklarını “turizm geliri ve istihdam alanı” gibi ekonomik çıkar temelli söylemlerin merkezine oturtarak istismar ve ihlalleri, toplumun bazı kesimlerince kabul edilebilir gerekçelere büründürmek

Yunuslara Özgürlük Platformu sözcüsü Öykü Yağcı, günümüzde Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yunusların avlanması konusundaki tutumunu “Bakanlığın bu konuda hassasiyeti yok; aksine desteği ve usulsüzlükleri var,” şeklinde değerlendiriyor. Yağcı’ya göre bakanlığın gözünde ekonomik çıkarlar hayvan haklarından daha büyük bir öncelik: “2000’li yılların ortalarında yaptıklarıyla bugün yaptıkları aynı: Hayvan ve doğa haklarını ‘turizm geliri ve istihdam alanı’ gibi ekonomik çıkar temelli söylemlerin merkezine oturtarak istismar ve ihlalleri, toplumun bazı kesimlerince kabul edilebilir gerekçelere büründürmek.”

Yağcı, 2006 ve 2007’de yunus gösteri ve terapi merkezleri için Tarım Bakanlığı’nın “izni” ile 23 yunus alıkonulduğunda Türkiye’nin Bern Sözleşmesi’ni çiğnediği için uyarı aldığını hatırlatıyor. Ayrıca, Kaş Yunus Parkı’ndaki yunuslar için verilen mücadelede ise bakanlık, yunusların gümrükten geçirilmesi için göz göre göre usulsüz yapıldığını da anlatıyor. Hatta usulsüzlük herkese açık ve kayıt altına alınmış bir toplantıda aktarılmış: “Bakanlık, tesisle ticari bağlantısı olan ve bakanlıkla ilişkilere sahip yunusların ‘sahibi’, bakanlık yetkililerinin gümrükte bir mal ithal edilmiş gibi bekleyen kocaman deniz memelilerini ‘akvaryum balığı/yunus’ olarak kaydederek ülke içine soktuklarını söyledi.”

Meclis’te neler oluyor?

Uzun bir süredir Meclis gündeminde olan Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılması planlanan değişiklikler arasında yunus parklarının yasaklanıp kapatılması yer almıyor. Oysa 2019’un Ekim ayında Meclis Başkanlığı’na sunulan ve beş partinin ortak tavsiye kararlarını içeren Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu raporunda, yunus parklarının yasaklanması ve mevcut merkezlerin en fazla iki yıl içinde kapatılması görüşü sunulmuştu.

Uzun bir süredir Meclis gündeminde olan Hayvan Hakları Yasası taslağında yunuslara dair sıkı tedbirler yer alırken, yunus parklarına izinler tanıyacak özel düzenlemeler görüşülüyor. | Fotoğraf: TÜDAV

Komisyonda yer alan Yağcı, aralarında iktidar partisinin vekilleri de olmak üzere pek çok vekilin “Bu kadar ihlal olduğunu bilmiyorduk, kesinlikle kapatılmalı” dediğini anlatıyor. “Şimdi ise, hangi hak ve gerekçeyle bilmiyoruz ama AKP siyasi iradeyi ve sivil ortak aklı alenen yok sayarak, hayvanlar üzerinden para kazanan diğer endüstriler için yaptıkları gibi yunus parkı sahiplerinin istediği, bu işkence merkezlerini yasallaştıracak ve standartlara oturtacak ‘özel düzenlemeyi’ çıkarmaya çalışıyor,” diyor Yağcı. İşletmecilerin taleplerini karşılamak için iktidar kollarını sıvamış bile: “Bunun için Tarım Bakanlığı Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü ile bir çalışma yaptırıldığına dair duyumlar aldık; AB’deki yunus parkı standartlarını araştırdıklarını, düzenlemeye bunları sokmaya çalıştıklarını öğrendik. Yıllardır hayvanlar için talep edilen deniz içi rehabilitasyon ve koruma alanlarına, asıl bunun için gerekli araştırma ve fizibilite çalışmasına odaklanmak yok elbette. Bu, eziyet devam etsin, ticari çıkarlarımız korunsun demek.”

Yunuslara Özgürlük Platformu Sözcüsü Öykü Yağcı

İthal edilen hayvanlarla yunus parkı sahiplerinin milletvekillerine beyan ettiği rakamlar tutmuyor. Bu da çok sayıda yunusun kısa sürede öldüğünü kanıtlıyor

Yağcı ayrıca, 11 Mart 2021’de düzenlenen bir komisyon toplantısında, yunus parkları yasaklansa bile mevcut tesislerdeki hayvanlar ‘ölene kadar’ bu yerlerin açık kalacağının kendilerine söylendiğini aktarıyor. “Bu, tesisleri bir şekilde açık tutmanın, kapatmamak için bahane üretmenin göstermelik bir gerekçesi. Çünkü eski çalışanlarca yapılan ihbarlardan ve karşılaştırdığımız CITES ithalat belgelerinden biliyoruz ki, ulusal ve uluslararası düzeyde yasak olmasına rağmen, ölen yunusların yerine yenilerini Türkiye sularından yakalayıp aynı yunusmuş gibi tesislere gizlice sokuyorlar,” diye altını çiziyor Yağcı.

Göz yumulan, hatta teşvik edilen bu uygulamalar birçok yunusun alıkonmasına ve öldürülmesine sebep oluyor: “Kendi çabalarımızla elde ettiğimiz veriler bize şunu söylüyor: İthal edilen hayvanlarla yunus parkı sahiplerinin milletvekillerine beyan ettiği rakamlar tutmuyor. Bu da çok sayıda yunusun kısa sürede öldüğünü kanıtlıyor. Aynı zamanda eski yunus parkı çalışanlarının bize sosyal medya hesaplarımızdan yaptıkları gizli bildirimler, ‘kaçak yunus yakalatacaklar’, ‘tüm yetkililerle içli dışlılar’ ve ‘çaktırmadan yunusları tesise koyacaklar’ cümleleri ve benzer mesajlarla dolu.” Bu belgeleri ve gizli bildirimleri AKP’li vekillerle paylaştıklarını aktaran Yağcı, endişelerini aktardıklarında Tarım Komisyonu’nun başkanı AKP’li Yunus Kılıç’ın sesini yükselterek “Devlete güvenmiyor musunuz?” dediğini anlatıyor.

Boğaz’da ve Türkiye denizlerinden yaşayan yunuslardan afalina, yunus parklarında tutsak olan ve Flipper dizisinde gördüğümüz yunus ailesinden. | Fotoğraf: TÜDAV

Yunuslar nasıl korunabilir?

Boğaz’da ve Türkiye kıyılarında yaşayan yunusların tekneler ve balıkçılar tarafından öldürülmemesi için ne tür önlemler alınmalı? Arda Tonay’a göre birinci öncelik, aşırı avlanma ve kirlilikle mücadele etmek. “Başlıca sebep tesadüfi ağa yakalanma vakaları. Bunun dışında aşırı balıkçılıktan dolayı yaşanan besin kıtlığı sorunu var ve bizim yarattığımız kirlilikten dolayı bu hayvanların bağışıklık sistemi çöküyor,” diyen Tonay bu durumun hastalıklar nedeniyle toplu ölümlere davetiye çıkardığının da altını çiziyor.

Balıkçılarla yolu görece az kesişen ve açık deniz yunusu olan tırtakların ise giderek daha fazla gırgır ağında boğuldukları gözlemleniyor. Bazen balıkçılar yunusları kurtarmaya çalışsa da, ihmaller nedeniyle çok sayıda tırtak ölüyor. “Nedeni umursamamazlık olabilir. Gırgır ağı bir çevirme ağıdır. Temelde tekne balığı görür ve etrafını çevirir. Yunuslar da oradan beslenirken bir çevirme varsa, bu bir kasıttır. Balık bolken balıkçı belki de ‘o balık yunusun hakkı, bunu çevirmiyorum’ diyordu. Acaba şimdi çeviriyor mu? Öyle bir kasıt olabilir,” diyor Tonay, ancak yunusların balıkçı ağı dökerken ağın içine girebileceğini veya yunuslar derindeyse balıkçıların farkında olmadan bu ağları çevirebileceğini söylüyor.

Afalina, mutur ve tırtaklarla bir megakenti çevreleyen iki denizi paylaşıyoruz. Ama Boğaz ve Marmara sularının tankerlerin, sanayicilerin, 20 milyonu aşkın bir nüfusun ve balıkçıların insafına bırakıldığı bir ortamda en az söz hakkı yunusların. Onları daha iyi tanımamız, doğal yaşam alanlarında yaşadığımıza dair farkındalığımızı artırmak, onları ziyaretçi olarak görmeye son vermek, var olabilme haklarını daha iyi korumayı sağlayabilir. Aksi takdirde, yanımıza uğrayıp selamlarını ileten yunusların oyunbazlıklarını özleyebiliriz.

 

Evlerimize kapandığımız ve kendi içimize döndüğümüz pandemi sürecinde, gıdaya dair farkındalığımız arttı demek pek yanlış olmaz. Bir yandan sokağa çıkma yasakları, sosyal mesafe koruma kaygısı ile gıdaya erişim ön plana çıkarken, “peki hangi gıdaya ve ne pahada?” sorusu daha önemli hâle geldi. Güvenilir, zehirsiz, organik, doğal, temiz ve ekonomik gıdaya erişim ihtiyacı ve hakkı, her ne kadar yeni bir gündem değilse de, pandemi sürecinde daha da belirginleşti ve kitleselleşti. Gıda ihtiyacımızın temini hızlıca dijitalleşirken, dış dünyayla kalan en önemli fiziksel bağlantımız market ve pazar alışverişleri oldu. Karantinanın başlangıcında, 2020’nin Mart–Nisan aylarında kapalı olan semt pazarlarının gıda bölümleri bir süre sonra yeniden açıldı. Üç ay kapalı kalan tekstil-hırdavat bölümlerinin de açılmasıyla birlikte birçok pazar tam kapasite çalışmaya başladı. Market alışverişleri, temkinli, hızlı ve planlı bir şekilde yapılırken; tanışıklığa, sohbete ve iletişime dayalı pazarlar, insanların bir araya gelmeyi sürdürdüğü yegâne ortak kamusal alanımız.

Pandemi sürecinde yeniden gündeme gelen gıda güvenliği ve olası bir gıda krizi üzerine tartışmalar, üretici pazarlarının, kent bahçeciliğinin, Yedikule bostanları gibi kent-içi tarımsal alanların korunmasının, yeni dijital dayanışma mecralarının, gıda toplulukları ve tüketici kooperatiflerinin Türkiye’nin tarım politikası açısından önemi daha da belirgin hâle geliyor. Üretici ya da çiftçi pazarları doğrudan üreticiyi ve tüketiciyi bir araya getirerek gıda güvenliğini korumaya alırken, aracılık eden kişi ve kurumları sahneden çıkarıyor. Böylece hem üretici hem tüketiciyi destekleyecek sürdürülebilir bir model sunuyor. Şu an İstanbul’da beş adet faal üretici pazarı bulunuyor. Ayrıca, gıdaya dair kaygıların had safhaya çıktığı bir dönemde mevcut ve yerleşik semt pazarlarının oynayabileceği rol azımsanamaz. Her semtimizde bir, hatta çoğu zaman iki gün kurulan, Türkiye’nin yaygın bir mekânsal ve kültürel bir kent örüntüsü olan semt pazarları sürdürülebilir gıda dolaşımını sağlamak adına nasıl bir model oluşturuyor? Semt pazarları kültürel, çevresel ve toplumsal anlamda “üçboyutlu” bir sürdürülebilirlikte nasıl bir etkiye sahip olabilir?

Tanışıklığa, sohbete ve iletişime dayalı pazarlar, insanların bir araya gelmeyi sürdürdüğü yegâne ortak kamusal alanımız

İleriye dönük bu soruların izine düşmeden, öncelikle günümüz pazarlarına dair bazı soruları sormamız gerekiyor: Bizim gıdaya erişimimizde semt pazarları nasıl bir yer tutuyor? Semt pazarları, gıda güvenliği anlamında güçlü bir toplumsal alternatif olarak karşımıza çıkıyor mu? Artık karşı koyamayacağımız bir şekilde bir zorunluluk olan sürdürülebilirlik açısından ele alındığında semt pazarları nerede duruyor? Üreticilerin emeğinin karşılığını sağlıyor mu? Taze, mevsimsel ürünlere daha uygun fiyatlarda ulaşılabiliyor mu? Üretici ve tüketiciyi yakınlaştırıp, tedarik zincirinde aracıların bertaraf edilmesini sağlıyor mu ya da ne ölçüde yapabiliyor? Bu sorular aklımızda, tezgâhların arasında bir yolculuğa çıkalım.

İstanbul pazarlarında satılan gıda ürünleri nereden geliyor?

Beykent Çarşamba pazarında sebze tezgâhında buluştuğumuz Mustafa Karaca, yaklaşık 30 senedir Tarihi Surdibi Bostanları’nda çalışıyor. Yemyeşil ve taptaze bir sebze tezgâhı burası. Herkesin ona seslendiği üzere Mustafa abi haftada üç gün İstanbul semt pazarlarında satış yapıyor, geri kalan günlerde ise bostandaki üretime odaklanıyor. Üç kardeş ve eşleri, birlikte üretim yaptıkları bostan yerinde işçi çalıştırmıyorlar. Bostanda yetiştirdikleri pazı, soğan, kara lahana, maydanoz, dereotu başta olmak üzere belirli miktardaki ürünü pazarda satışa sunuyorlar. Fakat bostandan gelen ürünler tezgâhın yaklaşık yüzde 30’unu oluşturuyor. Kalan sebze ve meyveyi ise İstanbul Hali’nden getirtiyor.

Esenyurt Beygâh Pazarı. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Semt pazarlarında satılan gıdaların nereden ve nasıl temin edildiğine dair genel bir resim çizecek olursak, ürünlerin yüksek oranda halden temin edildiğini söyleyebiliriz. Fakat, Mustafa abi gibi bir kısmı dahi olsa bostanda yetiştiren çiftçilerin ürünlerinin yer aldığı tezgâhlar da mevcut. Aslında 1500 yıllık tarihi bir tarım alanı ve kültürel miras olan Yedikule Bostanları defaatle tahribat ve yok olma tehlikesiyle karşılaştı. 2013 senesinde ansızın molozlar döküldü, 2016 yılında Fatih Belediyesi şantiye inşaatı başlattı ve 2018’de otopark projesi gündeme geldi. Tarihi Yedikule Bostanları Koruma Girişimi’nin gösterdiği mücadele sayesinde uğradığı erozyon bir nebze yavaşlasa da bu kültürel-kentsel miras, henüz tam anlamıyla korunma altına alınmış değil. Üstelik her geçen gün yeni tehlikelerle karşılaşmaya devam ediyor: “Her şeyin bir zorluğu olduğu gibi bunun da var. Üretmek, çiftçilik zordur, kolay değil. Zorluktan geldiğimiz için sarılıyoruz işe. Hem bostan, hem pazar aynı anda, bazen destek işçi almamız gerekiyor, yetişemiyoruz. İşçi tutsak bile, bırakmıyoruz tezgâhımızı. Oğlum ve işçiyle çalışıyorum şu an mesela tezgâhta. Bahçede ise abilerim, yengelerim ve eşim var bugün mesela.”

Beykent Çarşamba Pazarı’nda Mustafa Karaca’nın tezgâhı, 24 Şubat 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Tüm bu zorlukların yanı sıra, bostanlardaki üretim belediye tarafından güvenceye alınmadığı gibi semt pazarlarının akıbeti de yetkililerin iki dudağının arasında. Bu yüzden Mustafa abi gibi üreticiler hep diken üstünde: “Kiracı sıfatında olsan yine hakkın olur ama işgalci sıfatında bir hakkın yoktur,” diye anlatıyor bu durumu.

Esenyurt Beygâh pazarının anonsları Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere dört dilde gerçekleşiyor: Hem ziyaretçiler hem satıcılar arasında bu diller yaygın bir şekilde kullanılıyor

O sırada geçen haftadan bostan ısırganı ısmarlayan bir çift tezgâha yaklaşıyor ve biraz serzenişte bulunuyorlar, çünkü meğer geçen hafta geldiklerinde tezgâhtaki ısırgan otlarının hepsi satılmış. “Evet geçen hafta biri geldi erkenden, hasta için aldı gitti hepsini. Bugün de biraz daha geç gelseydiniz verecektim, yine çok soran oldu,” diye yanıtlıyor Mustafa abi. Öğreniyorum ki ısırgan özellikle limon sıkılıp tüketildiğinde oldukça faydalı, şifalı bir bitki. Mustafa abi anlatıyor, “Bizim bahçenin kenarında Arnavutlar oturuyordu. 2000’lerden sonra o mahalle yıkıldı, yerine kentsel dönüşümle yurt yapıldı. Yani onlardan (Arnavut komşularımızdan) biliyoruz biz de, bahçenin kenarında biterdi, onlardan göre göre öğrendik ısırganı. Onlar tanırdı, o komşularımız yapardı Isırgan’ın böreğini, çok da lezzetli olurdu.” Boşnakların zelanik, Arnavutların kopriva dedikleri ve balkanlar boyunca ortak bir damak lezzeti olan ısırgan otlu börek ise, oldukça merak uyandırıyor bende. Isırgan otunun şifasına ve balkan kültürünün parçası ısırgan otu böreğine dair böylesi bir sohbete katılma şansı bulduğum için gerçekten çok mutlu oluyorum. Tıpkı pazardan alışveriş yapmayı tercih eden birçok kişi gibi. Pazar yalnızca insanlar arasında ürünlerin değil; kültürler, coğrafyalar, diller vb. birçok boyutlar arasında bilginin, deneyimin ve hafızanın aktarıldığı bir toplumsal mekân aslında.

Kültürel paylaşım, güven ilişkisi, bilginin dolaşımı

Pazarda hemen hemen birçok tezgâhta kültürel bir paylaşım yaşanıyor. Sağlıkla ilgili bilgilere, yerel ürünlere, yeni tariflere dair bir karşılaşma/öğrenme ortamının oluşmasından nice koyu sohbetler ve tanışıklıklar doğuyor. Bu tezgâhlardan biri de Yusuf ve kardeşinin aktariye tezgâhı. Herkeste büyük bir merak uyandıran bir tezgâh burası, belki nenemizden, çocukluğumuzdan hatırladığımız, belki bir kitapta denk geldiğimiz ama asla görmediğimiz, belki duyduğumuz ve merak ettiğimiz ve elbette severek kullandığımız birçok değişik bitki, baharat, ot, toz, sıvı yer alıyor. Aktariye tezgâhı, belki de geleneksel şifa bilgisinin yegâne taşıyıcısı günümüz kentinde. Yusuf ve kardeşinin tezgâhında ise, bitkisel şifa bilgisinin ve damak tadının çeşitli dillerde ve kültürler arası dolaşımını görebiliyoruz.

“Pazarda sürekli devir-daim oluyor, markette ise rafta bekliyor ürünler. Bu nedenle, beklemiş ürün yoktur pazarda, tazedir”

Kendilerini daha önce Yakuplu mahalle pazarında ziyaret etmiş olsam da, Esenyurt Beygâh Pazarı’nda gerçekleştiriyoruz sohbetimizi. Esenyurt kozmopolit bir bölge, pazar ise bunu en çok gözlemleyebildiğimiz kamusal alanlardan biri. Esenyurt Beygâh Pazarı’nın anonsları Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere dört dilde gerçekleşiyor: Hem ziyaretçiler hem satıcılar arasında bu diller yaygın bir şekilde kullanılıyor. Aslen Bitlisli olan Yusuf Abi ise zaten aşina olduğu Arapçaya ve bildiği Kürtçeye ek olarak, Farsçasını da oldukça geliştirmiş İranlı nüfusun çok temel bir bileşeni olduğu bu pazarlarda. Birçok müşterisiyle kendi dilinde sohbet edip, ürünler üzerine paylaşımda bulunabiliyor. Dükkândan seçilen yedi bitkinin karıştırılmasıyla elde edilen, evde dolandırılmasıyla türlü kötülüklere karşı koruma sağladığına inanılan bir geleneksel tütsü olan “yedi dükkân süprüntüsü”, bıttım sabunu, ev yapımı sirke, tokat asma yaprağı, özel kış çayı karışımı ve tezgâhındaki daha nice ürüne, İran, Suriye, Pakistan ve daha nice coğrafyadan göçerek İstanbul’a yerleşmiş müdavimlerinin etkileşimiyle birçok ürün eklenmiş: Çeşit çeşit safran, baharat, gur, Basra kara limonu…

Esenyurt Beygâh Pazarı aktariye, Yusuf ve kardeşinin tezgâhı, 26 Şubat 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

“Pazarda sürekli devir-daim oluyor, markette ise rafta bekliyor ürünler. Bu nedenle, beklemiş ürün yoktur pazarda, tazedir,” diyor Yusuf. “Dükkân daha rahat olsa da, ekonomik olarak pazar daha uygun oluyor sermaye ihtiyacı az olduğu için. Örneğin, Yakuplu sokak pazarındaki tahta-tezgâh fiyatı buradan da ucuz. Böylelikle masraf ve risk olmuyor.”

Tarhana Geyve’den, nar ekşisi Mersin’den, pekmez Erzincan’dan

Pazarda bilginin dolaşımına ve kültürel paylaşıma örnek olan bir diğer tezgâh Reşit Mermi’nin ve yeğeni Oktay’ın birlikte açtıkları Hatay ürünleri tezgâhı. Burada bir yandan alışveriş yaparken bir yandan da ürünlerin içeriğine, menşeine, yapılışına, şifasına ve nasıl tüketileceğine, kültürel bağlamına dair bir sohbet gerçekleştirmek mümkün. Aslen Hataylı olan Reşit Mermi, İstanbul’da bir bankada özel güvenlik olarak çalışıyormuş: “Şartlar ve iş seni o tarafa itiyor. Annem beni hep pazara götürürdü, yarın öbür gün pazarcı olacağımı bilmiyorduk,” diye anlatıyor pazar esnafı olma sürecini. Ürünlerin yüzde 80’ni Hatay’dan getiriyor; boy boy kavanozlar ve kaplarda nar ekşisi, zeytinyağı, zahter, tereyağı, şırdan mayalı peynir, tuzlu yoğurt gibi çeşit çeşit ürün dizili tezgâhında. Tüm bu ürünleri Hatay’daki tanıdıklardan, akrabalardan, annelerinden, teyzelerinden temin ediyor. “İyi tereyağı, yoğurt mayalamada kullanılır. Yoğurdu mayalarsa o tereyağı iyi tereyağıdır.”

Tuzlu yoğurt ve şırdan mayalı Hatay peyniri ise benim bu tezgâhta tanıştığım ürünler. Süpermarketlerde hiç rastlamadığın tuzlu yoğurt meğer Hatay’da bir hayli yaygınmış: “Yoğurt oluyor, yoğurt olduktan sonra kaynatılıyor ve tuzlanıyor. Süzme yoğurdun pişmiş hali bir nevi. İki yıl sağlam kalıyor bu şekilde bu kavanozlanmış yoğurt. Kahvaltıda çok tüketiyoruz, nar ekşisi, zeytinyağı, kekik, pul biber serperek. Bir de mesela bununla çorba yapılıyor, hiç kesilmez bu yoğurtla yapılan çorba.”

Esenyurt Beygâh Pazarı aktariye, Reşit Mermi, 26 Şubat 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Reşit Mermi ve yeğenleri, Beylikdüzü ve Esenyurt pazarlarındaki tezgâhlarının yanı sıra, Büyükçekmece tarafında bir dükkân da işletiyorlar. Dükkân ve pazar arasındaki farklılaşmaya dair şunları belirtiyorlar: “Pazar çok daha ekonomik bizim açımızdan, dükkânı döndürmek daha zor. Pazarda eğer tezgâh fiyatları çok uçmayan bir yerdeyseniz, maliyet daha az ve insanlar geliyor. Burada iki günde 30 kilo şırdan mayalı peyniri satıyoruz mesela, çok daha fazla insana ulaşabiliyoruz. Pazarda sirkülasyon var, gıda taze kalıyor.”

Kendileri üretim yapmasalar dahi, yerel ile kurdukları organik bağları üzerinden, lokal ürünleri İstanbul semt pazarına getiren bir başka tezgâh, Sebahat ve eşinin tezgâhı.

Pazarların günlük kuruluyor olması sürekli bir masraf yükü oluşturmadığı için birçok esnaf işini sürdürebiliyor, yurttaşlar ise gıda çeşitliliğine marketlere kıyasla daha ekonomik şekilde ulaşıyor

Dört sene önce çocuklarının eğitim masraflarını karşılamak için pazarda ürün satmaya başlayan Sebahat ve eşi, tarhanayı Adapazarı Geyve’de kadın kooperatiflerinde yaptırıyorlar. Nar ekşilerini Sebahat ablanın kız kardeşi Mersin’de yaptırıp göndermiş. Pekmezleri Erzincan’daki bir tanıdıkları hazırlayıp kargo ile gönderiyor. Kayısıları ise Malatya’da öğretmenlik yapan kardeşi aracılığıyla temin ediyorlar. Siyah üzümü Antepli öğretmen bir tanıdıklarının bahçesinden getirtiyorlar. Reçelleri ise kendisi hazırlıyor.

Sebahat ve eşinin tezgâhı, Beykent Pazartesi (Pazar) Semt Pazarı, 1 Mart 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Ancak pandemi dönemi nedeniyle ürün çeşitliliği normalden azmış. Pandeminin tüm olumsuz koşulları daha da zorlaştırmasına rağmen Sebahat abla semt pazarında tezgâh açıyor olmanın, dükkân işletiyor olma ihtimallerine göre ekonomik açıdan daha kolaylaştırıcı olduğunu düşünüyor: “Yani pandemi dönemi oldukça zorlu geçti, geçiyor. Pazartesi günü [normalde Pazar pazarı] belediye kira almıyor, bu nedenle gelip açabiliyoruz. İşgaliye yarı yarıya düştü, Çarşamba pazarında normal kiramızı veriyoruz. Kazandığımız olduğu gibi maliyete gidiyor bazen bu süreçte.”

“Öğretmendim, işsiz kalınca köyden getirdiğim zeytinleri önce cami önünde ve metro çıkışlarında sattım. Daha sonra pazarlara çıkmaya başladım. Ya batan pazara düşmüştür ya da çıkamayan”

Pandemi bütün esnafı olduğu gibi, pazar esnafını da zor koşullarla mücadeleye itti. Fakat pazarların günlük kuruluyor olması sürekli bir masraf yükü oluşturmadığı için birçok esnaf işini sürdürebilirken, yurttaşlar ise yarı-açık bir alanda gıda çeşitliliğine marketlere kıyasla ekonomik ve az riskli bir şekilde ulaşabiliyor. Ekonomik sınırların iyice aşındığı pandemi sürecinde de gözlemlenebildiği üzere, pazar hem alıcılar hem satıcılar için görece ekonomik bir alternatif sunmaya devam etti.

Dersliklerden tezgâha: “Pazar, köprüden önce son çıkış”

Kent hayatında semt pazarları, ekonomik kalkınmanın ve sosyal ağlar kurmanın yolu olarak işlev görebiliyor. Araştırmam boyunca, tezgâh açanlar arasında İstanbul’da geçim sağlamak, ihtiyaçları karşılamak, durumlarını iyileştirmek amacıyla pazar işine girenlere tanık oluyorum.

Kendi kuralları, ekonomisi ve işleyişi olan pazara girebilmek elbette kolay bir iş değil. Yine de pazar, az sermayeyle “günün kurtarıldığı”, eldeki ürünü aynı gün insanlarla buluşturulduğu bir mekân; emeğin gitgide güvencesizleştiği zamanlarda halen karşılığını bulabildiği bir kamusal alan.

Esenyurt Beygâh Pazarı’nın en çeşitli zeytin tezgâhını işleten eski bir edebiyat öğretmeni. Halil öğretmen ürünlerinin yarısını ailesi ile birlikte işlettikleri Manisa Büyükbelen köyündeki zeytinliklerinden getiriyor. Geri kalanı ise tanıdığı, güvendiği ve nasıl üretim yaptığını bildiği zeytincilerden topluyor. Gerçekten, zeytinin neredeyse bütün renklerini, dokusunu ve kokusunu duyumsayabildiğimiz bir tezgâh burası. Onu dersliklerden tezgâhlara getiren süreci merak ediyorum:

“Sekiz yıl öğretmenlik yaptım. İş özellere düşünce ve işsiz kalınca, köye gittim. Zeytin getirdim, önce caminin önünde, metro çıkışlarında başladım, ondan sonra pazarlara çıkmaya başladım. 2016’dan beri pazara çıkıyorum. Pazarcılar hep der, ‘pazar, köprüden önce son çıkıştır.’ Yani ya batan pazara düşmüştür ya da çıkamayan. Gerçi tahta fiyatlarının alıp başını gitmesiyle beraber pazardan yüklü miktarda para kazananlar da var. Ama yine de, pazar benim geçimim için bir seçenek oldu.”

Halil İbrahim “öğretmen”in zeytin tezgâhı, Esenyurt Beygâh Pazarı, 26 Şubat 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Önce işe tek bir tahtayla başlamış. Ardından ikincisini açmış. Şimdilerde ise bir ucundan diğer ucuna selesinden halhalısına kadar renk renk, boy boy zeytinleri dizdiği geniş tezgâhı var. “Evvelden tek çalışırdım, şimdi yanımda işçi çalıştırıyorum. Bütün zeytin çeşitlerini kendim üretmem mümkün değil, hepsini yapamam. Fakat, mesela Edremit, Gemlik Orhangazi, oralarda hangi zeytin daha iyiyse, alıyorum. Seleleri kendimiz yapıyoruz. Sezonda bol miktarda ham zeytin satıyoruz,” diyor.

Serde zeytincilik olduğundan, tüketiciye sunduğu ürünü de çok iyi tanıyor: “Dededen kalma on dönüm bir yer var köyümüzde. Bir de bizim ortak baktığımız zeytinlikler var. Babam annem çiftçi insanlar zaten. Eskiden beri, ilkokul ortaokul lise hep köydeydik, tütün de yaptık geçmişte, sonradan zeytinliğe geçtik.”

Peki, pazarcılıkla daha geç tanışan Halil öğretmen, kendi deneyiminden yola çıkarak semt pazarlarındaki diğer ürünler hakkında ne düşünüyor? Sera ve hal mallarının ürünlerin çoğunluğunu oluşturduğu semt pazarlarında güvenilir gıdaya erişimimiz mümkün mü? “Doğal yöntemler var, eğer ilgilenirseniz biliyorsunuz. Örneğin, yeşil zeytini ağartmak için zerdeçal kullanırız biz, sarartıcı kimyasal atmak yerine. Ben bunları yaptığım zaman, bidonda kuruyorum, üzerine toz zerdeçal atıyorum ağarması için. Kendi yapmadığım zeytinleri de tanıdığım insanlardan alıyorum sonuçta.” Ürünlerin tazeliği, pazar alışverişinin şiarı.

“Siyah zeytinleri aldığım Hüseyin abi var Gemlik Orhangazi’de Yukarı Sölöz köyünde, o kendisi üretici, biliyorum. Bizim köyde var tanıdığım kişiler, aile çevremiz ve köyümüz hep zeytincilik üzerine. Eğer pazarda güvenebileceğiniz esnafı bulabildiyseniz içiniz rahat edebilir. Kendi ürünümü getiriyorum, tezgâhımı tanıdığım üreticilerin ürünleriyle tamamlıyorum. Mesela burada da yazar: iade ve değişim yaparım. Pazarda sirkülasyon var, ürün tazedir. Sabah bu zeytinler tamamen doluydu. Haftada bir zeytinlerim değişir benim, bazen gününde değiştiği olur.”

“Balı benden değil, BİM’den alıyor. Yanda Konya tahini çekiyor arkadaş, bunu almıyor. Fıstıktan elde edilen sahte tahini alıyorlar. İranlılar, Libyalılar, Suriyeliler, Ürdünlüler besliyor şu an bu pazarı”

Bir başka tezgâhta Ali Karataş memleketi Trabzon’dan getirdiği onlarca ürünü satıyor. Pazarcılığı önce kendi ailesinin ürettiği fındık, yeşil çay ve balla başlamış. “Sürmeneliyim,” diye başlıyor söze. “Trabzon’da baba mesleğim, nalbur, hırdavat, yöresel kazma, bıçak gibi el işleri üzerine. Köyüm zanaatkâr. Buraya geldik, olduk tabldotçu.” Otuz yıl boyunca fabrikalara yemek dağıtmış ancak geçimini bir türlü sağlayamamış. “Hile yapmadığım için kazanamadım,” diyor. “Güven, azim ve sebat çok önemli. İslam’da kar oranı yüzde 12’dir. Altı yıldan beri pazara çıkıyorum. Mağazada satmak daha kârlı ama mağaza açmak sermaye gerektiriyor. O daha zor. Pazarda ise sermayen olmasına gerek yok.”

Pazar işi imece işi. Ali Karataş köyünü de seferber etmiş, bereketini İstanbul’a taşımış. Vitrin ürünü çay. “Ben yazın kendim gidip üretim yapıyorum. Yeşil çayı örneğin kendimiz yapıyoruz, topluyoruz, gölgede kurutuyoruz. Güneşte kurumaz, tarhana bile gölgede bekletilmeli. Siyah çay içinse çayımızı fabrikaya veriyoruz, çünkü fırında yüksek ateşe girmesi gerekiyor. Ondan sonra eleklere girer. Çay dört hasattır, ilk hasat mayıstır. 2, 3, 4 diye gider, kalite ve miktar düşer.” Bir tek çay da değil, köyde ve etrafında yetişen birçok ürünü tüketiciyle buluşturuyor. “Orada gidip hasat yapıyorum, fındık, çay. Yaylaya çıkıp kekik çayı, yaban mersini topluyorum. Şekeri düşürür yaban mersini, bizim yayladaki, rakımı yüksek yerdeki. Genelde pazarda satıyorum, onun dışında eşe dosta satıyorum tanıyan bilen.”

Ali Karataş’ın tezgâhı, Esenyurt Beygâh Pazarı, 6 Mart 2021. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Müşterilerinin başında göçmenler, toptancı marketlere teslim olmayıp pazarda alışveriş alışkanlıklarından vazgeçmeyenler var. “Halkımızın alışveriş bilinci değişti. Toplu tüketime, marketlere yöneldi insanlar. Balı benden almıyor, gidiyor BİM’den alıyor. Yanda Konya tahini çekiyor arkadaş, bunu almıyor. Yer fıstığını çekip ucuzdan tahin diye, helva diye satanlar var. Fıstıktan elde edilen sahte tahini alıyorlar. İranlılar, Libyalılar, Suriyeliler, Ürdünlüler besliyor, destekliyor şu an bu pazarı.”

Kadınlar, göçmenlik ve pazar

Göçmenler yalnızca müşteri olarak desteklemiyorlar pazarı. Aynı zamanda pazarda kurucu rol de oynuyorlar. Nasıl ki kadınlar yalnızca müşteri değil (her ne kadar özellikle gıda bölümünde az sayıda kadına rastlasak da) pazarın asli unsurularsa. Sabrina’nın Esenyurt Semt pazarında açtığı kuru yemiş tezgâhı bunu açıkça görebildiğimiz yerlerden biri. 2016’da Özbekistan’dan Türkiye’ye göç eden Sabrina ile çay ve Siirt fıstığı eşliğinde bir sohbet gerçekleştiriyoruz.

“Pazarda kadınları gıda tezgâhlarının başında çok sık göremiyor olsak da, tezgâhların arkasında muhakkak yer alıyorlar. Buna rağmen, İstanbul’da geçimini sağlamaya çalışan göçmen bir kadın için açık bir toplumsal alan olabiliyor pazaryeri”

19 yaşında memleketi Özbekistan’dan ayrılan Sabrina, Moskova’da bir süre çalıştıktan sonra Türkiye’ye gelmiş. Beş aydır pazarda tezgâh açarak Siirt fıstığı satan Sabrina, öncesinde restoranlar başta olmak üzere hizmet sektöründe çalışıyormuş. Hizmet sektörünün oldukça zorlayıcı koşullarındansa kendi tezgâhının, işinin başında olmayı tercih etmiş. Sabrina, pandemi sürecinde hizmet sektörünün duraksamasıyla birlikte kendini fıstık tezgâhının başında bulduğunu söylüyor. Pazarın da kendine has oldukça zorluğu olduğunu da ekliyor sözlerine: “Yine de kendi işinin başında olmak insana çok iyi hissettiriyor, artık başkasının emrinin altında çalışmak istemiyorum.” İstanbul pazarlarına uzun süredir müşteri olarak gelip giden Sabrina, fıstık satarak geçimini sağlayabileceğini düşünmüş ve tanıştığı bir fıstık toptancısıyla anlaşarak, Tozkoparan, Avcılar, Zeytinburnu pazarlarında tezgâh açmaya başlamış.

Pandemi sürecinde pazardan geçim sağlamanın özgün koşullarına dair sorduğumda “Yani kimsede para yok, biz de malı alıyoruz, iki hafta sonra ödeyebiliyoruz. Aslında baya zorlayıcı ama insan mecbur olunca yapıyormuş demek ki,” diyor. Pandemi süreci geçince de pazarda tezgâh açmaya devam etmek konusunda oldukça kararlı Sabrina.

Sabrina’nın tezgâhı, Esenyurt Beygâh Pazarı, 9 Nisan 2020. Fotoğraf / Ceren Gülbudak.

Pazarda kendi tezgâhının başında duran kadınları görmek imkânsız değilse de özellikle gıda bölümünde bir hayli zor oluyor. Fakat bu pazarın gıda bölümünde kadın emeği olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin, Beylikdüzü ve Esenyurt pazarlarında gıda tezgâhlarında satılan mantarların birçoğu Çatalca’da kadınlar tarafından yetiştiriliyor. Yine yumurtalar, Çatalca’da yumurtacılık yapan kadınlardan temin ediliyor. Ya da tarhana, reçel, salça gibi birçok yerel gıda ürünü kadınlar tarafından üretiliyor. Bunların yanı sıra, pazara bostanlardan gelen meyve sebzenin büyük bir bölümüne de pazarcıların eşlerinin elleri değiyor. Yani pazarda kadınları gıda tezgâhlarının başında çok sık göremiyor olsak da, araştırma boyunca gözlemliyorum ki kadınlar tezgâhların arkasında muhakkak yer alıyorlar. Özellikle gıda bölümünü düşündüğümüzde, kadınların tezgâhların arkasından, tezgâh başına geçmeleri çok da kolay olmuyor. Buna rağmen, Sabrina gibi, İstanbul’da geçimini sağlamaya çalışan göçmen bir kadın için açık bir toplumsal alan olabiliyor pazaryeri, bu nedenle gitgide daralan kent kamusal hayatı açısından önemli bir yer teşkil ediyor.

Gıda alışverişinden çok daha fazlası

Sürdürülebilir gıdaya erişim açısından birçok güzel örnek var: Organik pazarlar, organik ürün marketleri, tüketici ve üretici gıda kooperatifleri, üretici pazarları ve nicesi. Ancak bu alternatifler ne yazık ki fiyatlar, olanaklar ve lokallik nedeniyle alışverişe gelen kitleleri belirli bir kesimle sınırlı kalabiliyor. Tüm bu örneklerden edindiğimiz farkındalık, semt pazarının sunduğu olanaklar ve yelpaze ile birlikte düşünüldüğünde sürdürülebilir bir gıda modelinin altyapısının hazırda var olduğunu söyleyebilir miyiz? Hele hele pandemi gibi gıda güvenliğine ciddi bir gölge düştüğü, süpermarketlerin tedarik zincirinin gıdaya erişim açısından da ne denli bir risk olduğunun iyice ortaya çıktığı bir dönemde… Diğer taraftan, semt pazarları yerel üretime teşvik imkânı sağlayabilir. Örneğin, İstanbul’un her mahallesinde mevcut olan semt pazarlarının bir kısım tahtasının, üretici kooperatiflerince işletilmesi düşünülemez mi?

Bugün sürdürülebilirlikten bahsederken, aslında üç boyutlu bir olgu kast ediyoruz: Çevresel, kültürel ve ekonomik. Sürdürülebilir kalkınma modelleri ile semt pazarları, küresel anlamda da birlikte işleniyor, düşünülüyor. Kent planlama, çevre, kent sosyolojisi, tarım sosyolojisi gibi birçok alanda yapılan çalışmalar, farklı coğrafyalardaki sokak pazarlarının hem toplumsal bir ekonomik akış hem de gündelik hayatta anlamlı sosyal temaslar için önemli bir alan olduğunu, bir yandan da yerel üretimi ve yerel gıdanın tüketimini teşvik etmesi itibariyle sürdürülebilir bir kalkınma açısından da önem taşıdığını ortaya koyuyor. İstanbul’un Beygâh ve Beykent pazarlarında yaptığımız bu kısa gezintinin sunduğu resim, semt pazarlarının geçim sağlama, gıdaya erişim, sosyalleşme, kültürel paylaşım, bilgi dolaşımı, sosyal ağlara katılım gibi alanlarda birçok kent sakininin hayatında önemli bir yer tuttuğunu gösteriyor.

Örneğin, İstanbul’un her mahallesinde mevcut olan semt pazarlarının bir kısım tahtasının üretici kooperatiflerince işletilmesi düşünülemez mi?

Her yörenin sürdürülebilirlik adına kendine özgü alternatifleri var. Bu alternatifleri yine her yörenin kendi kültürel ve toplumsal dokusu ile birlikte düşünmek gerekiyor. Pazar, tüm bunların kesişiminde yer alan, toplumsal, ekonomik ve çevresel bir sürdürülebilirlik için zemin oluşturabilecek bir toplumsal alan. Bu nedenle yalnızca geçimini sağlamak kaygısıyla tezgâhını açan pazarcılar açısından değil, yaşadığımız toplum için de pazar köprüden önce son çıkışlarımızdan biri olarak mahallelerimizin orta yerinde, yolumuzun üzerinde duruyorlar.

***

Yazarın notu: Bu yazı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Departmanı bünyesinde gerçekleştirdiğim doktora tez araştırmasının bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Sevgili Büşra Kılıç’a değerli yorumları için, tez araştırmama özveriyle yol gösteren danışmanım Dr. Begüm Özden Fırat’a emekleri için teşekkür ederim.

“Az önce kendi tapulu arazimizin bahçesinde türkü söyledik hep beraber. Jandarmalardan biri hemen telefon görüşmesi yaptı. Özel tim yığıldı ardından. Duyuyor musunuz bilmiyorum, anons geçiliyor. Bize kendi evimizin bahçesinden dağılmamız gerektiğini, gitmezsek müdahale edeceklerini söylüyorlar.”

Rize, İkizdere’de haftalardır Cengiz Holding ve şirketin desteğini arkasına aldığı AKP hükümeti ortaklığında yürütülen taş ocağı projesine karşı direnenlerden, ağacın kesilmesine ağaca çıkarak engel olan Zeynep Baş ile görüşmemiz esnasında yaşandı bu konuşma.

İyidere sahiline yapılacak olan lojistik limanın inşaatında kullanılmak üzere “ihtiyaç duyulduğu” gerekçesiyle açılacak taş ocağına karşı İkizdere halkının direnişi bir aydır devam ediyor.

Ağaç kesimlerinin başlamasıyla birlikte jandarma İkizdere’yi abluka altına aldı. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

Köylülerin büyük bir kararlılıkla yürüttüğü mücadele karşısında Cengiz Holding ısrarla, hız kesmeden ağaç kesme çalışmalarını sürdürüyor. Yurttaşların tepkisi dinmeyince hükümet de Cengiz Holding’in yanında seferber oldu. Köyde 16 Mayıs’ta Rize Valiliği kararıyla “kısmî olağanüstü hâl (OHAL)” ilan edildi. Yürüyüş ve basın açıklaması yapmak 15 gün süreyle yasaklandı.

Zeynep Baş ile yaptığımız görüşme de bu kısmî OHAL sürecinde gerçekleşti. “Öyle bir OHAL ki kendi evimizin önünde türkü söylememiz yasak,” dedi Baş.

İkizdereli kadınlar anlatıyor

İkizdere’de direnişin başladığı ilk günden bugüne ağaçların tepesinde, dere eteğinde, dozer önünde hep en çok kadınları gördük. Jandarma müdahalesiyle beraber bu kadınların yerlerde sürüklendiğini ve gözaltına alındığını da… Yaşam alanlarına sahip çıkmak, geçim kaynaklarını korumak için her zorluğu göze alan kadınlar Zeynep Baş ve Nazire’nin ağzından İkizdere direnişini dinledik. Söz İkizdereli kadınlarda:


Zeynep Baş: Doğanın siyaseti olmaz

“Yaşam alanlarımızın, organik çay bahçelerimizin, derelerimizin yok olmasını, doğamızın katledilmesini istemiyoruz. Toz bulutu içerisinde yaşamak, kirli hava solumak istemiyoruz. Bizler suyumuzu derelerimizden alıp içiyoruz. Şu anda sularımız kirli akıyor. Çoğumuzun geçim kaynağı tarım ve hayvancılık. Yoğurdumuzu, peynirimizi, sütümüzü hazır almayız, kendimiz yaparız. Zengin insanlar değiliz biz, her şeyimizi doğadan kazanıyoruz. Dolayısıyla yaşam alanımızı terk etmek, geçim kaynaklarımızı bırakmak, bir santimetrenin dahi yok edilmesini istemiyoruz.

Eskencidere Vadisi’ndeki derenin inşaattan önceki ve sonraki hâli.

“Hükümet buraya göz koydu ama biz burayı vermeyeceğiz. Buradaki tavır bir oy veya parti meselesi değil. Doğanın siyaseti olmaz. İkizdere için birçok şey söylediler. Doğru, İkizdere yüzde 95 civarında AKP’ye oy vermiş bir bölge ama bu demek değil ki doğasını savunmayacak.

“Öyle bir OHAL ki evimizin önünde türkü söylememiz yasak”

“Dolayısıyla hükümetin tavrını doğru bulmuyoruz, mana da veremiyoruz, çocukluğumuzu bizden almasınlar. Atalarımızdan kalan mirasımız, kendi çocuklarımıza da bırakacağımız yerler bunlar. Cumhurbaşkanımızın bu alanı görse böyle bir doğa katliamına izin vereceğini de düşünmüyoruz hiçbirimiz.”

Vadi girişine barikat kuran jandarma köylülerin alana girişini engelledi, biber gazına başvurdu, zor kullandı ve gözaltılar yaptı. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

Nazire: Allah’ın yarattığını kul yapamaz ki

“Biz çocukken deprem nedir bilmezdik, yıllar önce hemen evimizin 100 metre ötesinde bir taş ocağı açtılar. Orada patlattıkları dinamitler yüzünden depremi yaşadık, bütün eşyalarımız gitti. Yabani hayvanlar ormanda barınamadığı için köyün merkezine indi. Hem hayvanlar yuvasından oldu hem de bizler ne geceleri ne gündüzleri rahatça sokağa çıkamadık. Bu taş ocağının da başımıza aynı şeyleri getireceğini biliyoruz. Suyumuz, tarım alanlarımız yok olacak evimizde rahat oturamayacağız. Şu anda patlama olmadığı halde biz o kepçelerin sesinden bile uyuyamıyoruz. Sabaha kadar çalışıyorlar, hiçbir şekilde huzurumuz yok. Gece kalkıyoruz su içmeye, bakıyoruz su yok. Derelerimizi kurutuyorlar. Her türlü korkunç şeyi yaşatıyorlar bize burada. Çocukluğumuzun geçtiği yerleri talan ediyorlar.

“Ağaç dikeceksin ama kaç yılda büyüyecek o ağaç? 250 yaşında ağacımız var burada. Şimdi ekseniz ağacı, hangimiz görecek onu bir daha?”

“Ulaştırma Bakanı geldiğinde biz ona sadece üç tane soru sorduk. Neden burayı seçtiklerini, açılmış taş ocaklarından neden almadıklarını, yukarılardaki kullanılmayan çorak arazilerden neden taş alınmadığını öğrenmek istedik. Bakan bizi dinlemedi bile ama biz onu yuhalamışız gibi gösterildi. Biz sadece derelerimize, vadimize dokunulmamasını istedik, bir saygısızlık yapmadık. Biz devlete karşı gelmiyoruz, sadece doğamızı korumak istiyoruz.

Çocukluğumuzun geçtiği yerleri talan ediyorlar. İkizdereli kadınlar eylemlerde hep ön saflardaydı. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

“Benim annem yaz kış orada yaşıyor. Çayla, mısırla, hayvancılıkla geçiniyor. Bugüne kadar devletten yardım beklemeden ayakları üstünde kavrulan bir insan. Şimdi diyorlar ki onları yok edip düzelteceğiz. Ama Allah’ın yarattığını kul yapamaz ki. Ağaç dikeceksin ama kaç yılda büyüyecek o ağaç? Orada sadece çam ağacı yok ki; gürgen var, kestane var, ceviz ağaçları, meyve ağaçları var. Şimdi hepsi gitti. 250 yaşında ağacımız var bizim burada. Şimdi ekseniz ağacı, hangimiz görecek onu bir daha? Zaten bugüne kadar hangi taş ocağında rehabilitasyon yapılmış? Onlar yapana kadar bizim burada yaşayacaklarımız ne olacak? Yağmur yağmadığı halde her gün heyelan oluyor burada. Yağmur yapınca dağ olduğu gibi aşağı gelecek, ne yapacağız biz?”

İkizdere’nin siyaseti

Yaşadıkları toprakları savunan kadınlar “doğanın siyaseti olmaz” dese de, hükümet bugüne kadar Türkiye’nin dört bir yanında kamu yararıyla çelişen sayısız projeyi ısrarla destekledi. Doğal kaynakları korumak yerine kazanç sağlamanın yolları arandığında, işin içine siyasetin girmesi de kaçınılmaz oluyor.

Nitekim İkizdere’deki taş ocağı projesinde ortaya çıkarılan usulsüzlükler bunun en canlı kanıtı. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Milletvekili Ali Öztunç’un kamuoyu ile paylaştığı bir belge gösterdi ki taş ocağı projesinin sahibi Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı. Bakanlık iletişim adresi olarak ise Cengiz Holding’in mail adresini gösteriyor…


Ali Öztunç: Talan projesi

CHP Doğa Hakları ve Çevreden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Öztunç, direnişe destek vermek için bölgeye ziyarette de bulundu, burada köylüleri dinledi ve onlarla nöbet tuttu. “Ben ilk gittiğimde bir şelale vardı bölgede, artık o şelale yok. Yolu açmak için ağaçların hepsini kestiler. Şu an varmak istedikleri yere sadece 200 metrelik bir mesafeleri kaldı,” diyen Öztunç, bölge halkının direnişinin siyasi görüş fark etmeksizin sürdüğünü ancak hükümetin hiçbir şekilde dinlemediğini belirtiyor:“Çünkü hükümetin gözünde Mehmet Cengiz, Rize’den daha değerli, Rize’den daha büyük, hatta Türkiye’den dahi daha büyük.”

“Bakan araştırma yaptıklarını, en iyi taşın burada olduğunu söyledi; ÇED raporunda alan araştırmasına gerek olmadığına dair bir ibare gördük”

Öztunç projedeki usulsüzleri ise şu sözlerle özetledi: “Son 8-10 yıldır AKP özellikle Karadeniz’e göz dikmiş durumda. Karadeniz Bölgesi’ndeki pek çok vadide, derede yatırımlara izin verdiler. Bir çayın üzerinde beş ya da altı HES projesi olduğuna dahi şahit oluyoruz. Yeşil Yol projesinden hidroelektrik santrallere (HES) taş ocaklarından altın madenlerine kadar bunların tamamı Karadeniz’i talan etme projesidir. İkizdere de tabii ki bunların içinde. Lojistik limanı projesi yapılabilir fakat başka yer yokmuş gibi ihtiyaç olan taşı ısrarla tarımın, hayvancılığın yoğun yapıldığı, yaşam alanı olan bir yerden yapmak istiyorlar. Halk direniş halinde fakat hükümetten hiçbir şekilde geri adım yok.

CHP Doğa Hakları ve Çevreden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Öztunç.

“Öte yandan her gün yeni bir skandalla karşılaşıyoruz. Bakan önce araştırma yaptıklarını, en iyi taşın burada olduğunu söyledi; ÇED raporunda alan araştırmasına gerek olmadığına dair bir ibare gördük. Lojistik limanında 8 bin kişinin çalışacağını ve bu yüzden mecbur olduklarını söyledi; limanın ÇED raporunda 300 kişi yazdığını gördük. Kendisinin bakan olarak Cengiz Holding adına dilekçe verdiğini ortaya çıkarttık, ona cevap dahi vermedi. Ancak belli ki Cengiz Holding çok bastırıyor ve onu kırmamak için Bakanlık böylesine güzel bir bölgeyi talan ediyor.

“Sadece Karadeniz değil sahil bölgelerinin tamamına göz dikmiş durumdalar. Bodrum’da 1 milyon metrekarelik bir araziyi, Datça’da Kargı Koyu’nu özelleştirmeye açtılar, sanayi tesislerinin tamamını sattılar… 128 milyar doları buharlaştırdıkları için para arıyorlar. Bulamayınca da elde kalan koyları, ormanları satıyorlar.”

 

Murat Çepni: İnsanlar işleriyle tehdit edildi

Aslen İkizdereli olan Halkların Demokratik Partisi (HDP) Milletvekili ve Ekolojiden Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Murat Çepni ise dozerlerin jandarma eşliğinde köye girmeye başladığı 23 Nisan’dan itibaren bir hafta boyunca köylülerin yanında kaldı.

İkizdere köyünün Eskencidere Vadisi’nin bir kolu olduğunu söyleyen Çepni, vadinin birbirine bağladığı iki köyde yaşayanların arıcılıkla, hayvancılıkla ve tarımla geçimini sağladığını, aynı zamanda köylüler içme suyunu da bu vadiden karşıladığını hatırlattı.

“Karadeniz sahil yolu, HES’ler, Yeşil Yol, taş ocakları, dolgu limanlar… Karadeniz bir saldırı konseptiyle karşı karşıya”

Çepni, proje sürecine ilişkin bir diğer usulsüzlüğe de dikkat çekti. Bundan iki yıl önce başka bir şirket aynı yerde taş ocağı açmak istedi. Ancak şirket proje dosyasına İkizdere’den değil de İzmir’de ağaçsız, düz bir araziden fotoğraflar koydu. Projeye itiraz edilmesiyle başlayan mahkeme sürecinde fotoğrafların başka bir yere ait olduğu anlaşılınca yürütmeyi durdurma kararı verildi. Aynı yerde iki yıl sonra, bugün, Cengiz Holding çalışmalarına başlamış oldu.

HDP Ekolojiden Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Murat Çepni.

Çepni, İkizdere’de 23 Nisan’dan itibaren başlayan direnişi, Karadeniz’de yıllardır süren doğa talanını şu sözlerle anlattı:

“23 Nisan’da dozerler alana girmeden önce köylüler köyün girişinde projeye karşı çadırlarla bir direniş alanı kurmuştu. Dozerler 23 Nisan’da o günkü sokağa çıkma kısıtlamasını fırsat bilerek çalışmaya başladı ve yollar jandarma tarafından tutuldu. Köylüler dağlardan alana geldi. 3-4 gün boyunca dozerin çalışması bu şekilde engellendi. Çok yoğun bir asker ablukası yaşandı. Dozer çalıştırılmak istendi. Karşımızda şirketten ya da devletten bir muhatap da yoktu. Sadece askerler ve dozer vardı. 26 Nisan’da köylülere gazlı ve fiili bir saldırı gerçekleşti. Altı köylü gözaltına alındı. Yaşlı insanlar yerlerde sürüklendi, yaralandılar. Saldırıdan sonra her gün asker ablukası biraz daha arttırıldı. Köylülerin alana gelişi zorlaştırıldı. İnsanlara evlerinin bahçelerinde olmalarına rağmen kısıtlamadan ötürü para cezaları yazıldı. Karakol görevlileri köylüleri işleriyle ve kazançlarıyla tehdit etmeye başladı. Her türlü kirli yöntem devreye sokuldu.”

“Bu taş ocağı da yapıldığı takdirde vadideki çay üretimi, bal üretimi bitmiş olacak”

“Karadeniz’i betonlaştırdılar”

İkizdere’nin sadece taş ocaklarıyla değil genel bir talanla karşı karşıya olduğunu söyleyen Çepni, Karadeniz’in derelerini tutan HES’lerden, “duble yol” çalışmalarıyla ile delinen dağlardan, açılan tünellerden de söz etti.

Karadeniz’de korkunç bir inşaat yükü ve orman katliamı yaşandığını vurguladı ve ekledi:

“Bu taş ocağı da yapıldığı takdirde vadideki çay üretimi, bal üretimi bitmiş olacak. Su zaten çalışma başlar başlamaz kirlendi ve son noktada dere tamamen kapandı. İki yıl boyunca burası tamamen bir inşaat alanına dönecek.

“Karadeniz sahil yolu, HES’ler, Yeşil Yol, taş ocakları, dolgu limanlar… Karadeniz bir saldırı konseptiyle karşı karşıya. Tümden betonlaştırılmış ve peşkeş çekilmiş bir halde. İnsanlar yoksullaşıyor. Tarım ve hayvancılık bitme aşamasına gelmiş. Hiçbir yatırımın olmadığı tam tersi insanların göç etmek zorunda kaldığı bir bölge. Ama AKP iktidarı her yerde olduğu gibi Karadeniz’de de nerede bir ağaç bir su görse orayı ranta çevirmek için kırk dereden su getiriyor. Şirketler para kazansın, palazlansın diye halkı açlığa, yoksulluğa mahkûm eden bir siyaset sahibi AKP.”

Taş ocağı inşaatının sürdürdüğü alanın önünde jandarma nöbet tutuyor. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

“Bakanlık şirketleşmiş”

Sahte bir fotoğrafla başlanan işin, yıllar sonra başka bir şirket tarafından, bu defa bilgilendirme dahi yapılmadan devralındığını vurgulayan Çepni, bölgeye gelen yetkililerin tavır ve tutumlarına da değindi:

“Yetkililer köylülere sadece iki yıl kalacaklarını, ondan sonra da bölgedeki tahribatı ‘rehabilite edeceklerini’ söylediler ve oradaki insanlar için bu ocağın bir iş imkânı olduğu gibi aşağılayıcı, onur kırıcı tekliflerde bulundular. İnsanlar ‘burada doğduk, burada yaşıyoruz, karnımızı burada doyuruyoruz’ demelerine rağmen onlar yapılacak olan lojistik liman inşaatını bir devlet bekası hâline getirdiler.”

“Hangi proje olursa olsun hangi yatırım olursa olsun doğanın ve insanların yaşamlarını sıkıntıya sokacaksa eğer, o projeyi savunmak mümkün değil. İnsanların yaşam alanlarını, geleceğini yok eden, ekosistemi yok eden bir projeyi devlet savunmamalıdır. Devlet ormanları korumakla yükümlüdür. Tam tersi olması gerekirken insanlar ormanları, tarımı devletten korumaya çalışıyor. Ortada bir şirket de yok çünkü bunun devlet projesi olduğunu söylüyorlar. Bakanlık şirketleşmiş, şirket bakanlık hâline gelmiş demektir bu.”

Talan 90’larda başladı

İkizdere direnişi en çok da Karadeniz’de yıllardır devam eden doğa talanı sonucunda meydana gelen sellerin, heyelanların, yıkımların, kayıpların geniş bir tablosunu önümüze koyması açısından sarsıcı oldu. HES’lerdi, madendi, yoldu derken bitmeyen inşaat hâli, daralan yaşam alanları bir şekilde herkesi ses çıkarmaya itti. Karadeniz’de 1990’lardan itibaren başlayan ve bugün İkizdere ile “bak bu da olmuştu” diye hatırladığımız o tablonun ayrıntılarını yazar ve ekolojist Cemil Aksu anlattı:

“Karadeniz’de artık tarımın son demlerinin yaşandığı bir süreç hâkim. 12 Eylül’den beri tarıma verilen destekler kesildiği için çay tarımı da fındık tarımı da ve bu ikisi altında teşvik edilen kivi üretimi gibi tarımsal faaliyetler de Karadeniz’in geçimini sağlayamadı. Bu yüzden birçok köy boşalmış ya da yazlık hâline dönüşmüş durumda.

“Cengiz Holding, Kolin gibi birçok şirketin devletten aldığı ihalelerle zengin olma macerasının başlangıç noktası Karadeniz sahil yoluydu”

“Şu an taş ocağının etkileyeceği köy ise yaz kış dolu olan bir köy ve vadideki en büyük köylerden birisi. Bu açıdan köylülerin son tarım alanlarını yok olmasını kaygı ve tepkiyle karşılamalarını anlamak gerekiyor. Orada sadece bir çevre direnişi yok aslında, emekçi köylüler yaşam alanlarını ve geçim kaynaklarını koruma mücadelesi veriyor.

Yazar ve ekolojist Cemil Aksu.

“Kirazlıyayla’dan Bodrum’a kadar ülkenin birçok yerinde verilen mücadeleler hem çevre hem emekçi halk mücadelesi aslında. Karadeniz açısından ise İkizdere’deki bu isyan yılların birikimini ifade ediyor. İkizdere vadisinde şu an neredeyse 15 tane HES var. 2005’ten beri başlayan bu HES’lerin yapımı sırasında da bir sürü tüneller açıldı, yan yollar yapıldı. Bu liman projesi için de aynı şey geçerli. Şirketler kendi alacakları paraları yüksek göstermek için bir sürü keyfî düzenlemeler yapıyor ve bunu da çok rahatlıkla ilgili bakanlıklarda, çevre ve şehircilik il müdürlüklerinde onaylattırabiliyorlar. İkizdere şu an tam bir talan vadisi durumunda. Tünellerden etrafınızdaki doğayı bile göremiyorsunuz ve bu İkizdere’de 2005’ten beri sürüyor.

Cemil Aksu: İkizdere şu an tam bir talan vadisi durumunda. Tünellerden etrafınızdaki doğayı bile göremiyorsunuz. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

“Mesut Yılmaz döneminde başlatılan Karadeniz sahil yolu projesi vardı. Denize dolgu yapılarak yol inşa edildi. O dönemde birçok bilim insanı raporlarla projeye itiraz etti. Sahilde dolgu yapılması yerine kuzeyde yol yapılması ya da karayolu yerine demiryolu gibi önerilerde bulundular. Siyasi iktidar Karadeniz’i doldurmayı tercih etti ve bu krizin hikâyesi de orada başladı. Karadeniz sahil yolunda yapılan yolsuzluklardan dolayı o dönemin bir bakanı Yüce Divan’da yargılandı. Fakat sonuçta Karadeniz sahil yolu açıldığı zaman da yine bir bakan ‘yanlış bir projeydi ama çok para harcandığı için biz de bitirmek zorunda kaldık,’ diye bir açıklama yaptı.

“İkizdere’de taş ocağı açılması tamamen Cengiz Holding’in iş ritmine göre verilmiş bir karar. İdare, Cengiz Holding’in boş kalmaması için uğraşıyor”

“İşte bugün karşımızda olan Cengiz Holding, Kolin gibi birçok şirketin devletten aldığı ihalelerle zengin olma macerasının başlangıç noktası da Karadeniz sahil yoluydu. Bu yol toplamda üç etapken 13 etaba bölünerek hiçbir ihale kanununa uyulmadan 13 şirkete dağıtıldı ve bu şirketler bu yol üzerinden zenginleşmeye başladı. Ardından, Karadeniz’de hem bilime akla hem de ekolojiye aykırı projelerin arkası kesilmedi. Yol bitti, HES’ler başladı, Giresun’da deniz doldurularak havaalanı yapıldı, şimdi Rize’de aynı şekilde bir havaalanı yapılıyor… yani 90’lardan beri Karadeniz’de dolgu yapılıyor ve bunu yapmak için de envai çeşit bitkinin, canlının yuvası olan vadilerde taş ocağı gibi tarumar etme yöntemleri kullanılıyor.”

“Bütün projeler durmalı”

Aksu, yetkililerin tüm açıklamalarında ısrarla vurguladıkları “rehabilitasyon” söylemlerine de değindi ve Türkiye’de bugüne kadar taş ocağı ya da maden ocağı gibi orman alanlarında tahribat yaratan projelerden sonra hiçbir ıslah çalışması yapılmadığını, “rehabilite edeceğiz” sözlerinin “açık açık yalan söylemek” olduğunu ifade etti.

“Zararın neresinden dönülse kardır denilerek tüm projeler durdurulmalı,” diyen Aksu, felaketlerin önüne ancak bu şekilde geçilebileceğini söyledi:

“İkizdere’de taş ocağı açılması tamamen Cengiz Holding’in iş ritmine göre verilmiş bir karardır. Rize-Artvin Havalimanı dolgusu bitti, artık üst yapının inşa sürecine gelindi ve hemen İyidere Lojistik Limanı devreye sokuldu. İdare, Cengiz Holding’in boş kalmaması için uğraşıyor. Bugün artık İkizdere’de şu gerçek görüldü; Cengiz değil hükümet var. Jandarmasıyla, bakanlarıyla, bürokratlarıyla hatta yandaş medyasıyla hükümet orada. Bugün İkizdere’de katliam yapan Cengiz Holding değil bizzat hükümettir.

İkizdere’de ağaç kesimlerinin başlamasını mümkün kılan acele kamulaştırma kararnamesi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan imzasıyla 19 Mart 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

“Karadeniz yıllardır AKP’ye en çok oy veren bölge oldu ama şimdi görüyoruz ki AKP’ye verilen desteğin bedelini ödüyor. Kaybolan doğayla, her sağanaktan sonra oluşan sel felaketiyle biz bunu ödüyoruz ve ödemeye de devam edeceğiz. Karadeniz daha kıyamet yaşayacak, bu artık kaçınılmaz. Doğadan ne alırsan doğa onu senden geri alır. Kırk yıl uğraşır bir bina yaparsınız dört dakika sallantıda o bina canınla birlikte gider. Biz bunu Rize’de, Trabzon’da, Giresun’da yaşadık. Dolayısıyla bu iktidara, bu iktidarın yanlış politikalarına desteğin bedeli Karadeniz’e ağır oldu ve olmaya da devam edecek. Susuzluğun, sellerin, orman katliamının önünü açan bu felaketlerden kaçınmanın tek yolu da doğa talanı temalı tüm projelerin durdurulmasıdır.”

Cumhurbaşkanı kararıyla acele kamulaştırma

Rize’nin İkizdere ilçesine bağlı İyidere sahiline yapılması planlanan lojistik liman için 2020’de ihaleye çıkıldı. İhaleyi 1 milyar 719 milyon lira karşılığında iktidara yakınlığıyla bilinen Cengiz İnşaat ve Yapı&Yapı A.Ş. ortaklığı kazandı.

Projede deniz dolgusu öngörülüyordu. Bu nedenle ham madde temini için taş ocakları ve bağlantı yoluna ihtiyaç duyuldu. Ham madde ihtiyacının karşılanabilmesi için Eskencidere Vadisi’nde bulunan Cevizlik ve Gürdere köylerinde 17 adet parsel için acele kamulaştırma kararı çıkarıldı. Karar Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan imzasıyla 19 Mart 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı.

Bunun üzerine köylüler harekete geçerek, vadinin girişine çadır kurup nöbet tutmaya başlarken, alınan kararı da yargıya taşıdı. Ancak inşaatı gerçekleştirecek olan Cengiz Holding çalışanları 21 Nisan’da jandarma eşliğinde vadiye girerek taş ocağı için yol açma çalışmalarına başladı.

Vadi girişine barikat kuran jandarma köylülerin alana girişini engelledi. Direniş süresince köylülere gazlı ve fiili müdahaleler gerçekleşti. Gözaltına alınanlar oldu, birçok kişiye de koronavirüs tedbirleri kapsamında uygulanan sokağa çıkma kısıtlamasına uymadığı gerekçesiyle para cezası kesildi.

İkizdereliler ağaçların kesilmesini ağaçlara tırmanarak protesto etti. | Fotoğraf: Eren Dağıstanlı

Bu sırada Cengiz İnşaat’ın 3 Mart 2021’de kapasite artışı talebiyle başvuru yaptığı ve Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı 11. Bölge Müdürlüğü’nün, şirkete yeni bir taş ocağı açması için izin verdiği ortaya çıktı.

Eylemlere rağmen çalışmalarına aralıksız devam eden Cengiz İnşaat, konuya ilişkin ilk kez yaptığı yazılı açıklamasında “hammadde temin edilmesi planlanan” taş ocağının yerinin Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı tarafından seçildiğini söyledi.

İkizdere-Eskencidere Vadisi dünyada koruma altındaki 200 vadiden biri ve aynı zamanda doğal sit alanı

İkizdere’de direnen halk için “marjinal gruplar” ifadesini kullanan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu da 10 Mayıs’ta köylüleri ikna etmek için bölgeye gitti. “İkizdere Lojistik Limanı için almamız gereken en uygun taşın olduğu bölgede yaşayan bazı vatandaşlarımızın rahatsızlığı oldu,” diyen Karaismailoğlu, “Eğer 10 tane ağaç etkilenecekse yerine 100 tane ağaç ekeceğiz. 13,5 hektarlık bir alanda liman için olmazsa olmaz olan taşın dolgusu için burası kullanılıp, iki yılı doldurmadan buradan çıkmayı taahhüt ediyoruz,” diye konuştu.

Karaismailoğlu bölgeden protestoyla uğurlandı, sonra da halkın kandırılmaya çalışıldığını öne sürdü.

Rize Valiliği 16 Mayıs’ta İkizdere ilçesi sınırlarında polis ve jandarma sorumluluk bölgelerinin tamamında “kamu düzeninin sağlanması” gerekçesiyle eylem ve etkinlikleri 15 gün süreyle yasakladığını duyurdu.

İkizdere neden önemli?

İkizdere-Eskencidere Vadisi Türkiye’nin eşsiz doğal alanlarından biri. Dünyada koruma altındaki 200 vadi arasında ve aynı zamanda doğal sit alanı. Ayrıca, Kültür ve Turizm Bakanlığınca “Termal ve Kış Turizmi Yeni Destinasyonu” olarak belirlenmiş durumda. Yörede bakanlık tarafından “örnek yayla” modeli uygulanması planlanıyor.

Dolayısıyla bölge hem örnek yayla hem doğal sit alanı hem de turizm alanı olarak geçiyor. Ünlü Anzer ballarının yapıldığı Anzer Yaylası, Çamlık Mesiresi, Çağrankaya Yaylaları ve Ovit Dağı da İkizdere içinde yer alıyor.

İlçenin ekonomisi genel olarak tarıma dayalı. Başlıca tarım ürünleri çay ve patates ancak az miktarda kivi, mısır, armut ve fındık da yetiştiriliyor. Yaylacılık metoduyla sığır ve koyun beslenirken arıcılık da bölgedeki bir diğer geçim kaynağı.

Vadide şu anda faal 15 adet HES, iki adet de taş ocağı bulunuyor.